Her kent önceki hayatın leşleriyle doludur ve bunlar ölü noktalar oluşturur. Miskolc’da bunların sayısı birden çoktur. Bu ölçüde bir kent için şaşılacak derecede çok.
Zsarnai Piac’a giden yol, şehrin terk edilmiş tarafındadır. Burada otların uzadığı bahçelerin içinde geniş devlet binaları, demiryollarının ardiyeleri yer alır. Solunuzda kalan tren yolunun öteki tarafındaki tepecikte ve onun hinterlandında, yeni ve modern bir kent kurmaya girişen insanlar, buraya sırtlarını dönmüşlerdir. Kentin bu bölgesi hantal devlet aygıtına terk edilmiştir ve ancak o aygır, tanrının kutsal emriyle tatile çıktığında, canlılık belirtisi gösterir.
Top sahası büyüklüğündeki alanda kurulan pazarı, uzaktan bir otopark yığını olarak görürsünüz öncelikle. Yaklaştıkça insanlar da kadraja girmeye başlar ve içine girdiğinizde bir ses ve insan duvarına çarparsınız. Her hafta kurulan bir panayırdır burası. Yemek yiyenler, beğendikleri müziği herkese dinletmek için birbirleriyle yarışanlar, bir şey satmaktan da önce bir bağırma-çağırma terapisi peşine düşmüş olanlar, pazarlıkla sohbeti harmanlamaya/harlamaya düşkün olanlar. Pazarın sırrına vakıf olmadan, kapitalizmin ruhunu anlamak mümkün değildir.
Halk -ondan her ne anlıyor olursanız olun- buradadır. Her şeyi ve bazen mağazada satılanlardan daha kalitelisini, çok daha ucuza alabilirsiniz; ikinci el çim biçme makineleri, şahane eski bisikletler, saksılar, bardak çanaklar, eski mobilyalar, yeni kıyafetler, bilgisayarlar, oyuncaklar, kondisyon aletleri, çelik tencereler, avizeler ve aklınıza gelebilecek her şey… Her milliyetten satıcı vardır ve alışveriş sırasında da milliyetin hissedilir bir rolü olur.
Pazara giden herkesin bildiği gibi, insan bir süre sonra orada kendi şaşmaz güzergâhını oluşturur: İhtiyaç ve arzu. Bu sizi belli tezgâhlarla daha derin bir bağlantıya sokar. Pazar yerindeki tezgâhlar, konup göçenlerden oluşur çoğunluk. Bir de pazarın yerleşikleri vardır, büyük girişin orada, tenekeden yapılmış sabit barakadan dükkanları yan yana sıralanır. Bunların ne mal taşıma ne de her hafta yeni mallar bulma kaygıları vardır.
Bu demirbaşların deyim yerindeyse en iştahsızı, dünya yıkılsa… modunda takılan o abidir: Her zaman sebatla kepengi önüne kurduğu portatif bir masanın arkasında oturur ve bir Buda heykeli kadar kımıltısızdır. Yaşını kestirmek kolay değil 50 ile 70 arasında bir yerde olabilir. Ama konum alışı onun daha yaşlı olabileceğine işaret eder. Tezgahına yaklaştığımda – ki her hafta bir dini ritüel gibi yerine getiririm bunu- gözlerini hafifçe kırparak selamlar, neden sonra ayırdına varılacak bir detaydır bu ve ayırdına vardığınızda da anonim kişi olmaktan kurtulmuş olmazsınız. Dükkândaki malları üç dört sıra halinde dışarı çıkartarak elinden gelenin hepsini yapmış ve bütün enerjisini tüketmiştir. Mallarının hepsi kutular içinde ve herhangi bir tasnife uğramadan dururlar. Çoğunlukla 100 ile 300 Forint arasında fiyatlandırdığı kutular arasında döner durur ve alacak bir şey bulmak için zorlarım kendimi. Zorlarım çünkü, onun bu pazarın teminatı olduğunu hissederim derinden. Onun, o saçma mallarla dolu, bütünüyle saçma tezgahın ardındaki taburede oturuyor olduğunu bilmeye ihtiyacım vardır. Pazarın çoktan unutulmaya yüz tutmuş ruhunu, o birada tutuyordur.
Döküntüler arasında yeteri kadar zaman geçirmişsem, Virginia Wolf’un, Mrs. Dalloway ile karşılaştığında zihninde uyanan o tuhaf meydan okumayı hatırlarım, ona baktığımda: Yakala bakalım, yakalayabilirsen!
40 yıl öncesinin eski turistik Miskolc haritasını, 100 Forint’i bastırarak(!) böyle bir halet-i ruhiye içinde mi aldım, yoksa ona gerçekten ihtiyacım olduğunu mu düşündüm? Hatırlamıyorum. Zamanla ilgili daha eski hikayeleri varın siz hesaplayın. Eve döndüğümde, kahvaltı sonrası haritayı masaya yayıp, herhangi bir şeye şaşmak için almışımdır belki de. Nitekim şimdi oturmakta olduğumuz Soltész Nagy Kálmán sokağının, haritada Kun Bela sokağı olarak gösterildiğinin farkına varınca evimizin mutfağı bir şaşkınlık nidasıyla doldu. Sonra harita kalkıp yerine i-pad tablet kondu.
Kimdi ki bu Bela Kun?
Kohn soyadını, Macarca Kun olarak düzeltmiş komünist bir Yahudi, öncelikle. Avrupa’nın 20. yüzyıldaki ilk yarısını düşündüğümde, olabilecek en kötü ikili. Zerre kadar inanmadığı 1. Dünya Savaşı’nda çarpışıyor ve Ruslara esir düşüyor. Bolşevik ihtilaliyle özgürlüğüne kavuşup o hengâmede kurduğu dostluklarla, Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış darmadağın bir ülkede, Macaristan’da devrim yapmaya girişiyor.
Ne arıyor? Bu soruyu soruyorum kendime. 33 yaşında dünyanın ve kendi yaşamının altüst olduğunu görmüş bir adam…
Yanıt basit görünüyor: Adalet olmalı!
1919’da Sovyet Macaristan’ını kurduğunda, sadece dört ay içinde, neredeyse bir ebabil kuşunun kanat çırpışlarına denk bir süratle, Macaristan’ı ve belki de var olan dünyayı, kararnamelerle dönüştürmeye çalışmasından belli bu: Bankaları, büyük tarım ve sanayi işletmelerini devletleştirdiğini duyuruyor, aristokrat unvanları kaldırıyor, din ve devlet işlerini ayırıyor, konuşma özgürlüğünü yasalaştırıyor, bedava eğitim ve azınlıklara dil ve kültür hakkını ilan ediyor.
Eyvallah! Ama bir yandan da matbu vaatler bunlar.
Sonrası, Oktay Rıfat’ın dizesindeki gibi,
“Nasıl biterse başlayan gülümseme”
Kısa sürede ortaklık kurduğu sosyal demokratları tasfiye ederek iktidarı tek elde toplayıp, muhaliflerini, Sovyet Devrimi döneminden yoldaşı Tibor Szamuely’e kurdurduğu “Lenin Gençliği” örgütüyle sindiren ve “kızıl terör” olarak nitelenen bir döneme imza atan da aynı adam.
Bugünden geriye bakmanın kolaylığını inkar edemem. Öte yandan inkar edilemeyecek bir diğer şey, sağdan-soldan toplanmış olguların varlığıdır.
Yüksek sesle gözden geçirirsek: Sovyetler Birliği’nde iç savaş sürüyor. Habsburg İmparatorluğu dağılmış ve Macaristan boşlukta kalmış, üstelik savaş mağlubu bir ülke ve belli ki dayatılan şartları kabul etmek zorunda kalacak. Bir Avrupa devrimini tetiklemesi beklenen Almanya’daki Spartakist hareket göçertilmiş. 1919 yazı başlangıcında, kafası kopmuş ama yine de koşmaya devam eden horozu andırıyor Kun Bela.
Komünizm vaadiyle toplayamadığı desteği, Çekoslovakya, Slovakya ve en son Romanya’ya karşı giriştiği askeri harekâtlarla, yani milliyetçilere göz kırparak sağlamaya çalışıyor. Fransa desteğindeki Romanya ordusunun Budapeşte’ye girmesiyle iktidarını yitiriyor.
Sonrası hep yokuş aşağı. Önce Avusturya’ya, sonra S. Birliği’ne kaçıyor. 1921’de Almanya’daki başarısız Mart ayaklanmasında görülüyor, 1928’de Viyana’yı mesken tutup, oradan Macaristan’da bir devrim örgütlemeye çalışıyor. Stalin Sovyetlerine döndükten sonra Yahudi olmanın dayanılmaz ağırlığıyla karşılaşıyor bir kez daha, Troçkist olmakla suçlanıp, idam ediliyor.
- yüzyılın kalan kısmı, hatta 21. yüzyılın önemli bir bölümü için bile -şimdilik kaydıyla- esin kaynağı olabilecek bir siyasi karakter.
Ondan iktidarı devralan ve “beyaz terörü” başlatıp, Kun’a yardım eden, komünizme sempati duyan, Yahudi olan herkesi öldüren; Nazilerle işbirliği yaparak, 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkeyi diktatörlükle yöneten Amiral Miklos Horthy’yle kıyaslayabilir miyiz peki Bela Kun’u?
Macaristan o 25 yılı Kun’la geçirse muazzam olmaz mıydı?
Yanıtlamak isteyene mani olmayayım.
Hangi meşrepten olursa olsun, bütün ideolojiler kahramanlara ihtiyaç duyar. Milliyetçilik kök saldıktan sonra dünyadaki bütün yer adları, iktidarın halet-i ruhiyesine rehin bırakılmıştır. Nitekim, Macaristan’da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası antlaşmalarla yeni bir Sovyet kurulduğunda, Bela Kun’u idama götüren “hainliği/Yahudiliği” unutulacak -çünkü Yahudi düşmanlığı artık sadece Nazilerle ilişkilendiriliyordu- ve Szamuely’nin “kızıl terörü” yeniden baş tacı edilecek ve o dönem yönetimdeki sacayağını tamamlayan arkadaşları Jenö Landler ile birlikte, Budapeşte’ye üçü bir arada anıtları dikilecektir.
Miskolc’daki Kun Bela sokağı ne zaman var oldu, ne zaman yok oldu, bilmiyorum; tıpkı Budapeşte’deki anıtın akıbetini bilmediğim gibi. Araştırsam bulurum elbette, ama siz de bulabilirsiniz, merak ediyorsanız.
Şimdi, Macar Sovyet’inin yıkılışından yüz yıl sonra, Lesvos Molivos’ta, kocaman yıldızların altında limandan çarşıya doğru yürürken, yanımdaki arkadaşlarımdan çok uzakta, Bela Kun’un hikayesini eğip büküyorum zihnimin içinde.
Tür olarak, günün birinde, ideologlardan paçamızı kurtarabilecek miyiz?
Serhat Öztürk – Türkinfo