2025. Temmuz 16.
Türkinfo Blog Oldal 614

Ferenc Molnár: Pál sokağı Çocukları

palsokagiNemecsek, Boka ve Pál sokağının diğer çocukları bundan tam yüzyıl önce, Budapeşte’de, yoksul bir semt olan “Józsefváros” tan yola çıktılar. Bugün artık bütün dünyada tanınıyorlar. Ve onlar önem verilen değerler uğruna herşeyin göze alınmasını ve “ihanete” karşı “kopmaz dostluğu”temsil ediyorlar! Aradan geçen bunca yıla rağmen hala genç, hala kararlı ve hala inançlılar! Çünkü “Pál Sokağı Çocukları”, zamandan ve mekandan bağımsız, kendi yolunda yürüyen bir edebiyat şaheseri.

Hala çocukların gözdesi, çünkü insanı gerçekten insan yapan en önemli değerleri, abartısız, ama tartışmasız bir şekilde çocukların dünyasına sunabiliyor. “Oyunun ya da ciddi mücadelenin”; “Dostluğun ya da ihanetin”; “birbirine kenetlenmenin ya da gruplara bölünmenin”; “hayatta var olmanın ya da sevdiği şeyler uğruna ölümü göze almanın”; “tek başına kalmanın ya da bir yere ait olmanın” çocukların dünyasında da yaşanabileceğini gösteriyor. İyililiğin ve dürüstlüğün ölümsüzlüğünü kanıtlıyor! İşte bu nedenle Nemecsek, Boka ve diğerleri asla unutulmuyor ve unutulmayacak. Hayatta tesadüflerin önemli yeri vardır. Örneğin, bundan yüz yıl önce romanın yazarı Ferenc MolnárÍ’ın edebiyat öğretmeni, bir gün lisede mütevazı bir okul edebiyat gazetesi yayınlamaya girişmese, bugün belki de Pál Sokağı Çocukları romanı olmayacaktı. Edebiyat hocası Kornél Rupp okulda öğrencileriyle birlikte bir gazete yayınlamaya karar verince, eski öğrencilerinden de destek almaya çalışır.

Bir gazeteci ve hikâye yazarı olan 29 yaşındaki Ferenc Molnár’ı bulur, gazete için ondan da birşeyler yazmasını ister. Molnár da lise yıllarındaki sevgili hocasını kıramaz, onca işi arasında edebiyat hocasının hatırı için “bir şeyler” yazmak amacıyla oturduğu masadan Pál Sokağı’nın birinci bölümünü yazarak kalkar. Sonraki haftalarda da diğer bölümler gelir. Genç okuyucuları neredeyse gazete bağımlısı haline getiren tefrika roman tamamlandığında da, yani 1907 yılında kitap haline getirilir. Almanca’ya, İngilizce’ye, Fransızca’ya çevrilmesi hemen birkaç yıl içinde gerçekleşir. Yayınlandığı her ülkede olay haline gelir, yeni baskıları yapılır. İlki 1929’da olmak üzere tam beş kez film konusu olur! Tiyatrolarda sahnelenir! Çizgi film haline getirilir! Yazarlarla eserleri arasında çoğu kez izah edilemeyen kader bağları olduğu söylenir.

Bu, Ferenc Molnár ve en büyük romanı Pál Sokağı Çocukları için de geçerli. Pál Sokağı Çocuklarının, romanın sonunda uğruna, Nemecsek’in hayatını bile verdiği sevgili “Arsa”larını kaybetmeleri gibi, Molnár da memleketini kaybeder. İkinci Dünya Savaşı öncesi, İsviçre’ye, sonra da Amerika’ya göçer ve hayatının sonuna kadar da orada, vatan hasretiyle yaşar. Ama yazarın başyapıtı, Pál Sokağı Çocukları, kendi bağımsız hayatını yaşamaya devam ediyor. Kitap Macaristan’da 2006 yılında düzenlenen büyük bir kamuoyu araştırmasında, XX. yüzyılın Macar edebiyatının en önemli üç eserinden biri seçildi. Nesillerdir bu romanla büyüyen Macarlar, çocuk ruhlarının en temiz ve en masum yanlarını buldukları romana gerekli önemi ve değeri bugün de veriyorlar: 2007 yılı, yani kitabın ilk baskının 100. yıldönümü nedeniyle Budapeşte’de Nemecsek’lerin bir heykeli dikiliyor ve Pál sokağı çocuklarının hayatlarından daha çok sevdikleri “Arsa”ları yeniden yaşam buluyor!

Aslına uygun bir şekilde inşa edilen Arsa, çocukların “dostluk” geleneklerinin yaşatılmasının yanısıra, edebiyat ve tarih bilgilerinin de tazelendiği bir alan olacak. Budapeşte’de oturduğumuz evimizden yürünecek mesafede olan Pál Sokağını, 9 yaşındaki kızım Ela Eszter’le dolaştığımızda, bugün artık şehrin merkezi sayılan bu bölgede yanyana bitişik inşa edilmiş binalar arasında Pál Sokağı çocuklarının izlerini ararken duvara iliştirilen bir kitabeyi gördüğümüzde çok sevinmiştik: “Pál Sokağı Çocuklarının Arsa’sı buradaydı”. Artık atlı tramvayların, şekerleme satan sokak tezgahtarlarının, caddelerde akşamın alacakaranlığında yakılan gaz lambalarının çoktan tarihe karıştığı bu şehirde daha sonraları kahramanlarımızın izlerini aramaya devam etmiştik: Romanda geçen sokak isimleri tamamdı: Füvészkert parkı da duruyordu, hoyrat Pástor kardeşlerin Nemecseklerin bilyelerine el koydukları Müzenin bahçesi de. Ama Pál Sokağı çocuklarının bıraktıkları asıl belirgin izleri çocukların ruhlarında bulmak mümkündü! Nesillerdir Boka’nın cesaretine hayran olan, Nemecsek’in ürkek ama kararlı kahramanlığı karşısında gözyaşlarını tutamayan Budapeşte’li çocuklar bugün de, Pál Sokağının ruhunu taşımaya devam ediyorlar.

çev. Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları

Türklerden çok şey öğreniyorum” diye konuştu

ratgeber2Fenerbahçe Bayan Basketbol Takımı’nın dünyaca ünlü Macar antrenörü Laszlo Ratgeber, İstanbul’da Macaristan Spor TV kanalı Nemzetisport TV’ye yaptığı açıklamada, ”Türklerden çok şey öğreniyorum” diye konuştu. Ratgeber, Türklerin hayata çok daha farklı gözle baktığını oysa Avrupa insanının çok daha stresli olduğunu, Türklerin her an neşeli insanlar olduğunu kaydetti. Fenerbahçe’ye geldiği için kendisini çok şanslı hissettiği belirten Ratgeber, ”Kadıköy’de her şey mükemmel gidiyor, bu gidişi Türkiye ve Avrupa şampiyonluğuyla tamamlarsam misyonumu yerine getirmiş olurum” diye konuştu. Laszlo Ratgeber Macar TV kanalına, Fenerbahçe’nin dünyanın en önemli kulüplerinden biri olduğunu, basketbol maçlarının çakışmadığı zamanlarda Fenerbahçe Futbol Takımı’nın İstanbul’da oynadığı maçları da seyretmekten büyük zevk aldığını açıkladı.

2011-01-09

Macar medyasında derbi yorumu..

gs_bjk_ali_holosko_281110Macaristan’ın tek günlük spor gazetesi Nemzetisport, ”Galatasaray yeni bir hüzün yaşadı, derbinin galibi Beşiktaş” başlığının ardından, 2010-2011 sezonunda aldığı başarısız sonuçlarla adeta kâbus yaşayan Galatasaray yeni bir hüzün yaşadı, ”Kartal, Aslan’ı deplasmanda 2-1 yendi” diye yazdı. Derbi maçının ikinci yarısında Beşiktaş’ın Galatasaray’a karşı bariz üstünlüğü olduğunu yazan Macar gazetesi, Galatasaray için şampiyonluk hayal olurken, Cimbom’un Avrupa kupalarına gitme şansının bile neredeyse kalmadığı yorumunda bulundu.

Detaylar >>>

2010-11-30
ajansspor.com

Meszöly Bordeaux Maçını Unutamıyor

meszolyA Milli Takım ile Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü Kalman Meszöly, Antalya’nın Kemer ilçesinde, Macar futbol takımlarının kamp olanaklarını araştırdı. Meszoly, Macar takımlarının Kemer Rose Hotels’de kamp yapmaları için çalışmalar yaptıklarını ve bu konuda rapor hazırlamak ve saha ve tesisi yerinde görmek için Kemer’e geldiğini söyledi. Kemer’i gerek hava, gerekse de doğa olarak çok güzel bulduğunu ifade eden Meszöly, Rose Hotels futbol kompleksinin de kamp için çok uygun olduğunu belirtti. Çok sayıda Macar takımının kamp için Türkiye’yi seçeceğini de vurgulayan Meszöly, ”Macaristan’a döndüğümde 1. ligde mücadele eden birçok Macar takımına Türkiye ve Kemer’de kamp konusunu rapor halinde sunacağım” dedi. Otel genel koordinatörü Yeliz Gül Ege de 2011 kış sezonunda futbol takımlarının kamp programlarının netleştiğini, kış döneminde, Türkiye’nin yanı sıra Almanya, Macaristan, İsviçre, Norveç, Romanya, Arnavutluk, Rusya ve Kazakistan’dan 25 futbol takımının otellerinde konaklayacağını ve kamp yapacaklarını bildirdi. -BORDEAUX MAÇINI UNUTAMIYOR- Fenerbehçe’de unutulmaz günler yaşadığını da ifade eden Meszöly, Fenerbehçe’de unutmadığı en önemli anısının Bordeaux-Fenerbahçe maçı olduğunu söyledi. Meszöly deplasmanda 3-2 galip geldiklerini, o dönemin Avrupa’nın en iyi takımlarından biri olan Bordeaux’u yenerek büyük bir başarıya imza attıklarını kaydetti.

2010-11-22
medya73.com

Macaristan gol oldu yağdı

hunEURO 2012 Grup Elemeleri E Grubu’nda Macaristan sahasında zayıf rakibi San Marino’yu 8-0 mağlup etti. 10. dakikada Rudolf’un golüyle öne geçen Almanya, 25’te yine Rudolf, 17 ve 27’de Szalai’nin golleriyle ilk 45 dakikayı 4-0 önde kapattı. Gol yağmurunu ikinci yarıda da sürdüren Macaristan, 48’de Szalai, 59’da Koman, 89’da Dzsudzsak ve 90. dakikalarda Gera’nın attığı gollerle durumu 8-0’a getirdi ve mücadele bu skorla sona erdi.

2010-10-08

Ignácz Kúnos

TasnadiDoğum Yeri: Hajdusamson Doğum Yılı: 1862 Ignácz Kúnos, 22 Eylül 1862’de Debrecen [Macaristan] yakınlarındaki Hajdúsámson’da doğdu. Yükseköğrenimini Budapeşte’de tamamladı. Üniversite öğrenciliği yıllarında halk diline, halk kültürüne ilgi duydu, önce Hungaristik alanında daha sonra da A. Vambery, J. Budenz ve B. Munkacsi gibi zamanın isim yapmış bilginleriyle tanışınca Türkoloji ile ilgilenmeye başladı. Bunun üzerine Türk halk edebiyatını ve halk dilini iyice tanıyıp öğrenebilmek için bir süre Anadolu’da yaşamaya karar verdi. 1885 yılında Bulgaristanlı Türkler arasında kısa bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya geçti. Bu inceleme yolculuğu beş yıl sürdü.

Topladığı ve yayınlanmak üzere Macar İlimler Akademisi’ne gönderdiği malzemeler, hem ilim çevrelerinin ilgisini uyandırdı, hem de Kunos’un çalışmalarına maddi yardım sağladı. Türkiye’de bulunduğu yıllar süresinde Kúnós’un birçok incelemesi çıkmış ve folkloristik çalışmlarının temeli sayılan Osmanlı-Türk halk şiirleri de o zaman yayınlanmıştır. Macaristan’a döndükten sonra ise birbiri ardına çıkan eserleri Kűnos’un Türkiye’de geçirdiği yılları gerçek bir ilim adamı çalışkanlığıyla doldurduğunun en kesin delili olmuştur. Kunos, Anadolu halkının hayatını gayet canlı bir şekilde çizen yolculuk notlarından başka, Türk folklorunun bütün yönlerini tanıtan eserler yazmıştır. Bu yayınlar türkülerden masallara, Karagöz ve ortaoyunundan Nasrettin Hoca fıkralarına kadar Türk folklorunun birçok dalını kapsıyordu. Kúnos’un derlemeleri geniş kitlelere ulaşmıştır. Kısa zamanda yabancı ülkelerde de Türk folklorunun yayımcılarında biri olan Kűnos’un bu kadar tanınmasında, onun ilmi çalışmalarını yöneten J. Budenz’in rolü büyüktür. Ignacz Kunos, tanınmış Alman bilgini Türkolog-folklorist G. Jacob tarafından, Türk folklor araştırma ve incelemelerinin temeli olarak gösteriliyordu. Kúnos, 1925 ve 1926’da Türk hükümetlerinin isteğiyle İstanbul ve Ankara’da konferanslar verdi, bunun sonucunda bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir.

Kúnos, 1880 yıllarında çalışmalarına bakir topraklar üzerine başladı. Osmanlı dili ve kültürü araştırmaları, Anadolu ve Rumeli halk dili ve halk kültürü araştırmalarını tamamen gölgelemiş, geride bırakmıştı. Bu bakımdan Ignacz Kunos’un çalışmaları birer keşif olarak kabul edilmişti. 1945 yılında Budapeşte’de savaşlar devam ederken hayata gözlerini kapayan Ignácz Kűnos, hayatı boyunca takdir edilmiş bir ilim adamı idi. Macar İlim Akademisi, Paris Societe Asiatique, Macar Krallığı Doğ Ticaret Akademisi, Uluslararası Orta ve Doğu Asya Derneği gibi birçok topluluğun da üyesiydi. (Kaynak: Türk Halk Edebiyatı, Ignacz Kunos (yayına hazırlayan: Prof. Dr. Tuncer Gülensoy), Ankara, 2001) Ignác Kúnos “Türk Halk Edebiyatı” eserinde, Türkçeye karşı duyduğu sevgiyi şöyle anlatır: TÜRK DİLİ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta halli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinelere bakarmış.

Günlerden birgün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan memleketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dilleri birer birer anlatırken : “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en kolay öğrendiğim insan dili Türkçe’dir” dedi. Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş. “Bu, dediğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum. “Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret olduğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, ahengi bizim dilimizdeki ahenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi. Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların elması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca’da bıçaktır, çizme, çızma, papuç, papuç, kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran’dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, levende, mahmura, ormana, keçiye, biz de koçan, levent, memur, orman, keçke deriz. Tabur, Macarca tabur. Tepsi, tepsi, tezek teözek’dir. Onlarda cep, bizde jip, ata, atıya, ana, anıya, tavuk, tiyok, aslan, aroslan, bağa, baka, boğa, boka, çadır, şador, çalı, çalıt; çarık, şarok, çok, şok, küçük, kiçi, kazan, kazan, koç, koç, dana, tino, kendir, kender, toklu, toklu, satıcı, satuç, sakal, sakal, öküz, öküz… ve bunlara benzer daha neler neler…”

Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam: “Oğlum, Lâtince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bize en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir” dedi. Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini ikmal edip tam kırk altı sene evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisanının o zamanki hocası Avrupa şarkiyyununun en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte’ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi oldum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi’nin derslerine üç sene devam edip Türkçe’den başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca’ya da çalıştım. Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tuna suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye’den henüz gelmiş bir şekercinin dükkânın¬da çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan ve zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar hazzediyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum. Oh! şimdiye kadar hiç görmediğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.

Bir gün muallim efendiye: — Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim: — Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben: — Ya, Ahmet Vefik Paşa’nın «Atalarsözü» denilen mecmuası, ya Nasrettin Hoca’nın bütün dünyada meşhur ve bütün garp lisanlarına tercüme edilen fıkraları halk edebiyatı sayılmaz mı? diye sordum. — İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır, başkasını bilmiyorum, cevabını verdi — Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Tefekkürlere kalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vahı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi kokusu yok mu? Bülbüllerinin figanı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam.

Bir buğday tanesinin öyküsü – Zoltan Zelk

bugdayÇok sıcak bir yaz günüymüş. Buğday tarlasında artık iyice olgunlaşan başaklar rüzgârda bir o tarafa bir bu tarafa dalgalanıyorlarmış.
Buğday tarlasında yaşayan bıldırcın ve keklik sürüleri de artık yol hazırlıklarına başlamışlar. Çünkü hayvanların hepsi iyi giden havalar nedeniyle buğdayların yeteri olgunlaştığını ve yarın hasat yapılacağını biliyorlarmış. Ekinler kesilmeden önce de buradan ayrılmak, kendilerine başka bir tarla bulmak istiyorlarmış. Küçük bıldırcınlar elbette bu işe çok sevinmişler, çünkü ilkbaharda bu tarlada doğan ve burada büyüyen küçük kuşlar artık biraz değişiklik olsun istiyorlarmış. Onların hayatındaki ilk taşınmaymış bu.
Anne baba bıldırcınlar için taşınma bir oyun değil, tehlikeli bir işmiş. Saklandıkları, yavrularını sakladıkları bu yüksek ve sık ekinleri terk etmek, tehlikeye atılmak demekmiş. Deneyimli bıldırcınlar bunu bildikleri için de biraz üzüntülüymüşler.
Ya buradan çıkıp başka bir tarla ararken şahin onları görürse?
Ya öteki tarlada bir tilki ya da yaban kedisi yuvası varsa?
İşte bıldırcınlar ve keklikler bunları düşünüyor, ama elbette yavrularına bahsetmiyorlarmış. Küçük yavrularını gereksiz yere korkutmak istemiyorlarmış.
O gece bütün kuşlar gergin bir bekleyiş içinde uyumuşlar. Sabah erkenden, daha güneş doğarken keklik ve bıldırcın aileleri yola çıkmaya hazırlanmışlar. Birbirleriyle vedalaşmışlar ve tarladaki ekinlere, gelinciklere ve de buğday çiçeklerine hoşça kalın demişler.
Bıldırcınların vedalaşması çiçekleri çok üzmüş. Renkli çiçek yapraklarının üzerindeki çiğlerin yanında başka minik su damlacıkları da belirmiş. Bunlar çiçeklerin gözyaşlarıymış.
Ağlayan çiçekler aslında sadece kuşların gitmesine değil, kendilerinin o tarlada kaldıklarına ağlıyorlarmış.
-Keşke bizim de kanatlarımız olsaydı! Köklerimizi buradan çıkartıp sizinle birlikte kanat çırpabilseydik! Keşke buralardan biz de uzaklaşabilseydik!
-Üzülmeyin, demiş bıldırcınlardan biri. –Kuşların kanatları var, uçup giderler, ama bitkiler ise kalırlar. Bunun karşılığında ise herkese bahar kokuları yayarlar. Dünyanın düzeni böyle kurulmuş. Herkesin bir işi var.
-Hayır hayır, demiş gelincik. Böyle bir düzen olmamalı! Siz gidiyorsunuz, ama biraz sonra biçerdöverler gelecek hepimizin saplarını kesecekler. Evet, buğday başakları da kesilecek, ama onlar hiç olmazsa değirmene götürülüp öğütülecek, un yapılacak. Sonra da ekmek olacaklar. Ya biz? Biz ne olacağız?
Gerçekten de dedikleri doğruymuş.
Bu nedenle de vedalaşma ağlayarak gerçekleşmiş. Kuşlar ve ettikleri çiçekleri bu yıl bir daha görmeyeceklerini biliyorlarmış. Ama kuşlar bu çiçeklerin seneye yine boy vereceklerini de bildiklerinden, içlerini biraz olsun rahat tutuyorlarmış.
Tarladan bıldırcın ve keklik sürülerinin havalandığını gören işçiler şaşırmışlar. Yaklaşan biçerdöverlerin sesinden kokup kaçtıklarını sanmışlar. Elbette kuşların bir gün önce tarlaya gelen patronun konuşmalarını dinlediklerini bilemezlermiş. Bilseler de kuşların insan konuşmasını anlayabildiklerini hayal bile edemezlermiş. İşte bu yüzden de gelen traktör ve biçerdöver sesinden korkup kaçtıklarını düşünmüşler. Hatta işçiler arasında bazıları, av tüfeklerini yanlarına almadıkları için hayıflanmış bile.
Biraz sonra da büyük bir gürültüyle biçerdöver tarlaya doğru girmiş. Saplarından kesilen başaklar biçerdöverin koca ağzından giriyormuş. Biçerdöverin yanında yürüyen kamyona buğdaylar saplarından ayrılmış bir şekilde dökülüyormuş. Balya haline gelen samanlar da biçerdöverin geçtiği yolda sıra sıra diziliyormuş.
Hızla ve gürültülü bir şekilde süren iş, akşama doğru hafiflemiş. Akşam olup da güneş batarken buğday tarlasındaki iş de tamamen bitmiş. Buğdaylar çuvallanmış. Bir kısmı ambara, bir kısmı da öğütülüp un yapılmak üzere değirmene götürülmüş. Samanlar taşınmış. Sonra da makineler makine garajına sokulmuş.
İşçiler yorgun argın yemeğe oturmuşlar.
Yani buğday hasadı bitmiş.
Hasat bitmiş bitmesine ama bir buğday tanesi tarlada kalmayı başarmış.
Çünkü bir gün önceki gelişmeleri duyan ve sabah da bıldırcınların buğday çiçekleriyle konuşmasına şahit olan bir başaktaki buğdaylardan biriymiş o. Hasat yapılıp, her şeyin toplanıp götürüleceğini duyunca kendini başaktan koparmış, yere atmış ve topraktaki bir çakıl taşının altına saklanmayı başarmış. Çünkü öğütülmek un olmak, sonra da fırında pişip ekmek olmak istemiyormuş.
-Buğday tanesinin kaderi böyle olsa da ben bu kaderi yaşamak istemiyorum, diye isyan ediyormuş. Eğer buğdaylar hep yanıp ekmek olacaksa, ben de buğday olmam, bıldırcın olurum!
Ama herkes gittikten ve hasat da tamamlandıkta sonra bıldırcın olamayacağını kavramış, çünkü bıldırcınların ve de kekliklerin kanatları varmış.
-O zaman ağustos böceği olurum. O hiç olmazsa zıplıyor. Uçamasam da, zararı yok, eğer ağustos böceği olursam, belki zıplayarak da ilerleyebilirim.
Akşam olmuş. Ağustos böcekleri ötmeye başlamış.
Buğday tanesi ise ne yapsa bir ağustos böceğine benzer ses çıkaramayacağını anlamış. Zaten zıplayamayacağını da biliyormuş.
-O zaman tarla faresi olurum demiş. Madem buraları terk edemeyeceğim. Bir tarla faresi olarak kalırım hiç olmazsa. Fareler de gitmiyor, ama burada yaşamayı beceriyorlar. Benim onlardan neyim eksik?
Ama akşam tarla farelerinin koşabilmelerinin yanı sıra, toprakta kendileri için tüneller de hazırlayabildiklerini fark etmiş. Ne birini yapabiliyormuş, ne de ötekini. Yani fare de olamayacağını anlamış.
Sabah güneş doğarken artık bir buğday tanesi olmaktan başka çaresi kalmadığını fark etmiş. Bir buğday tanesi ne yapsa ne etse bir buğday tanesi olmaktan kurtulamaz, diye düşünmüş.
Akşama kadar beklemiş. Karar vermiş ertesi sabah yola çıkmayı deneyecek, sürünerek diğer kardeşlerinin yerleştirildiği ambara doğru ilerleyecekmiş.
Ama ertesi sabah güneş doğarken yağmur yağmaya başlamış.
Yağmurun bereketli damlaları kuru toprağı yumuşatmış ve biraz sonra da biriken sular, çakıl taşının altındaki buğday tanesini de önüne katarak toprağın çatlaklarından aşağıya doğru akmaya başlamış.
Buğday tanesi de ne olduğunu anlayamadan kendini toprağın altında bulmuş.
-İşte şimdi iyi bir yerdesin, -diye bir ses duymuş.
Çevresine bakarken bira ilerde bir köstebeğin kendini kokladığını fark etmiş:
-İlkbahara kadar saklanacağın yeri buldun, buğday tanesi. Şimdi yapman gereken şey, buraya yerleşmen. Çünkü kışı burada geçireceksin. İlkbahar geldiğinde de kabuğunun yumuşacık bir şekilde çatladığını göreceksin. OP çatlaktan bir filiz yükselecek. Bugün bir tek buğday tanesisin, ama ilkbaharda kocaman bir başak olacaksın. O başağın üzerinde de sen gibi yüzlerce buğday olacak.
Buğday tanesinin içini tarifsiz bir mutluluk kaplamış.
Tedirginliği tatlı bir yorgunluğa dönüşmüş.
Sağa sola dönmüş, bedenini ıslak toprağın içinde iyice yerleştirmiş.
Ve ilkbahara kadar sürecek olan derin bir uykuya dalmış.

Zoltan Zelk – Yaz masalları -Yapi Kredi Yayınları
Çev: Tarık Demirkan

Gardrobun rüyası – Zoltán Zelk

dolabinOdada artık herkes uyuyormuş.
Sıkıca kapalı perdelerden içeri sızan ayışığı odayı hafifce aydınlatıyormuş.
Duvardaki çalışkan saatin hiç ara vermeden çıkardığı tik-tak tik –tak sesinden başka da ses yokmuş.
Ev sakinleri çoktan uyumuş.
Ama sadece evc sakinleri mi, evdeki dolaplar, mobilyalar, eşyalar da derin bir uykuya dalmışlar.
Evdelerdeki eşyaların da uyuduğunu bilmiyordunuz, öyle değil mi? Oysa onlar da sahipleri gibi geceyi uyuyarak geçrirler ve sahipleriyle birlikte uyanıp günlük hayata dönerler.
İşte şimdi size anlatacağım öykü, bu evdeki gardrobun rüyası olacak.

Mevsimlerden ilkbaharmış.
Kırmızı gagalı, sarı bacaklı bir kuş uzun bir süredire kanat çırpıyormuş. Çünkü bu kuş çok uzak ülkelerden geliyormuş. Sonbaharda terk ettiği ülkeye geri dönüyor, yuva kurmak istiyormuş.
Geldiği bu ülkede çok büyük bir çınar ağacının olduğunu duymuş, o ağacı bulmak, yuvasını oraya kurmak istiyormuş.
Yorgun kanatları artık zavallı kuşu zor taşıyormuş.
Oysa üstünde bulutlardan, altında da zaman zaman rüzgara kapılıp uçan yapraklardan başka birşey göremiyormuş.
Kuş çok yorgunmuş.
Çünkü o güne kadar dokuz nehir, üç dağ, doksan dokuz çayır geçmiş.
Yolda çalılıklarla çok karşılaşmış elbet, ama onlara konmamış. Çünkü eğer konarsa bir daha uçamayacağını, orada kalacağını düşünmüş.
Orada kalamazmış, çünkü onun ulaşmak istediği hedef başkaymış.
Yola çıktığı ülkede, yine başka bir kırmızı gagalı, sarı ayaklı kuştan çok büyük bir çınar ağacının öyküsünü dinlemiş.
Bu öyle büyük bir ağaçmış ki, dünyada eşi benzeri yokmuş.
Rüzgar, mağarasından çıkıp bu dünyada esmeye başladığı günden itibaren yaşayan, büyüyen bir çınar ağacıymış bu.
İşte bizim kırmızı gagalı, sarı ayaklı yorgun kuşumuz bu ağacı bulmak, ne olursa olsun bu ağacın dallarına yuva yapmak ve yavrularına uçmayı bu ağacın dallarında öğretmek istiyormuş.
İşte böyle uçarken birden aşağılarda rüzgarla yolculuk eden bir yaprak görmüş.
Onunla biraz sohbet etmek istemiş:
-Nereye küçük yaprak? Ağacın olmadan nasıl yaşayacaksın?
-Ben sıradan bir yaprak değilim, diye seslenmiş sevimli yaprak, -ben sahibimden bir başka ağaca haber götürüyorum.
-Ne haberi götürüyorsun? Demiş sarı ayaklı, kırmızı gagalı kuş.
-Komşu ormandaki çınarın çocuğu olmuş, yani çınarın gövdesinin dibinden yeni fidan boy vermiş, onu tebrik ediyor benim sahibim
-Senin sahibin kim? Demiş kuş
-Benim sahibi gerçekten bilmiyor musun? Diye şaşırmış yaprak, -benim sahibim dünyanın en büyük çınar ağacıdır. Bu dünya kadar yaşlıdır sahibim.
-Gerçekten mi! Diye bağırmış sevinçle sarı ayaklı kırmızı gagalı yorgun kuş. –Ben de tam işte o çunarı arıyorum. O çınara ulaşabilmek için şimdiye kadar dokuz nehir, üç dağ, doksan dokuz çayır geçtim. Çalılıklara bile inmedim. Mola bile vermedim. Çünkü çalılıklara iner, mola verirsem, bir daha kanat çırpmak için güç bulamam diye korktum! Lütfen söyle, nerede bu sevgili ve bilge çınar?
-Çok kolay, çok kolay, demiş minik kuş. Şimdi buradan dosdoğru uçmaya devam et. Ne sağa ne de sola sap. Dokuz yüz doksan dokuz kere kanat çırpacaksın. Bininci kanat çırpmada ulu çınarı karşında göreceksin. Yolu kaybetmezsin, merak etme.
Gerçekten de minik yaprağın dediği gibi olmuş.
Sarı ayaklı, kırmızı gagalı kuş bininci kanat çırpmada ulu çınarı görmüş.
Sevinçle dallarına konmuş.
Kanatlarıyla ulu çınarın yapraklarını okşamış.
Çınar da sevgiyle hışırdamış.
Yorgun kuş, biraz dinlendikten sonra çınarın en yüksek dallardan birine, öyle büyük, öyle büyük bir yuva kurmuş ki, bütün ormanda ondan büyük ve güzel bir yuva daha yokmuş.
İşte o yaz, minik kuşla ulu çınar çok sıcak bir dostluk kurmuşlar.
Dostlukları yıllarca devam etmiş.
Minik kuş daha sonraki yıllarda da çınarın dallarına geri dönmüş.

Gardrob rüyasında gülümsemiş.
“O kuşu çok iyi hatırlıyorum” diye düşünmüş rüyasında.
Çünkü gardrob aslında o ulu çınarmış.
Kesildikten sonra, sağlam gövdesinden insanların evlerine eşya yaptıkları ulu çınar, bugün artık gardrob olarak o günleri anımsamaya devam ediyormuş.

Horozlar neden erken öter

horozİlkbaharın yaklaştığı günlerde, köyün tüm canlıları neşelenirlermiş.
Ördekler, paytak yavrularını, tavuklar, minik sarı civcivlerini toplar, köyün hemen girişindeki gölün kıyısında dolaşmaya çıkarlarmış.
İlkbaharın sıcağında uçuşan böcekler, ısınan toprağın altında kendilerine yeni yollar açmaya çalışan solucanlar ördeklere ve tavuklara bir ziyafet sonrası sunarmış.
Ördekler paytak yavrularına yüzme öğretmeye çalışır, tavuklar ise civcivlerine kendilerini nasıl koruyabileceklerini anlatırlarmış.
Hayat hep yemek ve öğrenmekten ibaret değil ya!
Bazen de yetişkinler bir araya toplanır, aralarında en yaşlı ve en bilge beyaz ördeğin anlattıklarını dinlerlermiş.
Bu beyaz ördeğin yaşadıkları ve de uzun yaşamı boyunca duydukları herkes için heyecan verici bir masal gibiymiş.
Bir gün yine yetişkinler, yavru ördeklerle civcivleri, korunaklı bir alanda kendi haline bırakmışlar, bir gözleri onlarda sohbet ediyorlarmış.
Anne tavukların bir kısmı horozdan şikâyetçilermiş.
-Sabahın köründe hepimizi kaldırıyor! Oysa akşamları ne kadar geç uyuyoruz! Bizim horoz daha güneş doğar doğmaz, ayakta! Bir yandan da ötmeye başlıyor! Artık ilkbahar geldiği için hava erken aydınlanıyor oysa. Yani biraz daha uyusak ne güzel olur!
Beyaz ördek anne tavuğun şikâyet dolu gıdaklamasını gülümseyerek izliyormuş. Sonunda tavukların yanına gelmiş, ve ilerde çöplerin üzerinde kırım kırım kırıtan horozu işarete ederek:
-Onun neden bu kadar erken uyandığını ve herkesi de neden uyandırdığını biliyor musunuz? Diye sormuş.
-Hayır, hayır!
-Anlat, anlat, -diye gıdaklamış tavuklar ve beyaz ördek de anlatmaya başlamış:
-Bir zamanlar yer tanrısı, toprakları yaratınca, ardından da bu topraklarda yaşayacak olan hayvanları yaratmış. Ama hepsine akşam erken yatmalarını, sabah da güneş doğduktan sonra kalkmalarını emretmiş. Bütün hayvanlar yer tanrısının söylediği gibi yaşamaya başlamışlar: bir tek horoz hariç! Akşam yatma vakti geldiğinde yatmadığı gibi, sabah kalkma vaktinde de kalkamıyormuş. Diğer kümes hayvanları kalkıp güne başladıklarında horoz hala uyuyormuş. Arada bir gözlerini açıyor, ama bir iki esnedikten sonra yine uyumaya devam ediyormuş. Yemek yemek bile canı istemiyormuş. Uykusundan geri kalmamak için, kalkıp börtü böcek toplamaya bile üşeniyormuş. Bu yüzden de kümesteki tavukları tembihlemiş: onlar da arada bir uyuyan horozun önüne yemek getiriyorlarmış. Keyifçi horoz da arada bir kalkıp biraz yiyecek yiyor, sonra da uyumaya devam ediyormuş. O kadar tembel, o kadar tembelmiş ki sonunda yer tanrısını fena halde kızdırmış.
Bir gün tanrı horozu yanına çağırmış:
-Şimdiye kadar sabrettim, ama artık sabredemem! Sen emirlerimi neden yerine getirmiyorsun?
-Ben uykuyu çok seviyorum-demiş horoz. Ayrıca çok geç yattığım için de kalkamıyorum.
-Tavuklar kalkıyor, demiş yer tanrısı, -ördekler de kalkıyor!
-Beni tavuklarla nasıl kıyaslarsın? Demiş horoz- baksana benim güzelliğime! Onların böyle renkli kuyrukları, uzun tüyleri, başının üzerinde kıpkırmızı taçları, ibikleri var mı? Ayaklarında mahmuz bile yok! Onlar elbette erken yatıp, erken kalkacaklar. Ben ise bu güzelliğimle biraz daha eğlenebilmeliyim!
Yer tanrısı horozun bu sözleri üzerine ok kızmış!
Bu söyleidklerin doğru değil! Kalkamayan bir tek sen varsın. Ve bunun nedeni de tembel olman!
Horoz yer tanrısının haklı olduğunu düşünmüş ve sesini çıkarmamış.
Yer tanrısı şöyle devam etmiş:
-Emirlerimi yerine getirmediğin için cezalısın! Yarattığım tüm hayvanlar arasında en tembel sensin! Bundan böyle en erken uyanan sen olacaksın! Sadece erken uyanmakla kalmayacak, aynı zamanda erken uyandığını herkese duyuracaksın! Eğer bir kez bile sesini duymazsam, sana yeni cezalar vereceğim.
Horoz çok korkmuş. Ve hemen o geceden itibaren gece yarıları da uyanıp, artık tembellik etmediğini, bundan sonra en az uyuyan kümes hayvanı olacağını herkese ilan etmiş:

Üüü ürrüüü üüüü
bir zamanlar çok tembeldim
Uyumayı çok severdim,
kendimi de hep beğendim.
Ama artık uyku zamanı bitti,
Aydede de çoktan gitti
Kalkın kalkın, kümes halkııııııı
Üüüüü ürrrüüüü üüüü

-İşte böyle! Demiş beyaz ördek, -şimdi şurada kibirle dolaşan bu horoz, aslında mecbur kaldığından öyle erken uyanıyor. Yani yer tanrısı ona bu işi emretmemiş olsa, inanın öğleden sonraya kadar kümesten çıkmaz.
O zaman da kümes halkını mahmuzlarıyla kim koruyacak? Öyle değil mi?
-Öyle öyle, diye gıdaklamış tavuklar
-evet, evet, diye vakvaklamış ördekler
Sonra da herkes kendi yavrusunun yanına gitmiş, ve bahar güneşinin altında solucan aramaya devam etmişler.

Küçük sevimli köpek ve eşek

esekEvin eşeği küçük sevimli köpeği fena halde kıskanıyormuş. Köpek evin bütün odalarına girebilir, ev halkıyla oyun oynayabilir, onlarla koşuşup kucaklarına atlayabilir, yaramazlık yapabilir, bütün bunlara karşın en lezzetli yemeklerle beslenirmiş.
Eşekın ise eve sokulmasına, evdekılerle oynanmasına izin verilmez, en ağır yükler altında ezilirve bunun üstüne deve dikeni ile beslenirmiş.
Doğal olarak köpeğe sormuş;
– Dostum seni neden bu kadar çok severler?

– Çünkü ben iki ayağımın üstüne kalkar, kuyruğumu sallar,onların ellerini yalarım. Benim bakışlarımdan, havlamamdan onlarla oynamak istediğimi görürler. Benim onları sevdiğimi kavrarlar. Böylece onlarda beni severler.
Eşek bu yöntemi denemeye karar vermiş. Ertesi gün evini hanımı mutfakta yemek yaparken kapıyı açık gören eşek eve girmiş,sessizce mutfağa ilerlemiş, iki ayagının üstünde kalkıp kuyruğunu sallamaya başlamış
Bu arada da sevdiğini belirtmek üzere bağırmayı da ihmal etmemiş. Ama eşekler köpek gibi havlayamazlar ki. Mutfakta arkasında iki ayağı üzerinde kalkan bir eşeğin anırtısıyla aklı çıkan kadın korkudan beş tabağı birden kırmış.
Ama sonra, korkusunu yenince, eline aldığı süpürgeyle eşeğe öyle bir dayak atmış ki eşek bir hafta kendine gelememiş
Eşek bir hafta boyunca köpekle aynı şeyleri yaptığı halde, kendinin neden hor görüldüğünü düşünmüş durmuş. Ama bir türlü yanıtını bulamamış.

(Macar masalı)

16,474FansLike
639FollowersFollow