2025. Ekim 25.
Türkinfo Blog Oldal 614

Pal Sokağı Çocukları – Ferenc Molnar (Kitap testi)

pal_heykeliHerşey bir Edebiyat öğretmeninin, öğrencileriyle beraber bir okul gazetesi çıkarmak istemesiyle başlar. Edebiyat öğretmeni Kornel Rupp gazete için eski öğrencilerinden de yardım ister, bu eski öğrencilerinden biri de gazeteci ve hikaye yazarı olan Ferenc Molnâr’dır. Molnâr öğretmeninin ricasını kırmayarak bir şeyler yazmaya başlar, yazdığı büyük- küçük milyonlarca okuyucuda derin izler bırakan ve tam 5 kez beyazperdeye uyarlanan Pal Sokağı Çocukları’dır.

Ben okuma alışkanlığımı okul kütüphanesi sayesinde kazandım. Okulumuzun kendi imkanlarıyla oluşturduğu mütevazi kütüphanemizde ne varsa okumak istiyordum ama ne yazık ki kütüphanemizde Pal Sokağı Çocukları yokmuş. Bu yüzden ben Nemecsek’in hissettiklerini onun yaşlarında okuyamadım. Uzun süredir okunacaklar listemde olan kitapı çok beğenerek okudum.

Hangimiz, henüz kendimizi bile tanımazken ufacık boyumuzla bir arsa, küçük bir kum tepesi ya da bir futbol sahası için savaşmamıştır. Kitap beni o yıllara götürdü. O saf duygularımıza geri döndüm, hiç bir şeyin önemi yoktu o yıllarda, küçük bir kum tepesi kadar. Okul çıkışından akşam ezanına kadar olan sürede o kum tepesi bizim tek değerli varlığımızdı. Bizim kum torbalarımız yoktu fakat tüftüflerimiz ve tahta kılıçlarımız vardı, adı Nemecsek olan bir arkadaşımız da yoktu ama hepimizin içinde biraz Nemecsek, biraz Boka hatta biraz da Feri Âts vardı.

Kitapta Nemecsek ve arkadaşları ile Kızıl gömleklilerin bir arsa için olan savaşını konu alıyor. Savaşta bile olsalar, güçsüzü korumayı, cesurluğu alkışlamayı bilen, kuralları olan çocuklardı onlar. Nemecsek’in kendini adamışlığı ve cesareti, Boka’nın kurnazlığı, Pâsztor kardeşlerinin hırsı ve Feri Ârts’ın onurlu duruşu….

Her yaşta okunabilecek bir kitap, özellikle ilköğretim öğrencilerine okutturulmalı. Bir öğrenci için hediye edilebilecek en güzel kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum.
Kitaba verdiğim puan tabiki 10

Devamı ve kitap testi>>>

2012-04-27
http://beyazkitaplik.blogspot.com

‘Bosna savaşında utandığım an’

Durup durup aklıma gelen bir an var: Yaşlı bir adam ormandan çıkıp bana doğru yürüyor.
Güzelim yeşil vadi, sonbaharın sarı-kahve tonlarına dönmeye başlamış. Soğuk, nemli bir sabah.
Yaşlı adam, Bosna’nın orta kesimlerindeki Yayçe kasabasından sürülen 40 bin kişiden biri. Güvenli bir yere ulaşmak için iki gündür yürüyorlar.

Bosna savaşı, çatışma sözlüğüne garip bir hüsnütabir kazandırmıştı: Etnik temizlik.

Bunlar da onun son kurbanlarıydı.

Adama kaç yaşında olduğunu sordum. 80 yaşındaymış.

“Müslüman mısınız, Hırvat mı, sorabilir miyim?” dedim. Verdiği yanıt, yıllar sonra hala utançtan yüzümü kızartır:

“Ben,” dedi, “Müzisyenim.”

Biz gazetecilerin bu çok yönlü, suçsuz ve başarılı insanların hayatlarını, bize kolay gelen etnik yaftalara indirgemesine yapılmış bir serzenişti.

Yanlış anlaşılan savaş

Batılı demokrasiler savaşı yanlış anladı. Yıllarca. ‘Kadim etnik hınçlar’ dendi. ‘Tüm taraflar eşit oranda suçlu’ dendi. ‘Balkanlar böyle’ dendi. ‘Yapılacak birşey yok’ dendi.

Doğru değildi. Mülteciler çatışmadan kaçmıyordu. Hatta çoğu kez çatışma bile olmadı – tarafların askeri güçleri arasındaki eşitsizlik buna imkan vermiyordu.

Aslında Bosna’da kasaba kasaba dolaşıp, insanları evlerinden süren dev bir askeri mekanizma vardı.

Binlerce kişi öldürüldü; çok daha fazlası toplama kamplarına götürüldü, buralarda bazılarına işkence edildi, tecavüz edildi.

Alan Little 1992’de Saraybosna’da
Savaş 44 ay sürdü. Her bir gününde ortalama 100 kişi öldü. 3,5 yıldan fazla bir süreyle.

Batılı demokrasiler olan biteni kararsızlıkla kıvranarak izledi. Ta ki tek bir katliam, Srebrenitsa’da yaşananlar dünyayı harekete geçirene dek.

Ama Srebrenitsa’nın üç yılı aşkın bir süredir ülkede yaşananlardan tek farkı, aynı şeylerin daha büyük boyutlarda cereyan etmesiydi.

Müzisyenle tanışmamdan birkaç gün sonra, savaş beni de yakından ve canımı derinden yakarak vurdu. Beraber yaşadığımız bir olayda, birlikte çalıştığım, güvenliğinden kendimi sorumlu hissettiğim biri, kameramanım öldü; ben hayatta kaldım.

25 yaşındaydı; Zagrebli, cesur ve yaratıcı bir film yönetmeniydi. Komikti, karizmatikti, savaştan nefret ediyor ama yakından belgelenmesi gerektiğine inanıyordu.

Naaşını alıp, dar dağ geçitlerinden geçerek yurduna, Hırvatistan’a götürdük.

Cenazesinde hepimizin kalbi kırıldı. Ben kahır ve öfkeden felç olmuş gibiydim; bu savaşı körükleyen tutkuları, intikam ve karşı intikam döngüsünü bir anlığına da olsa yüreğimde hissettim.

Eve dönünce

Savaş muhabirleri işlerini çok sever ve bu yüzden de pişmanlık duyar.

Ama bazen bu iş insanı tüketir. Savaştan eve döner ve insanların kayıtsızlığı karşısında umutsuzluğa kapılırsınız.

İnsanlar savaşı sorar, ama siz yanıtlarken gözleri donuklaşır, dinlemediklerini hissedersiniz.

Bu yüzden orada bulunmuş başkalarını ararsınız.

Hyde Park’ta dolaşırken, kara mayını olabilir diye bir seziyle, çimenlerden yürümezsiniz.

Oxford Caddesi’ndeki binaların tepelerinde keskin nişancı arar gözleriniz.

Ve bir an önce geri dönmeye can atarsınız.

2012-04-06
Alan Little BBC

Macaristan’dan gelen veda mektubu: (Yaşanmış Bir Öykü ) Sadreddin Apaydın

(“Rajnoha Apaydin ailesi ile-1992”)

Eğitim amacıyla 1990 yılında gittiğimiz Budapeşte’den 1993’de geri döndük. Orada kiracısı olduğumuz 70’li yaşlarını süren Rajnoha Beláné hanım ile kalbi ahbaplığımız olmuştu.Zaman zaman , bizi ziyaret bahanesiyle eve bakmaya gelirdi.Çocuklarımıza da şekerleme hediye getirirdi.Birbirimize o kadar alışmıştık ki ;işi “geri gitmeyin , sizi evlat edineyim”demeye kadar götürdü.

Biz de her defasında gülerek teşekkür ederdik.Hiç kimsesinin olmadığından yakınırdı.Kocası genç yaşta vefat etmiş; çocuğu olmamış; çat-pat Macarca’mızla kardeşleri-nin ve kuzenlerinin de olmadığını anlamıştık.

Biz Türkiye’ye geri dönerken, evini satarak Budapeşte’ye 30 km. mesafedeki Pilisvörösvar şehrindeki huzur evine taşındı.Türkiye’ye geldikten sonra, zaman-zaman telefonla aradık.Daha sonraki yıllarda, sadece yılbaslarında aramaya başladık.Bir keresinde de, Budapeşte’ye gittiğimde huzur evinde ziyarete gitmiştim.

Anlamlı bir buluşma olmuştu.Ben geliyorum diye kuaföre gitmiş, odasını temizletmiş, çiçekler koydurtmuş,şampanya ve palinka(Macar rakısı) hazır etmişti. Üstüne de kahve ve pasta yemiştik.Rajnoha, o zaman 80’li yaşlarındaydı ve hayata bağlılığına hayran olmuştum.

Son telefon görüşmemiz 5-6 yıl kadar önce olmuştu.Telefonu odasına bağladılar.Beni tanıyamadı.Anlamsız konuştu.Hasta gibiydi.İyi günler dileyip vedalaştım.Anladım ki;bunamaya başlamıştı ya da bunamıştı.Yaşı da epey ilerlediğinden,yakında vefat eder düşüncesiyle bir daha aramamıştık.

Bir okulun doktorluğunu yaptığımdan, sömestr tatilini fırsat bilerek 27-29 Ocak 2012’de Budapeşte’ye gittim-geldim.Nostalji yapmak bahanesiyle sokak-sokak gezdim.Palinka,Unicum,Salam v.b. satın aldım.Tatil henüz bitmemişti;31 Ocak günü her taraf kar içindeyken,yakında oturan bir arkadaşıma kahve içmek üzere evden ayrıldım.Yanıma da hediye olarak,Palinka ve Unicum aldım.Zemin kata indiğimde posta kutusunda bir mektup gördüm.Aldım,Macaristan’dan geliyordu.Huzur evinin olduğu şehrin adresi vardı gönderici kısmında.Heyecanla açtım.Açmamla gözyaşlarına boğulmam bir oldu.Rajnoha yeni ölmüştü.

Davetiye gibi matbu bir evrakla,cenazeye çağrılıyordum.01 Ocak günü vefat etmiş,28 Ocak Saat:11:00 de defnedilecekmiş.Mektup 24’ünde postaya verilmiş.Ben haberi 31 Ocak’ta almış oldum.Karın altında,buluşacağım yere kadar salya-sümük doyasıya ağladım.Belki öldüğüne değil; bir arkadaşı aracılığıyla bize haber vermelerine ve çok tuhaf bir rastlantı ;defin günü benim orada olduğuma ve aylak-aylak dolaşmama ağladım.Arkadaşımla buluştuk.Durumuma şaşırdı.Konuyu anlatınca, beni teselli etti ve götürdüğüm Palinka’yı Rajnoha’nın ruhuna içtik.

Mektupta,öldüğünde 93 yaşında olduğunu yazmışlar.

Rajnoha,huzurla ışıklar içinde uyusun.Onu her zaman iyiliklerle anacağız.

(12-15 Nisan’da bir grup arkadaş Macaristan’a gideceğiz ve dostumuzu da ziyaret edeceğiz.)

Sadreddin Apaydın

sadreddinapaydin@yahoo.com

2012-03-07

Nobel ödüllü Macarlar: Jenö Wigner (1902-1995)

1963 yılında Nobel Fizik ödülüne layık görülen Jenö Wigner, II. Dünya Savaşı öncesi, Almanya’da güçlenen Nazilerin önünden Birleşik Amerika’ya sığınan nükleer ünlü fizik bilginlerinden biridir.

1902 yılında Budapeşte’de doğan Wigner öğrencileri arasından 3 Nobel ödülü alan bilim adamı yetiştiren ünlü Fasor Evangelist Lisesini bitirmesinin ardından önce Budapeşte Teknik Üniversitesinde, daha sonra da Berlin Teknik Üniversitesinde eğitimini sürdürdü.

Berlin yıllarında Max Planck, Max Von Laue ve Albert Einstein gibi ünlü bilim adamlarıyla birlikte çalışan Wigner, diğer ünlü fizikçi Leo Szilard’la da bir hayat boyu sürecek dostluğunu burada kurdu.

1930’dan itibaren ABD Princeton üniversitesinde ders vermeye başladı ve 1933’de Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte de kesin olarak Amerika’ya yerleşti. 1930’lu yıllardan itibaren atom çekirdeği üzerine uzmanlaşan Wigner o yıllarda gelişmeye başlayan nükleer fizik bilim dalının öncülerinden biriydi.

Hitler Almanya’sının nükleer fizik alanında önemli keşifler yaptığı haberi üzerine Manhattan projesi olarak bilinen ABD nükleer programının başlatılmasında önemli rol oynadı.

2012-02-26

Macaristan’daki Farklılıklar

Küreselleşme, birörnekleşme derken gidilen yeni bir yer o kadar da yeni gelmeyebiliyor. Ancak Tam alıştım denilen anda farklılıklar karşınıza çıkabiliyor. İşte gözüme çarpan, zamanla eklemeler yapcağım farklılıklar:

Vişneli kola mevcut. Tadı kırmızı ambalajlı -kolalıydı galiba- sulugözün tadına benziyor.
Marketlerde poşetler parayla satılıyor. Tercrübe oldu, artık kendi poşetimle gidiyorum markete.
İnsalar kasada poşetlemek yerine aldıklarını tekrar süper market arabalarına koyup çıkışın orda poşete koyuyorlar.

C vitamini tabletleri marketlerde satılıyor.
Burger King’de ketçap mayonez ücretli.
Çoğu restoranda -starbuck’taki gibi- wc’yi kullanmak için fişteki kodu girmeniz gerekiyor.
Burger King’de su koladan daha pahalı.
Ziller hep nümerik tablo şeklinde. Örneğin 37 numara için 37’yi tuşluyorsunuz.
Dönüşlerde yana ayrılan cep ya da yanyol yok. Direk dönülüyor.
Pembe kapaklı şişelerdeki sular bizim bildiklerimiz.
Çeşme suyu içiliyor. Bu nedenle bırakın damacanayı 5 litrelik şişe görmedim daha.
Ah taharet musluğu ah:)
Süper marketlerde sebze meyveleri kendimiz tartıp barkodluyoruz.
Alışveriş merkezlerinde bile çoğu lokantada kredi kartı geçmiyor.
Dönerin içine yoğurtlu sos konuyor.
Kredi kartı ile öderken hem şifre girmeniz hem şifre çıkan slibe imza atmanı gerebiliyor.
Yine şifre girerken önce yeşil tuşa basıp sonra tuşlayıp tekrar yeşil tuşa basmak gerekebiliyor.
Kozmetik ürünleri satan bir mağzanın süpermarket arabasında denenenleri görmek için ayna var.
Kolonyalı mendil çoğu yerde yok.
Sümkürme olayı: herkes heryerde sesli sesli sümkürüyor.

2012-02-17
http://guzelsarituna.blogspot

Cseh Tamás: Çok yönlü Macar sanatçısı

cseh_tamasMacar söz yazarı,şarkıcı,müzisyen. (doğumu: 22 Ocak 1943, Budapeşte, ölümü:8 Ağustos 2009)

Hayatı ve kariyeri

Cseh Tamás, Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de doğdu fakat 13 yaşına kadar Tordas’ta yaşadı. Daha sonra Budapeşte Hazırlık Akademisini tamamladı ve Budapeşte Grafik Sanatları Akademisi’ne geçti.

Plakları
1977 Levél nővéremnek (Másik Jánossal)
1978 Antoine és Désiré
1979 Fehér babák takarodója
1981 Műcsarnok
1983 Frontátvonulás szöveg
1984 Jóslat
1984 Cimbora (gyermeklemez Másik Jánossal)
1987 Utóirat
1988 Mélyrepülés (Csengey Dénes szövegével; esszé a lemezről)
1989 Vasárnapi nép koncertlemez a 100. éjszaka előadás felvétele
1990 Cseh Tamás – Bereményi Géza válogatáslemez
1990 Új dalok
1993 Nyugati pályaudvar
1994 Levél nővéremnek II. (Másik Jánossal) szöveg
1997 A telihold dalai
2000 Levélváltás (a Republic együttessel)
2003 Jóslat a metrón koncertlemez (szöveg a hivatalos honlapon)
2004 A véletlen szavai
2004 Az igazi levél nővéremnek (Másik Jánossal)
2004 Ady (Novák János megzenésítette versek)
2007 Esszencia (duplalemezes válogatás)[1]
Filmografisi
1965 Szerelmes biciklisták (r: Bacsó Péter)
1967 Nyár a hegyen (r: Bacsó Péter)
1971 Még kér a nép (r: Jancsó Miklós)
1974 Szerelmem, Elektra (r: Jancsó Miklós)
1975 Hajdúk (r: Kardos Ferenc)
1975 Magánbűnök, közerkölcsök (r: Jancsó Miklós)
1976 Teketória (r: Maár Gyula)
1977 Ékezet (r: Kardos Ferenc)
1981 A zsarnok szíve, avagy Boccaccio Magyarországon (r: Jancsó Miklós)
1982 Nyom nélkül (r: Fábry Péter)
1983 Kutya éji dala (r: Bódy Gábor)
1984 Eszmélés (r: Grunwalsky Ferenc)
1986 Idő van (r: Gothár Péter)
1986 Szörnyek évadja (r: Jancsó Miklós)
1988 Vadon (r: András Ferenc)
1989 Századunk (Bokor Péter és Hanák Gábor dokumentumfilmjében műsorvezető)
1991 Kék Duna keringő (r: Jancsó Miklós)
1993 A turné (r: Bereményi Géza)
1993 Blue box (r: Káldor Elemér)
1997 Csinibaba (r: Tímár Péter)
1997 Hősök tere I-II. Szubjektív történelmi mese (r: Jancsó Miklós)
1999 6:3, avagy Játszd újra, Tutti! (r: Tímár Péter)
2001 Cseh Tamás film (r: Fonyó Gergely)
Tiyatro Oyunları
1972-77: Dal nélkül – Cseh Tamás estje Bereményi Géza verseire (k.m.: Ad Libitum együttes, Novák János, Márta István, Kecskeméti Gábor, Huszonötödik Színház)
1972-74: Fényes Szelek (r: Jancsó Miklós, Huszonötödik Színház)
1973-74: Vörös zsoltár (r: Jancsó Miklós, Huszonötödik Színház)
1974: M-A-D-Á-C-H (r: Iglódi István, Szigeti Károly, zene: Cseh Tamás és Novák János, Huszonötödik Színház)
1974: Szép magyar tragédia (írta: Hernádi Gyula, Gyulai Várszínház)
1975: Véres farsang (Gyulai Várszínház)
1975: Levél nővéremnek – Cseh Tamás és Másik János estje Bereményi Géza verseire, Huszonötödik Színház)
1975: Ha tanultunk zsoltárokat (Novák János Ady-estje, Huszonötödik Színház)
1976: Uránbányászok (r: Paál István, Pécsi Nemzeti Színház)
1976-77: Lear király (r: Szigeti Károly, Huszonötödik Színház)
1977: Übü király (r: Paál István, Pécsi Nemzeti Színház)
1979: Háromszoros vivát (írta: Vámos Miklós, Eger, Játékszín)
1986: Oszlopos Simeon (írta: Sarkadi Imre, zene: Cseh Tamás, Szegedi Nemzeti Színház)

1991: A legvidámabb barakk („kiállításszínház”, r. Bereményi Géza, Rajk László Tatabányán)

2012-02-10

“Bayrağının üzerine “Cum Deo pro patria et libertate” (Tanrı ile Vatan ve Özgürlük için) yazdıran Rakoczi…”

Budapeşte’nin Budin tarafındaki Hakkı Bey’in butik oteli Hotel Budin’den Hakkı Bey ile beraberce Buda ile Peşte’yi birbirine bağlayan Duna (Tuna Nehri) köprülerinden Erjebet (Elizabet) Köprüsü üzerinden Peşte’ye doğru geçerken dedi ki: “Bu köprünün bir ismi de Beyaz Köprü’dür.

Budapeşte’nin Peşte tarafında hemen köprü bitiminde kiliseden dönme bir câmi vardı. (Bana camiyi gösterdi. Tabii şimdi artık cami değil. Mihrabının yeri dışarıdan bile belli olduğu için görülüyordu. A.A.) Bu câminin mihrabında bulunan âyetler yakın zamana kadar duruyordu ama öğrendiğimize göre yeni silinmiş… 1686’da Budapeşte’ye gelen Elsner Deszö isimli İtalyan gezginin yaptığı bir gravürde (Bu gravürü daha sonra ben de gördüm. A.A.) pek çok câmi görülüyor. Ama artık hiçbiri yok. Bunları yok edenler Macarlar değil… Macaristan’a hâkim oldukları zaman Avusturyalılar, bütün câmi ve mescitleri tahrip edip yıktılar. Macarlar Mohaç’ı hiç unutmamışlardır ama Mohaç’ta bir müze vardır ve Szigetvar’da (Zigetvar) ise Kanunî Sultan Süleyman’ın büyük bir heykelini yapmışlardır. Bu hoşgörüyü Avusturyalılarda bulamazsınız. Hatta Macarların havaalanlarında şöyle bir reklamla karşılaşabilirsiniz: ‘Romalılar 400 yıl. Osmanlılar 150 yıl. Sovyetler 45 yıl. Herkes planladığından fazla kalıyor. Siz de Budapeşte’de bir gece daha kalmak istemez misiniz’ (Osmanlı atalarımız aslında bu ülkeyi çok sevmiş ve Budin’e ‘Nazlı Budin’ ismini vermişlerdir. A.A.) Nazlı Budin’den mecburen ayrılırken, Temeşvarlı Gazi Aşık Hasan, Nazlı Budin’i şöyle konuşturmuştur: ‘Olmuş idim bir zaman ben sedd-i İslâm’a kilid / Nice canlar din yolunda, uğruma oldu şehid / Tâ kıyamet haşrolunca kesmezem Hak’dan ümid / Bir gün açıla baht-ı siyâhım, der Budin.’ Tuna Nehri doğu ile batı arasında bir sınır olmuş atalarımız için. Akıncılar birbirlerine “Tuna’yı kaç defa geçtin ki?’ diyerek lâf atarlar ve ‘Ben senden daha fazla Tuna’yı geçtim!.’ diye iftihar ederlermiş. Bu akıncı ruhlar çil çil altınlar gibi pek çok eseri de arkalarında bırakmışlar…”

Daha sonraki dönemlerde, Avusturya’ya karşı özgürlük hareketleri sırasında ülkemize sığınan bütün Macar ileri gelenlerini her zaman himaye etmişizdir. Bunlardan birisi İmre Thököly’dir. (Türk aşığı Macar Kralı’nın mühründe şu ifade yer alırmış: Muhib-i Ali Osmanım, itaat üzreyim emre. Kral-ı Orta Macarım ki namım Thököly İmre.) Avusturya İmparatorluğu tarafından başında bulunduğu krallık yok edilince, İstanbul’a iltica etti. 23 Eylül 1701’de İzmit’e yerleşti. 13 Eylül 1705’te vefat etti.

Daha sonra İmre Thököly’nin üvey oğlu olan ve onun mücadelesini Habsburglara karşı devam ettiren II. Ferenc Rakoczi de yetmiş bin kişiye ulaşan ordusuyla sürdürdü. Bayrağının üzerine “Cum Deo pro patria et libertate” (Tanrı ile Vatan ve Özgürlük için) yazdıran Rakoczi, nihayet III. Ahmed’in daveti üzerine 1717 yılında Edirne’ye gelmiştir. Pasarofça anlaşmasında Avusturyalılar Rakoczi’yi istemişlerdir. Sadrazam Damat İbrahim Paşa bu isteği sert bir dille reddetmiştir. Padişah ile görüşen Rakoczi şöyle demiştir: “Sultan ve Sadrazam, Hıristiyan beylere kıyasla daha centilmen davranmışlardır.”

Türkiye’ye sığınanlardan birisi de Lajos Kossuth’dur. 1.120 kişilik kafilesiyle beraber Lajos, Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilmiş ve Kütahya’ya yerleştirilmiştir. Lajos, “Bugünkü hayatım ve hürriyetime sahipliğim, Avusturya ve Rusya’nın tehditlerine, baskılarına rağmen, beni ve arkadaşlarımı muhafaza eden Türkler sayesindedir.” demiştir. Sultan Abdülmecid ise, bütün tehdit ve baskılara şöyle cevap vermiştir: “Ecdadımın 600 seneden beri bunca fedâkârlıkla muhafaza ettiği himaye hakkım ortadan kaldırılmak isteniyor. Bir Macar’ı 50 bin Osmanlı kanı dökerek yine muhafaza ederim!.”

Bu fedâkârlığı bütün dünyanın bilmesi gerekir ki, dünyadaki yeni fedâkârlıklar ve yüz akımız eğitime adanmış gönüllülerimizin gayretleri anlaşılabilsin…

Abdullah Aymaz – Zaman

Peçevi İbrahim Efendi (1574 – 1650)

Osmanlı tarihini anlatan iki ciltlik eseri ile tanınan eski tarihçilerimizdendir Mohaç ve Zigetvar arasındaki Peç’te doğduğu için Peçevi lakabı ile tanınır Dedesi, Fatih Sultan Mehmed’in silahdarlığında bulunmuş olan Kara Davut’tur Babasının ölümünden sonra 14 yaşlarında Lala Mehmed Paşa’nın yanına gitti Lala Mehmed Paşa ile birlikte, Budin’de bulundu Lala Mehmed Paşa’nın serdarlığı sırasında savaşlarda bulundu

Kanije Muhafızı Tiryaki Hasan Paşa ile tanışmıştır Macarca bildiği için barış görüşmelerinde görev aldı Maliye konusunda gösterdiği başarıdan dolayı Defterdar oldu Baki Paşa’nın ölümünden sonra kendisine Başdefterdarlık görevi teklif edildi Fakat kabul etmedi ve Tokat Defterdarlığı yaptı 1636’da Bosna Defterdarı oldu Son günlerini Budin’de geçirdi ve tarihini orada yazdı ki bu eser, Kanuni Sultan Süleyman’dan başlayarak Dördüncü Murad devrinin sonuna kadar olan dönemi anlatır.

Faruk Naci Ceylan: “Budapeste Tuna nehrinin en iyi göründügü Avrupa sehridir.”

Bu ayki soylesimizi Attese Kft’nin sahibi Faruk Naci Ceylan ile gerceklestirdik.

• Macaristan`a -Budapeşte`ye gelme sebebiniz ne idi?

Macaristan’a gelis nedenim,emekli olduktan sonraki günlerimi burada gecirme istegimden kaynaklanmistir. Burada is dunyasina da girerek ,ailece yasama karari almamiza neden olmustur.

• Attese Kft ve faaliyet alanlari hakkinda bilgi verebilir misiniz?

Sirketimiz Attase Kft’nin calisma alanlari, sanayi mutfagi kurmak, mutfagin makinalarinin gaz ve elektrik bakim servislerini gerceklestirmek, yemek pisirmede kullanilacak gida maddelerinin temin ve dagitimlarini saglamaktir. Detayli bilgi www.gastroattase.hu’da bulunabilecektir. Gerceklestirdigimiz bazi önemli okul,otel,kimsesizler yurdu vb projeler web sitemizin Referanslar bölümünde izlenebilecektir. Ayrica kullanilmis makinalarin bakimi ve yenilenmesiyle musterilerimize daha ucuz katogoride ürün sunulmasina da gayret edilmektedir. Kisacasi, bir restorantta bulunan hersey faaliyet alanimiza girmektedir.

• Sizce Macaristan’da is yapmanin olumlu ve olumsuz yonleri nelerdir?

Macaristan da kendimizi ülkemizde gibi hissediyoruz, bu olumlu yönü yaninda ticaret ve vergi hukukunun karisikligi, ithalatta pesin KDV ödemesinin Avrupa da sadece Macaristanda uygulanmasi gibi bizleri olumsuz etkileyen yönleri vardir.

• Turkiye kulturunun yayginlasmasi çalısmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

Sirketimizin faaliyet alani nedeniyle Turk mutfaginin tanitilmasi ve begeni kazanmasi, müzik grubuyla iliskilerimiz ve isbirligimiz dolayisiyla da Turk muziginin tanitilmasina katkilarimiz olmaktadir. Basladigimizda, 1999 yilinda, Budapeste de sadece 1 adet Turk bufesi mevcutken, su anda Turk bufe ve restorant sayisinin ulastigi seviye ve Turk yemeklerinin en cok sevilenler arasinda yer almasininin tesaduf olmadigini, bizimde kendi capimizda katkimizin oldugunu dusunuyorum.

• Budapeşte`de yaşamın size göre iyi ve kotu taraflari nedir?

Budapeste’nin guzel bir turizm sehri olmasi ve sakin bir sehir yasami firsati sunmasi iyi yönlerinden biridir.

• Ilk geldiginizden bu yana Macaristan’daki degisiklikler nelerdir?

Ilk geldigimden bu yana Macaristan ekonomisi ve sosyal hayati olumsuz gelisme trendi icindedir. Sakincali özellestirme politikasi, kötü oldugu dusunulen ulke yönetimi, ulkeyi fakirlestirmis ve sehirlerin eskisine oranla bakimsiz kalmasina yol acmistir.

• Budapeşte`yi birkaç kelime ile tanımlayabilir misiniz?

Budapeste Tuna nehrinin en iyi göründügü Avrupa sehridir.

• Macarca konuşuyor musunuz ?

Ben ve butun aile mensuplarim (esim ve ayni sirkette yonetici olarak calisan iki oglum) Macarca’yi kendimizi ifade edebilecek kadar konusuyoruz.

2010-11-27
Ece Sivri -Türkinfo

İstanbul’un filmlerdeki 1001 yüzü

Zordur kısa film. Eğer parlak bir fikir yoksa içinde, “Anlatacak çok şeyim vardı ama yerim dardı” duygusu bırakır izleyende. Kendi sınırları, başı sonu, sözü olan bir film izlediğini hissedemezsin. Ama gerçekten bir fikirle yola çıkılmışsa da, tadına doyulmaz bir şey çıkabilir ortaya.
Işıl Özgentürk Film Atölyesi’nin ‘Dürbünümde 1001 İstanbul’ projesinin sonuçlarını izlemeye bu düşüncelerle ve biraz kuşkuyla oturdum doğrusu. Ve içim açılarak, yüzüm gülerek kalktım.
Önce biraz atölyeden söz edelim: Yedi yıl önce Kadıköy Belediyesi bünyesinde ‘Herkes film yapabilir’ sloganıyla yola çıkmış atölye. Çeşitli mesleklerden, çoğu kamerayı ilk kez eline alan 40 kişinin birlikteliğinden Nazım Hikmet’in 100’üncü doğum yılına armağan 33 film çıkmış ortaya.
Sonraki yıl, aralarına katılan yeni öğrencilerle birlikte savaş ve terörü almışlar vizörlerine. Muhtelif festivallerde gösterilecek yedi adet, savaş ve terör karşıtı film yapmışlar.
Çalışmalar birbirini izlemiş ve nihayet gelinmiş 2009 yılına… Bu yılın projesi, 2010 Avrupa Başkenti İstanbul için çekilecek 10 kısa film olmuş. Işıl Özgentürk Film Atölyesi proje sınıfı öğrencileri oturup ‘kendi İstanbulları’nı anlatan 10 senaryo yazmış. Ve atölye öğrencilerine, aralarında Almanya ve Macaristan’dan gelmiş iki yönetmenin de olduğu profesyonel kadro da katılınca başlamış ‘Dürbünümde 1001 İstanbul’un macerası.

Sinemanın mucizesi
Kendi izleme macerama gelince, toplamı bir buçuk saat süren 10 kısa filmin her birini ayrı bir duyguyla, merakla, ilgiyle izledim. Birkaçı derin izler bıraktı üzerimde, kısacık bir sürede bu kadar çok şey anlatılabilmesinin sahiden sinemanın mucizesi olduğuna inandım bir kez daha.
Filmler, İstanbul manzarası önünde bir akordeoncunun ‘Yemenimde Hare Var’ı çalarak yola çıkıp çeşitli şarkılar eşliğinde şehri tavaf ettikten sonra yine aynı noktada kayboluşuyla başlıyor. Çok çarpıcı bir abi – kardeş hikayesiyle devam ediyor. Erzurum’dan askere gitmek üzere gelen bir gençle ailesinin bilmediği bambaşka bir hayatı olan bir abisi…
Sonraki hikayelerde kâh otistik oğlunu arayan bir annenin gözüyle görüyoruz İstanbul’u, kâh Arkeoloji Müzesi’ndeki lahitlerinden kalkıp dört bir yana dağılan ‘Ağlayan Kadınlar’ın… Kayıkta torununa masallar anlatan sahaf dükkanı sahibi bir dedenin ya da Kapalıçarşı’daki bir kuyumcunun ilk aşkının izlerini taşıyan bir kolyenin peşinde geziyoruz sokak sokak.
Ve bu şehre dair benzersiz duygularla tamamlıyoruz yolculuğumuzu. Ben, özellikle bir Chaplin filmine dönüştürülmüş “Ah Ninem Vah Ninem”e (adı bu değilse bile senaristi sitede bu cümleyle anıyor filmini, ben de sevdim, kullandım) bayıldım.
Senaryo yazarı Çiğdem Karataş, Erzincan’dan İstanbul’a torununu ziyarete gelen ve genç kızın kendisini götürdüğü hiçbir yeri beğenmeyen bir büyükanneyi anlatmış. Filmi, yönetmen Handan İpekçi çekmiş ve de büyükanneyi Ayla Algan oynamış. Ben diyorum ki, televizyon yapımcıları görürlerse bu büyükannenin maceralarını anlatan bir dizi yapmak isteyebilirler pekala.

2010’un en anlamlı etkinliği
İsimlerini tek tek anıp tebrik etmek istediğim Alican Durbaş, Gabor Ferenczi, Julia Langhnof, Bilge Türkben, Bilge Sümer, Fatih Akbulut, Fatih Orbay, Sezgin Türk, Süreyya Sezgin, Vuslat Özdemirci, Handan İpekçi, Nazan Sungur, Sezen Kozluoğlu, Ayten Polat, Kamil Masaracı, Feyza Aktan, Candan Bayraktaroğlu, Betül Bozkurt, İhsan Sönmez, Füsun Bankoğlu, Binnur Eylül ve Çiğdem Karataş’ın ve de elbette Işıl Özgentürk’ün bu şahane projesinin en hoş yanlarından biri de, bu ay itibariyle semt semt dolaşıp İstanbullularla buluşacak olması.
İstanbul’un 39 ilçesinde 39 kahvehane seçilerek bu DVD gösterilecek ve izleyenlere filmlerin yapılış hikayesi anlatılacak. Sonra “Hadi” denecek, “Sen de dürbünündeki İstanbul’u anlat!” Belki gelecek yıl atölyeye yeni katılımcılar eklenecek bu gösterimler sonucunda. Daha da büyüyecek, herkesin film yapabileceğine inanan bu topluluk. Yeni hikayeler, yeni yüzler, yeni gözler katılacak perde aracılığıyla hayatımıza.
Ne yalan söyleyeyim, 2010 İstanbul kapsamındaki ‘etkinlikler’in en anlamlı ve etkililerinden biri, belki de ilki…

16,474FansLike
639FollowersFollow