Miskolc’da ana cadde üzerinde bir sahaf (Antikvarium) var, kentin tek sahafı belki de. Kitapların çoğu Macarca tabi, ama dipteki bir iki rafta Almanca ve İngilizce kitaplar da denk düşüyor ara sıra. Kapının girişinde, solda ufak bir tezgâhın ardında, her daim kafasını önündeki kitaba gömmüş bir kız oturuyor; nadiren 60’larında bir hanımı da gördüğüm oluyor aynı köşede. Aralarında bir akrabalık var mı bilmiyorum ama ikisi de suskun insanlar. Benimle sohbet etmelerini bekleyemem elbette, ama girip çıkan diğer insanlarla da para alışverişi dışında konuştuklarına şahit olmadım. Kitaplar raflarda ip gibi dizili duruyor. Plak satıyorlar ama müzik çalmıyor. Parmak uçlarınıza basarak dolaşıyorsunuz içeride. Yine de kentin tek sahafı ve ben arada bir o kapıdan içeri girmekten alıkoyamıyorum kendimi, işe bakın ki elim boş çıktığım da olmuyor pek.
Bu kez de öyle oldu. Kapının solunda, genellikle sanat kitaplarının durduğu rafta bir kitap ilişti gözüme. Öncelikle formunun tuhaflığı çarptı. İnce uzun bir dikdörtgendi kitap. Kapağındaki savaş sahnesini gösteren renkli illüstrasyon çarpıcıydı. Bunlardan kitabın içinde de vardı bol miktarda ve birinde bir Osmanlı sultanı görünüyordu; sonlara doğru bir diğerinde ise İstanbul şehrinin o meşhur silueti çizilmişti. Kitabın ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, almaktan başka çarem de…
Eve gelince internetten kitabın kapağındaki Endre Szász (1926-2003) ismini araştırdım: Ressam, illüstratör, grafiker… diye uzuyordu sıfatlar. Ömer Hayyam’ın “Rubaiyat”ını resimlemiş ve dünyanın çeşitli müzelerinde işleri varmış. İyi dedim kendi kendime, fena bir adama para yatırmamışsın! Sonra Egri Csillagok’a yöneldi dikkatim. “Eğri Yıldızları”, Macaristan’ı Macaristan yapan en önemli popüler romanlardan biriymiş yazılanlara göre. 16. yüzyıldaki nadir Macar zaferlerinden biri üzerine kurulmuş anlatı. Osmanlı orduları, 1552’nin Eylül ayında Eğri kalesini kuşatmışlar ama ele geçirememişler. Destansı bir direniş yaşanmış orada. Rivayet o ki, Osmanlı askerleri bu direnişin başarısını, Macarların içtikleri boğa kanına bağlamışlar. Oysa sadece şarap içiyorlarmış. Bu rivayet bugün bir şarap markasında yaşıyor: Eger Bikaver.
Birkaç gün masanın üzerinde kaldı kitap. Çizimlere dönüp dönüp baktım. Sonra kütüphanedeki diğer kitapların arasında bir yer buldu kendine. Derken kış bastırdı. Kar da bastırdı sonrasında. Miskolc’da devindik durduk günlerce, dörtte kararan bir havada ve eksilerde seyreden sıcaklıkta ne kadar devinilebilirse artık; bol bol boğa kanı tüketerek. İlk güneşli günde arabayla çıktık. Bükk ormanının içinden geçerek Eger’e gidelim dedik; şöyle gözümüz, gönlümüz açılsın. Döne döne çıkılan bir dağ yoluna vurduk. Devrilmiş ağaçların yanından kılpayı geçtik. Karşıdan gelen arabalara yol vermek için geri bastık, ama mutluyduk. Köylerden geçtik sonra; ki 20-30 haneli yerlerdi bunlar, anneler ve çocuklar, kendilerini güneşli sokağa atmış dolaşıyorlardı; vadiler, yabanıl hayvanlar, kuytular gördük ve sonunda inişe geçince yamaçlardaki bağlar karşıladı bizi.
Arabayı park ettikten sonra kentin merkezine doğru yürüdük. Vásárcsarnok’da (kapalı pazar) dolaştık biraz. İki sarı kulesiyle daha uzaktan çağıran eski bir kiliseyi dolaştık. Parkta gezinip bacaklarımızı açtık. Daha önce mimlediğimiz küçük pastanede oturduk sonra. İşletmecileri orta yaşlı iki kadındı ve benim kırık dökük birkaç kelimelik Macarcam onları genç kızlıklarına kadar götürdü, kıkır kıkır güldüler. Minareyi aramaya çıktık sonra ve bu bizi kaleye kadar getirdi ama içine girmedik; vaktimiz dardı, ayrıca bu güne kadar onlarcasını gezmiştik ne de olsa. Güzel eski kentin içinden geçtik. Sokaklar şaraphaneler ve antikacılarla doluydu.
Neden sonra bir meydana vardık ve orada iri, çok iri bir heykel duruyordu. Kanatlanmış üç at, ikisi Osmanlı binicileri taşıyorlardı ve ortadaki Macar’dı. Yalınkılıç savaşıyorlardı. Heykel olarak yüzlercesini görmüşümdür aynı tarzda. Yine de insanı etkileyen bir yanı vardı. Bence bu meydanın ufaklığıyla heykelin devasalığı arasındaki orantısızlıktan kaynaklanıyordu. Belki de bunun böyle yapılmasının sebebi, burada gerçekten de orantısız iki gücün (Osmanlılarla-Macarların) kapışmasıydı. Bir tür David ve Goliath hikayesi, ama daha o zaman bunu bilmiyordum.
Sonra birkaç adım daha atıp şehrin kalbine vardık ve orada da tıpkı Miskolc’daki alışveriş merkezi Asia Centrum binası gibi, meydanın geri kalanıyla tamamen uyumsuz, her şeyin üzerine tüy konduran korkunç bir bina gördük. Parayı bastıran düdüğü çalıyor anladık ama işin bir de estetik boyutu yok mu? Bu binalar modern çağın mimari garabetleri ve büyük ihtimalle insanlık tarihinde hiç bu kadar ucubeleri olmadı. İnanmıyorsanız gidip Eger’deki o gulyabaniye bakın, Miskolc’daki Asia Centrum’a sadece dışarıdan bakmakla da yetinmeyin, içine girip ikinci, üçüncü katlara çıkmak gafletinde bulunun. Orada dünyanın en tuhaf çölüyle karşılaşacaksınız.
İnternetten araştırdım, kitap Türkçe’ye “Eğri Yıldızları” adıyla çevrilmişti. Dönüşte alıp okumaya karar verdim. Kitabı almak kolay, okumaya gelince iş çetrefilleşiyor. Bir sürü kitap var okunmayı bekleyen, üstelik araya sızan sürprizler de takvimi hep şaşırtıyor. “Eğri Yıldızları”nı okumam 2019’un sonunu buldu. Géza Gárdonyi’nin (1863-1922) romanı 1533 ile 1552 yılları arasında geçiyor. 1899 yılında başkent gazetesi Pesti Hirlap’da, tefrika roman olarak yayımlanmaya başlanmış. Önceleri gazetecilik yapan, daha sonra yazarlığa soyunan Gárdonyi, tarihsel romanlarıyla tanınmış. 1897’de, annesiyle birlikte ölene kadar yaşayacağı Eger’e yerleşmiş. Son yıllarını derin buhran içinde, bir tür münzevi olarak yaşadığı ev, daha sonra müze olarak düzenlenmiş.
Çoğu tarihsel şahsiyetlerden oluşan bir roman var elimizde. Macar aristokrat Bálint Török, Macar asker, ulusal kahraman ve patlayıcı uzmanı Gergely Bornemissza, Eğri savunmasının kahraman komutanı István Dobó, Ahmed Paşa, Sokollu Mehmed Paşa… 1533’te Osmanlılar tarafından kaçırılan iki çocuğun hikayesi olarak başlıyor anlatı, sonra o iki çocuk büyüyor, birlikte İstanbul’da gözü pek bir maceraya atılıyorlar, evleniyorlar ve nihayet 1552’de Egri Kalesi’nin savunmasında, bir zafer anında buluşuyorlar.
Vatanseverliği öne çıkaran Pal Sokağı Çocukları ile birlikte Macar milliyetçiliğinin kurucu romanlarından biri kuşkusuz “Eğri Yıldızları”. Ama benzerlik bununla sınırlı. “Pal Sokağı Çocukları”nın adalet duygusu üzerinden evrensele yürüyen açılımı, “Eğri Yıldızları”nda yok. Sadece o da değil, bir iç bütünlükten de yoksun Gárdonyi’nin kitabı. İnanılmazın ötesinde tesadüflere bel bağlayarak ayakta durmaya çalışıyor her seferinde. Tarihsel araştırma olarak yaptığı her şey, romanında bir dolgu malzemesi olarak iş görüyor: Hanlar, köpekler, Şiiler’in matem töreni, Osmanlı ordusunun ilerleyişi… Edebiyattan söz ediyorsak, bunlardan da büyük günahı, karakterlerinin tek boyutlu olması.
1960’lı, 70’li yıllarda İstanbul’da kimi günlük gazetelerin akşam baskıları satışa çıkardı. Fatih’te, akşam eve gitmeden meyhanede bir-iki tek atıp sohbete gelmiş olanların, içeriye giren genellikle çocuk gazete satıcılarından hep Tercüman gazetesi aldıklarını hatırlarım. O gazeteyi alıyorlardı, çünkü eve gittiklerinde, yatmadan evvel, -tıpkı şimdi bizim televizyonda bir dizi seyretmemiz gibi-, Kurtdereli’nin pehlivan tefrikalarını ya da Malkoçoğlu’nun arkası yarın maceralarını okuyorlardı. Değişik meslek gruplarından ve değişik sosyal katmanlardan insanlardı bunlar. Eğri Yıldızları’nı okurken o insanları görür gibi oldum. Özetle Türk milliyetçiliği için Gazi Osman Paşa ve Plevne savunmasıyla ilgili marş ne ise, Macarlar için de “Eğri Yıldızları” o.
Ama ne gam. Kitap 2005’te Macaristan’da yapılan bir halk oylamasında en sevilen Macar romanı seçilmiş. Macaristan’da ilköğretimde zorunlu okuma kitabı olduğunu söylemeye, bilmem gerek var mı? Kitap, döneminde bir gençlik romanı olarak değerlendirilmiş ve bu Gárdonyi’yi rahatsız etmiş. O yetişkinler için bir roman yazdığı iddiasındaymış çünkü. Doğrusu ben kitabı okurken daha çok çocuksu bir anlatı buldum; günlük gazetede tefrika edilen romanlar için kaçınılmazdır bu neredeyse. Tefrika romanı ne kadar uzun yazarsanız o kadar çok para kazanırsınız, bu bilinen bir şeydir. Bilinen bir başka şey ise vasati bir okur kitlesini hedef alma zorunluluğudur. Herkül Milas’ın Türk ve Yunan romanlarında milliyetçilik üzerine kaleme aldığı denemesinde söylediklerini de hatırlayabiliriz, bu bağlamda:
“Milliyetçi ideolojinin etkisinde olan edebiyatın anlatımı bir çocuk masalını andırır. Okuyucu, ideolojik bir kurguyu fark etmeden gerçek bir fotoğraf sanabilir; milliyetçi anlayışın ürettiği kalıp yargıları, bilgi gibi görebilir ve içselleştirebilir.”
Gárdonyi, kitabında belli ki milliyetçi bir anlatıyı benimsemiştir. Yoksa anlattığı dönem ve olaylar içinde, zaman zaman onun kitabında da görülen uçlardaki insanların karşılaşması ve geçişkenliği üzerinden (diyelim Türkleşmiş Macar Yumurcak ya da Macarlaşmış Türk Tulipan) çok daha zengin bir anlatı kurabilirdi.
Yazarın ölümünden sonra bu “ulusal hazine”, oğullarından biri tarafından elden geçirilmiş. Metni yeniden düzenlemiş ve babasının romanında keyfi değişikliklere gitmiş oğul. “Eğri Yıldızları”, komünizm döneminde de (1945-90) müdahalelerden paçasını kurtaramamış. Politik sebeplerle, sistemli bir biçimde kitap üzerinde oynamalar yapılmış.
“Milliyetçilik” diye yazmıştı Milas “tahrif, suskunluk, abartı gibi yöntemlerle milli anlatıyı kurgular, tarihi de ona göre yazar.”
Gárdonyi’nin hikayesinde, buna şu bildik özdeyişi de ekleyebiliriz sanıyorum:
Kılıçla yaşayan, kılıçla ölür!
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com