Birazdan Peşte’nin Merkez Pazar Yeri’ni anlatacağım.
Baştan belirteyim: Zerzavatı az bir pazar yeri yazısı olacak!
Belki “1984 yılında Margaret Thatcher’in buraya gelip salam yediği” gibi şeyleri yazabilirim. Henüz kestiremiyorum.
Fakat 1897 yılında mimar Pecz Samu tarafından Eyfel’in o yıllarda pek moda olan mimari çizimlerine öykünerek yapıldığını…
Ya da Özgürlük Köprüsü’nün ayağının dibinde konumlandığını…
Ya da ne bileyim… mesela…çatısının seramik kaplı (seramik de değil aslında pirogranit) olduğunu…
Bunların da Zsolnay fabrikasında üretildiğini falan yazmayacağım. Benzeri bilgilerin en tafsilatlısı en alası bir tık uzaklıkta, Vikipedi’de.
Peki nelerden bahsedeceğim? Hemen söylüyorum: canımın istediğinden! Açlıktan yanan mideme kahvaltı sözü vermiştim. Mesela bundan bahsedebilirim: Midem ve ben arada bir konuşuruz. Sorarım: “Canın ne istiyor?” diye.
Bu sabah da öyle oldu. Patatesli börek istiyormuş ama sıcak sıcak olacakmış…
Ayağıma üşenmem giderim. Sorun şu ki; patatesli sadece Perşembe ve Cuma günleri çıkıyor… Cep telefonu takvimi patatesli için uygunluğu tasdikledi. Tamam gidiyoruz…
Her şey aynen böyle, “açlık belasına” başladı:
Merkez Pazar’a girdiğimde camlardan süzülen uhrevi ışık her yeri kaplamıştı.
Kutsanmış alışveriş kalabalığı deviniyordu. Bazıları durmuş ortalık yerde kurulu sergiye bakıyordu. Fotoğraf sergisinin fotoğrafını çekenler: yüzleri gözükmüyor ama Japonlar!
Çünkü; Japonlar her yere vizörlerin arkasından bakan minik adamlardır.
Gurlama! Japonlarla uğraşmayı bırakıyorum. Patatesliye ilerliyorum. Tamam.
Kahvaltıda sıcak patatesli börek candır…
Macarcası Rétes. Almanlar Strudel diyor. Ben, börek. İnce bir hamur. İçine konulan harcı çeşitli. Meyve, peynir, haşhaş, patates hatta lahana bile olabiliyor. Börekçi pazarın girişinde. Orta yolda ilerlerken sol kolda; B-II numaralı köşe dükkan.
Usta hemen oracıkta hamuru hazırlıyor. Tezgahtakiler o yüzden hep sıcak. Satıcı kız şimdi “bliblibli..” birşeyler soracak,” burada mı yiyeceksiniz?” bâbından.
Götürecekse kese kağıdına koyup verecek. Müşteri orada yemeyi tercih ediyorsa kağıttan bir tabağa koyacak.
Esasen börek büfesinin hemen önündeki yıllanmış mermer tezgahta yemeyi isterim. Ama bu defa kese kağıdında olsun. Amaç ortalık yerdeki o sergiye dönmek olunca….
Kuru kuruya olmaz tabii… B-I deki kahveciden de yanına bir “My Lady” alayım.
Şekersiz, bol kremalı Capuccino. Budapeşte’deki en ucuz, en güzel kahve. 1 taşla 2 kuş: Hem midem, hem ruhum doysun.
Diorama sergisi ile kültürleneyim biraz
Kameralı, minik adamlara gözümle kahvemi işaret edip “sorry” diyerek ilerliyorum. Ansızın yok oldular.
Döke saça börek yiyip kahve höpürdeterek sergi gezmenin önündeki Japon engeli üç sorry ile halloldu. Kimse üstüne kahve dökülsün istemez, tabii.
Diorama sanatçısı Péter Csákvári’nin işleri çok güzel. “Diorama” nedir, yazalım hemen: Gerçek ve kurgu bir olayın, anın veya hikayenin ışık oyunlarının da yardımıyla üç boyutlu olarak modellenmesi. Her tanım gibi pek bir şey ifade etmiyor. Direkt fotoğrafları anlatayım daha iyi.
Sanatçı, bir fotoğrafta minicik adamları, hayvanları dev bir sardalya konservesi içinde yüzdürmüş.
Önümdeki bir başka fotoğrafta; sünger, çatal, bulaşık tası arasında detarjanlı suda giden bir kayık var. Şapkalı adam asılmış küreklere, kadın da karşısında… oh sefaya bak. Sanırsın Kalamış’talar. Şarkıları da benden olsun: “Bir tatlı huzur almaya geeeldik bulaşık suyundaaan, ah bulaşık suyundan!”.
Péter Csákvári aslında aşçıymış. Kurguladığı bu fotoğrafları hep Pazar yerinde sergilemeyi hayal etmiş, sanatı sosislerin sebzelerin aromaları arasında sergilensin istemiş. Sanatçı aşçı, konu yiyecek-içecek olunca, sergi mekana yakışmış. Ben de bir gün geç gelsem göremeyecekmişim, son anda yakalamışım. (Budapeşte Bahar Festivali kapsamındaki diorama sergisi Rákóczi meydanındaki II numaralı Pazar yerinde 30 Nisan’a kadar görülebilir. )
Mantar kontrol noktası
Pazarda saat 08-17.00 arasında mantar kontrolü yapılıyor. Şapkalı şapkasız, benekli beneksiz, güzelliğini zehrinden alanı, hepsi burada yenilebilir ve yenilemez diye ayrılıyor. Her pazar yerinde var, bir çeşit kamu hizmeti, bedavaya… Mantar kontrol noktaları hayranlık uyandırıyor bende. Bu tuhaf hayranlık duygumun temeli genç bir gazeteciyken yaptığım bir mantar haberine dayanıyor…
Yıllar evveldi… Şişli Etfal’e mantar vak’ası bulmaya gitmiştim.
Görevli ; “4. Kat, Falan ailesinden 8 kişi… İntaniyede, Filan’lardan beşi var: Ana,baba,üç amca. Bebek ayrı yerde…” diyerek saymaya başlamıştı.
Uzman doktorla görüştüğümde ise; mantar zehirlenmesinden kurtulmanın neredeyse imkansız olduğunu, sonbaharda fakir ailelerin protein alabilmek umuduyla mantar toplayıp handiyse topluca imha olduklarını öğrenmiştim.
Çoluk, çocuk mantardan ölüyorlardı. Her sonbaharda.
Aradan otuz yıl geçti. Vaziyet aynı. Velhasıl mantar kontrolü mühim mesele.
Savruk savruk dolaşıyorken Mantar Kontrol Noktası karşıma çıkınca durdum. “Lütfen sadece bir defa basın ve bekleyin” yazısını okuyunca da tereddütsüz zile bastım. Aklımdan geçti ama kaçmadım, bekledim. Saçları rastalı biri geldi, anahtarla kapıyı açtı. “Sizi çağıran bendim” dedim. Rastalı suratını sallandırdı. Devam ettim:
– Bir mantarım bile yok, anlıyor musun?
Rastalı gülümsedi. Sezen Aksu’dan, minik serçeliğinden, mantarının olmayışına değil kedisinin olmayışına üzüldüğünden ve daha hatırlayamadığım bir dolu şeyden bahsettim. O da bana rastaların nasıl yapıldığını, adının Attila’nın babasından geldiğini, toprakaltı mantarlarını anlattı. Mantarlar hakkında şimdi hiç biri aklımda olmayan bir sürü bilgi verdi. Bendegúz Nagy, Ziraat fakültesi’nde mantar işinin ilmini almış. Mantar bilirkişisi olmuş. Peşte’nin ilk mantar dükkânı Triffla’nın sahibiymiş. Yeri Merkez Pazarın giriş katında. Dükkândaki bütün mantar çeşitlerini gösterdi. En sonunda da en nadide trüf mantarından bir adet Kara Elmas’ı kese kağıdına koyarak zarifçe bana uzattı: ve şöyle dedi:
“Artık bir adet mantarım bile yok diyemezsin!”
Bodrum kattaki Hungarikum sokağı
Elimde kese kağıdı. İçinde Bendegúz’un hediyesi. Kara Elmas’ımı sallaya sallaya dolaşmaya devam ettim. Daha önce defalarca gördüğüm için ve Bendegúz’la yeterince mantar sohbeti yaptığımızdan olsa gerek daimi mantar sergisine bu defa yüz vermedim. Doğrudan bodrum kat merdivenlerine yöneldim. En üst kattaki örtü pırtı ve karın doyurma bölümlerinde turistler ışığa çekilen pervaneler gibi dolanıyor. Benim için sessiz, sakin bodrum kat daha makbul. Üstelik bodrumda Hungarikumlar var…
Kısaca “kültürel miras” diyebileceğim Hungarikumlar sekiz ayrı kategoride toplanmış. Macaristan’ı Macaristan yapan, akla hayale gelebilecek/gelemeyecek Macarlara özgü herşey. Gıdadan tasarıma değin uzanabilen farklı alanlardaki pek çok özel değer. Türkinfo sayfalarında hungarikumlara ait ayrıntılı bilgi bulmak mümkün. Konu ile ilgili internetteki en doğru ve en detaylı Türkçe kaynağın türkinfo sayfalarında olduğunu söyleyeyim. Araya aldığımız reklamdan sonra devam…
Bodrum katta silindir şeklindeki vitrinlerde hungarikumlar sergileniyor. Fondaki; balık, turşu, av eti, sepet hatta tencere satıcılarını izlemek de müessese ikramı… Büyük bir süper marketle, Macaristan’daki şarapçılık bölgelerini ve üzüm türlerini tanıtan daimi bir sergi yine bu katta yer alanlar arasında.
Bütün Hungarikum vitrinlerini dolaşıyorum: Makó sarımsağı- Kışlık salam (Pick ve Herz marka)- Csaba ve Gyula sucuğu- Zsolnay porselenleri- Kalocsa nakışları- Tokaj şarabı- Pálinka (meyve rakısı)- Unicum (likör)- Tihany lavantası- Akasya balı- Acı tatlı kırmızı biber- Rubik küpü- Kaz ciğeri- Szikvíz (soda)- Béres csepp (bağışıklık sistemini güçlendirici damla) ve gömböc.
Favori hungarikumum; gömböc
Ben bu garip cismi daha önce Budapeşte’nin Corvin mahallesinde görmüştüm. Geçen 2017 Aralık ayında. Dünyanın en büyük gömböc heykelinin Corvin’e dikileceğini duyunca merak edip gitmiştim. O günden beri ilgi alanımdadır.
Budapeşte teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden iki bilim insanı; Várkonyi Péter ve Domokos Gábor, 2007 yılında bulmuş.
Gömböc: Konveks (dışbükey), homojen, üç boyutlu, çokgen bir cisim. İki denge pozisyonu var; biri sabit, diğeri sabit olmayan… Yuvarlanıyor, oraya buraya gidiyor, sonunda hep aynı noktada dengesini bulup duruyor. Doğada var. Kaplumbağalar bu esasa göre dizayn edilmiş, ters dönseler bile kendilerini düzeltip eski hallerine dönebiliyorlar. Yine Mars’daki çakıl taşlarının şekil analizi üç boyutlu gömböc nesnelerinin yatay bir yüzeyde statik ve statik olmayan iki denge noktası sayesinde şeklin kendisini düzelteceğini belirten buluşa dayanıyor…
Aluminyum, bronz, porselen, plexiglassdan yapılmış gömböcler var. Materyaline, büyüklüğüne göre 250-600 Euro arasında satılıyorlar. Pahalı.
“Bir gömböcüm bile yok” diye ayaklanan içimdeki küçük serçeyi, bu kez; “Bak-yuvarla-dursun sonra yine bak yuvarla dursun. E-e? “ diyerek derhal susturuyorum.
Goethe’nin prizması ve renk öğretisi ve yumurta
Hungarikum sokağı bitiminde ana rahmi gibi bir odacık. Sessiz, sakin, korunaklı. Sanki benim için konulmuş boş bir bank, derhal yayıldım. Yorulmuşum. Önümde camdan yatay bir prizma uzanıyor. Arkasındaki pencereden ışık geliyor. Prizmanın önündeki duvarda sürekli renk değiştiren dev bir yumurta var. Yumurtayla epey bir eğleştikten sonra nihayet fark ettim ki; Fotograf sanatçısı Szèlenyi Károly’un düzenlemesini yaptığı “Renkler Meydanı”ndaymışım. İlginç ötesi. Ortalık yerdeki prizma Johann Wolfgang von Goethe’nin 1810 yılında yazdığı Renk Öğretisi (zur Farbenlehre) kitabından bir uygulama.
Odanın duvarları; “ışık ve renk konusuna Newton ile Goethe’nin yaklaşımları”, “ müzik ve renk ilişkisi “gibi hususlarda açıklamalarla dolu. Konu fizikçilerin olduğu kadar sanatçıların da ilgisini çekiyor. Newton, kırmızı do, turuncu re, sarı mi majör diyor… R.Korsakof günışığı do majör derken, Beethoven si minörün siyah rengi temsil ettiğini savunuyor. Bir duyuyu başka bir duyu ile algılama. Görülen renkler bu kafalarda duyulan seslere dönüşüyor; müzik patlıyor, havai fişek gösterisi yapıyor, öyle mi?
Nazım Hikmet olayı daha da ileri götürmüş ;“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” diyerek. O, bir hissin görüntüsünü istiyor, duygunun duyulara çevrilmesini… Bu türlü düşüncelerle Renkler Meydanı’ndaki renk değiştiren dev yumurtaya ne kadar süreyle baktım bilmiyorum. Sonra korktuğumdan hemhal olduğum düşüncelerden ansızın sıyrılıverdim :
“Sinestezik mi olacaksın?” dedim kendime,” Sanat – manat bir yere kadar… Herşeyin fazlası zarar… Duyularda karışıklık durumuna girip kafayı kimyasallamış hale getirmek de var… Zaten saat altıya geliyor, kalk kızım! Pazar yerinin önünden canımı 47 numaralı tramvaya attım. Mor salamlar hâlâ arkamdan el sallıyorlardı…
Sunahan Develioğlu-Türkinfo