Tímea Baksa: “Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven bir kızın hikâyesi bu”

Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven, kalbi Türkiye’de, bedeni Macaristan’da bulunan yabancı bir kızın hikâyesi bu. Uzun zamandır yazmak istediğim, fakat kimseye anlatamadığım bir hikâye. Bizde bir şarkı vardır, ”Tek bir kişiye bile anlatamam, o halde herkese anlatmalıyım” diye, ben de şimdi bunu yapacağım. Sıradan bir aileden geliyorum, sıradan bir geçmişle. Küçükken herkes bu çocuk avukat olacak diye söylüyordu, hep birilerle kavga ettiğim, haksızlığa dayanamadığımdan dolayı. Avukatlık olmadı, ama öğretmenlerim daha ilkokulda iken dil yeteneğine sahip olduğumu fark ettiler. Liseyi sınıf birincisi olarak bitirdim, gazeteci olmak istedim, fakülteye giriş puanları o sene fena yüksekti, yapamadım, sınavda kaldım. Rus ve İngiliz Dili ve Edebiyatı fakültesini kazandım, bitirdim, öğretmenlik yapmaya başladım da bu benim mesleğim değil diye bıraktım.

Daha yüksek okuldayken, yurttaki ev arkadaşımla bir gün canımız sıkıldı, müzik dinleyelim dedik, kız da ‘baksana, bu kaseti hediye ettiler de hiç dinlemedim, deneyelim mi’ dedi, denedik. Tarkan’ın kasetiydi. Bir acayipti. A-Acayipti diyelim. Ben daha önce Türkiye ile fazla ilgilenmedim, fazla bilgim yoktu. O kaseti dinlerken bir şeyler olmuş ama… Dilin söylenişi, sözcükler, telaffuz bana büyü gibi geldi, sanki çok yetenekli, olağanüstü bir hokkabazın sihrinin altında kalmış gibiydim. Ben bu dili öğrenmek istiyorum dedim… O kadar kolay olmuyor ki ama… Olmuyor, çünkü Macaristan’da Türk dili nasıl olsa, hiç bilinmez.

Üniversitedeki Türk Dili fakültesi minicik bir yer, üstelik hocalar da çok yardımcı olmadı, şaşırtıcı, ama benim dil öğrenme hevesime pek sıcak bakmadılar. ‘Kitabımız yok, sadece fakültede okuyanlara eğitim veririz, yardımcı olamayız’… Kitap yok, sözlük de küçücük, kurs da sadece başkentin tek özel Türk okulunda var da, ben başkentten 350 km uzak oturuyorum… Peki, ne yapayım? Turistlere hazırlanmış minicik bir kitapçık aldım, gramerin temellerini o kitaptan öğrendim. İnternetten İngilizce hazırlanmış sayfalardan testler çözdüm. İngiltere’den Teach Yourself Turkish isimli bir kitap ısmarladım.

MSN’de Türkler’le tanışmaya başladım. Türklerle kaynaşmaya başladıktan sonra ülkenin kültürüyle de tanışmış oldum, Türkiye içine çekti beni. 2005’te Antalya’ya uçtum, otel rehberi olarak çalıştım. Üç ay geçirdiğim Antalya’da hiç yabancılık çekmedim… Sokaklarda ilk dolaştığım gün “memleketime gelmiş gibiyim!” dedim. Hakikaten öyle bir duyguydu. Pek konuşamadım ama. Türkçeyi okuyarak, yazarak öğrendiğimden dolayı çekiniyordum konuşmadan. Ya yanlış söylersem, gülecekler, aptal bir yabancı diye… Çalıştığım turist ofisindeki Türk iş arkadaşlarım sağ olsun, Türklerin hiç öyle olmadığını kanıtladılar. Bakkalda, sokaklarda, pazarda söylediğim Tarzanca cümleler insanları güldürttü, ama herkes çok sevindi. Elimde sözlükle şirketin İngilizce bilmeyen şoförleriyle konuşmaya başladım.

Hiç unutmayacağım o günleri, Erol abinin bana o şirin Karadeniz telaffuzuyla “bacım” demesini, köşedeki minik restoranın yardımsever, saatlerce gazete okuduğumuz, sımsıcak günlerde buzlu su içtiğimiz iki garsonunu, ilk izlediğim Tarkan konserini…. Daha Antalya’dayken bir iş arkadaşım sürekli bir şarkı söylüyordu. Çok fena bir sesle, hem de rock, aman Allah, nefret ediyordum şarkıdan. “Bir kere orijinalini dinlesene ya, sonra eleştiri yap” dedı o da, ben de haksız olmak istemedim, dinledim. Macaristan’a döndükten sonra hemen Wikipedia’ya o rock grubun maddesini yazıverdim. Fotoğrafın kullanabilme hakkı için grubun menajeri olan H. beye e-mail attım şuyum buyum diye, adam bana cevap yazdı “yalancısın sen yabancı değilsin Türksün, bir yabancının Türkçesi böyle olamaz” diye.

Çok güldüm ben yazdıklarına (çok da gurur duydum beni Türk zannetmiş diye), yazışmaya başladık, sonra da beraber bir proje gerçekleştirdik: grubu Orta Avrupa’nın en büyük festivaline getirdik. Festivalden bir ay önce İstanbul’da buluştuk. Barda oturuyoruz, bir arkadaşım, ben ve grubun davulcusu. Aniden biri yanımıza fırlanıyor, kotlu, tişörtlü. Masadaki patates kızartmasını bir avuçlayıp iki saniyede yok ediyor ve üstelik durmadan konuşuyor. Aylardır yazıştığım H. beydi. Hiç de menajer, iş adamı gibi görünmüyordu. Sevimli, konuşkan, komik; sanatçıları kadar, acayip sevimli bir şekilde zırdeli ve çok zeki, aklı başında bir adam olarak tanıdım ben onu. Sonra rock grubu Budapeşte’ye geldi, samimi, deli çocuklar, arkadaşlarla gezdirdik onları, festivale verdikleri konseri izledik, bir hafta sonra arkadaşça ayrıldık. Sonra Almanya turnesine davet edildim. Bu eylülde nihayet para biriktirdikten sonra İzmir’i dolaştım, çok sevdiğim, internette tanıştığım arkadaşım Öykü’nün ailesiyle kaldım, Türk insanların ne kadar sıcakkanlı, misafirperver olduğunu bir kez daha yaşadım. Üstelik bayramda geldim, İzmir’in kurtuluşunu beraber kutladık, o güzel şehir Ata’mın resimleriyle doluydu…. Keşke daha kalabilseydim desem, ama zor.

Türkiye’de kalabilmek için iş bulmak lazım, vatandaş olmadan, Türkiye’de ikamet etmeden de iş bulunmuyor ama… Şeytan halkası diyorlar bizde…. Birisi olmadan öbürü de olmuyor, öbürü olmadan birisi de olmuyor… Hayaller kaldı geriye, ve Macar bir kızın hasret çeken Türk kalbi, Türkiye’de.