“Halkın sarayları”

Budapeşte dünyanın en şanslı şehirlerinden biri. Su kaynaklarının hızla tükendiği bir kavşakta, altından kaynak suları fışkıran bir yerden söz ediyoruz; defalarca yazılıp çizildiği gibi, bir “sular şehri”den. Macar devleti de erkenden farkına varmış bunun, 1929 yılında Budapeşte Şehir Suları mevzuatı oluşturulmuş. Hükümet ve sonraki hükümetler termal tesislerin sağaltımını, bu konuda turistik yatırım yapılmasını teşvik etmiş, vergi indirimleri uygulamış. Şehir halen 30 ile 80 santigrat derece sıcaklıkta, içinde çeşitli mineraller barındıran bir termal havuzun üzerinde yaşıyor; üstelik Venedik gibi sular altında kalma tehlikesi de yok.

İki bin yıldan söz ediyor tarihçiler, fazlası var eksiği yok. Keltlerle başlamış süreç. Gelip Obuda’nın şifalı sularını mesken tutmuşlar.  MS iki yüzlerde 30 bin kişiyi barındıran bir Roma şehrine dönüşmüş. Aquincum denilen ılıcanın harabeleri bugün hala görülebiliyor. Suların boşa aktığı da olmuş, özellikle Roma ile Macarların gelişi arasında oluşan boşlukta. Osmanlı döneminde ise hamam kültürünün şaha kalktığına şüphe yok. Buda hamamlarını anlatan Evliya Çelebi, her ne kadar “şehrin hamama ihtiyacı yoktur, çünkü ılıcaları çoktur” diye yazmışsa da, kentte Osmanlıların yaptığı pek çok hamam var ve bunların çoğu Sokollu Mustafa Paşa (1566-78) döneminde gerçekleştirilmiş.

József Molnár “Macaristan’daki Türk Anıtları” kitabında, Buda’da yaptırılan hamamları şöyle sıralar:  Rudas’ın Yeşil Direkli Ilıcası. Kaleye çıkan tepenin altındadır. Budin’in 15. paşası Sokollu Mustafa tarafından Tuna’nın kıyısında yaptırıldı. Gellert Dağı’nın kaynaklarından beslenir.

Horoz Kapısı Hamamı, kent surları içinde Büyük Şehir’de Horoz Kapısı yanındadır. Suyu şehir dışından, bir buçuk kilometre uzaklıktaki Veli bey Hamamı’nın kaynağından, pişmiş topraktan bir kanalla getirilmiştir.  Veli Bey Hamamı. Sokollu Mustafa tarafından sur dışında şifalı suların kaynağında yaptırılmıştır ve Budin’in en büyük hamamıdır. Taban (Rac)’daki ılıca. Mimarı meçhuldür. Türkler Debbağ-hane ılıcası derlerdi.

Evliya ihtiyaç yok derken, Sokollu Mustafa Paşa neden hamam yaptırmaktadır peki? Bu sorunun cevabını Semavi Eyice’nin yazdıklarında bulabiliriz. Hamam karlı bir iştir ona göre ve kurulan vakfiyeler için güçlü gelir kaynağıdır. Osmanlı vakfiyesiz düşünülemez. Ayrıca, hamamların olduğu yerde genellikle bir büyük cami de vardır ve hamama diye gelen camiye de uğramadan gitmez. Ama hızlı gitmemek gerek, çünkü hamam söz konusu olduğunda Osmanlı, neredeyse zurnanın son deliğidir.

Antik dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda (Pakistan, Suriye vs.) eski hamam kalıntılarına rastlanmış olsa da Roma hamamına giden yolun taşları, eski Yunan tarafından döşenmiştir. Yunan toprağı çorak bir ülkedir ve birbirleriyle boğazlaşmada üstlerine yoktur. Tarihçilerin söylediğine göre MÖ 750’lerde, Eğriboz Adası’ndan yola çıkan bir grup göçmen, İtalya’da, bugünün Napoli’si civarına göçmüş, orada Cumae şehrini kurmuşlardır. T.S.Eliot’un “Çorak Ülke”de bahsettiği, bilici kadınıyla ünlenmiş şehirdir bu:

Sibyl’i Cumae’de kendi gözlerimle gördüm

cam bir kavanoz içinde yaşıyordu,

oğlanlar sorunca, “Sibyl ne oldu?”

yanıtı hep şuydu, “Ölümü özlüyorum.”

Bağlantısı şu, araştırmacılar hamamın gelişmesinin başlangıç tarihini MÖ 3. ve 2. yüzyıllara dayandırıyorlar. Zamanın “tıbbı”, soğuk algınlıklarının ve romatizmal ağrıların tedavisi için mutfak sobalarının ya da fırınlarının karşısında oturup iyice terlemeyi öneriyormuş. Bir süre kırsal kesimdeki evlerde ve çiftlik evlerinde, mutfağın yancağızına bir odacık daha eklemişler. Çünkü aynı sobayla ya da kazanla, bu iki mekanı da ısıtmak mümkünmüş ve bunu ilk Cumae’ye ve Sicilya Adası’nın doğusuna yerleşen Yunanlılar akıl etmişler. Hamam bir kere ortaya çıkınca, işin sağlık boyutunun yanına bedensel hazların da ilişivermesi kaçınılmazdır. Zaten bunlar hep atbaşı giderler, hangisi öndedir, hangisi sonda asla bilinmez. O şaşaalı Roma hamamına giden süreç buradan alev almış.

Bilinen kubbeli ve yuvarlak planlı hamam MÖ birinci yüzyılda ortaya çıkmışsa da, bu mimari sonraki yüzyıl içinde büyük bir değişim göstermiş. Başlangıçta orta bölüm hamamın en sıcak noktasıyken, bu bölüm soğukluk haline getirilerek ortasına büyük bir havuz yerleştirilmiş, havuzun kenarına ise sporcuların antrenman yaptıkları avlu (palaestra) eklenmiş. Eski Yunan’daki gymnasium ile Roma tarzı hamamın kucaklaşmasından söz ediyoruz burada. Ama Roma’nın amacı, Yunanlıların aksine artistik bir fiziğe sahip olmaktan çok, askerliğe uygun güçlü kaslara ve dirence sahip bir gençlik yaratmakmış. Daha sonra Nazilerin de özeneceği gibi.

Standart bir Roma günü 12 saaten oluşuyor ve sekiz saatlik iş-güç koşturmacasından sonra -demekki saat iki-üç gibi- hafif bir öğle yemeği ve belki kısa bir şekerleme sonrasında, Romalılar hamama gidip birkaç saatlerini orada geçiriyorlarmış. İstisnasız her gün. Elbette çoğunlukla erkekler. Kaldı ki doğrudan hamama gidip, yiyip-içip, kestirenler de var. Giriş ücreti cebi tırmalamıyormuş, kaldı ki en büyük ve gösterişli hamamlar,  yani “halkın sarayları”, bedavaymış.

Saray lafı boşuna değil, bir tür müze gibi oluşturulmuş bu hamamlar. Heykeller, freskler, yüksek tavanlar, insanın içinde bir hayal alemine doğru yola çıktığı ışık ve gölge oyunları, her yerden yankılanan türlü çeşitli sesler ve sudan geldiğimiz ve hala bedenimizin yüzde 60’ının su olduğu düşünülürse, bedenin hafızasının nerelere kadar uzandığını asla kestiremeyeceğimiz, efsunlu bir hikayeden söz ediyoruz. Her gün!

Şunu söylemek mümkün o halde, Roma hamamları, insanların kendi bedenleri üzerine düşünmeye başladıkları (hastanelerle birlikte elbette) büyük kavşağı oluşturur insanlık tarihinde. Öte yandan iktidarın beden üzerindeki kontrolünü test etmeye başladığı kavşaktır bu.

Bir curcunadan söz ediyoruz doğal olarak; politik tartışmalar, gösteriş yapmaya gelenler, soylular ve köleler, görgüsüzlüğün, sinikliğin, dedikodunun ve budalalığın büyük sahnesi. Sınıf farkından arınmış bir toplum için, ustalıkla düzenlenmiş bir sahne. Roma iktidar mekanizmasının işleyişini ve Roma kültürünü anlamak istiyorsak eğer, tıpkı Roma hukukundan söz ettiğimiz gibi, Roma hamamından da konuşmamız kaçınılmazdır.  (Kendime not: Yourcenar’ın “Hadrianus’un Anıları” kitabını bir de bu gözle oku!)

Roma’dan sonra yollar çatallanır. Hıristiyanlar, bu pagan kültürle aralarına mesafe koymak için ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Budala olmayı göze almak da buna dahildir. Ama insanlıktan söz ediyorsak, budalalığın çetelesi tutulmaz. Kilise ya da kral, insan bedeni üzerinde tahakküm kurmak için ya birbiriyle yarışmış ya da birbiriyle anlaşmıştır. Yüzyıllar boyu. Yıkanmamak bir erdem haline getirilmiş (alousia felsefesi), öteden beri hamamlara karşı olan muhafazakar kesimler kilisenin arkasında saf tutarak, terörist hamamlara (ya da sözde hamamlar!) karşı kahramanca direnmişlerdir. Slogan şöyle özetlenebilir: Yıkanmamanızı tercih ederiz!

Ruhban sınıfının ve inançlı insanların leş gibi koktukları ve koktukça aziz mertebesine yaklaştıklarına inandıkları zamanlardan söz ediyoruz. Bu ortodoks tavrın beyhudeliği, Haçlı Seferleri’ne katılan ve Doğu’ya gittikçe yıkanmanın erdemini yeniden keşfeden şövalyeler ve maceraperest çapulcular tarafından anlaşılmış olsa da, aydınlanma fazla uzun sürmemiş, önce frengi, derken veba hastalıkları, medeniyetin beşiği Batı’da hamam üzerindeki baskının yeniden ve daha sert bir biçimde yoğunlaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Burada kilise ve kral kadar, tıp bilimi de bütün cahil cüretiyle işin merkezine yerleşir: Onlara göre mikroplar, açılıp genişleyen gözeneklerden sızmaktadır insan bedenine ve sıcak suyla mest olmuş bir bedenin gözenekleri (gözleri mi demeliyiz yoksa?) öyle bir açılmıştır ki, vay iman sahibinin istikbaline!

O esnada dünyanın başka bir coğrafyasında, diyelim Binbir Gece Masalları’yla bilinen Bağdat’ta, Müslümanlar dört kol çengi, hamamlarda eğlenmektedirler. Onların budalalık çağı daha başlamamıştır. Doğu Roma’da (Bizans) ise, Roma hamamı kültürü, başkalaşarak sürdürmektedir varlığını. Hamam düzeyindeki değişiklik çok da kayda değer değildir aslında. Topu topu palaestra ortadan kalkmış, bununla bağlantılı olarak soğukluğun (frigidarium) boyutu küçülmüş ve önemi azalmıştır. Ama toplumsal yaşam söz konusu olduğunda, hamam, tıpkı Roma’da olduğu gibi ağırlığını korumaktadır. Fikret Yegül “Roma Dünyasında Yıkanma” başlıklı yetkin kitabında hamamları “birleştirici fiziksel mekanlar” olarak tanımlar ve hamamların Bizans’ta mahalle denen ölçeğin yapı taşlarından biri olduğunu söyler. Buna göre yaşamın en önemli kurumu olan mahalle, “saray-malikane-hamam” ya da “kilise-manastır-hamam” ya da “malikane-kilise-hamam” örüntülü sacayakları üzerine kurulmuştur. Aynı mahalle kültürünün Osmanlı döneminde de devam ettiği görülür. Bu kez sacayağı şöyle oluşmuştur: Cami-konak-hamam.

Peki ama, Roma dünyasındaki o canlı, fıkır fıkır kaynayan, toplumsal hayatın nabzının attığı hamamlar mıdır bunlar? Osmanlı hamamında bunu yaşatan, besbelli kadınlar hamamıdır. Kilise, ahlaki ve cinsel yozlaşmışlığı hamamlar üzerinden, paganlar ve Müslümanlar aracılığıyla tanımlarken, Batılı gezginler de onu bir oryantalist fantezi mekanı olarak resmetmişlerdir. Neyse ki hepsi değil. 1836’da  “Sultanlar Şehri İstanbul” kitabını yazan, dönemin İngiliz sefirinin eşi Julia Pardoe kadınlar hamamını şöyle anlatır:

“Hamam aslında Şarklı kadınların yeryüzündeki cennetidir; burada tahsilsiz, ama zeki kadınlar kapasitelerinin elverdiği ölçüde siyaseti, topumsal ve milli meseleleri, skandalları, evlilikleri ve gök kubbenin altında olup biten diğer bütün mevzuları, münakaşa ederler, ayrıca kalabalığın gürültüsü, keşmekeşi ve heyecanı içinde, haremin sessiz ve tecrit edilmiş muhitinden de iyice intikam alırlar.”

Bu tespitlere sadece, kadınların bedenlerini tanımak konusunda erkeklerden fersah fersah ötede olduklarını ekleyebilirim.

1960’ların ortalarında hamam bir zorunluluktu İstanbul’da. Annemle, Fatih’teki Küçük Mustafa Paşa hamamına gittiğimizi hayal meyal hatırlıyorum. Bu deneyimden hoşlanmadığımı da… Bedenlerin böylesine ulu orta sergilenmesinden mi rahatsız olmuştum, dolma tencereleriyle yıkanmayı bağdaştıramamaktan mı, yoksa çınlayıp duran seslerden mi ürkmüştüm? Bilmenin imkanı yok. Zaten sudan da haz etmezdim o yaşlarda. O yıllarda sokak çeşmelerinde olurdu su İstanbul’da, ama evlerde yoktu. Gece yarısı üçte, annemin yataktan kaldırıp, “Hadi, su geldi, yıkanacaksın!” dediği çoktu. İnsan soğukta, uykulu uykulu su dökünmekten nasıl bir haz devşirebilir ki?

80’lerden sonra evlerde banyolar çoğaldıkça, hidrofor ve su depoları yaygınlaştıkça, hamamlar da karlı yerler olmaktan çıktılar anladığım kadarıyla. Cağaloğlu Hamamı örneğin, o yılarda hamamdan çok barıyla iş yapıyordu. Elde kalan diğer tarihi hamamlar da turistlerin ve turistleşmiş şehirlilerin yüzü suyu hürmetine sürdürüyorlar varlıklarını.

O yüzden Budapeşte’ye gelip de yaşayan, canlı ve şehrin dokusuna ait bir hamam-ılıca kültürüyle karşılaşmak benim için bir hayli şaşırtıcı oldu. Yegül, kitabında bir Roma thermae’sini şöyle tanımlar: “Genel anlamda, thermae daha büyüktür, kentteki bir adanın hemen tümünü kaplamaktadır, çok daha gösterişli süslemelere sahiptir ve devlete ya da kente ait kamu malıdır. Roma’daki büyük imparatorluk thermae kuruluşları açık, parka benzer kesimlerin tam ortasında yer alan, bütçe kısıtlamaları hiç dikkate alınmadan yapılmış heybetli mimarileriyle tanınan yapılardır”

Kahramanlar Meydanı’nın biraz ilerisindeki Széchenyi Termali tam da budur.

Bazı geceler uykuya dalmadan önce, gözlerimi kapar, Széchenyi Termali’nin girişindeki, üzerinde mutlu bir çocuğun oturduğu balık heykeline baktığımı hayal ederim. Bu aynı zamanda iki bin yıllık zamana bakıyormuşum hissi uyandırır bende ve şehre lapa lapa kar yağan bir günde, açık havada, bedenim sıcak kükürtlü suyun içindeyken, gökyüzünü seyrederim.

Serhat Öztürk -Türkinfo

serhatozturkyazilari.com