Bir buğday tanesinin öyküsü – Zoltan Zelk

bugdayÇok sıcak bir yaz günüymüş. Buğday tarlasında artık iyice olgunlaşan başaklar rüzgârda bir o tarafa bir bu tarafa dalgalanıyorlarmış.
Buğday tarlasında yaşayan bıldırcın ve keklik sürüleri de artık yol hazırlıklarına başlamışlar. Çünkü hayvanların hepsi iyi giden havalar nedeniyle buğdayların yeteri olgunlaştığını ve yarın hasat yapılacağını biliyorlarmış. Ekinler kesilmeden önce de buradan ayrılmak, kendilerine başka bir tarla bulmak istiyorlarmış. Küçük bıldırcınlar elbette bu işe çok sevinmişler, çünkü ilkbaharda bu tarlada doğan ve burada büyüyen küçük kuşlar artık biraz değişiklik olsun istiyorlarmış. Onların hayatındaki ilk taşınmaymış bu.
Anne baba bıldırcınlar için taşınma bir oyun değil, tehlikeli bir işmiş. Saklandıkları, yavrularını sakladıkları bu yüksek ve sık ekinleri terk etmek, tehlikeye atılmak demekmiş. Deneyimli bıldırcınlar bunu bildikleri için de biraz üzüntülüymüşler.
Ya buradan çıkıp başka bir tarla ararken şahin onları görürse?
Ya öteki tarlada bir tilki ya da yaban kedisi yuvası varsa?
İşte bıldırcınlar ve keklikler bunları düşünüyor, ama elbette yavrularına bahsetmiyorlarmış. Küçük yavrularını gereksiz yere korkutmak istemiyorlarmış.
O gece bütün kuşlar gergin bir bekleyiş içinde uyumuşlar. Sabah erkenden, daha güneş doğarken keklik ve bıldırcın aileleri yola çıkmaya hazırlanmışlar. Birbirleriyle vedalaşmışlar ve tarladaki ekinlere, gelinciklere ve de buğday çiçeklerine hoşça kalın demişler.
Bıldırcınların vedalaşması çiçekleri çok üzmüş. Renkli çiçek yapraklarının üzerindeki çiğlerin yanında başka minik su damlacıkları da belirmiş. Bunlar çiçeklerin gözyaşlarıymış.
Ağlayan çiçekler aslında sadece kuşların gitmesine değil, kendilerinin o tarlada kaldıklarına ağlıyorlarmış.
-Keşke bizim de kanatlarımız olsaydı! Köklerimizi buradan çıkartıp sizinle birlikte kanat çırpabilseydik! Keşke buralardan biz de uzaklaşabilseydik!
-Üzülmeyin, demiş bıldırcınlardan biri. –Kuşların kanatları var, uçup giderler, ama bitkiler ise kalırlar. Bunun karşılığında ise herkese bahar kokuları yayarlar. Dünyanın düzeni böyle kurulmuş. Herkesin bir işi var.
-Hayır hayır, demiş gelincik. Böyle bir düzen olmamalı! Siz gidiyorsunuz, ama biraz sonra biçerdöverler gelecek hepimizin saplarını kesecekler. Evet, buğday başakları da kesilecek, ama onlar hiç olmazsa değirmene götürülüp öğütülecek, un yapılacak. Sonra da ekmek olacaklar. Ya biz? Biz ne olacağız?
Gerçekten de dedikleri doğruymuş.
Bu nedenle de vedalaşma ağlayarak gerçekleşmiş. Kuşlar ve ettikleri çiçekleri bu yıl bir daha görmeyeceklerini biliyorlarmış. Ama kuşlar bu çiçeklerin seneye yine boy vereceklerini de bildiklerinden, içlerini biraz olsun rahat tutuyorlarmış.
Tarladan bıldırcın ve keklik sürülerinin havalandığını gören işçiler şaşırmışlar. Yaklaşan biçerdöverlerin sesinden kokup kaçtıklarını sanmışlar. Elbette kuşların bir gün önce tarlaya gelen patronun konuşmalarını dinlediklerini bilemezlermiş. Bilseler de kuşların insan konuşmasını anlayabildiklerini hayal bile edemezlermiş. İşte bu yüzden de gelen traktör ve biçerdöver sesinden korkup kaçtıklarını düşünmüşler. Hatta işçiler arasında bazıları, av tüfeklerini yanlarına almadıkları için hayıflanmış bile.
Biraz sonra da büyük bir gürültüyle biçerdöver tarlaya doğru girmiş. Saplarından kesilen başaklar biçerdöverin koca ağzından giriyormuş. Biçerdöverin yanında yürüyen kamyona buğdaylar saplarından ayrılmış bir şekilde dökülüyormuş. Balya haline gelen samanlar da biçerdöverin geçtiği yolda sıra sıra diziliyormuş.
Hızla ve gürültülü bir şekilde süren iş, akşama doğru hafiflemiş. Akşam olup da güneş batarken buğday tarlasındaki iş de tamamen bitmiş. Buğdaylar çuvallanmış. Bir kısmı ambara, bir kısmı da öğütülüp un yapılmak üzere değirmene götürülmüş. Samanlar taşınmış. Sonra da makineler makine garajına sokulmuş.
İşçiler yorgun argın yemeğe oturmuşlar.
Yani buğday hasadı bitmiş.
Hasat bitmiş bitmesine ama bir buğday tanesi tarlada kalmayı başarmış.
Çünkü bir gün önceki gelişmeleri duyan ve sabah da bıldırcınların buğday çiçekleriyle konuşmasına şahit olan bir başaktaki buğdaylardan biriymiş o. Hasat yapılıp, her şeyin toplanıp götürüleceğini duyunca kendini başaktan koparmış, yere atmış ve topraktaki bir çakıl taşının altına saklanmayı başarmış. Çünkü öğütülmek un olmak, sonra da fırında pişip ekmek olmak istemiyormuş.
-Buğday tanesinin kaderi böyle olsa da ben bu kaderi yaşamak istemiyorum, diye isyan ediyormuş. Eğer buğdaylar hep yanıp ekmek olacaksa, ben de buğday olmam, bıldırcın olurum!
Ama herkes gittikten ve hasat da tamamlandıkta sonra bıldırcın olamayacağını kavramış, çünkü bıldırcınların ve de kekliklerin kanatları varmış.
-O zaman ağustos böceği olurum. O hiç olmazsa zıplıyor. Uçamasam da, zararı yok, eğer ağustos böceği olursam, belki zıplayarak da ilerleyebilirim.
Akşam olmuş. Ağustos böcekleri ötmeye başlamış.
Buğday tanesi ise ne yapsa bir ağustos böceğine benzer ses çıkaramayacağını anlamış. Zaten zıplayamayacağını da biliyormuş.
-O zaman tarla faresi olurum demiş. Madem buraları terk edemeyeceğim. Bir tarla faresi olarak kalırım hiç olmazsa. Fareler de gitmiyor, ama burada yaşamayı beceriyorlar. Benim onlardan neyim eksik?
Ama akşam tarla farelerinin koşabilmelerinin yanı sıra, toprakta kendileri için tüneller de hazırlayabildiklerini fark etmiş. Ne birini yapabiliyormuş, ne de ötekini. Yani fare de olamayacağını anlamış.
Sabah güneş doğarken artık bir buğday tanesi olmaktan başka çaresi kalmadığını fark etmiş. Bir buğday tanesi ne yapsa ne etse bir buğday tanesi olmaktan kurtulamaz, diye düşünmüş.
Akşama kadar beklemiş. Karar vermiş ertesi sabah yola çıkmayı deneyecek, sürünerek diğer kardeşlerinin yerleştirildiği ambara doğru ilerleyecekmiş.
Ama ertesi sabah güneş doğarken yağmur yağmaya başlamış.
Yağmurun bereketli damlaları kuru toprağı yumuşatmış ve biraz sonra da biriken sular, çakıl taşının altındaki buğday tanesini de önüne katarak toprağın çatlaklarından aşağıya doğru akmaya başlamış.
Buğday tanesi de ne olduğunu anlayamadan kendini toprağın altında bulmuş.
-İşte şimdi iyi bir yerdesin, -diye bir ses duymuş.
Çevresine bakarken bira ilerde bir köstebeğin kendini kokladığını fark etmiş:
-İlkbahara kadar saklanacağın yeri buldun, buğday tanesi. Şimdi yapman gereken şey, buraya yerleşmen. Çünkü kışı burada geçireceksin. İlkbahar geldiğinde de kabuğunun yumuşacık bir şekilde çatladığını göreceksin. OP çatlaktan bir filiz yükselecek. Bugün bir tek buğday tanesisin, ama ilkbaharda kocaman bir başak olacaksın. O başağın üzerinde de sen gibi yüzlerce buğday olacak.
Buğday tanesinin içini tarifsiz bir mutluluk kaplamış.
Tedirginliği tatlı bir yorgunluğa dönüşmüş.
Sağa sola dönmüş, bedenini ıslak toprağın içinde iyice yerleştirmiş.
Ve ilkbahara kadar sürecek olan derin bir uykuya dalmış.

Zoltan Zelk – Yaz masalları -Yapi Kredi Yayınları
Çev: Tarık Demirkan