Üzerinden bir asırdan fazla geçmiş, ‘Pal Sokağı Çocukları’ kaç kuşağı derinden etkilemiş… Çocukluk kitabının peşinden Macaristan’a kadar gidilir mi? Gidilir. Gerçek Pal Sokağı’ndan bildiriyoruz
Bilenler bilir, Budapeşte’nin fakir semtlerinden birinde, bir grup çocuğun yurt bildikleri oyun alanlarını, “arsa”larını korumak için zengin çocuklarına karşı verdikleri “örgütlü” mücadeleyi anlatır Pal Sokağı Çocukları. Yetişkin dünyasının incelikli bir minyatürü gibi, tek başınalığı, dayanışmayı, bencilliği, özveriyi, korkaklığı, gözüpekliği, ihaneti ve sadakati bir de. Öyle efsunlu bir tesiri vardır ki, romanı okuyan her çocuk, adını sessizce o sokağın sakinleri arasına yazdırır. Ben de onlardan biriydim. Boka, Çele, Çonakoş, Barabas, Gereb, Vays, Kolnay ve elbette Er Nemeçsek, yani Pal Sokağı’nın fakir ama gururlu çocukları, hepsi canciğer arkadaşımdı. Hani ille de sırrına ermem lazım gelen kutsal bir kitap misali hep başucumda duran incecik bir kitaba ustalıkla sığmışlardı.
Enfiyenin ne olduğunu, macunun tadını, birlikten doğan kuvvetin cakasını, hayatın aydınlığını, ölümün karanlığını ve vicdanın en hazin azabını onlarla öğrendim. Yıllarca rüyalarımda kocaman bir arsada yanlarında koştururken gördüm kendimi. Büyüdükten sonra bile, gittiğim her yerde o arsada koşarken tattığım hürriyet duygusunu aradım. Ben büyüdükten sonra onlara ne olduğunu, uğruna feci bedeller ödedikleri arsalarının akıbetini deli gibi merak ettim. Nihayetinde, Ferenc Molnar’ın kitabı yazmasının üzerinden 104 sene geçtikten sonra, Pal Sokağı’nı bulmak ve arsanın izini sürmek için, bizim çocukların memleketine, Macaristan’a doğru yola koyuldum.
‘El koydum’
Budapeşte’ye vardığımda bir elimde kitap, diğer elime kent haritası dedektifliğe soyunuyorum. Tuna Nehri’nin ayırdığı Buda ile Peşte’nin Peşte’sine doğru iz sürerek Józsefváros’e kadar geliyorum. Daha ziyade göçmenlerin ve Çingenelerin yaşadığı bölgenin kentsel dönüşüme kurban edilmeye hazırlandığını fark edince, bu sokağın çocuklarının kaderi nasıl bir tarihin tekerrürüdür diye düşünmeden edemiyorum. Birileri gelecek, evlerine arsalarına “el koydum” yapacak; üzerine apartmanlar, alışveriş merkezleri, plazalar, otoparklar dikecek. Hep böyle mi olacak?
Nihayet Maria sokağının bittiği köşede Pal Utca tabelasını görünce, bir acayip oluyorum. Artık yıllarca hayalini kurduğum yerde, Pal Sokağı’ndaydım. Bu isim sokağa kitabın meşhur olmasından sonra adet yerini bulsun diye verilmemiş. Buranın adı Molnar ayak basmadan evvel de böyleymiş. Yani yazarımız hayali kahramanlarını oyuncak maketler gibi, hakiki bir coğrafya üzerine yerleştirmiş.
Ama durun, sokakları bire bir anlatan, çocukları da anlatmış olamaz mı? Komşu çocuklarını, akraba çocuklarını, yahut kendi çocukluk yıllarını… Kafamda bu düşüncelerle etrafımda macun çiğneyen çocuklar görmeyi umar gibi sağa sola bakınarak yürüyorum. Sonra sokak tabelalarından birinin önünde, ölümle ilk kez tanıştığım yerde, adeta donup kalıyorum. Burası eskinin Rakoşi, bugünün Hogyes Endre Sokağı. Bütün büyük harflerin önünde diz çöktüğü o sarışın çelimsiz çocuk, yiğit Erno Nemeçsek burada yaşamış ve ölmüştü!
Nemeçsek’in sokağından çıkıp, romanın yüzüncü yılında bir doğum günü hediyesi gibi dikilmiş Pal Sokağı Çocukları heykellerini aramaya başlıyorum. Prater Caddesi’nde, içinden çocuk seslerinin taştığı bir okulun önünde buluyorum onları. Kaskatı kesilmiş tunçtan bedenleri tahmin ettiğimden çok daha sahici görünüyor. İsimleri yazmıyor ama kimin kim olduğunu hemen tanıyorum. En baştaki çelimsiz ufaklık Nemeçsek olmalı. Onun yanında çömelmiş olan Kolnay değilse Vays yahut Barabas. Diğerlerinden uzunca olan ve arkada dikilmiş iki Kızıl Gömlekli’yi süzense grubun lideri Boka.
Sessiz sitemsiz
Sessizce yanlarına oturuyorum. Uzun yıllar sonra nihayet aralarına karışmanın buruk mutluluğunu yaşıyorum.
Macaristan’da kitabın okullarda okutulduğunu biliyorum. Bu yüzden sokaktan geçen herkese karşı naif bir yakınlık duyuyorum. Orada öylece otururken, iki Macar genciyle tanışıyorum. 19 yaşındaki Gyulav Miklo ve 18 yaşındaki Sepros Sıdıko kitabı yıllar evvel okumuşlar. Tatlı bir çocukluk hatırası gibi anıyorlar. “Bütün karakterleri hatırlıyorum” diyor Sepros. Hakikaten de romandaki bütün çocukların ismini bir çırpıda sayıveriyor. Arkamdaki okula bakıyorum. İçeriden Pal Sokağı’nın yeni çocuklarının sesleri geliyor. Onlarla tanışmak için yanıp tutuşuyorum. Macun Çetesi’nden arkadaşlara veda edip, okula giriyorum.
Çocuktan al haberi
25 yıldır bu okulda görev yapan, 52 yaşındaki sınıf öğretmeni Iren Juhasz ile tanışıyorum. Kendisi şeker kıvamında bir insan. O da benim gibi kitabın hastası çıkınca, uzun uzun sohbet ediyoruz.
Çocuk elinden çıktığı belli olan, gövdesi kartondan yapılmış, tepesine hakiki dallar takılmış, dallara da yine kartondan yapraklar iliştirilmiş bir ağaç getirip bırakıyor önüme Iren Öğretmen. Gülümseyerek, “Tanıdın mı bunu?” diye soruyor. Yok, hayır tanımıyorum. “Boka, Nemeçsek ve Çonakoş’un tırmanıp Kızıl Gömlekliler’i gözetlediği akasya ağacı bu.” Meğer edebiyat dersinde kitabı okuturken elişi dersinde de romanda sözü edilen nesnelerin üç boyutlu maketlerini yaptırırmış çocuklara. Bu ağaç da içlerinden birinin sene sonu ödeviymiş. Sonra bir kroki getirip yayıyor masanın üzerine. Arsanın krokisi bu! Üç kafadar anında öğretmenlerinin getirdiği krokinin üzerine eğilip, tıpkı bir asır önceki akranları gibi saldırı ve savunma planlarını incelemeye koyulunca, bu sokağın çocuklarının her devirde aynı olduğunu düşünüp gülümsüyorum.
Kitaptaki karakterlerden en çok hangisini sevdiklerini soruyorum, Dodu çabucak “Nemeçsek!” diye cevap veriyor, öbür ikisi de arkadaşlarına katıldıklarını belirterek kafa sallıyor. Er Nemeçsek hepimizin kalbinde yara, tamam ama gene de bir parça şaşırıyorum. Erkek çocukların, grubun lideri Boka’ya daha çok hayranlık duyacağını sanırdım. Nihayetinde akıllı, mert, gözüpek, yani küçük bir çocuğun yerinde olmak isteyeceği bir karakter kendisi. Bunu Iren’e söylediğimde “Boka’cılar genelde kız öğrencilerin arasından çıkıyor” diyor. O zaman beni bir gülmedir alıyor. “Ben de çocukken Boka’ya âşıktım.” diye itiraf ediyorum. “Nemeçsek en iyi arkadaşımdı ama ne yalan söyleyeyim Boka’ya başka gözle bakardım.” “Bilmez miyim?” diye kahkahama ortak oluyor Iren Öğretmen, “Al benden de o kadar!” Farklı iki kuşaktan Boka sevdalısı iki eski çocuk, karşılıklı bir müddet gülüşüyoruz. Birbirimizi yadırgamıyoruz zira Macun Çetesi üyeleri beraber ağlayıp gülmeyi sever, biliyoruz.
Ben mi büyüdüm?
Yıllar sonra, kapının önündeki heykellerle beraber bir de sembolik “grund” yapmışlar Pal Sokağı Çocukları için. “Grund” Macar dilinde arsa demek. Okul dağılınca çocuklar beni oraya götürüyor. Burası kitapta tarif edilen biçimde inşa edilmiş, her şeyi tam ama ruhu eksik. Üst yanı hostel, arka yanı bar. Nemeçsek’in dörtgen bloklar şeklinde üst üste dizilmiş odun yığınları arasından geçişini hayal ediyorum. Odunluğun üzerindeki minik kaleleri, yukarı mahalleden Feri Ats’ın kalelerden birinin tepesinde dalgalanan kırmızı-yeşil minik bayrağı ele geçirişini… Yok, olmuyor. Ya ben büyümüşüm, ya arsa küçülmüş.
Peki ya arsa?
Hakiki arsa mı? Pal Sokağı ile Maria Sokağı’nın kesiştiği o köşede artık arsa filan yok. Yan yana sıralanmış ruhsuz apartmanlar var sadece. Ferenc Molnar yazmıştı: “O çocuklar için arsa, ova demek, kır demek, bozkır demektir. Çürük tahta perdelerle, göklere yükselen apartmanlarla sınırlanmış küçücük bir toprak parçası, o çocuklar için sonsuzluk ve özgürlük demektir. Pal Sokağı’ndaki o arsada bu gün dört katlı bir apartman yükselmektedir.”
O binaların önünden geçerken, bir zamanlar buralarda küçük çocukların koşturduğunu hayal edemiyorum. O evlerde oturan kiracılar, hangi çocukluk düşlerinin üzerine yerleştiklerini biliyorlar mı acaba diye düşünüyorum. Heyhat, tarih ve tekerrür! Muhtemelen onlar da yerlerinden edilecek yakında. Buralara oteller, otoparklar ve alışveriş merkezleri yapmak isteyen başka büyük adamlar da onların arsasına göz dikecek. Bir gün hepsinin sonu gelecek. Pal Sokağı Çocukları ise, hayallerinin üzerine yükselen o kocaman binaların altında, sonsuza kadar yaşlanmadan yaşamaya devam edecek.
O gün kar kış demeden öyle çok dolanıp durmuşum ki akşamına ateşim çıktı. Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde rüyamda Nemeçsek’i gördüm. Hasta yatağında incecik yatıyordu.
Bir ceza gibi küçük harflerle yazılmıştı adı yatağının başucuna. Adının küçük harfleri alev alev yanıyordu.
Bütün çocuklar etrafında toplanmış, endişeli gözlerle onu seyrediyordu. Kızıl Gömlekliler’in reisi Feri Ats bile dışarıda, kederli adımlarla sokağı turluyordu. Derken Nemeçsek sarışın kafasını kaldırıp, zorlukla duyulan bir sesle beni yanına çağırıyordu. Koşup, söyleyeceklerini duymak için eğiliyordum. Yüzüme gülümseyerek bakıp, “Yine gel” diyordu. “Ne zaman uğruna yaşayacak, ölecek bir şeyin kalmazsa, ne zaman çok korkarsan yalnızlıktan, bizim arsaya gel.”
Söz veriyordum ona, “Geleceğim” diyordum. Memnuniyetle gülümsüyordu gözlerini kaparken, incecik bir sesle fısıldıyordu: “Arsada buluşuruz o zaman.”
2012-12-20
NERMİN YILDIRIM – Radikal