Budapeşte’ye inişte havalimanında çarpıcı bir afiş karşılıyor insanı: “Tarih boyunca Romalılar, Hunlar, Moğollar, Osmanlılar ve Habsburg’lar planladıklarından daha uzun süre kaldılar Macaristan’da. Siz de Budapeşte’de fazladan birkaç gün niye kalmayasınız?” Pasaport kontrolü sıramın gelmesiyle gözlerimi afişten ayırabildim. Bu sefer pasaport görevlisinin yaka kartındaki isme takıldı bakışlarım. Adı Attila idi görevlinin. Hayır Türk değildi.
Macaristan’da her 10 isimden birisi Attila imiş, sonradan öğrendim. İlk bakışta “hamiyetsizlik” olarak algılanabilecek bu iki örnek, aslında Macaristan’ın genetik kodlarını deşifre edecek ipuçları taşıyor. Macaristan, ülkesini istila eden kültürlerin izlerini taşımaktan gocunmuyor, bilakis onlara sahip çıkıyor. Modern Macaristan, ne din büyüklerini çivili bir fıçı içinde Buda tepesinden Tuna’ya yuvarlayan Romalıları ne ülkeyi kasıp kavuran Moğolları ne de 160 yıl boyunca topraklarında hükümran kalan Osmanlı’yı yadsıyor. Sokak ve cadde isimlerine bakınca Türk, Moğol ve Roma isimlerine sıklıkla rastlayabiliyorsunuz. Sanırım yılda 35 milyon turist çekebilmesinin ardında yatan sebeplerden birisi de tarihiyle bu denli barışık olması. Macaristan’ın turizmdeki başarısı kesinlikle dikkate değer.
Bir yılda Paris’in 65 milyon, İstanbul’un 8 milyon turist çektiği düşünülürse, Budapeşte’nin başarısı daha net anlaşılır. Bu başarıda elbette Budapeşte’nin Avrupa’nın SPA merkezi olması özelliği ve daha çok kumarhane turizmi rol oynuyor olsa da şehrin taşıdığı tarihi izler ve ülke insanının savaşlarla dolu tarihiyle barışık yaşamasının etkisi yadsınamaz. Budapeşte, Tuna Nehri’nin iki yakasına uzanmış açık hava müzesi görünümde bir kent. 12. yüzyıla kadar Buda tepeleri ile Peşte ovaları iki ayrı şehir olarak kalmışlar. Osmanlı’nın “Nazlı Budin” dediği Buda, Tuna’nın doğu yakasındaki tepeliklere kurulu muhkem kalesi ile Peşte’ye kol kanat geriyor. Adını, Hun imparatoru Attila’nın kardeşi Buda’dan almış. Peşte ise hemen karşı yakada, Tuna’nın yeşil kıvrımlarını ufuk çizgisine kadar takip eden düz ovalar üzerine yerleşmiş.
Macarlar, 10. yüzyılda Hunları kovarak yerleştikleri Karpat havzasında, bütün istilalara karşın, bugüne kadar yaşayan baskın ırk oldular. Macarları bu istilalara karşı koruyan kralların heykelleri Kahramanlar Meydanı’nda bir arada sergileniyor. Kahramanlar Meydanı, yarım daire oluşturan iki ayrı sütunlar dizini ve ortada yüksek kaidesiyle dikkat çekiyor. Macar krallarının heykelleri ve kahramanlıklarını anlatan kabartmalar sütunların altında yer alıyor. Bu krallardan Francis Rakocsi, 1717 yılında Avusturya’ya karşı başlatılan isyanın başarısız olmasından sonra Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış, Sultan III. Ahmet’in Tekirdağ’da ona tahsis ettiği eve yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar orada yaşamış.
Bugün evinin ayakta kalan yemekhane bölümü Tekirdağ’da müze olarak muhafaza ediliyor. Ortadaki devasa kaidenin etrafında ise hepsi Tarkan filmlerinden çıkma bıyıkları ve kıyafetleri ile yedi Macar kabilesini temsil eden heykeller var. Kaidenin üzerinde ise iki şeritli kutsal Macar haçını tutan Cebrail meleği yer alıyor. Buda ve Peşte’nin Tuna ile aşkı Tarihte şehirlerin su kıyılarına kurulması sık rastlanan bir şey ama bir nehrin kenarına bu kadar özenle kurulmuş şehirlere pek o kadar sık rastlanmıyor. Almanya’nın güneyinde Schwarzwald (Karaorman) bölgesinden incecik doğan Tuna, 120 ırmaktan beslenerek on ayrı ülke topraklarından geçiyor ve Romanya’nın Sulina Limanı’ndan Karadeniz’e dökülüyor. Bütün bu yolculuğu boyunca, sadece Budapeşte’de Tuna’yı tam anlamıyla kavradığınızı hissediyorsunuz.
Buda tepesinden görünen manzara, şehrin zarafeti ile nehrin vakarının bütünlüğü, “Budapeşte, Tuna’nın hakkını vermiş” dedirtiyor. Buda tepeleri ile Peşte ovalarını ayıran Tuna’ya inat, birbirinden güzel köprüler iki yaka üzerinde nakış gibi işlenmiş. Köprülerin en görkemlisi, Zincirli Köprü, Macarca adıyla Szechenyi Lanchid. Macarların kısaca Lanchid dediği 1849 yılında yapılmış bu sanat abidesinin alamet-i farikası, köprünün girişlerini tutan ikişer aslan heykeli. Lanchid, güneyde Margaret ve Arpad köprüleri, kuzeyde ise Erzsebet (Elisabeth), Szabadsag ve Petöfi köprüleri ile sarmalanmış. Budapeşte’de eski şehir diye tanımlanabilecek merkezi bölge, mimari yapıların tek tek ve bir bütün olarak güzelliğiyle dikkat çekiyor. Peşte tarafının en görkemli yapısı 1884-1902 yılları arasında kurulmuş parlamento binası. Taş işçiliğinin en kıymetli örneklerinden birisi olan bu yapı, rengini kaybeden beyaz taşların bakımı gerekçesiyle tüm sene boyunca bir kısmı tadilat iskelelerine mahkûm durumda.
Dünyanın en büyük ikinci sinagogu Elisabeth Köprüsü’nün Peşte ayağından yürüyerek bizim İstiklal Caddesi tadındaki trafiğe kapalı Vaci Utca’ya dönüyorsunuz. Şehrin kalbinin attığı bu sokağa girmeyi geciktirme pahasına, dönmeden yolu takip edin ve New York’taki Emanuel Sinagogu’ndan sonra dünyanın ikinci büyük sinagogu Dohany/Nagy Sinagogu’nu ziyaret edin. 10 milyon nüfuslu Macaristan’da yaklaşık 100-120 bin Yahudi yaşıyor. New York’tan sonra İsrail dışındaki en büyük Yahudi nüfusunu barındıran Budapeşte’de altın, döviz ve değerli taş ticaretini ellerinde tutan Macar Yahudileri, aynı zamanda ülke siyasetinde de söz sahibi. Yahudiler, İsrail dışında sadece Macaristan’da aktif siyasetin içinde ve hükümet ortağı durumunda. Macaristan’da Yahudilere karşı bir anti-semitizmden bahsedilemezse de Macar ekonomisindeki rollerinden duyulan bir rahatsızlık söz konusu.
Batı’nın doğusu Gerçek Budapeşte’yi biraz daha yakından tanımak için merkezden, yerli halkın yaşadığı ikinci çembere doğru uzaklaşmak gerekiyor. Merkezdeki turistik yapılar ne kadar göz alıcı ise şehri çevreleyen uzak gettolardaki Sovyet döneminden kalma devasa kibrit kutusu binalar da o kadar iç karartıcı. 17.000 dolara yaklaşan kişi başı gayri safi milli hasılaya rağmen kimileri komünist rejimin sağlık ve eğitim sistemini özlemle anıyor olsa da azınlıkta oldukları için pek sesleri çıkmıyor. Budapeşte’nin arka sokaklarında dolaşırken ilginç bir yardımlaşma kültürüne de tanık olduk: İnsanlar senede bir defa kullanmadıkları masa, sandalye, buzdolabı gibi eşyaları kapılarının önlerine bırakıyorlar.
Çöpçüler on beş gün boyunca sokakları dolduran bu eşyalara dokunmuyor, ihtiyaç sahipleri bu eşyaları alıyorlar. Sürekli azalan yaşlı nüfus, devletin ilköğretim okullarını kapatmasına neden oluyor. 2050 yılında Macaristan nüfusunun 2 milyon azalarak 8 milyona inmesi bekleniyor. Budapeşte, Osmanlı hâkimiyetinden kurtulduktan sonra kendini tamamen “Batı’nın doğusu” olarak konumlamış durumda. Her ne kadar Budapeşte için “Doğu’nun Parisi” dense de o Batılı olmayı Paris olmaya yeğ tutuyor. Orta Asya’dan göçüp geldikleri söylenen Macarlar, Avrupa’nın başka hiçbir yerinde görülmeyen iki alışkanlıklarını hâlâ sürdürüyorlar. İyi at binmeleri ve yırtıcı kuş beslemeleri ile Avrupa’dan çok Asyalıya benziyorlar. Ama Tuna Nehri’nin iki yanına, ata biner gibi bacaklarını uzatan Budapeşte, bugünkü görünümüyle kesinlikle Avrupalı bir şehir.
Alparslan Akkuş