2025. Ekim 26.
Türkinfo Blog Oldal 608

Parlamenterlerde şampiyon Macaristan

sampiyonmacaristanTürkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Parlamenterler Spor Kulübü Derneği tarafından organize edilen Parlamentolar Arası Futbol Turnuvası, Serik’e bağlı Belek turizm merkezindeki Gloria Sports Arena’da oynanan maçlarla sona erdi. Gürcistan ile Polonya arasında oynanan üçüncülük maçını Polonya 3-2 kazanırken, final maçında ise Macaristan ile Türkiye karşı karşıya geldi.

Detaylar: >>>

2015-02-12
kemergozcu.com

Galatasaray onu Macaristan 2. Ligi’ne gönderdi

galata3Galatasaray’a büyük umutlarla transfer olan ancak bekleneni vermeyen Lucas OntiveroMacaristan ekibi Honved’e transfer oldu.

Geçen sezonun devre arasındaGalatasaray’a transfer olan ve beklentileri karşılayamayarak kadroda düşünülmeyen Ontivero, bir daha kiralandı.

Sky Italia’nın haberine göre Macaristan Ligiekiplerinden Honved, transferin son günüLucas Ontivero’yu kiralık olarak kadrosuna kattı.

Detaylar: >>>

2015-02-04
sporexpress.com

Altın Takımın Dünyadaki Son Efsane Futbolcusu Buzanszky Son Yolculuğuna Uğurlandı

altintakimiMacaristan’ın efsanevi futbolcularından, 1950’li yılların milli takımının hayattaki son üyesi Jenö Buzanszky 89 yaşında 11 Ocak tarihinde yaşamını yitirmişti.Macaristan’ın en büyük ikinci katedrali olan Aziz İstvan Katedrali’nde Buzanszky için devlet töreni düzenlendi.

Törene Macaristan Başbakanı Viktor Orban,Macaristan Futbol Federasyonu Başkanı Sandor Csanyi, bakanlar, milletvekilleri, 1983- 1984 yılları arasında Türkiye A Milli Futbol Takımı ileFenerbahçe’de teknik direktör olarak görev yapan Kalman Meszöly, Yurt Dışı Vatandaşlar ve Akrabalar Topluluğu Macaristan Delegesi Suat Karakuş olmak üzere yaklaşık bin kişi katıldı.

Detaylar: >>>

2015-02-02
haberler.com

Macaristan Türk Evi Müzesi

Kânûnî Sultan Süleyman’ın son seferine çıkıp vefât ettiği (1566) Macaristan’ın Sigetvar şehrinde Osmanlı devrinden kalan tarihî bina, TİKA tarafından restore edilerek Türk Evi Müzesi olarak açıldı. 17. yüzyılda sıbyan mektebi olarak inşâ edilen binâ, Macarlar tarafından korunarak günümüze ulaştı. Tuğladan iki katlı olarak inşâ edilen binâ, 1569’da defterdarlık memuru olarak Macaristan’a gelen Ali Çelebi Efendi’nin terekesinden yola çıkarak 16. yüzyıla ait bir Türk Evi olarak düzenlendi. Müzenin üst katında sedir, yer sofrası, mutfak, ocak, ev eşyaları ve Türk kahve kültürü sergisi yer alıyor. Alt katta ise Türk hamam kültürü ile hat, çini, cam ve minyatür sanatları Türkiye’den götürülen obje ve bilgi panolarıyla tanıtılıyor. Müzedeki tüm bilgi panoları ve açıklamalar Macarca, Türkçe ve İngilizce olarak ziyaretçilerin hizmetine sunuluyor.

Kaynak ve resim: haber.kursistem.com

Sabahları gönül rahatlığıyla aynaya bakabilmek

sabahlariBinlerce kişiden oluşan uzun bir kuyruk. Kamera yavaş hareketlerle kuyruğun sonunu bulmaya çalışıyor, ama boşuna.

Uzadıkça uzayan, ana caddeden yan sokağa kıvrılan bu kuyruktakiler, Noel nedeniyle dağıtılan üç kap bedava yemeği alabilmek için saatlerdir bekliyorlar.

İlk bakışta yaşlılardan, kimsesizlerden, evsizlerden oluşan bir kuyruk sanıyor insan, ama öyle değil. Gençler, çocuklar ve aslında evi, yeri yurdu olan aileler de var bu kuyrukta.

Onları bir araya getiren ortak özellikleri, yoksul olmaları.

Bu bayram gününde sıcak bir kap yemeğe ulaşabilmek için saatlerdir sırada beklemeyi göze almalarının nedeni bu kahreden yokluk ve muhtaçlık.

Ellerinde hediye paketleriyle bir an önce ailelerine, sıcak evlerine, yuvalarına ulaşabilmek için yanlarından aceleyle geçen “şanslı” insanların bakışlarına bu nedenle tahammül edebiliyorlar.

Uzatılan mikrofona konuşan kadın orta yaşlı. Yanında da 8-10 yaşlarında kızı duruyor. Annenin boynu bükük ve yüzünde buruk bir gülümseme:

“Ne yapalım, bu Noel bizim istediğimiz gibi olmadı. Ama benim en büyük hediyem kızım! Onun benimle olması, yanımda olması. Birbirimizden güç alıyoruz. Ona bu Noel’de hediye alamadım. Ama para biriktiriyorum, okullar kapanırken çok sevdiği grubun konserine götüreceğim”.

‘Kimsem yok ama kimseye ihtiyacım da yok’

Bir başkasına yaklaşıyoruz. O artık yemeğini almış, buharı tüten çorbasını kaşıklıyor:

“İşsizim, daha doğrusu belediyenin sokak temizliği işinde günlük ücretle çalışıyorum. İş bugün var yarın yok! Zaten aldığımız ne ki? Asgari ücretin de üçte biri. Normal bir işim olsa bugün burada olmam.”

Bir sonraki adam uzun zamandır sokakta yaşıyor, yüzündeki kırışıklıklardan belli. O da yemeğini almış karnını doyuruyor.

“Kimsem yok benim bu dünyada” diyor bir taraftan kaşıktakileri iştahla ağzına atarken, “ama kimseye ihtiyacım da yok! Minnet etmem!”

24 Aralıkta, Noel’de, yani İsa peygamberin doğuşunu simgeleyen, “Sevgi Bayramı’nda” Budapeşte sokaklarındaki manzara bu.

Çelişkileri bu kadar keskin yapan, tam da bayram olması zaten.

İnsanların yüreklerini ısıtan bu bayram duygusuyla, yakındaki sevdiklerine yönelirken, uzaktaki çaresiz ve yoksulların unutulması.

Kamera yemek dağıtılması işinde gönüllü çalışan genç bir kadına yöneliyor.

“Neden?” diye soruyor gazeteci, “bugün herkes sevdikleriyle sıcak evinde yuvasında otururken siz neden bu işi yapıyorsunuz?”

“Bu benim sadece insan olduğum için hissettiğim bir yükümlülük” diyor kadın. “Onlara acıdığımdan değil. Evet, bir tür merhamet de var elbette, ama asıl sorun, kendime olan saygım. Bu insanlar bu haldeyken ben sadece ailemi düşünürsem kendime olan saygımı yitiririm.”

Evet, bir kısmımız “onları düşünmek, kayırmak devletin işi olmalı”, diyecek hemen ki, bir açıdan haklılar da. Çünkü taşıma suyla değirmenin dönmeyeceğini iyi biliyoruz.

Ancak topluma ve devlete tek tek insanların düşünceleri, kaygıları, duyguları yön veriyor. Merhamet ve adalet duygusu çoğunluğa ulaşmalı. Herkesin, başkasının bir şey yapmasını beklemeden kendi vicdanıyla, kendince doğru bildiğini uygulaması hayatın genel akışını değiştirebiliyor.

Davranış modelleri yaygınlaşıyor

Bir zamanlar Londra’da yaşarken, bir dostumun oğlunun gizemli bir iş yaptığını keşfetmiştik. Akşamüzerleri kimseye bir şey söylemeden ortadan kayboluyor ve birkaç saat sonra da yüzünde cin bir gülümsemeyle yeniden ortaya çıkıyordu.

Bu esrarengiz işin ne olduğu bir süre sonra anlaşıldı. Delikanlı akşamları mahallede tek tek marketleri dolaşıyor, orada kullanım tarihi o güne kadar olan, biraz sonra çöpe atılacak olan sandviçleri topluyordu. Dükkân sahipleriyle anlaşmıştı. Yasaya göre artık satılamayacak olan sandviçleri alıyor, onları kendi sokağında yaşayan kimsesizlere ve yoksullara dağıtıyordu.

“Bunu neden yapıyorsun?” diye sorduğumuzda “sabahları aynaya bakabilmek için” demişti.

Daha sonraları başkalarının da, Londra’nın başka bölgelerinde aynı yolu izlediğini duymuştum.

Londra’da sandviç dağıtan delikanlı gibi, Budapeşte’de elinde kepçesiyle sıcak yemeği karavana taslarına doldurup uzatan kadının varlığı da içimi ısıtıyor.

Evet, belki yoksulluk ve düşkünlük uzun süre ortadan kalkmayacak bu mavi küreden, ancak başkalarının içine düştüğü kahredici sefaleti sindiremeyen birileri de hep var olacak.

İnsanların açlık, yoksulluk ve düşkünlük içinde yaşamaması aynalarla çok yakın ilişki içinde olmalı diye düşünüyorum bir yandan kuyruğa bakarken.

Gülümsüyorum, ben iyimserim.

İnsanoğlu bir gün aynalara gönül rahatlığıyla bakacak.

2014-12-26
Tarık Demirkan/BBC

Evsizden ünlü olur mu?

evsiz3Ünlü olmak önemlidir bizim topraklarımızda. İletişim Fakülteleri’nde okuyan gençlerle konferanslardan sonra sohbet ederim zaman zaman. Hepsinin hayali okulu bitirdikten sonra ekran önünde olmaktır. İyi bir editör ya da iyi bir yönetmen olmayı arzulayan yok denecek kadar azdır. Ayıp mı, değil elbette, zaten sokağı da ünlü olmaya takıntılı bir ülkeyiz biz.

Yarışma programlarına, tartışma programlarına bakın, herkes bir hikaye, bir gariplik, satıyor, hikayenin ya da garipliğin üzerinden gelecek şöhretle de para kazanmayı umuyor.

Sorun, aynı yöntemi benimseyenler sayısının çok olması. Eskiden birkaç haftalık şöhretlerimiz olurdu sonra günlük şöhretler ve en nihayetinde de programlık şöhretler devrine geldik.

***

Macaristan’da, Budapeşte’nin en zengin mahallerinden birinde, üzerinde sadece mumlar yakılı bulunan ve “onuru olan biri asla yoksul değildir” yazan bir bank şimdi herkese inanılmaz bir insanlık dersi veriyor. Bank bildiğimiz banklardan biri ama onu özel kılan iki yıl boyunca üzerinde yaşayan bir evsiz. Adı Abraham Sandor… Ne nereden geldiği biliniyor ne neden sokakta yaşadığı ne de nerede öldüğü…

Ama iki yıl boyunca zengin bir semtteki bankın üzerinde yaşamak, aralıksız kitaplarını okumak, gece bankın üzerinde yatarken kullandığı battaniyeyi sabah

katlayıp tek valizine koymak, zaman içerisinde yattığı bankın etrafını süpürmek, dilenmemek, insanların acıma duygusunu sömürmemek, para ihtiyacını boş şişeleri toplayıp satarak geçirmek, öğrencilerle edebiyat üzerine sohbet etmek, kendisine yardım edenlere sıcak ve gerçek bir teşekkür etmek gibi özellikleriyle anlatıyor onu insanlar…

Bu hikayeyi duyunca ilgi çekmek ya da insanların acıma duygusunu harekete geçirmek için ekranda anlatılan hikayeler geliyor aklıma. Kimi en büyük acıyı ben çektim diye anlatıyor kimi en asil kimi en deli kimi en duygulu olanı oynuyor. Hepsinin ortak noktası “en” olduklarını iddia etmek ya , en olmak bile sıradanlaştı bu sayede…

***

Bu Tarz Benim diye bir yarışma var ekranda bence tam bir sosyal deney alanı.. Jüri karşısında efendi efendi baş sallayan hanımların iş diğer yarışmacılara geldiğinde nasıl değişim geçirdiklerini görüyoruz. Her iki halden biri sahte hatta bazen ikisi bile sahte diye düşünüyor insan.

Ama biz önce ünlü olmayı takıntı haline getirdik sonra ünlü olmak için her yol geçerli anlayışını kabul ettik. Budur işte geldiğimiz yer, birileri bir program sürelik şöhret olmak için şekilden şekle girerken, Budapeşte’de belki de görmediğim bir mahallede, üzerinde hiç oturmadığım bir bankta yaşayan evsiz ve kitapları seven bir adam tüm dünyada merak uyandırabiliyor.

Televizyon hayatımızı renklendirdi belki ama ruhlarımızı biraz siyah-beyaz yapıp, duygularımızı da örseledi beraberinde…

2014-12-15
Özay Şendir – stargazete.com

Macar yazarlardan konserve karşılığı imza

hu writers19. yüzyılda inşa edilen ve barok mimarisiyle UNESCO dünya mirası listesine alınan Budapeşte’nin tarihi mekanlarından Andrassy caddesi ünlü markaların satıldığı mağazalarla doludur.

Birkaç aylık asgari ücretle alınabilecek timsah derisi çantalar, ayakkabılar, kürk mantolar çoğunluğun sadece geçerken seyrettiği, yanına yaklaşılmaz dünyalıklar gibi görülse de, son zamanlarda pek çok yeni dükkanın açılması bu caddenin iyi iş yaptığının da kanıtı.

İki tarafı yüzyıllık çınar ağaçlarıyla dolu geniş cadde üzerinde Kahramanlar Meydanı’na doğru ilerlerken, solda Neo Rönesans stilde inşa edilen yüz yıllık opera binasını geçtiğinizde sağınızda karşınıza Yazarlar Birliği’nin kitapçısı çıkacak.

Zamana karşı direnen küçük bir ‘dünya’

Binlerce kitabın, hediyelik eşyanın üst üste yığıldığı AKM’lerdeki büyük kitapçıların aksine, kitapseverlerle şahsi ilişkilerin kurulduğu; yazarların sık sık okuyucularla bir araya geldiği; etrafı çok konforlu koltuklarla çevrilmiş köşedeki masada “kendin pişir kendin iç” usulü hazırlanmış çay setinin olduğu bir kitap dünyası.

Seçtiğiniz kitabı karıştırırken, çay kahve içtiğiniz, geniş vitrinden sokaktan gelip geçeni görebildiğiniz, zaman zaman çekme kattaki yazar okuyucu buluşmalarına katılabildiğiniz sıcacık bir atmosfer.

İşte bu dünyanın sahibi olan yazarlar geçtiğimiz günlerde bir kampanya başlattılar.

Toplumda olup bitenlere karşı duyarlılıklarını hiç yitirmeyen yazarlar, son yıllarda Macaristan’ın en ciddi sorunlarından biri olarak kendini gösteren yoksulluğa ve özellikle açlığa karşı bayrak açtılar.

Kendi de maddi anlamda zengin olmayan bir yazar yoksulluğa karşı nasıl mücadele edebilir? Elbette kalemiyle, kitabıyla, yazısıyla!

Macar yazarları ve şairleri kelimelerini, imzalarını, mısralarını, el yazılarını, imzalıfotoğraflarını satışa çıkardılar.

Kitapçının önünden geçerken, vitrine yerleştirilmiş duyurular sizi ağır gerçekle yüzleştiriyor: “El yazısıyla yazarların bir kelimesi, bir konserve karşılığında satılık”. “İmzalı bir fotoğraf, 30 kilo patates karşılığında”, ya da “el yazısıyla özel bir mesaj 60 kilo un karşılığında satılık”.

Yazarlar Birliği’nin kitap mağazasında, yazarlardan “yiyecek karşılığı imza” kampanyası sonucu biriken gıda maddeleri yoksul çocukların ailelerine dağıtılacak.

Macar yazarlar dünyasının en önde gelen temsilcileri kampanyanın içinde, ön saflarında.

Yazarlar ve şairler okuyucuların imzalı kitaplara, el yazmalarına, yazarların kendi ellerinin izini taşıyan küçük anılara ne kadar düşkün olduklarını bildikleri için böyle bir kampanya başlattıklarını söylüyorlar.

Cam bir çerçeve içine alınan bir fotoğraf, zarif bir kutu içine yerleştirilmiş bir imza, yazarın özel mesajının olduğu bir kitap okuyucuları bekliyor.

Kitap dükkânının önünde kuyruklar!

Okuyucular da yazarların bu beklentisini hayal kırıklığına uğratmıyorlar.

Çünkü Macaristan dünyanın en çok kitap okunan ülkelerinden biri!

Sokaklarda, parklarda, otobüs ve metrolarda elinde kitap olan insanlar, Budapeşte’nin en normal ve en sıradan görüntüsü.

Kitap seven Macarlar, yazarlarının çağrılarına kulaklarını tıkamıyorlar!

Ellerinde birkaç yiyecek konservesi, birkaç paket un, makarna, şeker gibi bozulmayacak gıda maddeleriyle, ya da bunun karşılığı parayla dükkânın önünde sıraya giriyorlar.

Bir yandan da hangi yazarın hangi gün geleceğini duyuran afişleri inceliyorlar.

Yazarların ve okuyucuların, el ele, sırt sırta vererek toplumun yoksullarına karşı sorumluluklarını yerine getirme gayretleri elbette sembolik!

Yani bu gayretlerle toplumdaki yoksullaşma sona ermeyecek! Son yıllarda açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm kalan on binlerce çocuğun sorunları halledilemeyecek!

Kaldı ki, bu sorunu çözmek edebiyat dünyasının işi de değil.

Ama eğer yazarlar ve okuyucular sorunu konuşulabilir hale getiriyorlarsa, zaten üzerlerine düşeni yapmışlar demektir.

Alış veriş noktaları ve marketler albenili ürünleriyle birlikte görülmemiş bir hızla çoğalırken diğer pek çok insani ve ahlaki değerle birlikte, nesli tükenen davranışlardan biri bu.

Bunun adı dayanışma…

Eğer şu aralar yolunuz Budapeşte’ye düşerse, sırt çantanızdaki bir konserveyle birlikte yazarlar birliğinin kitapçısına uğrayın.

Piyasanın duyarsızlığının yarattığı yoksulluğa caddedeki asırlık çınar ağaçları gibi direnen yazarların elini sıkın!

İnsanoğlunun en temiz duygularından biri olan beklentisiz dayanışmanın hazzına varın!

Tarik Demirkan, BBC

2014-11-22
bbc.co.uk/turkce

Pal Sokağı Çocukları İstanbul’a geldi

pal-sokagi-1Fuara gitseydim en çok görmek istediğim yerdi Pal Sokağı. Kulağa garip geliyor, değil mi? Ama gerçekten de öyleydi. Bu yıl İstanbul Kitap Fuarı’nın konuk ülkesinin Macaristan olması sebebiyle, fuarın uluslararası salonunda Macaristan için özel bir alan hazırlanmıştı. Bu alanın bir kısmında Macar yazar Ferenc Molnar’ın ünlü yapıtı “Pal Sokağı Çocukları” da yerini almıştı. Nemeçsek, Boka, Çele, Gereb ya da onların temsilleri çok güzel birer çizim olarak salonun bir kenarında dört gün boyunca misket oynadılar. Ben fuara gidemedim, uluslararası salon ilk dört günün sonunda ziyarete kapandı ve benim elimde Yıldıray’ın benim için çektiği bir kaç fotoğraf kaldı. (Teşekkürler Yıldıray!)

Pal Sokağı Çocukları’nı 10-11 yaşlarındayken okumuştum sanırım. Birçok kitabım gibi bunu da bana ablam almıştı. Hani Altın itaplar’ın şu sert ciltli, dışı renkli resimli şömizli çocuk kitapları serisi vardı ya, işte onlardan. Şimdi bu yazıyı okurken gittim kütüphaneden kitabımı buldum ve içini inceledim. Kitabın özgün adı Fransızca olarak yer alıyor. Yazık, o yıllarda doğrudan Macarca aslında çevirecek birini bulamayıp Fransızca’dan mı çevirmişler? Kim bilir neler kaybederek okumuşum o kitabı. Kim bilir, belki o yıllarda çok yapıldığı gibi “sadeleşmeye”, kısaltmaya da gidilmiştir. Ben o zamandan beri Pal Sokağı Çocukları’nı bir daha okumadım biliyor musunuz? Sevmediğimden değil. O zamanlar elimdeki kitapların birçoğunu birkaç defa okumuştum. Bunu okumadım. Okurken çok mu içime dokunmuştu acaba diye düşünüyorum şimdi. Belki hüzünlü sonuyla yüzleşmeye tekrar gönlüm razı olmadığı için. Pal Sokağı Çocukları’ndaki her olayı tek tek hatırlamıyorum. Aklıma kazınanlarsa cam macunu çiğneyerek, sahip oldukları arsalarını tüm varlıklarıyla savunan, birbirine sıkı sıkıya bağlı bir grup çocuk ve benim de öyle bir grubun içinde olmayı istediğim. Kitabı okuduğum süre içinde beni de aralarına almışlardı zaten.

Kitabın 100. yaşı nedeniyle Budapeşte’deki Práter Sokağı’nda yapılan heykel.

Şimdi benim için Pal Sokağı Çocukları’nın yeniden, bu kez özgün dilinden çevrilmiş halini okuma vakti. Kitabın çevirmeni Tarık Demirkan’ın BBC’de yayınlanan yazısını da okumanızı öneririm. Pal Sokağı Çocukları’nın yazılışının 100. yılı nedeniyle ne güzel şeyler yapılmış. Roman kahramanları hayatın içine karışmış. Yandaki heykel de o kapsamda Budapeşte’deki Práter Sokağı’nda yapılmış. Demirkan’ın yazısından kısa bir alıntı Pal Sokağı Çocukları’nın okuru neden etkilediğini özetliyor aslında:

Çünkü bu kitap,
“Oyunun ya da ciddi mücadelenin”
“Dostluğun ya da ihanetin”
“Birbirine kenetlenmenin ya da gruplara bölünmenin”
“Hayatta var olmanın ya da sevdiği şeyler uğruna ölümü göze almanın”
“Tek başına kalmanın ya da bir yere ait olmanın” çocukların dünyasında da yaşanabileceğini gösterdi.

İyililiğin ve dürüstlüğün ölümsüzlüğünü kanıtladı.

Aranızdan”Pal Sokağı Çocukları”nı okuyan var mı? Sizdeki izi nasıl?

2014-11-14
http://www.birdolapkitap.com/

Pulitzer’in ABD Başkanına karşı ‘basın özgürlüğü’ savaşı

pulitzerLondralı iki gazeteci, ‘Cato’ mahlas adını tesadüfen seçmemişlerdi. Cato, Roma Cumhuriyeti’nde yaşayan stoacı bir devlet adamıydı. Julius Caesar’ın (Sezar) kazandığı zaferleri, cumhuriyeti yıkıp diktatörlüğünü pekiştirmekte kullanmasına, tiranlığa ve yönetimdeki yolsuzluklara karşı sert muhalefetiyle biliniyor Cato… İki İngiliz gazetecinin, ‘Cato’ mahlaslı ifade özgürlüğü denemeleri, okyanusun öte yanındaki İngiliz kolonisi ABD’de daha büyük ilgi gördü. 1735 yılında New Yorklu basıncı(printer) Peter Zenger, majestelerinin New York Valisi’ni eleştirdiği için yargılandığında mahkemede, ‘Cato’ denemelerini, savunmasına temel yaptı. Zenger’in avukatı, ‘’İnsanların, hem konuşarak hem de yazarak, gücün keyfi kullanımını deşifre etmeleri ve buna karşı çıkmaları temel bir haktır’’ dedi. Avukatın ücretini ödeyen gönüllüller arasında Philadelphia’lı ‘basıncı’ Benjamin Franklin de vardı. Franklin o günlerde Cato denemelerini basarak yayan matbaacılardan da biriydi. Mahkeme jürisi, bu etkili savunmadan sonra, koloni yönetimini şok eden bir kararla Zenger’ın beraatine karar verdi. Yeni Kıta’da böylece ilk kez resmi metinlere giren ‘basın özgürlüğü’ kavramı, 35 yıl sonra ABD’nin İngiltere’den bağımsızlık mücadelesini başlatacak ‘Kurucu Babaları’nı da etkiledi. James Madison’un yazdığı Virginia Haklar Bildirgesi’nden John Adams’ın yazdığı Massachusetts Anayasası’na kadar koloniyal bütün bildirge ve yasalarda öncelikle yer aldı. ABD Anayasası’nın yazımı tamamlanıp eyaletlerde referanduma sunulduğunda bir çok kurucu baba, ‘anayasaya onay için temel hakları garanti altına alan yasal düzenleme şartı’ lehinde kampanya yaptı. Bu kampanya başarılı oldu ve ABD Anayasası’nın bugün ‘haklar bildirgesi (bill of rights)’ olarak adlandırılan ilk ek 10 maddesi(Amendments) kabul edildi. ABD Anayasası’nın, artık küresel ifade özgürlüğü konsepti ile de özdeşleşen birinci ek maddesi yani ‘first amendment’ şöyledir:

Detaylar: >>>

2014-11-07
http://amerikabulteni.com

Atatürk ve Zsa Zsa Gabor

zsazsaSelamlar. Daha önce farklı yerlerde yazdığım yazımı çeşitlieklerle buraya taşıma ihtiyacı duyuyorum. Atatürk ile Zsa Zsa Gabor arasındaki ilişki bir kaç yıl önce oldukça gündemdeydi ve artık herkes tarafından biliniyor. Medyadan takip ettiğim kadarıyla Gabor’un güzelliği dışında pek fazla konuya değinilmedi. Bana göre aynanın arkasındakiler pek öyle önemsiz konular değil… (Bu arada 5-10 yıl içince bu tip ezber bozan çokça belge çıkacağını düşünüyorum. Kemalistler için pek hoş yıllar olmayacak aklınızda bulunsun istedim).

Bu ilişki için 6 ay sürdüğü ‘iddia’ ediliyor. İddia diyorum çünkü her şey Macar güzeli olan Zsa Zsa Gabor‘un anılarına ve hatıralarına dayanmakta. Garip ilişkiler sonucu Atatürk’e bu kadar yaklaşan bir dünya güzeli önemli bir konu olsa gerek. Az çok bu mahrem konuları merak edenler çeşitli kaynaklardan ‘tam teyit’ edilmemiş bilgileri öğrenecek ve Çankaya arşivlerinin neden açılmadığını az çok tahmin edebileceklerdir. Tabi ondan önce şu anki konumuza dönmekte fayda var. Önce Zsa Zsa Gabor‘un kim olduğuna bir bakalım..

Burhan Belge (Gazeteci Murat Belge’nin babası) Macaristan’daki görevi sırasında Yahudi kökenli Zsa Zsa Gabor isminde genç ve güzel bir kızla tanışır(yada tanıştırılır). Gabor 1936 yılı Macaristan güzelidir. Gabor ile Belge arasındaki ilişki gelişti ve Belge, Gabor’u da yanına alarak 1936 yılında Türkiye’ye geldi. 1937 yılında evlendiler. Bu kısım ilginç. Yani Macaristan güzeli bir kız neden sıradan bir Ortadoğu ülkesine gitme kararı alır. Üstelik Burhan Belge yakışıklı biri bile değildir. Aşk mı? Buna güldüm. Nedenini anlatacağım.

burhan belge
Gabor ile evlendiklerinde henüz 19 yaşında bir genç kızdı. İlk eşi olan Belge sayesinde Gabor, Ankara cemiyet hayatının içine girdi. Yeni yeni oluşturulmaya çalışılan Türk burjuvazisinin Avrupa’ya özenme dönemleriydi bu yıllar. Halk sefalet içinde iken Çankaya her akşam yeni bir baloya sahne oluyor, alkol sofralarda oluk oluk akıyordu. Gabor bu günlerde cemiyete girdi. İsmet Paşa’nın eşi ile çay partileri, Kemal Paşa ile dans ettiği balolar, Falih Rıfkı Atay ile kendi kız kardeşlerinden birisi arasında çöpçatanlık çalışmaları gibi, Türkiye’ye bir dönem yön veren herkes ile az çok ilişkisi oldu. Hepsini tanıdı.

Gabor’un o dönem Ankara’da çokça dedikodusunun çıkması Belge ailesini karıştırdı. Hatta Gabor’un bir dönem adı Kemal Paşa ile anılmaya başladı. (Yıllar yıllar sonra Gabor da otobiyografisinde Kemal Paşa ile ilişkisi olduğunu iddia edecekti.) Rıza Nur‘un hatıralarında buna benzer birçok hikayeden bahseder. Hele İsmet Paşa ile Kemal Paşanın aralarının açılmasına yol açan ünlü ‘milletvekili kızlarını Çankaya’da misafir etme’ geleneği baya ilginçtir. Tüm vekillerin Kemal Paşa tarafından seçildiği dönemde bir vekil kızlarını ona bu görevi atfeden yarı tanrıya sunar ve ona kurban eder. Burjuvaziye yakın olmak ve birkaç yıl daha vekil kalabilmek için. Hayat acımasız. Biz yine Gabor’a dönelim.

burhan-belge-ve-yakup-kadri

Gabor’un uslanmaz tavırları cemiyet hayatı içinde dilden dile dolaşmaya başlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu‘nun eşi ve Burhan Belge’nin ablası olan Leman Karaosmanoğlu‘nun anlattığına göre dedikodular bini aşınca devreye Başbakan Refik Saydam girdi. Burhan Belge’den Gabor’un eline hizmet pasaportu, cebine de döviz koyup göndermesini istedi. Burhan Belge istenileni yaptı ve Atatürk öldükten 3 yıl sonra 1941 yılında Gabor Türk pasaportu ile Amerika’ya gitti.

Amerika’da kendisini o yıllarda Washington Büyükelçisi olarak bulunan Münir Ertegün karşıladı ve Hilton Oteli’ne yerleştirdi. Ertegün tarafından Amerikan sosyetesi ile tanıştırıldı. Bu tanışıklıkların sonucunda 10 nisan 1942’de, Hilton Otelleri’nin sahibi Conrad Hilton ile evlendi. Çiftin evlilikleri 1947 yılına kadar sürdü. ardından bir sürü evlilik, zengin bir yaşam ve bol şöhret peşinden geldi. Sevgilisine nazı geçer. Hatta zengin sevgilisine Ankara’da yaşadığı ‘güzel günlerin’ hatırına bir otel bile yaptırır. Yani ‘Hlton’u bilemezdin şerefsiz’ derse biri haklı. Zavallı zengin koca güzel karısı hakkındaki gerçeği hiç bilemedi.
IcoIm

Zsa Zsa Gabor‘un hayatı ve hatıralarını Wendy Leigh tarafından 1991 yılında yayınlanan ( One Lifetime is Not Enough, 1991) kitapta açıklanır.

Gabor, Atatürk ile olan ilişkisini hakkında ilginç bilgiler verir:

‘…Açılan büyük bir kapının ardından içeriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Mermer taşla döşenmiş yoldan geçerek bahçe içindeki eve doğru yöneldim. Çok büyük bir zeytin ağacı evin girişini gölgeliyordu. Hipnotize olmuştum. Üst kata çıktım. Atatürk el işlemesi geniş bir gürgen koltuğa oturmuştu. Arkası bana dönüktü. Yanındaki masa üzerinde duran nargilesini içiyordu. Kemal Atatürk, Tanrı’nın insanlığa ender gönderdiği bir kurtarıcı, politika ustası ve korkusuz bir savaşçıydı. O yarı insan yarı tanrıydı. Orta yaş döneminde dahi Atatürk’ün seks aktiviteleri yakın çevresi tarafından biliniyordu. Bakırımsı kırmızı renkli kadife koltuğa- yanına- oturmamı söyledi. Büyülenmişcesine Atatürk’ün emrini yerine getirdim. Nargilesinin hortucunu bana doğru uzattı ve içmemi söyledi. Dumanı içime çektim. Diğer elinde tuttuğu rakıyı yudumlayarak içtim. Atatürk ile beraberliğimin bundan sonrasını ilk defa açıklıyorum. Dans eden dansözlerin odadan çıkmalarını istedi. İkimiz baş başa kalmıştık. Henüz 15 yaşındaydım. Çocuk denecek kadar genç sayılırdım. Atatürk 56 yaşında olgun bir erkekti. Buna rağmen ürküntü duymuyordum. Rakının verdiği sarhoşlukla olsa gerek kendimi rüyada hissediyordum. Atatürk’e bekaretimi verdim. Atatürk benim ilk erkeğimdi. Şeytani bir çekicilikle, benimle deliler gibi sevişti. O, genç bir kadının nasıl mutlu edileceğini çok iyi biliyordu. Atatürk, aklıma her geldiğinde onun tüm kadınları doyuma ulaştıracak gücü olduğunu düşünürüm. Atatürk, profesyonelce sevişen bir tanrı, bir kraldı..’

Can Dündar 21 ağustos 2005 tarihli yazısında Zsa Zsa Gabor ve Atatürk konusuna değinir. Beverly Hills’te kendisiyle yaptığı söyleşi sırasında verdiği bilgilerin biraz hayal koktuğu söylenilincede hatırladığı kadarıyla köşkü ve içindeki eşyaları tarif etmeye çalışması Can Dündar’ı epey şaşırtmış. Ardından saşkınlık içinde anlattıklarını dinlemiştir muhtemelen. Tabi gabor’un ‘ben öldükten sonra yazarsın’ dedikleri ise Can Dündar’ın belleğinde ve hala yazılmayı bekliyor.

Bu arada Zsa Zsa Gabor’un Atatürk’le olan ilişkisinin yanı sıra farklı meziyetleride ortaya çıkıyor. Ve iş biraz daha karışıyor.

Tarih ve toplum Dergisi’nde Yahudi araştırmaları ile tanınan Rıfat Bali’nin Aralık 2006 tarihinde yazdığı makale Gabor hakkında bir gerçeği daha ortaya çıkardı. Gabor, CIA adına ajanlık da yapmıştı. Gabor, CIA’ya Türkiye’de ordu, bürokrasi, sosyal yapı ile ilgili kriptolar vermişti. Bali, yaptığı çalışmada bu istihbarat belgelerini ortaya çıkarmış ve Gabor’un sızdırdığı bilgileri incelemişti. Gabor’un özellikle ‘kim kimdir?’ raporunda tanıştığı üst düzey isimler hakkında ABD makamlarına bilgiler sunduğu belgelerle sabittir.

“Gabor Türkiye’de Panislamcı hareketin hiçbir zaman çok büyük adımlar kat edeceğine inanmamaktadır. Rusya vakasında olduğu gibi, Kemal Paşa (iktidarı) altında Türkiye ilk önce dini yok etmeye bakmıştır. 24 sene önce ülkenin liderleri son derece geri kalmış bir halkı modernleştirme çaresi olarak bir tek bunu dikkate almışlardır.”

Zsa Zsa Gabor’un Atatürk’ün 1937 yılında Kerkük, Filistin ve Antakya’ya düzenleyeceği askeri harekat ve savaşı önlemek yada bilgi toplamak için İngilizler tarafından yanına gönderdiğini düşünüyorum. İlişkileri 6 ay sürdü ve Atatürk ‘hastalanınca’ noktalandı. Atatürk’ün son yıllarında Ortadoğu, Musul ve Kerkük’le hiç olmadığı kadar ilgilenmeye başlaması iddiamın temelini oluşturuyor. Lozan’a giden İsmet Paşa’ya ‘Gerekirse İstanbul’u da bırak’ diyen, İngilizlere karşı tek bir ‘yanlışı’ olmayan, Musul, Kerkük için hiç bir girişim yapmayan bir liderin son yıllardaki bu tavrını pek anlamlandıramıyorum. Kötü asker ama iyi siyasetçi olan bir liderin bu ‘cesur’ hareketi biraz garip. Tarihi zaferlerle dolu değil. En azından kendisi böyle olmadığını biliyor. Ufak bir macera istemiş olabilir mi? Belki. Ama Ortadoğu’da oyun alanının dışına çıkmamak birinci kural. Çünkü sana o alanı sağlayan onlar. İngilizler İngiliz emperyalizmine karşı mücadele eden yüzlerce vatanseveri tarihten sildi. Ama artık sular tersine akıyor.

Bu arada Zsa Zsa Gabor hala yaşıyor. 94. yaş gününü 8. eşi ile kutlarken. (2011)

Esen kalın…

2014-10-31
icmihraklar.wordpress.com

16,474FansLike
639FollowersFollow