Kentin kaosuna ünlem: Gör İhtarı

Kaynak: www.birgun.net

Nisan Erdem ilk kitabı Gör İhtarı ile içten içe yaşadığımız kaçış istediğine değiniyor. Erdem kitabının merkezine İstanbul’u yerleştirdiğini belirterek “Sanırım yaşanabilir şehir tanımım İstanbul’a hiç uymadı, ne üzücü…” diyor.

Rıfat Kırcı

Kentler yaşamları yutuyor. Binlerce yıllık tarihe sahip, birçok kültürün bir arada barındığı İstanbul da öyle. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin, rantçı kentleşme politikalarının kitleleri daracık sokaklara sıkıştırdığı İstanbul’da, hal böyle olunca kaçış isteği duyan insanları da sık görmeye başladık. Yurt dışına çıkma fikriyle yanıp tutuşan gençler ya da doğaya saklanmak isteyen beyaz yakalılar… Mutsuz işçi yığınları… Genç yazar Nisan Erdem de ilk kitabındaki çoğu öyküsünde bu kaçış halini yazdı. Gitmek isteyip gidemeyeler, giden ama yalnızlık çekenler, evindeki pencerenin yandaki binanın duvarına hapsedildiği… Nisan Erdem’in bu ilk kitabı Gör İhtarı Everest yetiketiyle raflardaki yerini aldı. Biz de kendisiyle İstanbul’u ve kaçma isteğini konuştuk.

Öykülerinizde kentin yoğunluğunda sıkışmış, kaçış arayan karakterlere yer veriyorsunuz. Ancak şehirden de vazgeçememe durumu söz konusu. Bu çelişkiden biraz söz etmek ister misiniz?

Öykülerimdeki karakterlerin şehirlerle, özellikle de İstanbul’la ilişkisini yazarken kendimden esinlendim. Aynı gün içerisinde “İstanbul’u çok seviyorum!” da diyebilirim, “İstanbul’u hiç sevmiyorum!” da. İşin tuhafı birbiriyle zıt iki cümlenin de tamamen doğru olması. İstanbul çok yorucu ama çok güzel bir şehir. Bu şehrin kimi sokaklarında yürürken insan kendini aniden denizde bulacağını zannediyor. Kimi sokaklarının hem adı hem de manzarası gözü, gönlü kamaştırıyor. Dünyadaki herkes gibi her şehirden de bir tane var ama her şehrin bir tane olması İstanbul’un bir tane olması kadar anlamlı değil. Anlamlı ve önemli olan bu tekliğin içerisinde biricik olabilmek. İstanbul biricik ve böylesine eşsiz bir güzellikten hiçkimse vazgeçmek istemiyor elbette. İnsan Boğaz’ın bir Anadolu, bir de Avrupa kıyılarında durmaksızın yürümek; Fenerbahçe’den Bostancı’ya kadar kesintisiz hareket etmek, Adalar’ı seyrederek hayaller kurmak istiyor. Gelin görün ki İstanbul’u ne kadar yaşamak istersek isteyelim, şehrin şartları buna izin vermiyor. Herkesi sürekli hesap yapmak zorunda bırakıyor: “O yolda trafik var mıdır? Gideceğim yere vaktinde varmak için kaçta çıkmam gerekir? O semt kalabalık mıdır? Sevdiğim kafeye gitsem yer bulabilir miyim? Bu saatte metrobüse binersem nefes alabilir miyim? Falanca yerin onarımı artık bitmiş midir? Gökten üç yağmur damlası düştüğüne göre trafik aniden tıkanmış mıdır?” Bu şekilde yaptığımız hesapların hiçbiri İstanbul’a uymuyor. Gönlümüzce yaşamak istesek de şehrin kalabalığı, trafiği, gürültüsü bir sorun çıkarıyor. Ya bizi tamamen engelliyor ya da o günden aldığımız keyfi azaltıyor. Böyle bir şehri kim sevebilir ki? Bu yüzden pek çok kişinin İstanbul’u bir sevgili gibi karşısına alıp “E güzelsen güzelsin İstanbul ama seninle yaşanmıyor, zor birisin!” deyip sonra da kaçıp gitmek istediğini düşünüyorum. Ancak öykülerimde olduğu gibi yine de ondan bir türlü vazgeçemeyen; bu ayrılığı, kaçışı erteleyen, içinde zıt duygularla yaşayıp gidenler çoğunlukta.

Devamını oku

Kaynak: www.birgun.net