Salı sabahları Lehel pazarına giderim. Kentte birçok kapalı pazar (vásárcsarnok) var. En gösterişlileri de Központi Vásárcsarnok, ancak o kadar turistik ki, insan şehirle bir aidiyet duygusu geliştirdikten sonra, oraya dönmek istemiyor. Zaman zaman uğradığım Rákóczi pazarı var, ama oraya aslında salyangoz amblemli bistroda ya da Vaj’da bir şeyler yiyip içmeye gitmişsem, şöyle bir turlamak için girerim, alışveriş etmek için değil. Yahudi mahallesindeki Klauzel Piac için de aynı şey geçerli. Bunlar 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında açık pazarları ehlileştirme faaliyeti sırasında yapılmış, demir karkaslı harika yapılardır. Dışardan bakmak kadar içinde dolaşması da insana keyif verir. Başkaları da var elbette ama dediğim gibi olay alışverişse benim için istikamet daima Lehel’dir.
Evden çıkınca o günkü halet-i ruhiyeme göre iki yoldan birini seçerim. Birinde adını Macar siyasi tarihine yazdırmış Podmaniczky ailesinden alan caddenin ortasından sağa sapıp birkaç basamak tırmanarak, tren yolunun üzerinden geçen Ferdinand Köprüsü’ne çıkarım. Burası Nyugati tren garının yapılmasıyla birbirinden kopan Terézváros ile Újlipótváros’u birbirine bağlar. Yayaların nadiren kullandığı bir yerdir. Ben de durup tren yolunu seyredeceğim zamanlar tercih ederim. Sağdan ilerler, ortalarda bir yerde korkuluklara yaslanır ve insanda sonsuzluğa doğru uzayıp gidiyormuş hissi uyandıran rayların üzerinden ufka bakarım. İnsan zihninin içinde oluşmuş kimi şeyleri, oraya nasıl gelip yerleştiklerini bilmeden de taşıyabilir. Köprüde durup raylara bakarken bu basit gerçeği hatırlarım, çünkü hemen her seferinde benim bulunduğum noktanın bir şehirlinin bakışına ait olduğunu düşünürüm. Taşralılar, yolun karşısında durup büyük gara bakanlardır. Sanırım böyle düşünmemin arkaplanında ilk gençliğimde İstanbul’da Haydarpaşa tren garının çevresinde yaptığım ikindi gezintilerinin -orada saklı bir İngiliz Mezarlığı da vardı ve eskiden İstanbul’un kadim mezarlıklarında soluklanmayı severdim- ve daha sonraki yıllarda karşılaştığım Eray’ın bir tablosunun etkisi vardır.
Derken işte Lehel Meydanı’ndayım. Ama bu kadar çok düşünce ve bu kadar kısa bir yürüyüşle pazarın yer aldığı o amorf yapıdan içeri girmem söz konusu olamaz elbette. Böylece Lehel caddesinin kimsesiz geniş kaldırımlarında ıhlamurların ve akasyaların gölgesi boyunca yürümeye devam ederim. 14 numaralı tramvayın da işlediği sokağın iki yanı eski apartmanlar, devlet binaları ve boş arsalarla doludur. 18. yüzyılda şimdi adımladığım yer kentin önemli çıkışlarından biri olan Vac kapısına ev sahipliği yapıyormuş ve onun çevresinde de Katolik ve Yahudi mezarlıkları (Ferdinand Köprüsü’nün olduğu bölüm) varmış.
Kent ve mezarlık, insanlığın yerleşik hayata geçmesinin temel düğümlerindendir. Paleolitik çağda göçebe toplulukların yaşadığı dönemde, ilk kalıcı yerleşkeye sahip olan ölülerdi. Kent tarihçisi Lewis Mumford’un gayet yerinde belirttiği gibi “canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı.”
Ama her çağın ölüme ve ölülere yaklaşımı farklıdır. Eski Atina’da ölülere yakın olmaktan korkarlardı. Ortaçağ Hıristiyanlığında ölümün yüceltilmesi geldi. Doğu’da ölüm gündelik hayatın kanıksanmış bir parçasıydı. Müslüman mezarlıklarının sadeliği ve evlerin bahçelerine kadar sokulması, bunun alamet-i farikasıydı. Ama moda ne olursa olsun ölülerden korkmaya ve onlarla konuşmaya devam ederiz ve bir yandan da onları kent dışına doğru süreriz, çünkü kent büyür ve mezarlıkların kapladığı arazinin rant değeri yükselir.
Lehel caddesi de bundan azade değil. Sol kanat zaten eski apartmanların arkasında yapılmış lüks konutlarla şimdiden dolmuş vaziyette. Tren yoluna yakın kısımlardaki boş arsalarda da hummalı bir yapılaşma faaliyetidir gidiyor. Orta yaş ve orta sınıftan olanlar, 14 numaralı tramvayın son durağı ve ötesinde, çevreleri yeşilliklerle kaplı devasa apartmanlara doğru çekilirken, genç orta sınıf mensupları Peşte’ye birkaç adım mesafedeki yeni binalar için hevesleniyorlar. Kentler hanidir sürekli yıkılıp yeniden yapılan bir şeye dönüştüler zaten.
İlk rota buydu ama Lehel pazarına giderken çoğunluk Podmaniczky’den ana caddeye kadar iner, Batı garını (Nyugati) geçip Vaci caddesi boyunca ilerlerim. Bu aynı zamanda Westend alışveriş mağazası boyunca yürümek anlamına gelir. 1999 yılında inşa edilen ve o zaman sadece Budapeşte’nin değil Orta Avrupa’nın da en büyük alışverişi merkezi olan 200 bin metrekarelik alana yayılmış bu gulyabaninin içine girmemek için elimden geleni ardıma koymam, yine de bazen tuvaletini kullanmak ya da Telekom sorunlarımı çözümlemek için ziyaret etmem gerekir. Eskiden burada bir otel varmış ve orada kalan turistler otelin gerçek adını kullanmak yerine westend (batı ucu) takma adını kullanırlarmış. Sanırım Londra’daki Westend’den devşirilmiş bir yakıştırma. Alışveriş merkezinin adı da buradan geliyor olmalı.
Vaci Mezarlığı’nın 1890’da tasfiye edilmesinden sonra kurulmuş Lehel pazarı. O zaman buranın adı Ferdinand Meydanı’ymış ve şimdiki tartışmalı pazar binasının olduğu yerde bir kereste deposu varmış. 1897’de başkentin beş modern pazar yeri (Központi, Hold utca, Klauzál tér, Rákóczi tér, Hunyadi tér) inşa edildikten sonra burası önemini kaybetmiş. Gerçi o sırada buraya da bir kapalı pazar yeri yapılması düşünülmüş ama Orta Çağ’ın büyük katedralleri gibi, kuvveden fiile çıkarılması neredeyse bir asır sürmüş.
Birinci Dünya Savaşı sonrası ve 1920’ler boyunca dış Lipótváros, Angyalföld ve işçi sınıfının işgalindeki Vaci caddesinin oluşturduğu bölge Peşte’deki yoksulluğun simgesiymiş. 1930’larda Angyalföldi Naplo’nun muhabiri şöyle yazmış: “Bu pazarın halen mevcut haliyle varolması Budapeşte halk sağlığı açısından ibretliktir. Açık pazarlar çok temiz olmayabilir, ancak Ferdinand pazarı özellikle kirlidir. Halk buranın kaldırılmasından sonra evlerine dağılacak farelerden endişe etmektedir ve bölgede sık görülen rüzgar, çürümüş gıdalardan yayılan koli basillerini çevreye savurmaktadır.”
Pislikten şikayet edile dursun, o yıllarda müşteriler çeşitlenmeye başlamış. Yoksullar sabahın erken saatlerinde üçüncü sınıf malları kapışmak için her zamanki gibi meydanı doldurmayı sürdürüyorlarmış, ama günün ilerleyen saatlerinde Ujlipótváros’un yeni filizlenen orta sınıf temsilcileri de burada boy göstermeye başlamışlar. O sıralardaki ismiyle Elmunkár pazarı, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1950’ler boyunca kentin gözde karaborsa merkezine dönüşmüş. Dönemin bir gazetesinde şöyle yazılmış: “Eski tezgahlar ve büfeler çoktan yokoldu ve yerlerine elektrik ve suyu olan modern pavyonlar inşa edildi.” Yine de pazar geleneksel karakterini korumayı sürdürmüş. Et, balık, sebze, meyve ve turşunun yanısıra, Lehel sokağı tarafından canlı hayvan da almak mümkünmüş.
1995 yılında Belediye nihayet kapalı pazar planlamasını tamamlamış. Pazar beş yıl sonra Milenyum’da inşaat nedeniyle kapatılınca, Kassák Lajos ve Dévai utca’nın kesiştiği noktada geçici bir pazar yeri kurulmuş. Bina Şubat 2002’de açıldığında hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir tartışmanın fitili ateşlenmiş. Böyle rezil bina mı olur diyenler, Mimar László Rajk tarafından tasarlanan yapının çelik çerçevesi, cam çatısı, mavi destek kolonları, kırmızı merdiven korkulukları ve içte ve dışta sarı renk yatay metal bölümleriyle, pazar yerine uygun olmadığı görüşündelermiş. Oysa dışarıdan bakıldığında gemiyi andıran ve pazarcıların kullandıkları teknelerden (hofahajo) esinlenerek tasarlanan bina gayet güzel. Kanımca eleştirenlerin dertleri alıştıklarından başka bir şeyle karşı karşıya olmalarından kaynaklanıyor. Şehrin ortasına hançer gibi saplanan Westend kazuletine ses etmeyenlerle, burada kıyameti koparanların aynı insanlar olduklarını düşünebiliriz rahatlıkla. Kim ne derse desin, Lehel şu anda şehrin en önemli pazarlarından biri. Kentin dört bir yanından insanlar alışveriş için buraya geliyorlar. Özellikle civardaki köylülerin gelip tezgah açtıkları salı ve çarşamba günleri.
Bu kadar gevezelikten ve taban tepmeden sonra nihayet pazar yerinden içeri girmeye yelteniyorum. Daha girişin sağında tükürük bezleri hareketlenmeye başlıyor: Kızarmış tavuklar, sosisler, domuz etleri, haşlanmış patatesler. Burası bekarların, yaşlıların ve her türden ve yaştan üşengeçlerin cenneti. Kapıdan girer girmez köşelere dizilmiş dükkanlar ve ortalarda yer alan altıgen dükkan adacıkları karşılıyor bizi. Bunlarda envai çeşit peynirler, salamlar, turşular, etler, tavuklar, ekmekler, börekler ve çörekler satılıyor. Dükkanların bir kısmı Uzak Doğuluların işlettiği “ne ararsan var derde devadan gayrı” bakkalları. Daha uzaktan, kent bir iaşe sorunudur, diye haykırıyorlar. Telaşa mahal yok, dönüşte nasılsa uğrayacağız.
Asıl sahne, onların hemen arkasındaki geniş salonda: Salataların, yaban turplarının, taze patateslerin, kereviz saplarının, envai çeşit havuçların, kuşkonmazların, narenciyelerin, böğürtlenlerin, frenk üzümlerinin, zar gibi şeffaf kabuklara sahip sarı fasulyelerin, yeşil fasulyelerin, kapya biberlerin ve hiçbir yerde bulamayacağınız kadar lezzetli armutların, envai çeşit mantarların, domatesler, üzümler, cevizler ve bademlerin ve tezgahların arkasında durmuş müşterileriyle cilveleşen her yaştan ve cinsiyetten satıcıların olduğu yerde. İnsan hiçbir şey almayacak olsa bile, kendini buradaki gösteriyi seyretmekten nasıl alıkoyabilir ki!
Temaşa faslı bitince, yavaş yavaş kendi gereksinimlerimi toparlamaya başlıyorum. Biblo turuncu şemsiyeleri andıran Nameko mantarlarından 200 gram kadar -daha çoğunu yiyemem ve beklemeye gelmezler. Bir belki iki paket Brie peyniri, şarap için elzem ve birkaç gün yetecek kadar olmalı. Yaban mersini, bu akşam tüketilecek. Etrafı karabiberli domuz salamı, sabah-akşam ve hatta öğlen, sandviç arası o zaman biraz da Emmantel peyniri. Salatalık, biber ve Çanakkale’dekilerden bile lezzetli domateslerden bolca. Bir tarım ülkesi burası, bizim aksimize topraklarını ve tohumlarını gözetiyorlar. Birkaç elma ya da o eşsiz Macar armutlarından, genellikle azar azar ikisinden de. Sertler alta yumuşaklar üste, plastik torbaları, kumaş torbaya aktarıyorum. Son bir tur daha atıyorum, acaba aç gözümden kaçan bir şey var mı? Ve hamur işleri satan dükkanın önünde kuyruğa giriyorum. Cevizli ekmek alacağım o elde bir. Ama beklerken, eve gidince kahvenin yanında atıştıracağım hamurişi tatlı için vitrini tarıyorum, bir yandan da Macarca isimlerini öğrenmeye çalışarak. Yine unutucağım biliyorum ama bunun bir önemi var mı? Son rauntta Çinli bakkallardan birine girip, iki şişe Villány şarabını sırt çantama tıkıştırıyorum. Oldu bu iş!
İp gibi uzayıp giden Csanády sokağının bitimindeki Spar’ın önünde yer alan 76 numaralı troleybüs durağında, diğer pazar yorgunlarıyla birlikte durmuş, gelecek troleybüsün boynuzlarını seçebilmek için ötelere bakarken, kafamda günün kalanını planlıyorum. Eve gidilecek, kitap okurken uzanılıp kahve ve tatlı çörek yenecek. Akşam ziyafetine kadar bir koca ikindiyi tüketmek kalacak geriye. Herhalde Múzeum Körút’daki sahaflara giderim. Dönüşte Dohány sokağının girişinde, büyük Sinagog’unun karşısındaki Skål’ın önüdeki masalardan birine oturup, bir-iki bira içerken dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş, ellerine tutuşturuluvermiş hayatlarıyla ne yapacaklarına karar vermeye çalışan genç insanları izlerim.
Serhat Öztürk – Türkinfo