Macar Tevfik Bey’in (Alessandro Voltan) kuşkusuz ilginç bir yaşam öyküsü var; ama Evren Kutlay Baydar’ın “Osmanlı’nın Avrupalı Müzisyenleri” kitabındaki portreleri okurken, niye özellikle onun hikayesine takıldığımı açıklamaya yetmiyor bu. Düşündükçe anladım ki Kokaryalı’daki o bahçeli eve takılmışım.
“Vapur iskelesinden çıkınca sağa sapılır ve tramvay yolu sona erdikten sonra biraz daha yürüyerek eve varılırdı. Evin önü ağaçlıktı, demir parmaklıklarla çevrilmişti. Bahçesinde şimdi ne olduğunu bilemediğim geniş gövdeli ağaçlar vardı. Ağaçların altında hurdası çıkmış şeyler, birbiri üzerinde iskeletler halinde yığılmışlardı. Ayrıca eski lastikler, ahşap bir kayık, balık ağları falan duruyordu.”
Tanpınar’ın dizelerini hatırlatmıştı bu tasvir bana:
Beklersin köşende sessiz ve yorgun
Siyah atlarını son yolculuğun.
Üç aşağı beş yukarı, her şey böyle başladı.
Alessandro Voltan’ın, 1848 Macar ayaklanmasından beş yıl sonra 1853’te doğduğu varsayılıyor, ama doğumunu 1846 olarak verenler de var. Annesi Venedikli Kontes Allegri bir piyanistmiş. Yakın dostları arasında Liszt, Wagner ve Kolbert’in olduğu biliniyor. Kontes 6 yaşından itibaren oğluna piyano dersleri vermeye başlamış. Ayrıca bestecilik eğitimi aldırmış. Viyana o yıllarda Avrupa’nın yükselen yıldızıydı ve birçok müzisyenin yolu oradan geçiyordu. Voltan’ın annesi aracılığıyla bunların bir çoğuyla tanışmış olduğunu tahmin etmek zor değil.
Babası İzzet Bey, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ölmüş süvari subayı. Türk olduğu yazılıyor ama büyük ihtimalle 1848 sonrasında Osmanlı’ya sığınan Macar subaylardan biri. Çünkü aynı zamanda Osmanlı ordusunda müşirliğe (mareşalliğe) kadar yükselmiş, Prusya doğumlu Mehmet Ali Paşa’nın (Karl Detroit) kardeşi.
Voltan, ilk öğretimi tamamladıktan sonra Habsburg İmparatorluğu Deniz Harp Okulu’na girmiş ve topçu olarak mezun olmuş. Bu yıllarda bir yandan da Liszt’in en gözde öğrencisi olarak bilinen Carl Tausig’den piyano dersleri almayı sürdürmüş.
Mezun olduktan sonraki birkaç yılın nasıl geçtiğine dair bilgi yok elimizde. Erkekler için militarizmin ve vatanseverliğin en yüce değerler olarak benimsendiği bir ortamda ve zamanda, onun tercihini müzikten yana yaptığı anlaşılıyor. Bunun sonucu olarak geçimini sağlayacağı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan uzaklaşabileceği bir takım arayışlar içine girmiş olmalı.
1875 yılında Bükreş Sarayı’na piyano öğretmeni olarak davet edilmiş. Piyano öğretmek için gittiği Prenses Maria Elisabeth’in zaten mükemmel bir müzisyen ve şarkıcı olduğu biliniyor. Carmen Sylvia takma adıyla dört ayrı dilde şiirler, oyunlar, öyküler ve romanlar yazan sıra dışı bir kadından söz ediyor kaynaklar. Takıntılı annesi tarafından İngiliz tahtı için yetiştirilen ama Kraliçe Victoria’nın vetosuyla Romanya’ya savrulan bir kadın. 1874’de, üç yaşındaki tek çocuğunu kaybetmiş. Voltan’ın saraya davet edilişi, biraz da kederli Prenses’i oyalamak için. Düşününce piyano hocasının Elisabeth’den, ona öğrettiğinden çok daha fazlasını öğrenmiş olduğunu varsayabiliriz.
Voltan, konserler de verdiği Bükreş’te iki yıl kalabilmiş. Hüzünlü Prenses’ten sıkılıp kendisi mi ayrılmak istedi, yoksa buna mecbur mu kaldı saptamak kolay değil. 1877 yılında, Rus-Osmanlı Savaşı başlamak üzereydi ve Romanya Prensi I. Carol, eski düşmanı Çar’ın yanında saf tutmuş, Osmanlı’ya karşı Romanya’nın bağımsızlığı için savaşıyordu. Voltan’ın amcası, Müşir Mehmet Ali Paşa ise Osmanlı Ordusu’nun Kırım’daki komutanıydı. Yeğenini düşman sarayında bırakmak istememiş olması anlaşılabilir. Belli ki Voltan’ı, piyano hocası olarak II. Abdülhamid’in sarayına sokmak istiyordu ve bunun için bir aracı kullanmaya karar vermişti. Bu arzusunu gerçekleştirmek için, Kırım’daki Osmanlı Donanması’nın komutanı Hobart Paşa’dan ricacı oldu. Hobart Paşa, Buckinghamshire dükünün oğlu olarak dünyaya gelmiş, İngiliz donanmasında eğitim gördükten sonra, 1867’de Osmanlı donanmasının hizmetine girerek “Bahriye livası” rütbesiyle komutanlığa atanmış ve Girit İsyanı’nı bastırarak göze girmişti. Alessandro Voltan, onun aracılığıyla 1877’de Yıldız Sarayı’na gelmiş.
Bükreş’te olduğu gibi İstanbul’da da piyano öğretmenliğinin yanısıra şehirde düzenli olarak konserler veren Alessandro Voltan’ın, iki yıl sonra 1879’da, Hobart Paşa’nın gemilerinden birine binerek soluğu Girit Adası’nda aldığını görüyoruz. Müzik yazarı Fikri Çiçekoğlu, ölümünden sonra Macar Tevfik Bey üzerine kaleme aldığı anma yazısında “Osmanlı Sarayında çalıştığından bile bahsetmezdi” diye yazıyor ve ekliyor “(Biz sarayla ilgili dedikoduları) Cafe De Paris’te Mösyö Rosati’den duymuştuk. Bir gönül hikayesinden söz edildiği gibi, siyasi nedenlerle uzaklaştırıldığını, hatta casusluk olayına karıştığını bile söyleyenler vardı.” İlk olasılık en akla yatkın ihtimal gibi. Yoksa hemen dönüp ölene kadar yaşayacağı İzmir’e yerleşmesine ve orada aktif bir müzisyen olarak faaliyet göstermesine izin verilmezdi.
Saray’da başına her ne geldiyse, ölesiye korktuğu anlaşılıyor. Bunun daha sonraki davranışları üzerinde bir etkisi olduğu düşünülebilir. Vapurla Girit’e giderken uğradıkları İzmir limanında kente vurulduğu söyleniyor. Beğenmiştir tabii ama kentte bir imkan da görmüş olmalı. 1850 sonrası hem yoğunlaşan dış ticareti hem de nüfus artışıyla yaşam standartı yükselmeye başlamıştı İzmir’in. Kentin kayda değer bir bölümü azınlıklardan oluşuyordu. Bir saray daha bulmak mümkün olmadığına göre kent, piyano öğretmenliği yapıp konserler vererek geçinmek durumunda olan biri için biçilmiş kaftandı.
1870’ler aynı zamanda eski kentin açılıp saçılmaya başladığı dönemdi. Tepede sıkışmış Musevi mahallesinin zenginleri, şehir batıya doğru genişleyince derhal sahildeki Karataş semtine yerleşmişlerdi. Bilinen şeydir zenginler bir yere yerleşince orta sınıf ona yakın olmak için derhal hareketlenir. Atlı tramvay ve vapur hatlarının da devreye girmesiyle Karataş’ın ilerisindeki köyler birden kıymete binmişti: Karantina, Göztepe, Kokaryalı.
Voltan’ın karışık bir nüfus barındıran en uzaktaki Kokaryalı’da bir yalıya yerleşmesi, derhal bir Türk kadınla evlenmesi ve Müslüman olarak Tevfik adını almasında İstanbul’da tutulduğu korkunun etkisi ne kadardır, kestirmesi kolay değil. Yalı güzeldir elbette ama hemen yakınındaki Poligon deresinin oluşturduğu bataklık, yaz boyunca süren koku ve bitmeyen sivrisineklerle kuşatılmıştır. Kaldı ki atlı tramvayın ahırları da Kokaryalı’dadır. Böyle düşünüldüğünde kente daha yakın, daha güzel bir noktaya yerleşme imkanı vardı kuşkusuz, ama o olabildiğince gözlerden uzak olmayı tercih etmişti.
1879’dan 1922’ye kadar geçen 43 yılda, Macar Tevfik Bey’in gündelik hayatına ilişkin hiçbir şey bilmiyoruz. Karısıyla ne kadar evli kaldı? Karısı öldü mü, yoksa boşandılar mı? Çocuğu oldu da öldü mü? Kısır mıydı? Yoksa hiç çocuk istemedi mi? Ne zamandan itibaren bir başına yaşamaya başladı o evde? Bahçe işleriyle uğraşır mıydı? Balığa çıkar mıydı? Öğrencilerinden başka ziyaretçileri olur muydu? Alemler yapılır mıydı yalıda? Yoksa tam bir inziva hayatı mıydı onunkisi?
Bütünüyle meçhul.
Buna karşın mesleki kariyeri ile ilgili kimi veriler var elimizde. Zamanının en parlak piyanistlerinden biri olarak bilinen, İzmirli zengin bir Ermeni ailenin oğlu Stephan Elmas’ın ilk hocası Macar Tevfik Bey’di ve onu doğrudan Liszt’e yönlendirerek Avrupa kariyerini başlatmıştı.
İstanbul’daki Mızıka-i Hümayun subaylarından Kemancı Haydar Bey’in bestelediği ilk Türk opereti olarak tarihe geçen ve 1886 yılında Şehzadebaşı’nda sahnelenen “Pembe Kız”ın armonisini ve orkestrasyonunu yapan da Tevfik Bey’di. Zaten 19. yüzyılda Türkiye’de çok sesli müzik tekniklerini kullanarak eser yazabilen ilk bestecilerdendi.
İzmir’de resitaller verdiğini, bir dönem İzmir Hamidiye Sanat Mektebi’nde öğretmenlik yaptığını, İzmir’in 45-50 kişilik orkestrasıyla konserler verdiğini biliyoruz. Kompozisyon çalışmalarında bulunan Tevfik Bey’in eserleri Macaristan, Fransa, İtalya ve Avusturya’da yayımlanmıştı.
İzmir’de 20. yüzyıl başında çok sesli müzik çalışmalarının önde gelen ismi ve Adnan Saygun’un ilk hocası olan İsmail Zühdü Bey, Macar Tevfik Bey’den piyano, kuram, armoni ve kontrpunto dersleri almış ve Kuvayi Milliye’ye katılmak için Ankara’ya giderken, öğrencisi Adnan Saygun’u Macar Tevfik Bey’e emanet etmişti.
O tarihte Fikri Çiçekoğlu, Adnan Saygun’un okuldan arkadaşıydı ve müzikle uğraşıyordu. Bir heves Adnan Saygun’un peşine takılarak piyano dersi almak için gitmişti Macar Tevfik Bey’in Kokaryalı’daki (o sıralar Reşadiye) evine. İyiki de gitmiş! Çünkü onun tanıklığı bugün elimizdeki en önemli belge.
Tevfik Bey, 70’ini geçmişti o sırada. Evin bahçesi hanidir kaderine terk edilmişti, tıpkı öğrencilerine bizzat kapıyı açan adamın boyası çoktan geçtiği için, tuhaf bir yeşile çalan saçları gibi. Çiçekoğlu’ndan takip edelim: “Tevfik Bey tıknaz, kısa boyluydu. Renkli çehresiyle kanlı canlı bir adamdı. Cildi daima yağlı bir krem sürülmüş gibi parlardı. Göz kapakları şişti. Koyu kırmızı topak gibi burnu ve altı üstü şiş gözleriyle ilk başta insanda alkolik tesiri bırakırdı. Halbuki alkol kullanmazdı.”
Macar Tevfik Bey büyük ihtimalle halk arasında gülleme denilen teşhisi kolay ama tedavisi zahmetli rozasea hastalığından muzdaripti. Bu hastalıkla ilgili yazılanlar şöyledir: Tekrarlayan burun ve çevresi sorunları nedeniyle burun derisi kaba bir hal almıştır. Gözler ve kirpik hattı kırmızı, tahriş olmuş ve şişkince olur. Yüzdeki kızarıklığı kontrol etmek amaçlı genellikle krem ya da jel formunda ilaçlar kullanılır. Güneşten korunmalı , sıcak banyo yapmamalı, soğuk-sıcak geçişleriden, aşırı egzersizden kaçınmalı, alkol almamalı… Hayatla bağının tavsamaya başlamasında yalnızlık kadar bu belalı hastalığın da etkisi var mıydı?
Birkaç basamakla çıkılan ve demir bir kapıdan geçilerek girilen evin girişinde, hemen sağda geniş bir çalışma odası vardı. Çiçekoğlu’ndan nakletmeyi sürdürelim:
“Biri akaju renkte konser piyanosu, öteki kapının yanında düz siyah piyano. Yüksek tavanlı bu odada birkaç koltuk, bir iki iskemle ile kırmızı Josefin kanepeden başka eşya yoktu. Ortadaki küçük masanın üzerinde, açık keman kutusunun kırmızı kadife örtüsü içinde kemanı duruyordu. Yanında da nota sehpası vardı. Yıpranmış çerçeveli fotoğraflarda sırmalı üniformaları içerisinde Avusturya-Macaristan subayları, Osmanlı Paşaları, zarif genç kızlar, süslü yaşlı kadınlar, gürbüz çocuklar görülüyordu. Beyaz perdeleri indirilmiş yüksek camlardan içeri giren gölgeli ışık, buraya tuhaf bir hava veriyordu.”
Tevfik Bey’in şişman gövdesinden beklenilmeyecek ince bir sesle ve “s”leri “ş” gibi söyleyerek konuşması ana dilinin Macarca olduğunun en büyük göstergelerinden biridir ve 40 yıl sonra bile Türkçe olarak derdini anlatmakta zorlandığında doğrudan Fransızca’ya geçmektedir. Şaşmaz bir ritüel olarak, her seferinde arada usulca odadan çıkar ve bir süre sonra elinde kahve tepsisiyle geri dönermiş.
1970’lerin başındaki malum imar hareketlerinden birinde Kokaryalı’nın yalıları tamamen yıkıldığı için, o sessiz evin kalanı, bütünüyle bir sis perdesi içinde bugün. Yine de 19. asırda İzmir mimarisine damgasını vurmuş sakız tipi evlerin sıra dışı bir örneği olduğunu öngörebiliriz. Giriş bir koridorla devam eder ve geniş aksta yaşama mekanları dizilidir. Ön ve arka cepheden ışık ve hava alan iki temel yaşama mekanına, arka bahçeye doğru uzanan bir servis kütlesi eklenmiştir. Bu kütlede mutfak, banyo, tuvalet ya da kiler gibi servis birimleri yer almaktadır. Tabii bir zemin kat da olmalı, binayı rutubetten ve ev sahibini yıllar içinde birikip bir türlü atmaya kıyamadığı eski eşyalardan korumak için. Evin bilinçaltı.
Çiçekoğlu’nun 1922’de ki gözlemleri Macar Tevfik Bey’in yaşamı üzerine, elimizdeki tek tanıklık. Adnan Saygun son öğrenci miydi? Yoksa başkaları da oldu mu? Ev ne zaman bütünüyle sessizliğe büründü ve Macar Tevfik Bey, tıpkı bir uçurumdan bakar gibi, kendi hayatının boşluğuna bakmaya, gölgelerle konuşmaya başladı? Kaç yıl geçti bu halde? O sefil bahçe ve giderek karanlığa gömülen ev, hangi yeni zenginleri, ne zaman rahatsız etmeye başladı? Semtin adı 1936 yılında bir kez daha değişip Güzelyalı olduğunda Tevfik Bey hala orada mıydı? Yoksa çoktan yoksul düşüp yerleştirildiği Darülaceze’de mi yaşamaya başlamıştı? Onca para kazanmış biri nasıl olup da bu kadar yoksul düşebilmişti? Yoksa yoksul düşmemiş de sadece kendine bakamaz hale mi gelmişti? Ya da daima bir yabancı olarak yaşadığı bu yerde birileri mallarına mı çökmüştü? Bilmiyoruz.
Bildiğimiz 1941 Nisan’ında, Almanlar orduları Avrupa’yı ele geçirmiş, Rusya’ya saldırmaya hazırlanırken (olan bitenin farkında mıydı acaba?) ölüp, kimsesizler mezarlığına gömüldüğü.
Serhat Öztürk- Türkinfo