2025. Kasım 18.
Türkinfo Blog Oldal 646

Macar Kentindeki Osmanlı’dan Kalma Cami Restore Ediliyor

Yakovali_Hassan_Mosque_1İstanbul ile birlikte Avrupa Kültür Başkenti unvanını taşıyacak olan Macaristan’ın Pecs şehrinde bulunan tarihi Peçevi Yakovalı Hasan Paşa Cami’nin restorasyon çalışmaları başladı. Meclis Başkanı Köksal Toptan ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın peş peşe yaptığı Macaristan ziyaretlerinde Pecs’de bulunan tarihi Peçevi Yakovalı Hasan Paşa Camii’nin restorasyonu gündeme gelmişti. Cihan, restorasyon çalışmalarının başladığı ve yakın bir zamanda da restorasyonun bitirileceği bilgisini aldı. Tarihi caminin bahçesinde bulunan Osmanlı mezarlarının da bozulmadan günümüze kadar geldiği kaydedildi. Yakovalı Hasan Paşa Camii’nin içinde bulunduğu Pecs şehri, İstanbul ile ortaklaşa 2010 Avrupa başkenti ilan edilmiş ve bu sebeple de şehrin içinde birçok yapılanma ve restorasyonlar söz konusu. Pecs (Osmanlıda Peçevi); Macaristan’ın güneyinde yer alan ve Baranya İlinin merkezi olan bir şehir. Şehir, Osmanlı zamanlı ordu garnizonunun bulunduğu strateji yerlerden olagelmiş. Geçtiğimiz Ekim ayından TBMM Başkanı Toptan buraya bir ziyarette bulunmuştu. Avrupa Kültür Başkenti 2010 İstanbul-Essen-Pecs’in bulunduğu ülkelerin Meclis Başkanları, Macaristan’ın Pecs kentindeki Baranya Bölgesi Belediye Başkanlığı binasında bir araya gelmiş ve proje çerçevesinde parlamentolar arası iş birliğiyle ilgili ortak bildiri imzalanmıştı. Bu ziyaretle birlikte burada yaklaşık 400 yıldır ayakta kalan ve Macaristan’da kullanılabilir tek cami olan Yakovalı Hasan Paşa Camii’nin restorasyonu mevzubahis olmuştu. Vakıflar Genel Müdürlüğü , ‘Osmanlı Coğrafyasındaki Her Şehirde Bir Eser’ projesi ile “Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Kırım’dan Afrika’ya birçok şehirdeki eseri restore” söylemiyle harekete geçmiş, bu kapsamda da Macaristan’dan Peçevi Yakovalı Hasan Paşa Camii ile Sgetvar Sultan Süleyman Camii restore programı içine alınmıştı.

PECS’TE KİLİSELEŞTİRİLEN GAZİ KASIM PAŞA CAMİİ Yakovalı Hasan Paşa Cami’nin yanı sıra Pecs şehrinde bir başka cami daha var: Gazi Kasım Paşa Camii. Fakat şehrin meydanında bulunan ve Pecs şehrinin sembolleri arasında gösterilen cami, sonradan kiliseye çevrilmiş ve hilalinin ortasına büyük bir haç yerleştirilmiş. Macaristan’da Osmanlı’dan kalan en büyük mimari eser olan Gazi Kasım Paşa Camii şu anda kilise olarak kullanılıyor. Caminin kubbesi, Hunyadi Yanoş heykeliyle yüz yüze Pecs’in en kalabalık meydanına bakıyor. Budin Valisi Gazi Kasım Paşa tarafından 1548-1551 yılları arasında yaptırılmış olan cami; altı sütun üzerine oturtulmuş yedi önemli Türk kültür varlıklarından birisi olarak kabul ediliyor ve de etkileyici manzarası nedeniyle turistlerin ilgisini çekiyor. Uzun bir tarihi geçmişe dayanan Türk – Macar ilişkilerinin daha da güçlendirilmesi amacıyla ortak kültür varlıkılarının işlendiği “Kültür Varlıklarımız” konulu pullar her iki ülke tarafından 02.12.2002 tarihinde satışa sunulmuş ve pullarda da Peç’teki Gazi Kasım Paşa Camii ile Tekirdağ’daki Rakoczi Evi’nin fotoğrafları yer almıştı.

AVRUPA KÜLTÜR BAŞKENTLİĞİ İLE BÜYÜK BEKLENTİLER 13 Kasım 2006’da Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği Kültür Bakanları tarafından resmen onaylanan bir karar ile İstanbul’un ve Türkiye’nin gelecek dört yıllık gündemi belirlendi ve İstanbul o gün resmen 2010 Avrupa Kültür Başkenti oldu. Jürinin 2006’nın Mart ayında Macaristan’ın Pecs ile Almanya’nın Essen kentleriyle birlikte İstanbul’un 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olabilmesi için verdiği karar, 13 Kasım 2007’de onaylandı ve yürürlüğe girmiş oldu. Avrupa Kültür Başkenti fikri ilk kez 1985 yılında dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri tarafından ortaya atıldı ve ilk başkent de Atina oldu. 2000 Yılına gelindiğinde AB bu konuda bir değişiklik yapmaya karar verdi ve bu unvanı hem birden fazla kente, hem de AB Adayı olan ülkelerin kentlerine vermeye başladı. Seçilmekle birlikte dünyanın gözü o kente çevriliyor ve bir yıl boyunca kente gelen turist sayısında çok ciddi bir artış ve buna bağlı olarak da ciddi bir maddi gelir elde ediliyor. AB adaylık sürecindeki Türkiye’nin, bu dönemde bir kültür başkentiyle büyük bir atağa geçmesi ve 2010’da İstanbul’a 15 milyon turistin gelmesi hedefleniyor.

Budapeşte

238736111121044511_lanchid_oroszlanErtesi gün Macaristan’ın başşehri Budapeşte’ye gitmek üzere yola çıktık. Macaristan’a girer girmez, gerçek bir Avrupa ülkesine geldiğinizi hissediyorsunuz. Yerleşim yerlerinden geçtikçe düzen ve intizam bizi şaşırtıyor. Özellikle yer üstünde hiçbir iletim hattının bulunmaması, elektrik, telefon direklerinin olmayışı çok hoşumuza gitti. Bu şehirlerde alt yapının çok sağlam olduğu her halinden belliydi. Budapeşte’ye varır varmaz, büyük bir şehre geldiğinizi anlıyorsunuz. İnanılmaz san’atlı ve süslü yapılar karşılıyor sizi. Türk konsolosluğunu ve oteli de bulduktan sonra, hemen şehir turuna başlıyoruz. Konsolosluk meşhur Kahramanlar Meydanı’na 5 dakika mesafede olduğu için, ilk olarak bu meydanı geziyoruz. Kahramanlar Meydanı, Budapeşte’nin kalbinin attığı yer aynı zamanda. Burada askerî ve millî törenler düzenleniyor. Bu geniş ve güzel meydanın etrafında mimarîsi çok güzel san’at galerileri yükseliyor. Hemen yanı başında da müthiş ve yemyeşil bir park var. Kahramanlar Meydanı’ndan aşağıya doğru uzanan geniş caddeden 45 dakika yürürseniz şehri Buda ve Peşte diye ikiye bölen Tuna nehrine varırsınız. Ve Tuna’nın iki yakasını bir araya getiren ve gece manzaraları harika olan köprüler görürsünüz. Çeşitli dönem ve tarzlarda inşa edilmiş kilise ve eski yapıların bulunduğu Buda kısmında bulunan kaleden diğer tarafı seyrederken, gözünüze ilk çarpan Tuna’yı birleştiren inci gibi işlenmiş köprüler, parlamento ve opera binaları oluyor.

Bir de Tuna Nehri üzerinde iki yaka arasında Margarita Adası bulunuyor. Margarita Köprüsünü kullanarak bu adaya geçiş yapabileceğiniz gibi, Kahramanlar Meydanı’nın bulunduğu Buda kısmından da aslanlı köprüyü kullanarak Peşte’ye geçebilirsiniz. Peşte’de kıyının hemen üstünde Gül Baba Türbesi yükseliyor. Osmanlı’dan yadigâr bir kaç eserden biri. Bir de iki adet Osmanlı hamamı var, Buda kısmında, millî parkın yakınlarında. Peşte tepesinde bulunan zeytin dalı tutan kadın heykeli de Buda yamaçlarından çok güzel görünüyor. Bizim İstiklal Caddesi’nin bir eşi de Budapeşte’de Vagi Utca denilen caddede bulunuyor. “Utca” Macar dilince cadde demek zaten. Vagi caddesi üzerinde kozmopolit bir havada yükselen keman sesleri eşliğinde tarih içinde bir yürüyüş yapma imkânı buluyorsunuz. Budapeşte için Avrupa’nın en romantik şehirlerinden biri denilir. Geceleri özellikle çok esrarengizdir. Tuna’yı birleştiren köprülerin gece manzarası görülmeye değerdir. Geniş caddelerinde çok güzel yürüyüş ve bisiklet yolları vardır. Burada en yaygın ulaşım araçları arabalardan sonra paten, bisiklet ve kaykaylardır. Özellikle gençler Budapeşte caddelerinde hep bu araçlarla seyrediyorlar. Bunun yanında hemen herkesin yanında gezdirdiği bir de köpeği var Budapeşte’de. Bu sebeple yürüyüş yollarının kenarları genelde köpeklerin hacet giderdiği yerler haline gelmiş. Ancak belediye elinden geldiğince temiz tutmaya çalışıyor buraları. Geniş caddelerde volta atarken, banklarda uyuyakalmış sarhoşlara rastlamak çok tabiî bir hadise burada. Akşamdan kalanlar günün çoğunu bu banklarda uyuklayarak geçiriyorlar. Tozlanmış tarihî binalar enteresan bir hava katıyor Budapeşte’ye. Binalar hep heykellerle bezeli, binbir suratlı heykeller üzerlerindeki tozdan bezmişcesine kendilerine bakan gözlere tarihi anlatıyor sanki. Bir de park kenarlarını süsleyen inek heykelleri var buranın. Hemen her köşede farklı ve rengârenk bir inek heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Bu da belediyenin yeni bir hizmeti. Macarlar başşehirlerini süslemeyi çok seviyorlar anlaşılan. Turistler de bu heykellerin yanında poz veriyorlar. Heykeller işe yaramış gibi…

Bir de tarihin en eski metro ağı bulunuyor Budapeşte’de. Çok karmaşık olmasıyla ünlü bir metro hattı var şehrin. Şehirde ulaşım sorunu bulunmuyor. Geniş caddelerden vızır vızır geçen motosikletler zaman zaman rahatsız etse de, hoş bir asalet akıyor sokaklardan şehre.

En merkezî caddelerden birinde boylu boyunca Türk büfeleri uzanıyor. Macaristan’da Türk mafyasının çok güçlü olduğunu öğreniyoruz bu arada. Birçok bar ve kafenin işletmesi de Türklere aitmiş. Türk büfelerinde gönlünüzce karnınızı doyurabiliyorsunuz. Zaten Macar yemekleri de bize pek hitap etmiyor. Bu açıdan Türk büfelerinin varlığı insanın içini rahatlatıyor. Bu büfeleri Török kelimesinden anlayabilirsiniz. Török, Macar dilinde Türk demek zira.

Mimarî ve heykel san’atları bakımından Avrupa’daki bütün san’at akımlarının izlerini Budapeşte’de bulmanın mümkün olduğu söylenir. Ki bu durum kendini çok güçlü bir şekilde hissettiriyor.

Bütün bu özelliklerine rağmen, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun üç yadigârından Prag, Viyana ve Budapeşte kıyaslandığında, çoğu kişinin “Budapeşte de neymiş?” dediğini duyar gibi oluyorum. Zira Prag ve Viyana daha iyi korunmuş ve daha gerçek anlamda san’at ve tarihin hayat bulduğu şehirlerdir. Ancak Budapeşte’nin de kendine özgü bir havası olduğu da kabul edilmelidir herhalde.

Umut Yavuz

Yeni Asya

Kula kulesi

kulatoronyKula kulesi Szabadbattyán köyü Sárvíz (Türkçesi Çamursuyu) bataklıklarının yanında bulunur. İlkçağlardan bu yana burada Tuna ötesini güneydoğudan kuzeybatıya kesen eski bir ticarî yol uzanırdı. Bu yol İtalya’dan kuzeybatı Avrupa’ya doğru giden yoldu. Sárvíz geçidi yanında bulunan iki tepenin birisinde 13. yy’da büyük olasılıkla Tatar istilasından sonra, üç katlı kule biçiminde bir bina inşa edilmişti. Kulenin batı tarafında iki giriş kapısı vardı. Bunlardan birisi zeminde, diğer ikisi de ahşap basamaklarla çıkılan birinci katta idi. Kuleden 6-7 m uzaklıkta su arkı ile çevirdiği taş duvar uzanmıştı. 1543’te Türkler Székesfehérvár’ı fethedince kuleyi yıktılar. Székesfehérvár Osmanlı’nın uç kalesi olduktan sonra, sürekli Macar saldırıları nedeniyle yeniden inşa edildi. Türk çağında kule çevresinde bayındır bir köy ortaya çıktı. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Battyán Kalesi’ni dörtgen şekli, küçük palanka, bir kapılı kasaba olduğunu anlatıyor. İçinde yüz ahşap çatılı ev, cami, ambar, askerî deposunun bulunduğunu bildirmekte. Eski kayıtlarda Türk askerlerinin sayısının sürekli azalması yazılmakta. 1568’de 109, 1631’de ise 58 kişinin burada bulunduğu bildirilmekte. Türkler Macaristan’dan ayrıldıktan sonra küçük kale eski ehemmiyetini kaybettiğinden dolayı çehresi gittikçe bozuldu. 1981’de restore edilmiş kulede Fejér Megyei Múzeumok’un Türk Çağı’ndaki eserlerinin sergisi açıldı.

Imre Adorján

Dün, bugün, yarın… İşte Budapeşte…

Budapest,_St._Stephen's_Basilica_C16

Budapeşte’yi biraz da İstanbul’a benzettim. İstanbul Boğazı’nın kenti ikiye bölmesi gibi Budapeşte’yi de Tuna nehri ikiye bölüyor. Tuna’nın bir yakasında Buda öte yakasında ise Peşte var. İkisinin birleşimiyle Budapeşte oluşmuş. Budapeşte’de ciddi bir tarihi zenginlik var. Ama bu tarihi zenginlik Prag veya bazı İtalyan şehirleri gibi bir anda fark edilmiyor. Ancak ilk 24 saatinizin ardından şehri hazmederek gezmeye başladığınız zaman ince bir perdenin arkasında müthiş bir tarihi zenginlik olduğunu fark ediyorsunuz Fotoğraf makinesindeki teknolojik gelişim gördüklerimizi daha kolay, daha ekonomik kalıcılaştırmaya yaradı. Digital kameralar çıkmadan önce otuz altılık negatif filimler kullanırdık. Ne kadar bol fotoğraf çekseniz de taş çatlasa 200’ün altında bir sayıda fotoğraf çekerdiniz bir seyahatte… Tabii bu yazdıklarım benim deneyimlerimin ürünü. Şimdi digital kameralar sayesinde korkusuzca fotoğraf çekebiliyor insan. Hafıza kapasitesi geniş olmasının yanında geniş bir başka alternatifiniz de gündüz aldığınız görüntüleri akşam bilgisayara aktarıp ertesi gün devam ediyorsunuz… O kadar çok fotoğraf çekiyorsunuz ki usta olmasanız da aradan güzel kareler çıkıyor… Dün yazımı yazmadan bilgisayarı açıp Budapeşte görüntülerini inceledim. İncelerken fark ettim ki her fotoğraf karesi pek çok ayrıntıyı sizlere anımsatıyor. Çok fazla yazılı not tutmadan yazı yazmak bu sayede daha kolay olabiliyor.

Daha önce de sizlerle paylaştım. Macaristan’ın başkenti Budapeşte, orta Avrupa’da Prag ve Viyana’nın gölgesinde kalmış bir şehir. Halbuki en az onlar kadar da ilk akla gelmeyi hak ediyor. Dünyanın değişik köşelerinden sayısını anımsamayacağım kadar çok şehir gezdim. Her şehrin bıraktığı iz başkadır insanda. Her şehir kendine özgüdür. Ama o kendine özgülükle birlikte öteki şehirlerle kıyas yapmak kaçınılmaz oluyor yine de…. Budapeşte’yi biraz da İstanbul’a benzettim. İstanbul Boğazı’nın kenti ikiye bölmesi gibi Budapeşte’yi de Tuna nehri ikiye bölüyor. Tuna’nın bir yakasında Buda öte yakasında ise Peşte var. İkisinin birleşimiyle Budapeşte oluşmuş. Budapeşte’de ciddi bir tarihi zenginlik var. Ama bu tarihi zenginlik Prag veya bazı İtalyan şehirleri gibi bir anda fark edilmiyor. Ancak ilk 24 saatinizin ardından şehri hazmederek gezmeye başladığınız zaman ince bir perdenin arkasında müthiş bir tarihi zenginlik olduğunu fark ediyorsunuz. *** Hiç kuşkusuz bu yazımda sizlere Budapeşte ile ilgili tarih bilgisi aktarmacılığı yapmayacağım. Budapeşte, dünü, bugünü, yarını çok kolay anımsatan bir şehir. Altıncı yüzyılda Orta Asya’dan gelmiş ataları. Orta Asya’dan gelmişlik ilk anda doğal olarak Türk kökenliliği akla getiriyor. En görkemli anıtlardan biri olarak kahramanlar meydanındaki heykeller Orta Asya izlerini çok açık yaşatıyor. Ama konuştuğumuz hiçbir Macar, Orta Asya’dan yola çıkmışlıkla “Türk kökenliyiz” demedi.

Şehre en hakim nokta Buda tarafındaki kale. Oradan baktığınız zaman hem Buda hem de Peşte adeta ayaklarınızın altındadır. O noktadan bakınca Tuna üzerine dizilmiş köprüleri, parlamento ve opera binalarını öncelikle fark ediyorsunuz. Tuna’nın ortasındaki küçük adada farklı bir çekiciliğe sahip. O küçük ada sanki de akarsunun ortasına bırakılan taş gibi. Sıçrayıp üzerine basıp karşıya geçecekmiş hissini veriyor insana. Buda yakasında Türk hamamlarının restore edilenleri de rehberlere tarafından anımsatılıyor.

Budapeşte, on milyon nüfuslu Macaristan’ın iki milyon nüfuslu başkenti. Ülke tarihinin izlerini ağırlıkla Budapeşte taşıyor. Bu tarihi izde farklı rejimlerde yaşananlar da var mutlaka. Macaristan’la ilgili yazılanlara göz atıyorum. “Macaristan’da 32 yıl boyunca iktidarda kalan Janos Kadar, en parlak dönemini yetmişli yıllarda yaşadı. Parti Lideri ve Devlet Başkanı olmadan önce “dönek” olarak nitelendirildiği için Stalinistlerin hapishanelerinde sürünen, işkence gören Kadar, 1956 yılında girişilen Komünizm karşıtı devrimi engellemekle de suçlanmıştı. İktidar koltuğuna oturduktan sonra bu koltuğu çok seven ve sıkı sıkıya sarılan Janos Kadar, daha sonra halkına, tüketimin rahatlığına karşılık siyasi alanda sessiz kalma alternatifini sundu ve Macarlar da bunu itirazsız kabul etti. Diğer doğu bloku ülkeleri, Kadar’ın Macaristan’da yerleştirdiği bu yarı kapitalist diye adlandırılabilecek sisteme biraz da dalga geçerek “Gulaş Komünizmi” dediler (Gulaş tadı bizim yahniyi andıran bol soğanlı bir et çorbasıdır ve Macaristan’ın en ünlü geleneksel yemeğidir). Karizmatik bir lider, alçak gönüllü ve rahat bir adam olan Devlet Başkanı Kadar, halktan gibi davranır, örneğin metroya binerdi, bu yüzden de halk O’nu çok severdi. Macaristan’ın 1989 yılında Anayasası’ndan Komünist Parti’nin önderliği maddesini çıkarıp, seçimlerin dört yılda bir yapılmasına karar vermesi Janos Kadar’ın bitmez tükenmez iktidarının da sonu oldu. Bu arada Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında askerlerini Macaristan’dan çekeceğine yönelik güvence vermesi ülkenin bağımsızlığının altını çizerken, 1945 yılından bu yana ilk demokratik seçim de 1990 yılında yapıldı ve altı parti birden parlamentoya girdi.”

Macaristan, 2004 yılında Kıbrısla birlikte AB üyesi olan ülkelerden biri. Yabancı yatırımcılar yatırım içi Macaristan’ı sevdi. Macaristan AB yolunda ilerlerken 30 milyar EURO yabancı sermaye çekmişti. Günlük yaşamda sosyalizmin izleri iyice silindi. Avrupa’da Londra’dan sonra en eski metro Budapeşte’de. Sosyalizm günlerinin alt yapı yatırımları bugünkü hayatın kolaylığında yine etken. Şehirde tarihi mimari yanında modern mimari de fark ediliyor. Hatta modern mimari il donanmış caddelerin ucundaki tarihi eserler eski ile yeninin harika bir uyumu olarak dikkat çekiyor. Peki insanlar bu değişimden ne kadar memnun… Bir garsona sordum… Yanıtı öncesi sözü futbola getirdi doğrudan: “2002 dünya kupasından beri Türkiye’nin futboldaki gelişimi izliyorum, Avrupa Şampiyonası’nda da Türkiye taraftarıydım. Futbola mücadeleyle güzellikler getirdiler” dedikten sonra devam etti: “Avrupa Birliği’nin güzel yanları günlük hayatımızda yok denecek kadar az. Ya da özellikle pahalılık bazı güzellikleri görmemizi engelliyor. Bu düzende parası olan her şeyi alabiliyor, her şeyi yapabiliyor. Her geçen gün zengin ve yoksul olmak üzere iki kesim oluşuyor.” Bu arada öğrendim ki mağazalardan çalışanların aylık maaşı 400 EURO. Öğretmenleri ise 600-700 EURO maaş alıyor. Budapeşte caddelerinde yürürken batılılaşmanın izleri kolay görülüyor. Ünlü bir telefon markasını dans ederek tanıtan gençleri durup izledim. Yabancı yatırımcılara tanınan vergi muafiyetinin oldukça uzun bir döneme yayılması, Macaristan’ı dış yatırımcı için cazip hale getirirken, bilim ve teknoloji alanında çalışan ucuz ve nitelikli iş gücünün çokluğu da Macaristan’a yabancı sermayeyi çekiyor. … Budapeşte blok değişimi olarak nitelenen değişimin sıkıntılarını hâlâ çekebilir. Ama şunu çok net olarak gördüm ki Budapeşte’de barışçıl, uzlaşı kültürü iyi, bozulmamış, yozlaşmamış kültürel bir yapı var. Budapeşte görülmeye değer bir orta Avrupa şehri kısaca…

Hasan Hastürer Kıbrıs Gazetesi

Tarihi izlerine baktım, bugüne ve geleceği düşündüm…

PARLAMENT

Orta Avrupa’da ilk akla gelen başkentler Prag ve Viyana… Her ikisini de gezdim, gördüm… Ama dünkü gözlemimden sonra anladım ki Budapeşte de an az Prag ve Viyana kadar ilk akla gelmeyi hak ediyor. BUDAPEŞTE- Önceki gün geldiğim Budapeşte’den sizlerle paylaşmak için izlenim edinmem gerekiyordu. Dün fırsatını yakaladım ve Budapeşte’yi çabuk da olsa bir gezdim. İlk geldiğim gün bana çok sıradan bir şehir izlenimi vermişti. Önceki akşam yemeğine giderken şehri geceyi karşılarken gördüm… Otele dönerken ise karanlığın içinde aydınlatılmış tarihi dokunun şehre inanılmaz bir güzellik kattığını fark ettim. Dün de gündüz gözüyle gezdim. Tarihi izlerine baktım, bugüne ve geleceği düşündüm… İzlenimlerimi en geniş şekliyle Pazar günü sizlere aktarmak isterim. Bugün birkaç nokta ile yetinmek isterim.

Dün Budapeşte’yi gezerken eski doğu bloku ülkeleri diye tanımlana çok sayıda ülkenin Avrupa Birliği’ne hızlandırılmış bir süreçle neden aldıklarını sorguladım kendi kendime. Daha önce de bu soru aklıma gelmiş ama üzerinde çok durmamıştım. Budapeşte’de sorumn yanıtını buldum sanırım. Sovyetler Birliği ile birlikte Sosyalizm de çöktü. Ama batıdaki korkusu hala silinmedi. Rusya, ideolojik olarak Sovyetlerin mirasına talip olmadı. Ama güçlenerek ABD ve en genel anlamıyla batıya rakip olacağı kaygısı var. Rusya, eski sovyetler birliği modelinde bir büyüme hedeflemiyor. Ama etki alanını geniş tutma eğilimi çok net görülüyor. Sovyetler Birliği çöktükten sonra eski bloğun bir kısmı Avrupa’da bir kısmı ise orta asyada kaldı. Rusya elini çabuk tutmaya fırsat bulmadan, eski doğu bloku ülklerinin Ukrayna hariç neredeyse ötekilerinin tümü Avrupa Birliği genişleme alanı içine alındı. Polonya hariç ötekiler büyük ülkeler değil. Ama şurası da bir gerçek hazırlıklarının kusursuz tamamlamadan AB ailesine alındılar. Bence ana hedef bu ülkeleri AB ailesine dahil etmekten fazla Rusya’nın kontrol alanına girmelerinin önünü tıkamaktı. Avrupa’da batılı ülkeler eski doğu bloku ülkelerini kendi kamplarını çekmeyi başardı. Asya da ise batı başarısız oldu, Rusya oralarda oldukça etkili.

Budapeşte’de çok net olarak komünizm karşıtlığını gördüm. Dünyanın en görkemli parlamento binalarından biri sayılan Macaristan parlamentosunun önünde ortası yırtık bir Macaristan bayrağı dikkatimi çekti. Sordum. Yanıt: “ 1956’da komünizme karşı yapılan devrim sırasında bayrağın ortasındaki komünizm simgesi yırtılıp atılmıştı. Bu yırtık bayrak o mücadeleyi ve başarısız da olsa devrimi anımsatıyor. 1946’da komünizme geçen Macaristan o başarısız devrimde çok evladını yitirmiş, çok değerli insanlar da Macaristan dışına kaçmıştı.” Budapeşte medeniyetlerin buluşma yeridir. Dokuzuncu yüyılda orta asyadan gelenlerce kurulan Macaristan, tarihinin tüm evrelerini sahip çıkmaya çalışırken komünist dönem aynı özen ya da objektiflikle savunulmuyor.


Dün öğrendim dünyanın en büyük ikinci sinagogu Budapeşte’de. New York’taki sinagogun oturma kapasistesi 5000 dolayında, Budapeşte’dekinin ise üç bin dolayında. İkinci dünya savaşında Almanlar tarafında Macaristan’da öldürülen Yahudi kökenli Macarların sayısının 600 bin olduğu ifade edildi. Altı yüz bin kayba rağmen Yahudilerin Macaristan’daki izi sürüyor. Ünlü Sinagogları, katoliklerin çoğunlukta olduğu Macaristan’ın başkent Budapeşte’de çok dikkat çekici konumda. Sırdan bir sinagogdan öte bir misyonla kapılarını açık tuttuğu anlatıldı. … Budapeşte’ye Pioneer’in yeni ürünlerinin tanıtımı için geldim. Bir yana pioneer’in teknolojideki müthiş açılımlarıyla tanışma fırsatı bulurken her bakımdan müthiş zenginliğe sahip Budapeşte’yi görüp tanıma bakımından önemli mesafe aldım. Orta Avrupa’da ilk akla gelen başkentler Prag ve Viyana… Her ikisini de gezdim, gördüm… Ama dünkü gözlemimden sonra anladım ki Budapeşte de an az Prag ve Viyana kadar ilk akla gelmeyi hak ediyor. Günün sözü: Her uygarlık kendi imzasını eserleriyle atar.

Hasan Hastürer, Kıbrıs Gazetesi

Buda’dan Peşte’ye (2) – Nedim Gürsel

Budapeşte’yi tanıtan Batılı yazarlar Osmanlı yönetimindeki bu topraklarda yalnızca kan dökülmediğini, örneğin şiir ve musikinin baş tacı edildiğini bilmiyorlar. İmparatorluğun ikbal günlerinde, yani Macaristan’ın sınırları Adriyatik kıyılarından Transilvanya’ya, Bohemya’dan Karadağ’a dek yayılırken parlamentosu da bu geniş coğrafyaya egemen bir devlete yaraşır boyutlardaymış. Derken, bir gece içinde, hacmi ve görkemi olmasa da, milletvekili sayısı azalıvermiş.

Macaristan nüfusunun beşte üçünü kaybetmiş çünkü, bugünkü sınırlarının içine çekilirken soydaşlarının bir kısmını Transilvanya, Sırbistan ve Hırvatistan topraklarında bırakmış. I. Dünya Savaşı yenilgisinin ertesinde bu ülkeyi Romanya, Sırbistan ve Çekoslavakya arasında paylaştıran Trianon anlaşmasının günümüze dek uzanan siyasi sonuçları olduğunu düşünüyorum. Peşte’nin kenar mahallerinden birindeki otelimden çıkıp sıvaları yer yer dökülmüş, merkezde olmadıkları için çoğunun cepheleri yenilenmemiş, komünizm yıllarını anımsatan ezici, taş yapılar boyunca yürüdükten sonra altı numaralı tramvaya bindim.

Paris bulvarlarını anımsatan caddenin orta yerinden Tuna’ya doğru hızla ilerledik. Gül Baba’nın türbesi Lokantalarla şık kahveler, vitrinleri dolduran binbir çeşit Macar salamlarıyla Fransa Kralı XIV. Louis’ye “Şarapların kralı” dedirten, irili ufaklı şişeleri içinde canım Tokay şarapları geçiyordu camdan. Yalnızca şarapların kralı değil aynı zamanda bir kral şarabı da olan bu beyaz şarap, nehir kıyısında yediğim gulaş çorbasından ibaret öğle yemeğime eşlik etti.

Sonra meşe ve kayın ağaçlarıyla kaplı Margit Adası’nı karaya bağlayan köprüden Buda’ya geçtim. Oradan da, Török Utza’yı (Türkler Sokağı) ardımda bırakıp yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın girişimi ve katkılarıyla onarılan Gül Baba’nın türbesindeydim az sonra. Efsaneye göre Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine 1541 yılında kalkıp buralara dek gelen Gül Baba, Merzifon kökenli bir Bektaşi şeyhiymiş. Külahında gül taşıdığı için bu lakapla anılıyor.

Ölümünden sonra, padişahın da hazır bulunduğu cenaze namazını kıldıran Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin izniyle bu tepeye gömülmüş. Misali mahlasıyla şiirler de yazan Gül Baba’nın türbesi, birkaç kaplıca ve hamamı saymazsak, bu coğrafyada Türklerden kalan tek yapı. Yok sayılan miras Mohaç Savaşı’ndan sonra 150 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Buda’dan söz eden Fransızca rehberlerin neredeyse tümü bu dönemin Macar tarihinin en karanlık dönemi olduğunu, kültür ve sanat alanında dişe dokunur hiçbir şey yapılmadığını yazıyor. Anımsıyorum, bir zamanlar sosyalist olan Balkan ülkelerinde de benzer bir söylemle karşılaşmıştım. Geri kalmışlıklarının nedeni olarak Osmanlı’yı görüyor, Türklerin buralarda bıraktığı kültür mirasını yok sayıyorlardı.

Oysa Macar ulusal edebiyatının kurucusu, bu dilde yazan ilk şair Balint Balasi üzerine Edit Tasnadi ve Dursun Ayan’ın birlikte hazırladıkları bir kitap geçti elime. 16’ncı yüzyılda yaşayan Balasi yalnızca İtalyan rönesansının değil, Osmanlı şiirinin de etkisinde kalmış. Türkçe bildiği, Türk halk şiiri tarzında şiirler de yazdığı anlaşılıyor. Hatta tasavvuf düşüncesine bir hayli aşina. Ne var ki, genç yaşında Türklere karşı savaşırken ölmüş. Budapeşte’yi tanıtan Batılı yazarlar Osmanlı yönetimindeki bu topraklarda yalnızca kan dökülmediğini, Gül Baba’nın külahında taşıdığı barış güllerininin gönüllerde de açtığını, şiir ve musikinin baş tacı edildiğini, örneğin Budin Paşası Yahyapaşazade Arslan Paşa’nın Şifalı mahlasıyla şiirler yazdığını, yakın çevresindeki Yahya Bey’in o devrin en önemli mesnevi yazarlarından biri olduğunu bilmiyorlar. Biz de onlara bir türlü bu gerçeği anlatamıyoruz. 21’inci yüzyılın başında 450’nci doğum yıldönümü kutlanan Belasi, Türkçe “Gerekmez Dünya Sensiz” ezgisine göre yazdığı şiirinde “şahane hazinem, güzel kokulu kırmızı gülüm” diye sesleniyor sevgilisine. Dileyen, rengini kandan değil aşktan alan o gülü Gül Baba’nın türbesinde bugün de görebilir.

NEDİM GÜRSEL – Milliyet

Budapeşte’yi nasıl bilirsiniz?

gulbabaGecen hafta rotayı Budapeşte’ye çevirdik. Ülkeye erken adım atmak için Macaristan Havayolları Malev’le İstanbul’dan yola çıktık. Boeing 737-400 uçaklarıyla yaptığımız seyahatte, kabin içindeki hizmet ve ikram hoştu. Özellikle business classta önde her iki taraftan birer koltuğun iptal edilerek uçağa biniş ve inişin daha rahat hale getirilmiş olması dikkatimi çekti. Gerçekten bu uygulama ön taraftaki anlamsız yığılmayı, tıkış tıkış olmayı hafifletiyor. Malev’le Budapeşte Havalimanı’na varıncaya kadar havada geçen kısa zamanımız harikaydı.

Gezi planımız da hazır olduğundan Macaristan’a ayak basar basmaz, şehri turlamaya başladık. Budapeşte’deki Türk seyahat acentesi Green Travel International’dan Osman Selimoğlu daha terminalde bize Macaristan’ın en maceralı hikayelerini anlatmaya koyulunca, keyfimiz ve heyecanımız katlandı. Osman, Budapeşte’ye gidenlere rehberlik ediyor. Özellikle Türk turistler onun rahle-i tedrisatından geçiyor, ama ne geçiş. Yaklaşık 10 yıldır Macaristan’da dilini, kültürünü hıfzetmiş. Ayrıca Macaristan’da çok sayıda da Türkoloji okumuş insan var. Onlar da rehber olarak imdadınıza yetişiyor.

Ancak, bir Türk’ün sizi Estergon Kalesi’ne götürmesiyle, Macar’ın rehberlik etmesi arasında dağlar kadar fark oluyor. Mesela, arabayı bindiniz, Estergon’a doğru yol alıyorsunuz. Araçta nasıl bir müziğin çalması sizi heyecanlandırır? Yanınızda Osman varsa, tok sesli bir Türk solistin Estergon Kalesi marşıyla kaleyi içerden bir kez daha fethini gerçekleştirebilirsiniz. Bizim Türk turistler çok akıllı ve zeki olduklarından ve de asırlar önce buraya gelmiş bulunmanın hazzıyla bazen Macar rehberlere de ukala tavırlarla soru soruyorlarmış. Bir Macar rehber kıza, yol kenarındaki bir kiliseyi gösterip sormuş bizim vatandaşın birisi; ‘Bu kilisenin adı ne?’ Rehber biraz düşünmüş ‘Joseph Kilisesi’ demiş. Biraz sonra bir kilise sorusu daha gelmiş. Rehber, ‘Siz İstanbul’daki her caminin adını biliyor musunuz?’ şeklinde soruya, soruyla cevap vermiş. Fakat, o da ne, yolun kenarında devasa bir kilise daha.

Bizim Türk yine kendini tutamayıp ‘Bu kilisenin adı ne?’ diye tekrar sormuş. Kız Joseph Kilisesi cevabını verince de; ‘Ya siz de hepsini Joseph’e mal ediyorsunuz? İki kilisenin adı Joseph olur mu?’ demiş. Rehber kız, ‘Lütfen beyefendi o birinci Joseph idi, bu ise II. Joseph Kilisesi, arada 500 yıl var.’ demiş ve bizimkini susturmuş. Aslında iki kilisenin adı Joseph değilmiş.

Yanınızda bir Macar rehber olursa, Gül Baba Türbesi’ni bir azizin yatırı gibi anlatır. Bizim Osman varsa, derviş gibi hikaye eder. Macar Budapeşte’nin tarihini ve geleceğini, Osman ise kendi geldiği zamanı ve geçmişini hikaye eder.

Güntay Şimşek – Sabah

Buda’dan Peşte’ye I.

dunaTuna Nehri’nin iki yakasındaki yerleşim alanlarından oluşan Budapeşte, Orta Avrupa’nın en alımlı kentlerinden biri Ortasından ırmak geçen Orta Avrupa kentlerinin çoğu gibi Budapeşte’nin “şato”su da kayalık bir tepeye tünemiş, aşağıda bulana durula akan Tuna’ya bakıyor. Strauss’un valslerindeki kadar mavi değil Tuna, hatta hiç değil. Belki akışı hâlâ hızlı ama suları çamur renginde.

İster istemez Nâzım Hikmet’in dizeleri düşüyor aklıma: “Gökte bulut yok / Söğütler yağmurlu / Tuna’ya rastladım / Akıyor çamurlu çamurlu.” Nâzım bu kente geldiğinde, Tuna’yla tanıştığında Macaristan halkı komünizme karşı ayaklanmamıştı henüz, görünürde her şey yolundaydı. Ama yalnızca görünürde. Stalin öleli bir yıl olmuş, insanlığın kurtuluşu uğruna işlenen cinayetleri, yapılan işkenceleri gün ışığına çıkaran Kruşçev raporu henüz yayımlanmamıştı.

Budapeşte sokaklarında Sovyet tanklarına karşı “Artık yoldaş değiliz!” diye haykırmıyordu insanlar. Evliya Çelebi de dolaşmıştı Buda kalesinden Macar ovasına bakıyorum. Yemyeşil ve düz uzayıp gidiyor göz alabildiğine. Bu ovayı sulayan ırmağın nice kentten, taş köprülerin altından geçtikten sonra Karedeniz’e döküldüğü geniş deltayı düşünüyorum.

Bir zaman olmuş Evliya Çelebi de dolaşmıştı oralarda. Ve gördüğü manzaradan etkilenip abartarak. Gemiyle inmek isterdim bu ırmağa, Karadeniz’e döküldüğü yere dek Orta Avrupa boyunca batıdan doğuya doğru kendimi suyun akışına bırakmak isterdim. Berlin Duvarı yıkılıp “Mittel Europa” dediğimiz kavram ortaya çıktıktan sonra, bir dönem Osmanlı egemenliğinde kalan bu coğrafyayla yeniden tanıştık çünkü, Tuna’nın suladığı ülkelerin kültür ve sanatlarıyla daha bir içli dışlı olduk, yazarlarını, ressamlarını keşfettik.

Duvar yıkılmadan önce TKP’nin merkez komite üyelerinin dışında pek kimsenin uğramadığı Budapeşte’de yaşayan Türklerin sayısı bugün 2 binden fazla. Evet, nice su aktı köprülerin altından, dünya değişti. Macaristan Avrupa Birliği’ne tam üye artık, liberal dünyanın bir parçası. Bizse hâlâ kapıda bekliyoruz. Egemenlik simgesi Aşağıda nehir gemileri bir gidip bir geliyor. Rıhtıma bağlı olanlar da var, turist gezdirenler de. Bir dönemin yandan çarklı gemileriyse bu yöreye, Karpatlar’dan Alpler’e dek uzanan bu uçsuz bucaksız topraklara “şato”dan hükmeden Habsburg Hanedanı gibi tarihe karışmış çoktan. Koskoca bir dünya, sarayları, orduları, tüm şatafatıyla sanki çamurlu suyun dibini boylamış. Bir zamanlar çifte monarşinin, yani Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun siyasi merkezi olan “şato”, işlevini yitiren nice saray gibi, turist kalabalığından başka kimsenin uğramadığı bir müze görünümünde. Kristal avizeli salonlarında soylular vals yapmıyor artık, yalnızca Macar ressamların tabloları sergileniyor.

Mohaç Savaşı’ndan sonra Osmanlı egemenliğine giren Budin, “şato” ve kalenin çevresindeki eski evlerle kiliselerden, bir de turistlere eşya satan dükkanlardan ibaret. Karşıda, çelik putrelli taş köprülerin altından akan Tuna’nın sol kıyısı boyunca lüks otelleri, art nouveau binaları, kalabalık caddeleri ve makas değiştirirken yalpalayan tramvaylarıyla Peşte yayılıyor. Konumu itibarıyla ırmağın iki yakasındaki yerleşim alanlarından oluşan Budapeşte, Orta Avrupa’nın en alımlı kentlerinden biri. “Tuna’nın İncisi” sıfatını fazlasıyla hak ediyor. Buda’dan bakıldığında ilk göze çarpan yapı parlamento binası. Yeni gotik üslubu, sivri kuleleri ve soğan biçimindeki kubbesiyle Westministre’ı andırıyor biraz. Hatta ona özenerek tasarlandığı da söylenebilir. 19’uncu yüzyılın sonlarında, Macaristan çokuluslu bir imparatorluğun parçası, daha doğrusu kurucu unsuruyken, mimar Imre Steindl tarafından inşa edilmiş. Ve 1896’da büyük meclis Macar devletinin kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla bu binada toplanmış. Bugün 10 milyon nüfuslu küçük ülkenin üzerinde bol bir elbise gibi duruyor.

NEDİM GÜRSEL

Macar yemeğine can dayanmaz

halaszleMacar yemeğine can dayanmaz Budapeşte gezisini anlatan yazımın ilk ikisinde Buda’ın asırlık sokaklarını, korumaya alınmış yüzyıllık evleri, Tuna’yı süsleyen köprüleri, Peşte’nin geniş caddelerini, her biri birer mimarlık harikası olan binalarını, meydanlarını anlatmıştım. Son yazıda sıra en heyecanlı konuya, yeme ve içmeye, lokantalara ve pastanelere geldi. Eğer Buda’yı, Peşte’yi ve Tuna Nehri’ni aynı kare içinde görmek isteseniz, kentin en yeşil bölgelerinden biri olan Gellert Tepesi’ne tırmanmanız gerekiyordu. Aslında yokuş, yeşillik, geniş virajlar çizen bir yoldu.

Ben arabayla çıktığım için, yürüyerek tırmanmanın ne kadar zor olduğu konusunda bir yorum yapamayacağım. Tepe dediysem yüksekliği topu topu 300 metreydi. Gellert Tepesi, Budapeşte sosyetesinin tercih ettiği semtlerden biriydi. Bunda sanırım muhteşem manzarası başrolü oynuyordu. Zirvedeki parktan görünüş gerçekten de muhteşemdi. Sol tarafta saray, katedral, kale duvarları ile Buda, sağ tarafta parlamento binası, geniş caddeleri ile Peşte ayaklar altına serilmişti. Tuna ise geniş kıvrımlarla, iki yakanın arasında nazlı nazlı akıyordu. Köprüler birer kolyeyi andırıyordu. Uzaklarda Magrit Adası’na ve Gül Baba Türbesi’nin olduğu tepeye pus oturmuştu. ‘Eteklerindeki her şeyi küçülten tepe, sadece kenti bütün büyüklüğü ile gösteriyordu…’ Tepe adını, Venedik Piskoposu Gellert’ten almıştı.

1000 yılında Macaristan’ın ilk kralı Szent İstvan, halkını Gellert’in de yardımıyla Hıristiyan dinine inandırmıştı. Kralın ölümünden sonra kentte Hıristiyan olmayan halk ayaklanmış, Gellert’i bir fıçıya koyup, tepeden aşağıya Tuna’ya yuvarlamışlardı. Sonraları tepenin yamacına, fıçının düşüp parçalandığı kabul edilen yere bir anıt yapılmıştı. Venedikli Gellert buraya dikilen heykelinde, elinde haçıyla Budapeşte’yi kutsuyordu sanki. TUNA’NIN ADASI Kentte görülmesi gerekli bir başka yerde Magrit Adası’ydı. Tuna’nın ortasında, bir mekiği andıran görüntüsüyle bu ada, ağaçlarla gölgelenmiş bir sığınaktı. Adaya Magrit Köprüsü’nden gidiliyordu. 11. yüzyılda burası dinsel inziva için kullanılıyordu. Dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek isteyenler buraya sığınıyorlardı. Bu sığınmacılardan biri de, adaya adını veren Kral IV. Bela’nın kızı Magrit’ti. Moğol istilasından korkan kral, bu tehlikenin geçmesi için kızını adak adamıştı. Moğollar gidince sözünün arkasında duran kral, kızı Magrit’i dokuz yaşındayken burada yaptırdığı manastıra kapatmıştı. Talihsiz kız ölünceye kadar bu adada kaldı. Kilise 1943 yılında Magrit’in azize olduğuna karar verdi. Söylentiye göre, daha sonraki yıllarda Osmanlılar bu adayı bir ‘safahat yuvası’na dönüştürdüler. 1896’da halka açılan ada, şimdi hafta sonu pikniklerinin yapıldığı, sağlık koşularının ve yürüyüşlerinin düzenlediği huzurlu bir parka dönüşmüştü.

Kentte son gittiğim yer Gül Baba Türbesi oldu. Türbe Gül Tepesi’nde, sekizgen bir yapıydı. Hemen yanında, Gül Baba’nın bir heykeli duruyordu. Belki de mevsimsiz gittiğimden etrafta pek gül fidanı göremedim. Bazı kaynaklar Gül Baba’yı şöyle tarif ediyorlardı: ‘Merzifonlu bir Bektaşi fakiri. Fatih zamanından beri her savaşa gönüllü girdi. Başına taktığı gülden, beline kuşandığı kılıçtan başka malı yoktu…’ Baba’ya saygılarımı sunup, tepenin dönemeçli dar sokaklarından tekrar Magrit Köprüsü’ne indim ve Budapeşte sokaklarını arşınlamaya son verdim. Gezinin en lezzetli bölümüne, yani yeme-içme kısmına gelirsek!..

Eğer kilo ve kolesterol sorununuz varsa Macar yemeklerinden uzak durmalısınız. Tatlar bizim damağımızın pek yabancısı sayılmazdı. Zaten 150 yıllık Osmanlı işgali ülke mutfağını etkilemişti. Balkan ve Orta Avrupa, özellikle Alman mutfaklarının etkilerini de görmek mümkündü. Aslında yemekler özenli, süsleme sanatına uygun yemekler değildi. Sulu, taşra işi ama oldukça lezzetliydi. Yani bol ekmek banacak cinstendi. Macarlar birçok ülkenin yaptığı gibi, turistler yiyemez diye yemeklerini modernleştirip, tatları bozmamışlardı. Yemeğin orijinali neyse öyle bırakmışlardı. Macar yemeklerinin değişmez malzemelerinin başında, paprika denen kırmızı biber geliyordu. Bu biberin kullanılmadığı yemek yok gibiydi. Paprika bildiğimiz türden ‘gavur acısı’ bir biber değildi. Acı paprika, ağızda rahatsız etmeyen hafif bir acılık veriyordu. Tatlı paprika ise yemeğe daha çok renk ve koku katmak için kullanılıyordu. Bu biberler aynı zamanda, turistlerin en çok rağbet ettikleri hediyelik eşyaların başında yer alıyordu. Küçük torbalar, seramik kaplar içinde, yanlarında tahtadan oyulmuş küçük biber kaşıklarıyla satılan paprikalar, turistler tarafından adeta kapışılıyordu. Darısı Kahramanmaraş’ın lezzetli biberine, Urfa’nın İsot’una demekten kendimi alamadım.

ANA MALZEMELER

Macar yemeklerinde biberden başka kullanılan ana malzemeleri şöyle sıralamak mümkündü: Yeşil biber, lahana, soğan, domates, domuz yağı, et, tavuk, hindi ve av etleri. Hemen hemen tüm yemekler, bu ana maddelerin çeşitli şekilde pişirilmesinden oluşuyordu. Macar yemeği denince hemen akla gelen gulaş, aslında çorba anlamında kullanılıyordu. Tavuklu, balıklı, etli gulaş bu mutfağın değişmez başlangıç yemeğiydi. Diğer önemli bir tüketim maddesi de kaz ciğeriydi. Sıcak ve soğuk olarak yediğim kaz ciğerlerinin, Fransa’da yapılanlardan daha lezzetli olduğunu söyleyebilirim.

Göl ve dere balıkları ise bana çok tatsız tuzsuz geldi. Bu balıklar daha çok, bol acı paprika ile yapılan çorbalarda kullanılıyordu. Yemeklerin hemen hepsi bol sulu ve sosluydu. Onun için insanın eli durmadan ekmek sepetine gidiyordu.

Etler genellikle, soğanla kavrulmuş patates veya şekerle tatlandırılmış ekşi kırmızı lahana eşliğinde servis ediliyordu. Macar salamı, biberli kalın sosisler, jambonlar da Macar mutfağının en lezzetli malzemelerini oluşturuyorlardı. Sabah kahvaltılarında tabağımı bu şarküterilerle doldurmayı asla ihmal etmedim. Budapeşte’de, Kehli adlı restoranda yediğim en ilginç yemek, ‘Velöş Csont’ denen ilikli kemik oldu. Masaya kızarmış ekmek ve dövülmüş, paprikayla renklendirilmiş sarmısak eşliğinde koca bir kemik geldi. Kızartılmış ekmeğe önce sarmısağı sürdüm. Sonra üstüne, kemiğin içinden çıkardığım ilikten bir miktar koyup afiyetle yedim. Ağır ama çok lezzetli bir yemekti. Macar lokantalarında porsiyonların çok büyük ve doyurucu olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.

PORSİYONLAR

Eğer Fransa’da olduğu gibi giriş, başlangıç ve ana yemek yemeğe yeltenirseniz, masadan mide fesadına uğramış bir vaziyette kalkarsınız. Onun için bir ana yemekle yetinmenizi öneririm. Eğer birkaç kişi gittiyseniz, hepiniz ayrı bir yemek ısmarlayıp, paylaşabilirsiniz. Böylelikle bir çok yemeği tatmış olursunuz. Bir başka önerim de, bu ağır yemekleri öğle yemeniz konusunda olacak. Akşamları ise eğer bulabilirseniz, hafif yemeklerle geçiştirmekte yarar var.

Lokanta ve pastanelere gelirsek: Erzsebet Caddesi üstündeki New York Cafe, kentin en önemli kahvesi ve lokantası. 1894 New York Sigorta Şirketi’nin binası olarak yapılmış. Kahveye dönüştükten sonra aristokrasinin, sanatçıların özellikle yazarların vazgeçemediği bir mekan olmuş. Bir diğer önemli mekan da, yine geçen yüzyıldan kalan Gundel lokantası. Uzun önlüklü garsonların hizmet ettiği tarihi lokantada, Çigan müziği eşliğinde Macar mutfağının gerçek tatlarını bulabilirsiniz. Yemek sonrasında içine badem konulup üstü çikolata sosu ile kaplanan krepin -Gundel Palacsinta- mutlaka tadına bakmalısınız.

Mokus Caddesi’ndeki Kehli’de ise büyük porsiyonlarda otantik Macar yemeklerini tadabilirsiniz. Alışveriş caddesi Vaci’deki Fatal’da soğuk çilek çorbası ile tahta tabaklarda servis edilen ev yemeklerini öneririm. Eski Buda’da, Kale civarındaki Fortuna ve Alabardos’u da ihmal etmemek gerekir.

Son olarak kente gelen herkesin bir kere uğrayıp kahve içmesi ve tatlı yemesi gereken, asırlık Gerbeaud Pastanesi’nden söz edeceğim. Vörösmarty Meydanı’nda, İsviçreli şekerci Emil Gerbeaud tarafından kurulan bu pastane, şıklığı ile göz kamaştırıyor. Eğer buraya yolunuz düşerse, kestane püresi ile Dobos adlı pastadan yemeyi ihmal etmeyin. Budapeşte, önüne ardına gün eklenmiş bir hafta sonu için ideal adreslerden biri. Bir kenara not etmenizi öneririm.

Mehmet YAŞİN

Macaristan’da Gezi ve Kamping Yaşamı

hAvrupa’da Gezi ve Kamping Yaşamı Benzeri zor görülebilecek bu geziyi okurken; her ülkeyi kendiniz görmüş, her heykele kendiniz dokunmuş, her sahilde kendiniz güneşlenmiş gibi hissedeceksiniz. Gezgin’ den ve 1de1.com ‘dan sizler için… (Yazının Macaristan bölümü) Sabah saat 05:00 ‘te kalkıp araca otogaz alarak yola devam ettik. Viyana’ya uğramadan şehir dışından Budapeşte’ye doğru yolumuza devam ettik. Viyana – Budapeşte arası 250 kilometre olduğundan Avusturya hudutları dahilinde otoban kenarındaki parka girerek sabah kahvaltımızı yaptık. Parktaki ağaçlarda armutlar olmaya başlamıştı. Saat 08:30 ‘da Macaristan sınırına geldik. Pasaport kontrolünden sonra gümrükçüler yolumuza devam edebileceğimizi söylediler. Araçta herhangi bir arama yapmadılar. Araç için Macaristan otobanı haftalık yol kuponu aldık. Aracın sol üst kısmına yapıştırılan kupon için 1400 Forint ödedik.

Sınırdan Budapeşte’ye kadar olan 200 kilometrelik yol boyunca hiçbir yerleşim alanı görmedik. Budapeşte girişinde trafik durmuştu. Sol şeritten giden son model bir araç otoban koruluklarını aşarak ağaçlara yan yaslanmış durumdaydı ve aracın üst kısmı tamamen ezilmişti. Olay yerinde cankurtaran ve itfaiye bulunuyordu. Trafik yavaş yavaş akarken sağ tarafta “danışma” işaretini gördük. Saat 09:30 olmasına rağmen danışmada kimse bulunmuyordu. Yarım saat kadar bekledik. Internetten çıkardığım kampingin nerede olduğunu öğrenmek istiyordum. Hiçbir şey öğrenemeden ayrılmak zorunda kaldık. Artık anlayın nasıl bir danışma bürosu. Yalnız, Budapeşte’nin gezilecek yerlerini gösteren bir broşüre sahip olduk. Sorarak kampingi aramaya koyulduk. Kampingin şehir dışında olduğu, diğer kampinglerinde aynı konumda olduğunu söylediler. Budapeşte’de kalmak için iki kamping belirlemiştik. İlk olarak Budapeşte merkezden 40 kilometre uzaklıktaki Sztendere‘deki kampinge gittik.

Internette sahibi Eva ile yazışmıştık. Yazışmaları hatırladı ancak yazışmamızda belirttiği fiyatın üstünde teklifte bulundu. Fiyatı uygun bulmadık. Hem de şehir merkezinden çok uzaktaydı. Her gün tren çekilmezdi. Tekrar Budapeşte’ye gelerek Zugligeti Niche Camping‘e yerleştik. Üçümüz de çok yorgunduk. Kızım çadırı kurmaya yardım etmeden çimen üstünde uyumaya başladı. Eşim yemek hazırlığına girişti. Bugün havanın çok sıcak olması yorgunluğumuzu artırdı, sanki pestilimiz çıktı. Yemekten önce birer adet aspirin aldık. Yemek yer yemez uykuya giriştik. Ben yatmadan evvel uyku ilacı almayı tercih ettim. Niche Camping Adres : 1121 Budapeşte – HU Zugligeti ut. 101 Telefon : +36 2008346 e-mail : camping.niche@matavnet.hu Web : http://www.campingniche.hu/ Niche Camping Gecelik ücret; Kişi 850 Forint, Oto 750 Forint, Çadır 500 Forint (Büyük çadır 900 Forint’dir ), Elektrik 450 Forint Ölçüleri 2.000 x 1.800 mm olan çadırlar küçük ölçekli sayılmaktadır. Bizim çadırımız bu boyutlarda olduğundan 500 Forint’lik ödeme yaptık.

Kamping tamamen geniş yapraklı yüksek ağaçlarla kaplı, dolayısıyla gökyüzünü görme imkanınız yok. Kamping alanında yer bulmakta zorluk çektik. Zorla diğer çadırlar arasında bizlere yer açtılar. Birçok Avrupalı aile ve genç Budapeşte’yi görmek için buraya akın etmişler. Kampingde lokanta da var. Her zaman sıcak suyu akan banyo bulmanız mümkün. Her yer tertemiz. Haddinden fazla görevli hizmet işlerini yapıyor. İlk geldiğimde çadırı kurduktan sonra banyoya gittim. Yorgunluktan olsa gerek pantolonumu banyoda unutmuşum. Biraz sonra geldiğimde pantolon yerinde yoktu. Kamping müdüriyetine müracaat etmeme rağmen yazlık pantolon bulunamadı.

Niche Camping ve lavaboları Budapeşte’de ilk gün programsız olarak gezmeyi önerdiğimde aile fikrimi kabul etti. Görünüşe göre gezmek istiyordum. Daha doğrusu bu bir soluklanma kabul edilebilir. Budapeşte hakkındaki dokümanlar kızımın çantasındaydı. Zaman zaman dikkati çeken notları bizlere aktarıyordu. Bir ara, “Budapeşte’de her zaman yağış olur” cümlesini okudu. Ben de “Bu mevsimde yağış olur mu?” diye yanıt verdim. Sabah ilk olarak kalktım ve çay suyunu koydum. İstanbul’da olduğu gibi çay demlemiyoruz. Hem zaman alıyor hem de ayrı bir damak tadına varıyoruz. Kahvaltımızı kuş sesleri arasında gayet kuvvetli yaptık. Kahvaltı bittiğinde, yazın ortasında müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Yağmura karşı yanımıza şemsiye almamamızın cezasını daha ilk günden çekmeye başladık. Eğer bir kez daha Budapeşte’ye gidecek olursam, muhakkak şemsiye alacağım.

Elimizdeki notlara göre, Budapeşte’nin devamlı yağışlı olduğunu okumuştuk ama yazın en sıcak mevsiminde yağmur yağmasının imkansız olduğunu düşünerek şemsiye almamıştım. Dolayısıyla çadır içinde zaman geçirmeye çalıştık. Ama nasıl yağıyor, tarif etmek imkansız. Arada sırada şimşekler çakıyor ve ardından çok kuvvetli bir gök gürültüsü geliyor. Şansızlığın bu kadarına da pes doğrusu. Halbuki, bugün şehrin Buda kesiminde dolaşmak istiyorduk. Yağmur saat 14:00 ‘e kadar devam etti. Üşüdüğümüzden sıcak bir çorba içtik ve hemen yola koyulduk. Kampingin çıkışında 158 numaralı otobüslerin durağı bulunuyor. Kampingin olduğu bu hattaki en son otobüs durağı. Otobüs durakta bekliyordu. Kampta herkese otobüslerin hareket saatlerini bildiren ilan vermişlerdi. Vaktinde durağa gittik. Durakta hiç kimsede bilet olmadığından, Buda’ya kadar 10 kilometre yürüdük.

Bu arada hafif hafif yağmur yağmaya başladı. Moskova meydanına yürüdük. Yola çıktığımızdan beri İstanbul’a telefon açmamıştık. Gazete bayiinden telefon kartı alarak, Türkiye’deki tanıdıklar ile hasret giderdik. Eşimin “Şu an Budapeşte, Moskova meydanından telefon ediyorum” diye telefonda konuşmaya başlaması dikkatimi çekti. Yağmur devam ettiğinden kapalı bir yer aradık ve bulduk. Elbise, ayakkabı ve giyim eşyalarının satıldığı büyük bir mağaza olan Mammut‘a girdik ve birkaç şey satın aldık. Genelde fiyatların yüksek olduğunu söyleyebilirim. Burada bir işçi veya bir memur, aylık olarak takriben 85.000 Forint alıyor.

Mağazalarda mallar çok kalitesiz. Budapeşte, Moskova Meydanı Sakalları uzamış, hırpani tipli, yanında köpeği ile dolaşan pek çok insana rastlıyorsunuz. Ama katiyen dilenmiyorlar. Yani şarapçılar ve tinerciler haddinden fazla görülüyor, şehir merkezi olduğu için dikkatimizi çekti. Bu arada temiz giyimli, kravatlı beylerin de köpeklerini gezdirdiklerini görebilirsiniz. Herhalde burada köpekle birlikte yaşamak bir tutku.

On gün Budapeşte’de kalacağımızdan, haftalık seyahat kartı aldık. Bir kişi için haftalık seyahat kartı 1.950 Forint’tir. Bu kart ile geçerli olduğu süre içinde; metro, troleybüs, tramvay ve otobüse istediğiniz gibi biniyorsunuz. Zaman zaman kontrol memuru gelerek kartlarınızı kontrol ediyor. Seyahat kartlarını günlük, üç günlük, haftalık ve hatta yıllık olarak satın alabiliyorsunuz. Günlük bilet aldığınızda otobüse bindiğiniz araç girişindeki bilet iptal makinelerinden faydalanıyorsunuz. Otobüse girişte biletlerinizi muhakkak iptal edin. Kontrol geldiğinde cezalı duruma düşebilirsiniz. Budapeşte’nin trafiği çekilecek gibi değil, yollar çok kötü. Tahmin edebilim ki tüm araçların rotları bozuktur. Bu yollarda son model arabalara yazık oluyor. Eski model araçlar ise bu yollara alışmışlardır. Burada rot ve balans işi yapan bir iş yeri büyük paralar kazanabilir. Dünkü çok sıkı yağmurdan sonra bugün hava pırıl pırıl.

Hava güzel olduğundan, sabah kamping çevresindeki kuşların cıvıltısı, ormanı şenlendiriyordu. Hiçbir program yapmadan Buda’ya indik. 158 numaralı otobüsümüz Moskova meydanında son durak yapıyor. Erken saatlerde genellikle açık renk elbiseli insanlar bir yerden bir yere koşturuyorlar. İşlerine koşturan bu insanlar, sıkıntılı trafikte dolu otobüs ve tramvaylarda yol alıyorlar. Her şeye rağmen araçlar trafik kurallarına uyuyor. Şehir içinde turist aracı görmeniz imkansız. Araçta zaman kaybı ve park sorunu, kısa zamanda çok yer görmek isteyen turistlerin araçları ile gezmelerini engelliyor.

Budapeşte’deki Margit köprüsünün ortasından, sol ve sağ görüntüsü St. Matthias Kilisesi İlk olarak Margit köprüsünü gördük. Buda tarafında, yemyeşil çevrede, düzenli ağaçlar arasından geçerek St. Matthias kilisesine gidiyoruz. Turlara ait turist otobüsleri yol kenarında, gezi yapan turistleri bekliyorlar. Kilisenin kapısından girişte, iki kişi keman ile solo yapıyor. Yukarıya çıktığımızda turistlerin bolluğundan hayrete düştük. Matthias kilisesi muhteşem bir yapı ve çevre düzenlenmesi kilisenin ihtişamını bir kat daha artırıyor. 1471 yılında Kral Matthias ilk kez bu kilisede tacını giydiğinden, kilise Matthias ismi ile anılıyor. Kiliseye giriş kişi başı 500 Forint olup içerideki müzeyi de ücretsiz gezebilirsiniz. Meryem Ana kilisesi olarak ta bilinen kilisede çok kıymetli dini ve tarihi eşyaları yakından inceleyebilirsiniz. Tabii bu ayrı bir merak ve bilgi konusudur. Kilise girişinde Cuma günü kilisede yapılacak org konserinin ilanları bulunuyor. Kilisenin bir şapelinde de Osmanlı’dan kalma dev bir tespih bulunuyor. Ayrıca Macaristan Kraliyet ailesinin yeraltı mezarları da burada bulunuyor. Birkaç kilometre yürüdükten sonra “Kraliyet Sarayı” çevresine geliyoruz. Saraya teleferik ile çıkmak mümkün. Teleferik ile çıkış kişi başı 400 Forint. Turlar bu yolu kullanıyorlar. Biz, biraz yorucu olmasına rağmen ağaçlar arasından döne döne yukarı çıkıyoruz. Her yükselişte şehri panoramik olarak seyrediyoruz.

Kraliyet sarayının mimarisi gerçekten muhteşem. Sarayın orta kısmını dikdörtgen şeklinde bir meydan oluşturuyor. Çevre düzenlemesinde tarihi mekan ön plana çıkıyor. Sarayın çeşitli bölümleri müzelerden meydana gelmiş. Tarih Müzesi, İşçi Hareketi Müzesi ve Müzik Tarihi Müzeleri gezilebilir. [5] Yüzlerce turist çevrede fotoğraf ve film çekmekle meşguller. Gezilerini resimlendirmek arzusundalar. Tepedeki bu saraydan Tuna Nehri üzerindeki köprüleri ve Peşte’yi seyretmek çok zevkli oluyor. Tuna Nehri sapsarı rengi ile dikkat çekiyor. Nehir üzerindeki büyük ve küçük kapasiteli tekneler, hem yük taşımacılığı hem de turistik geziler yapıyorlar. Öğlen yemeğimizi; o da ton balığı ve kola, parkta oturarak yedik. Sayılı günler çabuk geçiyor. Hava bazen güneşli, bazen bulutlu oluyor. Yağmur yağdığında, muhteşem Budapeşte bir kimsesiz şehir halini alıyor.

Parklarda köpekleri ile bir ağaç altına sığınan alkolikler, evsiz barksız aileler insanı hüzünlendiriyor. Güneşli günlerde boylu boyunca banklara uzanmış insanlar zaman öldürüyorlar. Tüm kişiler parklarda boylu boyunca uzansalar da yeşillikler arasında sizlere de yer vardır. Parklarda yatan bu insanların bir çoğu hastalıklı ve yara bere içindeler. Çevrelerinden geçen insanlar ilgisiz ve umursamazlar. Muhteşem Budapeşte’nin insanlara sunabileceği bu görüntülerle sarsıcı duygulara kapılıyorsunuz. Akşam üzeri, çalışmayan veya emekli olan kişiler muhakkak, eğer varsa köpekleriyle parklara doluyorlar. Parkların çok bakımlı olduğunu belirtmek isterim. Bazen bankta iki yaşlı bay birbirlerine hararetli bir şeyler anlatıyorlar. Buadapeşte’deki süpermarketlerde kalitesiz ve çok pahalı mallar satılıyor. Marketler genellikle bomboş. Alım güçleri ekonominin hareketlenmesini etkiliyor.

Budapeşte’de en dikkat çekici unsur; her sokak ve caddede birkaç kitap satış evi bulunması. Kitapçılarda muhakkak birkaç kişi bulunuyor ve kitapları ayak üstü tetkik ediyorlar. Bazı kitapevleri ise, belirli bir türün kitaplarını satıyor. Özel konularda kitap satan bu kitapçıların da çok müşterisi var. Şehrin her yerinde bayan kuaförlerinin çokluğu göze batıyor. Kadınlar giyim ve bakımları ile kendilerine çok dikkat ediyorlar. Erkek berberi görmedim, varsa da çok az olsa gerek. Budapeşte gezimizde Margit ve Szechenyi köprülerinden sık sık geçtik. Szechenyi köprüsü çelik konstrüksiyon olup girişlerinde büyük boylarda mermerden aslan heykelleri var. Bu köprü bir mühendislik harikası. Onu gerçekten çok sevdim; her geçişimde onu sevdim, okşadım. Szechenyi Köprüsü’nün muhteşem gece görüntüsü Budapeşte’yi ikiye ayıran Tuna Nehri üzerinde dokuz adet köprü saydım. Nehrin üzerinden geçerken her iki yöne bakarak hoş görüntüleri keşfedebilirsiniz.

Hatta eşinizi de yanınıza alarak bir hatıra fotoğrafı çekmeniz mümkün. Vaci Utca’yı gezmek önemlidir. Burası şehir merkezi olarak biliniyor. Gençler Vaci Utca’yı çok seviyorlar. Bir yanda sokak çalgıcıları bir yanda sokak ressamlarının bulunduğu bir mekan. Bakımlı bayanlar bilhassa burada piyasa yapıyorlar. Çiftler akşam eğlence programlarını bu mekanda yapıyorlar. Budapeşte’nin açlık ve sefaletini bir an da olsa görmemek ve hissetmemek için önemli bir yer.

Vaci Utca Buda Kalesi, aslanlı köprünün tam karşısında. Buda Kale Sarayı’nın haşmetinden büyük zevk alacaksınız. Buda Kalesi, uzaktan Buda Kalesi, içeriden Karşı taraftaki Parlamento Binası da muhteşem görüntüsü ile ayaklarınız altında. Kraliyet sarayında fotoğraf makinesindeki son filmi çekmiştim. Fotoğraf makinesi filmi geri sarmakta direndi. Japon malı makineden ancak Japonlar anlar diyerek Japon aramaya koyuldum. Birinin Japon olduğunu hissettiğimiz üçlü gruba yaklaştık. Gruba yaklaşırken herhangi bir lisanı tercih etme aşamasındayken aramızda Türkçe konuşuyorduk; üçlü gruptan biri, “Siz Türk müsünüz? ” dedi. Bu üç kişiden biri Japon diğer ikisi de Macar olup Ankara Üniversitesinde Macar ve Türk Dili üzerine öğrenim görüyorlarmış. Biraz sohbet ettik. Fotoğraf makinesinin arızasını gideremediler. Sonra aşağıya indiğimizde bir Fotex mağazasının karanlık odasından filmi temiz olarak çıkardılar. Parlamento Binası’nın muhteşem görünümü Yine bir gün Peşte’de St. Stephan bazilikasına giderken; kızım karşıdan gelen iki kızdan birinin blue jeanini görerek ”Bu kotun aynısı ben de var” diye annesine söylerken, iki kız birden “Siz Türk müsünüz?” diye sordular. Kızların yanında aileleri yoktu, uzun boylu konuşmadık. Onlar da Budapeşte’yi gezmeye gelmişler. Bu iki olay dolayısıyla yabancı bir ülkede isterseniz yalnız kalmayabileceğinizi anlıyorsunuz.

St. Stephan Heykeli St. Stephan bazilikası herkesin bildiği basit bir kilisedir. Girişte ücret aldıklarından “herhalde bir özelliği vardır” düşüncesi ile önden eşimi içeriye yolladık. Girmesi ile çıkması bir oldu. “Kazıklandık” diye feryat ediyordu. Yine de buraya gelmemizin bir faydası oldu. Kilisenin girişinin üst tarafında altın harflerle yazılı Latince cümle günümüzün dinlenme anlarında fikir yürütmemizi sağladı. Kilisenin ihtişamına uygun deyim “Hayatın gerçeği insanın içindedir.” Anlamı hakkında fikir yürüterek iyi vakit geçirebilirsiniz. Akşam deyim yerinde ise turşu gibi kampinge döndük. Kampinge gelirken Moca kahve almıştım. Kahveyi içmeden evvel bir duş alıp çadırların yanına geldiğimde eşimin ve kızımın çadırda uyumaya başladıklarını gördüm.

Kahveyi içerken bir kaç not daha çıkardım. Ben de bir şey yemeden aspirin alarak erkenden uyumak için yatağa girdim. Niche Kamping, Zugliget caddesinin sonunda bulunuyor. Hemen kampingin yanı başında Buda’nın en yüksek tepesine çıkan teleferik var. Kamp yerini bulmak için teleferik istasyonu çok önemli bir mihenk taşı. Caddenin aşağısına doğru Amerikan, Kanada ve Cezayir konsolosluklarına ait malikaneler bulunuyor. Binalar ve binaların çevre düzenlemeleri çok güzel. Amerikan konsolosluğu, Parlamento Binası’nın bulunduğu meydanda. Binanın etrafı sivil ve resmi polis kaynıyor. Bu caddede araç geçişleri trafiğe kapalı. Kampingler için bir not düşmek istiyorum. Bir kere kamping, şehir merkezine yakın olmalıdır. Bu gezileriniz için zaman kazandırır. Ne kadar gecelik ücret ödeneceği de mühimdir. Ve daha da önemlisi sivrisineklerin olup olmadığıdır. Bu alternatiflere göre seçme olasılığı olduğuna dikkat edilmelidir. Peşte’de gezilecek yerlerden biri de Hösök Meydanı (Kahramanlar Meydanı) ve çevresidir.

Moskova meydanından otobüse binerek Nyugat‘e geldik. Oradan da metroya binerek Varosliget’e ulaştık. Bizler buraya gelirken hakikaten zorluk çektik. Yazı dizisinin mantığının dışına çıkmamak için anlatmıyorum ama Varosliget’e nasıl gidileceğini yazıyorum. Varosliget’te Güzel Sanatlar Müzesi, Modern Sanatlar Müzesi, Botanik Bahçesi ve hamamlar bulunmaktadır. En azından beş saatinizi alacak bir gezi alanıdır. Çok büyük parkında da dinlenme olanağı buluyorsunuz. Çimenlere sereserpe yatabilirsiniz. Hösök Meydanı İlgi alanım dolayısıyla; meydandaki zafer anıtlarını fotoğrafladıktan sonra Güzel Sanatlar Müzesi’ni ziyaret ettik. Müze binası dışarıdan görülmeye değer. Fakat iç kısımda sergilenen resimlerin, benim müzecilik kültürümle uzaktan yakından alakası yok. Alt katta Etrüsk, Grek, İtalyan ve Mekadonya kazılarına ait bulgular sergileniyor. Kazıları yapanlar hakkında uzun uzun bilgi verilmiş. Bir bölümde de Mısır’da yapılmış kazıların bulguları bulunuyor. Güzel Sanatlar Müzesi’nde bu tür sergilemenin olmasına mantığım erişmiyor. Bununla birlikte seramik ve tunç bulgular dikkat çekiyor. Bu arada bir iki tane kırık dökük heykel de bulunuyor. Diğer katlarda bazı Macar ressamlarının İsa ve havarilerine ait yüzlerce yağlı boya resim var. Güzel Sanat Müzesi’nin tam karşısında, meydanın diğer tarafında Modern Sanatlar Müzesi bulunmaktadır.

Eşim ve kızım çok yorgun düştüklerinden burayı tek başına gezmek zorunda kaldım. Bu müzede Pazusyl isimli bir ressam beni çok etkiledi. Bu ressamın ismini kafanızın bir yerine koyun. Bu kişi için kocaman bir alan ayırmışlar, burada yüzlerce eseri sergileniyor. Kara kalem ve çini mürekkeple çalışıyor. Dünyayı nasıl da güzel hicvediyor. Olmaz böyle şey. Bu tip sanatkarlar Dünyayı değiştirmekte etken olacaklardır. Modern Sanatlar Müzesi’nde, Rozsda (1913 – 1999) isimli ressamın da Macar toplumunda çok önemli yeri olduğunu eserlerinden anlayabilirsiniz. Bu kişi için özel çıkarılan kitabın “yok” sattığını öğrendik. Vitrinde bir kitabı kalmıştı. Rica etmemize rağmen satın alamadık. Meydanın bir ucunda Szechenyi kaplıcaları bulunuyor. Söylendiğine göre Avrupa’nın en büyük ve en sıcak (77 derece santigrat) termal banyoları buradaymış. Banyo ve kaplıcaları kullanmadık. Varosliget meydanına girişte Türk elçiliği bulunuyor. Bembeyaz binanın önünde Macar bir görevli nöbet tutuyor. Tüm Budapeşte’de birçok turizm bürosuna rastladık ama bu büroların hiçbirinde Türkiye’de tatil yapılması için bir broşür görmedik. Bu işlerin elçiliklerin görevi olması gerekmez mi? Budapeşte’ye gidince “Gül Baba” ‘ya gitmemek mümkün mü? Böyle düşünerek Török caddesinden yokuş bir yoldan yukarıya tırmandık. Gül Baba Türbesi oldukça yüksek bir yerde.

Buradan Parlamento Binası’nı görmek de mümkün. Türbenin etrafı çok güzel düzenlenmiş ve giriş ücretli. İstanbul’da yüzlerce benzer türbe gördüğümüzden içeri girmedik. Gül Baba Türbesi’ni gezdikten sonra Tuna Nehri’ni ayıran Margit adasına gittik. Hava yine kararmaya başladı, buna rağmen ada içinde ilerledik. Yine muhteşem bir park ile karşı karşıyayız. Macar’lar bu işleri çok iyi yapmışlar ve koruyorlar. Spor yapan gençler, şehrin dışında temiz hava soluyorlar. Park dönüşü gökyüzü boşalmaya başladı. Üzerimizdeki elbiselerin yedeği bulunmuyordu. Eşim çamaşır yıkamış ve asmıştı. Tüm çamaşırlar ıslanmıştı. Bu kampingde çamaşır makinesi kullandığınızda önemsiz bir miktar ücret ödüyorsunuz. Eşim Budapeşte’ye veryansın etti. Akşam yağmur dinmişti ama çamaşırlar su içindeydi. Sabaha kadar yağmur yağmadı ama ormanın nemi yüzünden çamaşırlar kurumamıştı. Üzerimize giyecek bir şey kalmamıştı.

Yoksa Budapeşte sevenlerinden hırsını böyle mi alıyordu? Budapeşte’de uygun olabilecek Eva’nın kampingi hakkında bilgi vermek istiyorum. Pap Sziget Kamping Adres : Pap – Sziget, 2000 Szentendre Pap Sziget e-mail : campinguin@matavnet.hu

Bu kamping, Budapeşte’ye gelirken Szentendre şehrinde nehir kenarında kalıyor. Budapeşte’ye 22 kilometre kala kampinge uğramakta fayda var. Yalnız, devamlı çalışan trenler ile Budapeşte’ye gideceksiniz. Kampingin ücreti bizim şartlarımıza göre, geceliği 24 DEM idi. Bizim Niche Camping’e gecede 30 DEM ödedik. Pap Sziget kampingi çok daha büyük ve kaliteli. Irmak kenarı olmasından dolayı belki sivrisinek vardır. Universum Camping isimli bir kamping yeri daha var ama yorgunluktan bu yeri aramamıştık (e-mail: vince01@mail.matav.hu).

Çadır kurduktan sonra yer değiştirmek pek mümkün olmuyor. Programımıza göre; Gellert tepesinden son bir defa Budapeşte’yi izledik. Muazzam panoramik görüntü ile vedamızı gerçekleştirdik. Ayrıca Gellert tepesinde 45 metre yükseklikte Özgürlük Anıtı bulunuyor. Tuna Nehri’nin ikiye ayırdığı Budapeşte’yi açık hava müzesi olarak değerlendirmek mümkün. Gezerken gördüğüm her şey benim için ilginçti. Bir sokak kapısının motifi, bir binanın cephe tasarımı, tarihi olan bir apartmanın girişinden mutluluk kapabilirsiniz. Bir de Vaci Utca’da bir yudum şarap içmişseniz, mutluluğu yakalamışsınız demektir. Muhteşem ve ihtişamlı Budapeşte’yi bir kez daha görmek üzere, hoşçakalın. Budapeşte’nin Viyana (Wien) yoluna girdiğimizde yağmur başlamıştı. Otoban üzerindeki benzin istasyonlarında otogaz olmadığını öğrendiğimizden benzin alarak yolumuza devam ettik. Macaristan hududundan çıkmaya az kala bir benzin istasyonuna uğrayarak son kalan Forint‘leri de kullandık.

16,474FansLike
639FollowersFollow