2025. Ekim 23.
Türkinfo Blog Oldal 620

Türkolojinin öncülerinden Ármin Vámbery

wikiwand.com

Ármin Vámbery Macaristan’ın Dunaszerdahely şehrinde 19 mart 1832’de doğdu.

Türkolojinin dünya çapında tanınan bilim adamıydı. Orta Asya’yı boydan boya dolaştı, Orta Asya halkları ve kültürleriyle ilgili kitaplar yazdı.

Çocukluğunda dil öğrenmeye çok yatkın olduğu anlaşılan Ármin Vámbery gençliğinde birçok Avrupa dilini ve aralarında Türkçenin de olduğu Asya dillerini öğrenmişti.

1857 yılında 4 yıllığına İstanbul’a gitti. Orada bulunduğu yıllar içinde Türkçe ve Türk kültürü üzerine bir çok makale yazdı ve Türkçe’yle Macarca’nın akraba diller olduğu tezini geliştirdi.

1861’de Macaristan’a geri döndüğünde bir sonraki büyük projesi hazırdı: Orta Asya’ya seyahat edecek ve Macarların kökenlerini, anayurtlarını araştıracaktı. Ármin Vámbery bu tehlikeli yolculuğu bir derviş kılığında gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. 1861’de bir kervanla birlikte Erzurum üzerinden Tebriz’e gitti.

Sonra da Hazar denizi üzerinden Buhara’ya doğru ilerledi. Bir süre Semarkad şehrinde kaldı, ardından da Tahran’a geçti.

1864’de Budapeşte’ye geri döndü. Bu yolculuk bir bilim adamının Türkçe’nin değişik boylarının konuşulduğu ülkelere yaptığı ilk geziydi. Yolculuğu hakkında yazdıkları ve gözlemleri Orta Asya’yla ilgili pek çok yeniliğin ortaya çıkmasını sağladı.

Yaşadığı dönemde Türk dünyasının ve Türkçe’nin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak ün saldı. Macar Bilimler akademisinin üyesiydi. Gerçek bir Türk dostuydu. Tek çocuğu olan sevgili oğluna Rüstem adını vermişti.

1913’de Budapeşte’de öldü

Türkinfo

Can Togay, Bir hayattan manzaralar…

Can Togay daha çok Almanların tanıdığı bir oyuncu, yönetmen ve şair… TKP kökenli, mülteci bir ailenin oğlu. Soğuk Savaş yıllarının zorunlu yolculuklarının tanığı… Bu, yakında Türkçe de basılacak olan şiirlerine yansıyor. Togay’ın bir düşü de anne ve babasının öyküsünü sinemaya aktarmak.

Can Togay Türk asıllı Macar yönetmen, oyuncu… Avrupa’daki ününden sonra 1980’lerden sonra pasaportuna sahip olduğu Türkiye’de de tanınmaya başladı. 1993’te Erden Kıral’ın yönettiği “Mavi Sürgün”de başrol oynadı.
1994’te Yavuz Özkan’ın “Bir Sonbahar Hikâyesi” filmindeki rolüyle ödüller kazandı. 2000’de Mustafa Altıoklar’la “Fosforlu Cevriye”de, 2007’de Berkun Oya’yla “İyi Seneler Londra”da çalıştı. Son dönem Macar sinemasının en iyi örnekleri arasında kabul edilen, İstanbul Film Festivali ve Ankara Macar Filmleri Haftası’nda büyük beğeni toplayan “Gözden Irak Bir Kış”la da yönetmen koltuğuna oturdu.
Togay bu kez sinemayla değil, şiirleriyle okur karşısına çıkıyor. Şiirlerinden sızansa mülteci bir ailenin çocuğu olmakla başlayan yaşam öyküsü: “Ayaklarım altında bir kentin molozları. / Bir duvar, duvarın dibinde bir ağacın kökü. / Bu duvar benim, benim bu kök”. TIPKI BİR GAR…
Can Togay’ın yazgısı, o daha doğmadan, hayatını “Su Başında Durmuşuz” adlı otobiyografik yapıttan öğrendiğimiz annesi Gün Benderli ve babası Necil Togay’ın 1951 yılında, Nâzım Hikmet’e özgürlük mitinginden sonra, siyasi nedenlerle Türkiye’den ayrılmalarıyla yazılmaya başlar. Paris, İsviçre, Frankfurt ve Berlin’den sonra 10 Ağustos 1952’de Budapeşte Doğu Garı, bu yazgının, sonraları dizelerde ve filmlerde yer bulacak duraklarıdır.
Radyoda çalışmaya başlayan aile, bir yandan Macarcayı bir yandan Macar kültürünü öğrenmeye çalışırken “demir yumruk idaresi”ne karşı, 1956 ayaklanmasının ön hazırlıklarının ve dalga dalga yayılan öfkeli halk hareketlerinin tırmanışa geçtiği 1955 yılında oğulları Can doğar. Nâzım Hikmet doğum üzerine gönderdiği kartpostalda Gün Benderli’ye “Oyunbozanlık ettin, oğlan doğurdun. Şimdi kimi alacağız Memed’e?” diye soracaktır.
1956’da Sovyet rejimine karşı yürütülen ayaklanma ve sonrasında yaşanan gelişmeler sekiz yaşında “yollar çetin bu yerlerde / yollar çetin, özgürlüğün peşinde.” dizeleriyle biten ilk şiirine yansır… Doğu Almanya’ya taşınmanın eşiğindeki o günleri de unutmaz. “Başka bir diyara taşınmak üzereydik” der “Soğuk Savaş göçünün yeni durağı Doğu Almanya’ydı. Bu benim için yepyeni bir dünya ve benimsemem gereken yeni bir dil demekti.”

ALMANIMSI DUYGUSU…
Doğu Almanya günleri Togay için benimsenmesi zor bir dönüşümdür. Sürgündeki aile dostlarıyla buluşmalar, şiirlerle kesilen hararetli siyasi tartışmalar, Nâzım Hikmet’in aile ve çevre üzerindeki etkisi, o dönemin ilk zamanlarına damgasını vurur. Gündelik yaşama alışınca, Almanya’da çocuk tiyatrosunda oynamaya başlar.
Bu, duygusal şiir günlerinden, mesafeli Brecht günlerine, yeni bir serüven demektir. Macaristan’a geri dönüşte, 60’lı ve 70’li yıllarda ülkede şiir büyük değer görmektedir. Fransız sembolistlerinin yanı sıra Macar şiirinin en büyük isimleri Attila Jozsef ve Ady Endre’nin şiirleriyle tanışır.
Ancak zamanla, dönemin baskıcı iktidarına da meydan okuyan alternatif bir şiir anlayışının peşine düşer. Bu arayışlar yalnız şiirde, edebiyatta değil, oyunculukta da sürer. Péter Halasz yönetimindeki alternatif tiyatro topluluğuna üye olur.

SİZ BU İSİMLE…
Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu giriş sınavlarını kazanır ancak kendisine söylenenleri unutmaz: “Siz bu isimle Macar tiyatro ya da film oyuncusu olamazsınız!” Bunun üzerine, İngilizce-Almanca dil ve felsefe alanını seçerek eğitimine devam eder. Aynı yıllarda, şiirle ilişkisinde yeni bir dönem anlamına gelecek olan bir karşılaşma yaşar ve T.S. Eliot’u keşfeder. Kendi şiirlerinde Eliot’un kahramanlarını da ağırlayacaktır:

“…Çan sesleri duyuluyor uzaktan. / Yabancılar polisinden gelirken, / altı ay daha uzatılmış bakışlarım, / aşıp köprünün taş korkuluklarını / benden ayrılıp Sen nehrine atıyor kendini. / Ve orada şırıl şırıl akan nehirle birlikte / bir meçhule ilerlerken, körlemesine / yokluyorum önümdeki yılları, / ıslak ıslak parlayıp ağıma düşecek / kıpır kıpır anları…”

İYİCE BİR GERİNİP…
Seksenli yıllarda ancak sahip olduğu Türk pasaportu sayesinde doktora tezini yazmak için Fransa’dadır. Ardından Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu Film Yönetmenliği bölümünün yeniden öğrenci alacağını duyar ve Macaristan’a geri döner. Sınavı kazanır, Zoltan Fabri’nin öğrencisi olur. Bundan böyle bütün yaşamını sinema dolduracaktır.
Togay, çok yönlü kişiliği ve ilgileri nedeniyle sinema dışında birçok muhalif etkinlikle de uğraşır. Örneğin Yahudi soykırımının yıldönümünde, öldürülerek Tuna’ya atılan Macarlar için, Peşte’de nehir kıyısına ayakkabılar yerleştirerek bir anı-sergi hazırlar.
Can Togay’ın yaşam serüvenine eşlik eden şiirleri Türkiye’de okurla buluşmaya artık hazır. Bu buluşmanın Togay için önemi büyük. Macar edebiyat çevrelerinden aldığı olumlu eleştirilerden çok, çeviri projesinin önemli olduğunu söylüyor: “Ne diyeyim? Türk adıyla yazdığım Macarca şiirlerimin Türkçeye çevrilmesi hayatın ilginç bir cilvesi. Kökenim ve eğitimim arasındaki kültür ve dil uçurumuna, bu tahta aracılığıyla bir köprü kurulabilir belki. Çevirilerin büyük bölümünde, köklerimden kopup hayatımı, Türkiye’den ve öz kültürümden uzak yaşamamda en çok payı olan annemin emeğinin olması da bu manzarayı tamamlıyor”.

Berlin’de yaşayan Can Togay, Macaristan’ın en önemli uluslararası merkezlerinden birinin, Collegium Hungaricum’un başında. Yoğun Berlin temposu onu sinemadan ayırmamış. Yazın bir kısa film çeken Togay şu anda,”Balaton’da Alman Birliği” adıyla “en yoğun film projem” diye tanımladığı bir multimedya sergisi üzerinde çalışıyor. 60’lı, 70’li, 80’li yılların amatör filmlerinde Doğu ve Batı Almanya yurttaşlarının yaşantılarını, Macaristan buluşmalarını ölümsüzleştirmenin peşinde. “Aslında her zaman annem ve babamın yaşadıklarını konu alan bir filmin düşünü kurdum. Bu filmde onların rol almasını nasıl da isterdim” diyor. İlk bölümü İstanbul’da geçen “Avrupa’da Bir Çocukluk” adlı senaryosunun üzerinde çalışmayı da sürdürüyor. Togay hep düşlerinin peşinde. Bir hayatı birçok dille anlatmak için… Binlerce, on binlerce yola dalmaktan korkmadan, yolunu hiç kaybetmeden.
Sevgi Can Yağcı . Cumhuriyet

Tímea Baksa: “Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven bir kızın hikâyesi bu”

Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven, kalbi Türkiye’de, bedeni Macaristan’da bulunan yabancı bir kızın hikâyesi bu. Uzun zamandır yazmak istediğim, fakat kimseye anlatamadığım bir hikâye. Bizde bir şarkı vardır, ”Tek bir kişiye bile anlatamam, o halde herkese anlatmalıyım” diye, ben de şimdi bunu yapacağım. Sıradan bir aileden geliyorum, sıradan bir geçmişle. Küçükken herkes bu çocuk avukat olacak diye söylüyordu, hep birilerle kavga ettiğim, haksızlığa dayanamadığımdan dolayı. Avukatlık olmadı, ama öğretmenlerim daha ilkokulda iken dil yeteneğine sahip olduğumu fark ettiler. Liseyi sınıf birincisi olarak bitirdim, gazeteci olmak istedim, fakülteye giriş puanları o sene fena yüksekti, yapamadım, sınavda kaldım. Rus ve İngiliz Dili ve Edebiyatı fakültesini kazandım, bitirdim, öğretmenlik yapmaya başladım da bu benim mesleğim değil diye bıraktım.

Daha yüksek okuldayken, yurttaki ev arkadaşımla bir gün canımız sıkıldı, müzik dinleyelim dedik, kız da ‘baksana, bu kaseti hediye ettiler de hiç dinlemedim, deneyelim mi’ dedi, denedik. Tarkan’ın kasetiydi. Bir acayipti. A-Acayipti diyelim. Ben daha önce Türkiye ile fazla ilgilenmedim, fazla bilgim yoktu. O kaseti dinlerken bir şeyler olmuş ama… Dilin söylenişi, sözcükler, telaffuz bana büyü gibi geldi, sanki çok yetenekli, olağanüstü bir hokkabazın sihrinin altında kalmış gibiydim. Ben bu dili öğrenmek istiyorum dedim… O kadar kolay olmuyor ki ama… Olmuyor, çünkü Macaristan’da Türk dili nasıl olsa, hiç bilinmez.

Üniversitedeki Türk Dili fakültesi minicik bir yer, üstelik hocalar da çok yardımcı olmadı, şaşırtıcı, ama benim dil öğrenme hevesime pek sıcak bakmadılar. ‘Kitabımız yok, sadece fakültede okuyanlara eğitim veririz, yardımcı olamayız’… Kitap yok, sözlük de küçücük, kurs da sadece başkentin tek özel Türk okulunda var da, ben başkentten 350 km uzak oturuyorum… Peki, ne yapayım? Turistlere hazırlanmış minicik bir kitapçık aldım, gramerin temellerini o kitaptan öğrendim. İnternetten İngilizce hazırlanmış sayfalardan testler çözdüm. İngiltere’den Teach Yourself Turkish isimli bir kitap ısmarladım.

MSN’de Türkler’le tanışmaya başladım. Türklerle kaynaşmaya başladıktan sonra ülkenin kültürüyle de tanışmış oldum, Türkiye içine çekti beni. 2005’te Antalya’ya uçtum, otel rehberi olarak çalıştım. Üç ay geçirdiğim Antalya’da hiç yabancılık çekmedim… Sokaklarda ilk dolaştığım gün “memleketime gelmiş gibiyim!” dedim. Hakikaten öyle bir duyguydu. Pek konuşamadım ama. Türkçeyi okuyarak, yazarak öğrendiğimden dolayı çekiniyordum konuşmadan. Ya yanlış söylersem, gülecekler, aptal bir yabancı diye… Çalıştığım turist ofisindeki Türk iş arkadaşlarım sağ olsun, Türklerin hiç öyle olmadığını kanıtladılar. Bakkalda, sokaklarda, pazarda söylediğim Tarzanca cümleler insanları güldürttü, ama herkes çok sevindi. Elimde sözlükle şirketin İngilizce bilmeyen şoförleriyle konuşmaya başladım.

Hiç unutmayacağım o günleri, Erol abinin bana o şirin Karadeniz telaffuzuyla “bacım” demesini, köşedeki minik restoranın yardımsever, saatlerce gazete okuduğumuz, sımsıcak günlerde buzlu su içtiğimiz iki garsonunu, ilk izlediğim Tarkan konserini…. Daha Antalya’dayken bir iş arkadaşım sürekli bir şarkı söylüyordu. Çok fena bir sesle, hem de rock, aman Allah, nefret ediyordum şarkıdan. “Bir kere orijinalini dinlesene ya, sonra eleştiri yap” dedı o da, ben de haksız olmak istemedim, dinledim. Macaristan’a döndükten sonra hemen Wikipedia’ya o rock grubun maddesini yazıverdim. Fotoğrafın kullanabilme hakkı için grubun menajeri olan H. beye e-mail attım şuyum buyum diye, adam bana cevap yazdı “yalancısın sen yabancı değilsin Türksün, bir yabancının Türkçesi böyle olamaz” diye.

Çok güldüm ben yazdıklarına (çok da gurur duydum beni Türk zannetmiş diye), yazışmaya başladık, sonra da beraber bir proje gerçekleştirdik: grubu Orta Avrupa’nın en büyük festivaline getirdik. Festivalden bir ay önce İstanbul’da buluştuk. Barda oturuyoruz, bir arkadaşım, ben ve grubun davulcusu. Aniden biri yanımıza fırlanıyor, kotlu, tişörtlü. Masadaki patates kızartmasını bir avuçlayıp iki saniyede yok ediyor ve üstelik durmadan konuşuyor. Aylardır yazıştığım H. beydi. Hiç de menajer, iş adamı gibi görünmüyordu. Sevimli, konuşkan, komik; sanatçıları kadar, acayip sevimli bir şekilde zırdeli ve çok zeki, aklı başında bir adam olarak tanıdım ben onu. Sonra rock grubu Budapeşte’ye geldi, samimi, deli çocuklar, arkadaşlarla gezdirdik onları, festivale verdikleri konseri izledik, bir hafta sonra arkadaşça ayrıldık. Sonra Almanya turnesine davet edildim. Bu eylülde nihayet para biriktirdikten sonra İzmir’i dolaştım, çok sevdiğim, internette tanıştığım arkadaşım Öykü’nün ailesiyle kaldım, Türk insanların ne kadar sıcakkanlı, misafirperver olduğunu bir kez daha yaşadım. Üstelik bayramda geldim, İzmir’in kurtuluşunu beraber kutladık, o güzel şehir Ata’mın resimleriyle doluydu…. Keşke daha kalabilseydim desem, ama zor.

Türkiye’de kalabilmek için iş bulmak lazım, vatandaş olmadan, Türkiye’de ikamet etmeden de iş bulunmuyor ama… Şeytan halkası diyorlar bizde…. Birisi olmadan öbürü de olmuyor, öbürü olmadan birisi de olmuyor… Hayaller kaldı geriye, ve Macar bir kızın hasret çeken Türk kalbi, Türkiye’de.

Ahmed Adnan Saygun ve Béla Bartok

Ahmed Adnan Saygun, 7 Eylül 1907 günü İzmir’de doğdu. Babası Nevşehir’den İzmir’e göç etmiş olan matematik öğretmeni Celal Bey’di. Celal Bey müspet ilimlerin yanı sıra imamlık yapacak kadar da din bilgisine sahip bir fikir adamıydı. Din üzerine ilk bilgilerini babasından alan Adnan Saygun, üç yaşında Arapça okuyup yazabiliyordu. Dört yaşında İzmir’de İttihat ve Terakki mektebinde ilk okula başladı. 3. sınıfta iki bilinmeyenli denklemleri çözebiliyordu. Aynı tarihlerde Balkan Savaşı (1912 – 1013) devam etmekte ve İzmir’e akın akın gelen göçmenler camilere yerleştirilmektedir. 1914’te 1. Dünya Savaşı çıktığında Adnan Saygun yedi yaşındadır, bugün hala unutamadığı ilk şarkılarını ve “Yol göründü ey gaziler…” gibi seferberlik türkülerini öğrenmektedir. Müttefiklerin İzmir’i bombalaması, sedyelerle gelen yaralılar ölmek üzere olan bir sürü çaresiz insan… Onun ölümle ilk karşılaşması bu acı tablolardır.

1919 yılında İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiş halde. Herkes perdeleri, kepenkleri kapalı evlerinde oturuyor. Karşılarındaki Rum mahallesinde kiliseye doluşan palikaryalar, ellerinde palalar, bıçaklarla geziyorlar. Evlerinin arkasındaki taşocağına Yunanlıların attıkları yaralı insanların acı çığlıkları bugün hala kulaklarındadır. Onun çocuk ruhunda derin izler bırakan bu acı günlere ait bir anısını bir teyp kaydından aynen aktarıyorum: “Evimizin arakasındaki taş ocağının sırasında fırın vardı. Sabah çıkan ekmekten alabilmek için gece yarısı üçte kuyruğa girip saatlerce beklerdik. Ben küçük olduğum için beni hep arkaya iterlerdi. Bir gün ne yapıp edip sıranın en önüne geldim. Sabah fırıncı ekmekleri küreğiyle çekerken, küreğin sapı şiddetle burnuma çarptı. Kendimi kaybettim. Ayıldığım, elim, yüzüm kanlar içindeydi. Ekmeklerimi koltuğuma sıkıştırıp eve yolladırlar. Aynı gece yanımızdaki Yahudi mahallesinden bir Yahudi ekmek kuyruğundan dönerken o yaralı ve ölü dolu çukura düşmüş. Sabaha kadar feryat etti. Can derdinden kimsenin bakacak hali yoktu…” ilk olarak Çanakkale savaşları sırasında adını duyduğu Mustafa Kemal, bu karanlık işgal günlerinde bayraklaşıyor, milletin umudunu bağladığı önder, Kurtuluş Savaşı kahramanı olarak yüceliyordu. Artık, okul çıkışı söylenen marşlarda, “ binler yaşa Sultanım”, “satvetinle, şevketinle Padişahım çok yaşa”nın yerini, ilk müzik öğretmeni olan İsmail Zühtü’nün bestelediği “ Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur” gibi milli heyecan veren marşlar alıyordu.

Türklük bilinci uyandıkça Yunan baskısı artmaktaydı. Milli Kütüphanede çalışan babasını tutuklayan Yunanlılar, ancak kitaplığın adı “şehir kütüphanesi” olarak değiştirildikten sonra onu serbest bıraktılar. Milli olan her şey yasaklanmaya çalışılıyor ama, fırtına kopmuş bir kere. İzmir’de herkes Anadolu’daki savaşın sonucunu heyecanla bekliyor. Mustafa Kemal kurtuluşun sembolü. “O benim için bir ilahtı” diyor Saygun. “ O zamanlar Türkiye demek Mustafa Kemal demekti. Öl dese hepimiz öleceğiz…” Saygun’un büyük kurtarıcıya bu inancı ve sevgisi ilk operası “Özsoy”dan başlayıp, son eserlerinin en büyüklerinden biri olan “Atatürk ve Anadolu’ya Destan”a kadar çeşitli eserlerinde en güçlü ifadesini buluyor. Saygun müziği bir ırmağa benzetiyor. Önce bir su akıyor. Çeşitli küçük kollar onunla yavaş yavaş birleşiyor, su büyüyüp ırmak oluyor. Çağlayanlar halinde patlayıp dökülüyor, büyük sulara kavuşuyor. Bu benzetme Adnan Saygun’un yalnız eserleri için değil, kendi yaşamı için de geçerlidir. Artık yavaş yavaş dünyayı kucaklayan bu ırmağın beslendiği kaynaklara geri dönelim. Yıl 1899. Adnan Saygun’un ilk müzik öğretmeni İsmail Zühtü, İzmir Sanayi Mektebinde okuyor. Yani bu günkü adıyla Meslek Lisesi. Eski Islahhane olan Sanayi Mektepleri, yetim çocukları meslek sahibi haline getirmek üzere Mithat Paşa tarafından kurulmuştu. Venedik’ten gelip Saray’da müzik hocalığı yapan, daha sonra Abdülhamit tarafından İzmir’e sürülen üç müzisyenden bu ikisi bu okulda müzik dersleri vermekteler.

Müslüman olup Türk adı alan bu müzisyenlerden Hidayet Bey memleketine geri dönüyor. Asıl adı Alexandro Voltan olan Macar Tevfik Bey daha önce Tuna valiliği sırasında Mithat Paşanın yanında bulunmuş. İsmail Zühtü meslek olarak öğrendiği kunduracılıktan çok müziğe meraklı. Bu Macar Tevfik Bey’den piyano ve armoni dersleri alıyor, mezun olunca önce bir mobilya mağazasında satış memuru olarak işe başlıyor. Fakat devam edemeyip, kendisini tamamıyla musıkiye veriyor. Seslendirilme imkanı varmış yokmuş aldırmadan çeşitli besteler yapıyor. Bunların arasında sonatlar, Hamidiye Zırhlısı için bir senfonik şiir, bir senfoni ve Abdülhak Hamit’in “Tezer” adlı oyunun opera halinde getirilmesi var. 1913 yılında İsmail Zühtü, Adnan Saygun’un babası Celal Bey’in aracılığıyla İzmir İttihat ve Terakki Mektebinin Musıki öğretmenliğine atandı. Okulda kurduğu koroda küçük Adnan’da var. Önce mandolin çalmasını öğrenmiş bulunan küçük Adnan daha sonra büyük bir virtüöz gibi ud çalıyor. Saygun sınıflarını geçtiğini, ama iyi bir öğrenci olmadığını söylüyor. Sevdiği dersler matematik, edebiyat ve müzik…

Kendi kendine ilerlettiği Fransızcası ile eline geçen kitapları tercüme etmeye girişiyor, bir yandan da babasının ve başka yazarların din üzerine yazdıklarını ve söylediklerini karşılaştırıyor, kendine göre bazı sonuçlara varmaya çalışıyor. Bir gün camide vaaz veren hoca, yalan söyleyenlerin alevler üstünde yürüyüp, dillerinden asılacağını, sakatların tanrı tarafından cezalandırılmış kullar olduğunu söyleyince, 12 yaşındaki Adnan itiraz ediyor ve hoca ile teolojik tartışmaya girişiyor. Cemaatinde katıldığı itirazlarla camiden atılması üzerine bir daha gitmiyor. Bu arada Macar Tevfik Bey ile başladığı piyano dersleri onu sarmıştır. Gece gündüz başından ayrılmadığı piyanosunda eline geçen bütün notaları yutar gibi çalmakta, ilk beste denemelerine girişmektedir. Saygun’un 12 yaşında bestelediği ilk şarkı: “Maderle peder olup bahane/sevketti kaza beni cihane…” Daha bu ilk satırlarda onun ömrü boyunca işleyeceği yaratılış ve insan kaderi temalarının çekirdeğine rastlamak mümkün değil mi? Saygun ilk işine 1920 yılında yani 13 yaşındayken başlıyor. 1. Beyler sokağındaki Milli Sinemada filmlere piyano ile müzik eşliği yapması yanı sıra, gişede bilet satmak, projeksiyon yönetmek gibi sinemanın diğer işlerine de bakıyor.

Milli Sinema, Saygun’un babası Celal Bey tarafından, yine kendi çabalarıyla kurduğu Milli Kütüphane’ye gelir sağlamak amacıyla işletiliyordu. İzmir Sanayi Mektebinde matematik öğretmeni olan Celal Bey’in kitap halinde basılan değerli araştırmaları arasında “diyanet açısından Atatürk İnkılapları”, “İlmihal” (din kurallarını öğretmek için yazılmış kitap), “riyaziyatta” (matematik bilgisi) “sıfırın kıymeti ve ehemmiyeti” bulunmaktadır. Öğretmen maaşıyla ailesini zorlukla geçindirebilmesine aldırmadan, Mlle Amalié Bonal’i özel öğretmen olarak tutarak, Saygun ve ablasının çocuk yaşlarında Fransızca öğrenmelerini sağlamıştı. İşgalin sona ermesiyle, İzmir’den kaçan bir Rum ailenin piyanosunu almasını tavsiye eden bir dostuna, “ben kimsenin malına el koymam” cevabını veren Celal Bey, daha sonra binbir güçlükle para biriktirerek, çocuklarına bir piyano satın almıştı. Celal Bey garip bir önseziyle, büyük bir yaratıcının babası olmanın sorumluluklarını yerine getiriyordu. Ölmeden oğlunu büyük bir sanatçı olarak alkışlamak mutluluğuna ermiştir. 12 yaşında piyanosuna kavuşan Saygun, onu yaratıcılığın doruklarına götüren uzun yolculuğuna başlamıştı. Bir iki yıl sonra piyano çalmak yetmiyor, kompozisyon yapmak, büyük formlara gitmek istiyor. Armoni öğrenmek gerekli. Ama ne öğretecek kimse, nede öğrenecek kitap var. Bir armoni kitabından bahsediyorlar. O sıralarda yapılan Elhamra Sineması bekçilerinin İstanbul ile ilişkileri var. Onlara rica ediyor.

Güç bela kitap İstanbul’dan getiriliyor. Hemen tercüme edip ilk denemelerine başlıyor. Bu arada 15 yaşında liseyi bitirmiştir. Baba Celal Bey endişeler içinde. Bir meslek sahibi olması gerek. Müzisyen ya kahvede, ya da gazinoda çalar, başka şey yapmaz.”sen meslek sahibi ol, bunu da bırakma, ister piyano çal, ister beste yap… Bunları kendin için yap, ama mutlaka bir mesleğin olsun…” diyerek onu uyarmaya çalışıyorsa da boşuna. Adnan şiddetle direniyor. Hocası İsmail Zühtü “Bunun kafasını kessen, içinden Wagner’in kanı çıkar” demekte. Bunun üzerine babasının arkadaşları araya giriyor ve bir türlü meslek sahibi olmak istemeyen bu çocuğa bir geçim kaynağı, onu müzikten koparmayacak bir iş bulmaya çalışıyorlar. 1923 yılında postanede gişe memurluğu başarısız meslek denemelerinden biri. 9 ay sonra bunu su şirketinde memurluk ve baharatçı dükkanında baharat şişeleri doldurma işleri takip ediyor. Bu iş gayretlerinin yanı sıra 1923’te İzmir’e gelen Hüseyin Sadedin Arel ile iki ay kadar armoni çalışıyor. O günleri Saygun şöyle anlatıyor: “Bir yıl sonunda ben 15-20 çeşit iş yapmıştım. Her girdiğim yerden ayrılıyordum. Bana nota satan bir dükkan açması için babama rica ettim. Babamın arkadaşları benden umutlarını kesmişler, yazık bu çocuktan artık hayır gelmez diyorlar. Babam üniversiteye girmem için ısrar ediyor, gitmem diyorum. Nota ve kitap satmak için direniyorum. Babam çaresiz. Sonunda İzmir’de Beyler Sokağı’nda bir dükkan açtık. Ben, nota almak isteyenler dinlemek, denemek isterler, piyano da çalmak gerek, diye piyanomu da dükkana getirdim. Artık kendi dünyama kavuşmuştum. Sabah 7’de geldiğim dükkanda gece yarılarına kadar piyano çalardım. Gelenlere de ne isterlerse yok derdim. Kalkmazdım bile piyanodan. İşte ilk kompozisyonlarımı ben o günlerde yaptım…

Dükkan 1924’te açıldı ve 1925’te iflas ederek kapandı.” 1924’ten beri ilkokul hocalığı görevini de sürdüren Saygun 1926 yılında Ankara’ya gidip Musıki Muallim Mektebinde sınava girerek İzmir Lisesi’ne müzik öğretmeni tayin ediliyor.aynı zamanda Milli Kütüphanede kitap memurluğu görevini yapmaktadır. Bu fırsattan yararlanarak kitaplıkta müziğe ait ne varsa tarayıp, bir yıl içinde 31 ciltlik La Grande Encyclopédie’deki tüm müzik maddelerini Türkçe^ye çevirir, bunları 6 ciltlik bir kitapta toplar. Ayrıca Wagner’in hayatını, Richter’in ve Jadassohn’un armoni ve kontrpuan kitaplarını tercüme eder. Bunların yanı sıra kitaplıkta ilgisini çeken ne varsa okumaktadır. Kur’an-ı Kerim’den sonra İncil’i de okuyan Saygun, önceleri Hz. İsa’dan etkileniyor. Fakat İsa’nın kendisine dert yanan Samirriyeliere umursamaz bir dille “ben kendi koyunlarımı güderim” cevabı, onu düş kırıklığına uğratıyor. Başta Eflatun ve Aristo olmak üzere temel felsefi görüşleri inceliyor. Hummalı bir arayışla kendi iç alemini anlamaya çalışıyor. Bu dönem onun “hiçe-i mutlak” diye adlandırdığı dönemdir. Ölümden sonra hiçbir şey olmadığına inanmaktadır. Kulaklarında çocukken goygoyculardan dinlediği ilahilerle, Yunus Emre’nin “Divan”ını okuduktan sonradır ki sorularının karşılığını bulmuş olarak duruyor, yeniden Tanrı kavranma ve huzura kavuşuyor. Yedi yaşında ölümün kol gezdiği savaş yıllarında içinde uyanan isyan duyguları, Yunus’un “Divan”ı ile yatışıp, İlahi Aşk ile duruluyor. Saygun “benim yazılarımda baştan beri aşk motifi yatmaktadır. İnsanların birbirini sevmek yerine en büyük vahşeti yapmaları, dost ve kardeş olacaklarına birbirlerini boğazlamaya çalışmalarına karşı duyduğum dehşet, müziğime en çok yansıyan duygularımdadır” demektedir.

Adnan Saygun’un müzik sığınağı olarak kullandığı dükkanında 17 yaşında bestelediği ilk piyano parçalarından birini, bestecinin 70. doğum gününün kutlanması töreninde bizzat kendisinden dinlemek fırsatını bulmuştuk. O küçük formda Saygun’un bugün aynı çizgide devam eden, vakur kişiliğinin filizlendiği görülmektedir. Hiç kimseye benzemeyen bambaşka bir müzik. Batıdaki meslektaşlarının imkanları, kaynakları, eğitim şartları ile kıyaslanacak olursa Saygun’un bestecilik öyküsü bir mucizedir. İlk senfonisini 19 yaşında lise öğretmenliği görevi sırasında yazmaya başlayan Saygun’un esin kaynağı bir tek plak var. Schubert’in “ 8. bitmemiş senfoni”si… Ondan başka hiçbir senfonik eseri duymamış, dinlememiş. 1-2 yıl önce yani 16 yaşında Goldmark’ın “saba kraliçesi” operasından bir plakta bariton aryasını dinlerken kahkahalarla gülüyor. Bu tarz şan ilk defa dinlendiğinde ona pek garip gelmiş. “Bitmemiş Senfoniyi tekrar tekrar dinleyip, hiçbir enstrümantasyon bilgisi olmadan bir senfoni yazmaya başlıyor… Hocamız bu senfonisi hakkında bakın neler söylüyor: “Bugün bakıyorum kendime göre aramalar yapmışım.

Schubert’in taklidi değil de içinde Beethoven’in 5. Senfonisi’ne benzeyen bir şey var”. Saygun’un bugüne kadar en çok sevdiği besteci olarak kalan Beethoven ile henüz müziğini bile tanımadan onunla ilk senfonisinde karşılaşması bir tesadüf değildir. Beethoven’in yalnızca 5. Senfonisi’nde işlediği “ölüm karşısında insanın kaderi” teması aslında Saygun’un müziğinde en sık rastlanılan bir duygu ve düşüncedir. İlk eserleri “Ağıtlar” ve “Duyuşlar”dan başlayıp, “Yunus Emre” oratoryosunda “İnsan üzerine deyişler”de yepyeni boyutlar kazanır, sonuçta “Gilgameş” operasında doruğa ulaşır. 1928 yılında devlet bursu ile Paris’e gönderilen Saygun’un en çok ilgilendiği besteciler, Bach, Beethoven ve Wagner’dir. Atatürk’ün resmi ise her an yanındadır. Paris’te öğrencilik yıllarında müzeler, galeriler, kiliseler, konserler bütün zamanını doldurmaktadır. Piyanodan sonra org ta çalmaya başlar. Böylece Hıristiyan kültürünün temeli olan kilise müziğini yakından tanır. Müziğin yanında plastik sanatlarla da ilgilenmektedir.

O yıllarda Paris’te eğitim gören Türk ressamlarından Halil Dikmen, Refik Epikman, Hamit Görele yakın arkadaşlarıdır. Daha önce Türkiye’de dostluk kurduğu Burhan Toprak ile ortak bir ilgileri vardır: Yunus Emre… Burhan Toprak’ın yazdığı iki ciltlik “Yunus Emre” kitabı üzerinde konuşup tartışırlar. Yabancı bir kültür ortamının bütün cazibesine rağmen duygu ve düşünceleri kendi toprağından öz benliğinden kopmamaktadır. Bu özellik Paris’te öğrencilik yıllarında bestelediği ve Op. 1 sıra numarası verdiği Divertimento adlı orkestra eserinde de dikkati çekmektedir. 1930 yılında bestelenen “Divertimento” 1931 de hem Paris’te, hem de Varşova’da senfonik orkestralar tarafından seslendirilmiştir. “Divertimento” sekiz ölçülük tenor saksofon tarafından sunulan bir tema üzerine kurulmuş, tek bölümlük bir eserdir. Görünüşü sonat formu olmakla birlikte, bütün yazı aynı zamanda bir dizi varyasyonlardan meydana gelmektedir. Konservatuardaki öğretmenlerinden Eugene Borell, “Bu eserde senin memleketinin havası var, bunu hep muhafaza etmelisin” demiştir. 1931!de Türkiye’ye dönen Saygun’un Fransa anılarından en canlı kalanlarından ikisi, Lamoureux Orkestrası’nın Ravel’in yönetiminde “Bolero”yu ilk seslendirişi ile Wagner’in “Tannehauser” operasının Paris operasında sahnelenişidir. Saygun’un Fransa’dan Türkiye’ye döndüğü yıllarda Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı devleti’nden farklı yapısına, yeni topluma bir milli şuur kazandıracak milli kültüre sahip olması için devletin yeni kültür siyasetini bizzat kendisi düzenlemektedir. Müzik, Atatürk’ün en çok ilgi gösterdiği kültür alanlarının başında geliyordu.

Döner dönmez Musıki Muallim Mektebi’ne hoca olarak atanan Adnan Saygun o günleri şöyle dile getiriyor: “1933 yılı idi. Atatürk’ü, Büyük Nutuk’u söylerken Ankara’da radyodan dinledim. Güzel sanatlardan bahsediyordu. Bu benim yolumdu. Bana yol gösteriyordu. Hem dinliyor, hem ağlıyordum. Türklük ve milli şuur zirveye çıkmıştı. Cumhuriyet olmasa, “Yunus Emre”yi, “Kerem”i, “Köroğlu”nu yazar mıydım? Belki yazardım. Ben, çok sesliliğe Cumhuriyetten önce yöneldim. Beni, bu yola getiren Türklük şuurunun uyanması ve kendi iç alemimdir”. 1934 yılında İran Şahı Türkiye’yi ziyarete geldiğinde,i Atatürk için yeni Türk toplumunun temeli olan inkılapların tanıtılması bakımından önemli bir fırsat ortaya çıktı. Atatürk büyük önderlere özgü önsezisi ile amacına ulaşmak için en etkili gücü, müziği kullanmak niyetindeydi. Konusunu bizzat kendisi vererek bir opera bestelenmesini istedi. “Özsoy” adı verilen bu opera, Türk Milleti’nin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi. Böylece komşu ülke ile dostluk bağları pekiştirilirken, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de temel değerleri tanıtılacaktı. İran şahının gelmesine tam bir ay vardı. Münir Hayri Egeli tarafından yazılan libretto, Saygun tarafından kısa zamanda bestelendi. Sıra provalara gelmişti. Riyaseti Cumhur Orkestrası Şefi Zeki Üngör çalışmalarda gereken yardımı göstermiyordu. Bir operayı teşkil edecek solistler ve koro elemanları yoktu.

Provaları yakından takip eden Atatürk, Türk Ocağındaki locasından Zeki Beyin genç Saygun’a çıkarttığı zorluklara bizzat şahit oldu. Öfkelendi. “Bu bir devrim hareketidir” diyerek Zeki Üngör’ü orkestranın başından uzaklaştırarak, şefliğe genç Saygun’u getirdi. Orkestranın yaylı sazlar grubu İstanbul’dan Cemal Reşit Rey’in kurmuş olduğu yaylı sazlar orkestrası ile takviye edildi. Borulu sazlar grubu da Ankara’daki asker bandolarından sağlandı. Koro Ankara Kız Lisesi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Gazi Terbiye Enstitüsü Beden Terbiyesi Bölümünden nota bilmeyen öğrencilerle kuruldu. Solistler Nimet Vahit, Nurullah Taşkıran, Semiha Berksoy ve Halil Bedii Yönetken idi. Saygun, “O heyecan içinde Özsoy’u değil bir ayda, 15 günde yaz deseler yazacaktım” demekte. Temsil büyük bir başarı ile gerçekleşiyor. Atatürk kıvançlı ve gururlu. “İşte gerçek müzik devrimi budur” diyor. Özsoy’un başarısı üzerine Atatürk, Saygun’dan ikinci bir opera bestelemesini istiyor. Konu yine Atatürk’ün, insanı yeniden yaratma fikri, bir büyük önderin yeni bir ulusu yaratışı, yeni Cumhuriyet insanının doğuşu, Saygun’un eşsiz müziği ile “Taşbebek”te ifadesini buluyor. Saygun genç yaşta bestelediği bu iki ilk Türk Operası Atatürk Musıki devrimlerinin ev somut örnekleri olarak, kültür hazinemizde şerefli yerlerini almışlardır. Saygun hocalığın ve şefliğin yanı sıra Türk Halk Müziği üzerinde araştırmalar, incelemeler de yapmaktadır. Artık hedef saptanmış, amaç belirlenmiş, sıra konunun en ince ayrıntılarına dek irdelenmesine gelmiştir. Bir Macar müzikologun Türk Halk Müziğini Arap ve İran kökenli gösteren makalesini okuyunca Mahmut Ragıp Gazimihal ile birlikte kendisine yazmaya karar verirler ve müziğimizin özgün karakterini detaylı bir biçimde anlatırlar.

Adnan Saygun’un yazısı ile çok ilgilenen Bela Bartok, Halkevlerinin daveti üzerine 1936 yılında Türkiye’ye gelir. Birlikte Anadolu’yu karış karış gezip, son derece ilkel ve zor şartlarda araştırmalar yaparlar. Bu yolculuk Bartok’un ölümüne dek süren bir dostluğun kurulmasına sebep olur. Bu araştırmalar Saygun tarafından “Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır. Bartok ve Saygun’un kültürde ulusallığı öngören bu önemli çalışmaları, konferanslar, tebliğler, raporlar halinde sürerken, Ankara’da evrensel müzikçiler bir konservatuar kurulmasının hazırlıklarına girişmişlerdir. Bu iş için danışman olarak Türkiye’ye getirilen Paul Hindemith hem ulusallık kavramına hem de Bartok’a şiddetle karşıdır. Bartok’u küçümser, çevresine halk müziği modasının geçtiğini, artık ulusal müziğin yerini evrensel müziğin alması gerektiğini öğütlemektedir. 1936’da Ankara’da Konservatuar Hindemith’in görüşleri doğrultusunda kurulur. Genç yaşta parlak başarıların yanı sıra büyük Atatürk’ün de takdirini kazanan Saygun etrafında, bir kıskançlık ve fesat çemberi kurulmaktadır.

Kulağındaki bir rahatsızlık üzerine tedavi için İstanbul’a giden Saygun’un yerine, Riyaseti Cumhur Orkestrasının başına Alman Ernst Preatorius getirilir. Alman lobisi diye bilinen Grup Ankara’daki bütün kültür kuruluşlarında kilit noktalara gelmeye başlamıştır. Bu sıralarda Atatürk İlerleyen rahatsızlığı nedeniyle Dolmabahçe’de istirahatta olduğundan kendi amaçlarının ana hedeflerinden saptırıldığını görebilecek durumda değildi. 1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle büsbütün yalnızlığa itilen Saygun, küçük memuriyet görevlerinin yanı sıra olgunluk dönemi eserlerinin ilki olan “Yunus Emre” oratoryosunu bestelemekteydi. “Yunus Emre”nin yazılışı tamamlandığında Saygun 35 yaşındaydı. Kendi düzenlemesine göre, 26. eseriydi. İlk defa 1946 yılında Ankara’da seslendirildiğinde, Saygun 10 yıllık bir gözden düşme döneminden sonra yeniden olağan üstü bir zafer kazanıyor, ünü artık yurt dışına taşıyordu. “Yunus Emre” Avrupa’da ve Amerika’da 5 ayrı dilde bir çok kereler seslendirildi. Yalnız Saygun’un değil, Cumhuriyet dönemi Türk Musıkisinin de en çok tanınan eseri haline geldi.

Çocukluk sırasından goygoyculardan dinlenilen bir ilahiye duyulan ilgi, yaşamın acılarına, insan varlığının esrarına, ölüm karşısında çaresizliğe “Yunus Emre Divanı”nda gençliğinde bulduğu karşılıklar, Tanrı’yı evrensel aşkın esası olarak görmek, olgunluk çağında Türk-İslam dünyasından insanlığa bir kader ortaklığı ve sevi çağrısı olarak ifadesini bulmuştu. “Yunus Emre”den sonra, “Kerem”, “Köroğlu”, “Gilgameş” gibi üç büyük opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi anıtsal bir koral eser, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler birbirini kovaladı. Bugün Saygun tüm eserleriyle büyük insanlık ummanına karışan ulu bir ırmak gibidir. Ama bu ulu ırmağın başlangıcı da bütün büyük ırmaklar gibi, çocukluktan gençliğe büyüyen küçük birikimlerden meydana gelmektedir.

YURT DIŞINDA SESLENDİRİLEN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER Op. 1: Divertimento (küçük orkestra için, ilk eseri-1930). · Fransa, (1931) · Polonya, (1933) · SSCB (ilk seslendiriliş). Op. 10: İnci’nin kitabı (Orkestra Düzenlemesi-1984). · Belçika, · Almanya, · İsviçre, · İngiltere. Op. 26: Yunus Emre (Oratoryo-1942). · Paris, Lamaureux Ork. – Şef: A.A. Saygun, (1947), · New York, NBC Ork. – Şef: L. Stokowski, (1958), · Budapeşte, – Şef: M. Erdelyi, · Avusturya Radyo Senfoni Ork. –Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Macar Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Berlin Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Azerbaycan Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek. Op. 27: 1. Yaylı çalgılar kuarteti (-1947). · Paris (1954). Op. 29: 1. Senfoni (-1953). · Avusturya Radyo Sen. Ork. –Şef: F. Litschauer – 1954 · Paris, ORTF – Şef: Hikmet Şimşek, · Bavyera Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Macar Filarmoni Ork. – Şef: Franz Allers, · Hollanda Radyo Senfoni Ork. – Şef: M. Erdelyi, · İngiltere Northern Sinfonia Ork. – Şef: David Halsam, · Berlin Senfoni Ork. – Şef: Alan Francis. Op. 30: 2. senfoni (-1958). · Berlin Radyo Senfoni Ork. – Şef: H. Şimşek. Op. 31: Solo Viyolonsel için Partita · West Virginia-America – Solen Dikener (2003). Op. 34: 1. Piyano Konçertosu (-1958). · Paris Colonne Ork. – Şef: A.A. Saygun – Solist: İdil Biret. İlk seslendirilişi -1958. · Moskova Sovyet Sinema Ork. – Şef: Niyazi Tagizade – Solist: Igor Zukov. · Utrecht Senf. Ork. – Şef: F. Soudant – Solist: Jan Gruithuyzen (konser İstanbul’da gerçekleşti), · Tokyo Filarmoni Ork. – Şef: Aritoni – Solist: Gülsin Onay. Op. 35: 2. yaylı çalgılar Kuarteti (-1957). · New york (1958) Julliard Quartet (ilk seslendiriliş). Op. 39: 3. Senfoni (-1960). · Azerbaycan Devlet Filarmoni Ork. – Şef: A.A. Saygun. İlk seslendirilişi (-1963). · Moskova Devlet Sinema Senfoni Ork. – Şef: Niyazi Tagizade, · Flaman Radyo Senfoni Ork. – Şef: Doneux, · Sovyet Devlet Senfoni Ork. – Şef: Feodor Glusçenko – !987. Op. 44: Keman konçertosu (-1967). · Almanya Ausburg Sen. Ork. – Şef: Zanotelli – Solist: Suna Kan, · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Veronika Dudarova – Solist: Mikhail Sekler. Op. 53: 4. Senfoni (-1974). · Almanya Bergen Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Finlandiya, Helsinki Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Bakü Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Avusturya Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek. · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Veronika Dudurova. Op. 57: Ayin Raksı (orkestra – 1975) · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Romanya Radyo Senfoni Ork. – Şef: Cristescu, · Akdeniz Gençlik Ork. – Şef: Mikhael Tabachnik (İstanbul) Op. 59: Viyola Konçertosu (-1977). · Londra Filarmoni Ork. – Şef: Gürer Aykal – Solist: Ruşen Güneş. Op. 71: 2. Piyano Konçertosu (-1995). · İzmir Devlet senfoni Ork. – Şef: Tadeus Strugala – Solist: Gülsin Onay – 1988 (ilk seslendirilişi).

BESTELERİ (BURAYA YALNIZCA SAYGUN’UN OPUS NUMARASI VERDİĞİ BESTELER ALINMIŞTIR)

Op.1: Divertimento……….Orkestra için………………………..1930,

Op.2: Suit………………..Piyano………………………………..1931,

Op.3: Ağıtlar:…………….tenor ve solo erkek korosu…………..1932,

Op.4: Sezişler…………….iki Klarnet……………………………1933,

Op.5: Manastır Türküsü….koro ve orkestra……………………..1933,

Op.6: Kızılırmak Türküsü…soprano ve orkestra………………..1933,

Op.7: Çoban Armağanı……koro…………………………………1933,

Op.8: Klarnet, Saksofon, piyano ve vurma çalgılar için müzik….1933,

Op.9: Özsoy……………..Opera…………………………………1934,

Op.10: İnci’nin Kitabı……piyano………………………………..1934,

Orkestra düzenlemesi………..1944,

Op.11: Taşbebek…………opera…………………………………1934,

Op.12: Sonat……………viyolonsel ve piyano………………….1935,

Op.13: Sihir Raksı……….orkestra……………………………….1934,

Op. 14: Suit……………..orkestra………………………………….1936,

Op.15: Sonatina…………piyano…………………………………1938,

Op.16: Masal……………ses ve orkestra………………………..1940,

Op.17: Bir Orman Masalı…orkestra için bale müziği……………1943, Op.18: Dağlardan Ovalardan…koro……………………………..1939,

Op.19: Eski Üslupta Kantat………………………………………1941,

Op.20: Sonat………………keman ve piyano……………………1041,

Op.21: Geçen Dakikalarım….ses ve orkestra……………………1941,

Op.22: Bir tutam keklik……koro………………………………..1943,

Op.23: Üç türkü…………..bas ve piyano……………………….1945,

Op.24: Halay…………….orkestra………………………………1943,

Op.25: Anadolu’dan………piyano………………………………1945,

Op.26: Yunus Emre………oratoryo…………………………….1942,

Op.27: 1. kuartet…………………………………………………1942,

Op.28: Kerem……………opera…………………………………1952,

Op.29: 1. Senfoni…………………………………………………1953,

Op.30: 2. Senfoni…………………………………………………1958,

Op.31: Partita…………..viyolonsel……………………………..1954,

Op.32: Üç ballad………..ses ve piyano………………………….1955,

Op.33: Demet…………..keman ve piyano………………………1955,

Op.34: 1. Piyano Konçertosu…………………………………….1958,

Op.35: 2. Kuartet…………………………………………………1957,

Op.36: Partita……………keman………………………………….1961,

Op.37: Trio………………obua, klarinet, arp…………………….1966,

Op.38: Aksas Tartılar Üzerine 10 Etüt…..piyano………………..1964,

Op.39: 3. Senfoni…………………………………………………1960,

Op.40: Modal Solfej………………………………………………1967,

Op.41: 10 halk türküsü………bas ve orkestra……………………1968,

Op.42: Duyuşlar…………….üç kadın sesi korosu………………1935,

Op.43: 3. Kuartet…………………………………………………1966,

Op.44: Keman Konçertosu………………………………………1967,

Op.45: Aksak Tartılar Üzerine 12 Prelüd…..piyano…………….1967,

Op.46: Nefesli Çalgılar Beşlisi…………………………………..1968,

Op.47: Aksak Tartılar Üzerine 15 Parça…..piyano………………1967,

Op.48: Dört Lied…ses ve piyano (orkestra içinde düzenlenmiş)..1977,

Op.49: Dictum…………….yaylı sazlar orkestrası………………1970,

Op.50: Üç Prelüd………….iki arp………………………………1971,

Op.51: Küçük Şeyler………..piyano…………………………….1956,

Op.52: Köroğlu…………….opera………………………………..1973,

Op.53: 4. Senfoni…………………………………………………1974,

Op.54: Ağıtlar II…………..tenor,koro,orkestra…………………1975,

Op.55: Trio………………..klarinet, obua ve piyano……………1975,

Op.56: Ballad……………..iki piyano……………………………1975,

Op.57: Ayin Raksı…………orkestra……………………………..1975,

Op.58: Aksak Tartılar Üzerine 10 Taslak……piyano……………1976,

Op.59: Viyola Konçertosu………………………………………..1977,

Op.60: İnsan Üzerine Deyişler I…..ses ve piyano………………1977,

Op.61: İnsan Üzerine Deyişler II…ses ve piyano……………….1977,

Op.62: Oda Konçertosu………yaylı çalgılar……………………1978,

Op.63: İnsan Üzerine Deyişler III……..ses ve piyano…………..1983,

Op.64: İnsan Üzerine Deyişler 4………ses ve piyano…………..1978,

Op.65: Gılgameş…………….opera……………………………..1970,

Op.66: İnsan Üzerine Deyişler 5……ses ve piyano……………..1979,

Op.67: Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan…solistler,koro ve ork…1981,

Op.68: Dört Arp İçin Üç Türkü………………………………….1983,

Op.69: İnsan Üzerine Deyişler 6……..ses ve piyano……………1984,

Op.70: 5. Senfoni…………………………………………………1985,

Op.71: 2. piyano Konçertosu…………………………………….1985,

Op.72: Orkestra için Çeşitlemeler……………………………….1985,

Op.73: Poem………………..üç piyano için…………………….1986,

Op.74: Viyolonsel Konçertosu…………………………………..1987,

Op.75: Kumru Efsanesi…………..bale müziği…………………1989.

KİTAPLARI

1. Türk Halk Musıkisinde Pentatonizm……………………..1936,

2. Gençliğe Şarkılar….Halkevi ve Mektepler için………….1937,

3. Rize, Artvin, Kars Havalisi Türkü, Saz ve Oyunlar Hakkında Bazı Malumat…………………..1937,

4. Halk Türküleri: Yedi Karadeniz Türküsü ve bir Horon…..1938,

5. Halkevlerinde Musıki……………………………………..1940,

6. Yalan (Sanat Konuşmaları)……………………………….1945,

7. Lise Müzik Kitabı I-II-III…. (Halil Badi Yönetken ile birlikte)…………………………1955,

8. Karacaoğlan…..(Yeni Bilgiler-Bir Rivayet-Melodiler)…..1952,

9. Musıki Temel Bilgisi I – 1958,.II – 1962,.III – 1964,.IV – 1966,

10. Mod öncesi Ezgilerin Sınıflandırılması………..…………1960,

11. Toplu Solfej……………………..….I – 1967………. II – 1968,

12. Töresel Musıki………………………………..……………1967,

13. Bela Bartok’s Folk Music Research in Turkey Budapeste…1976, 14. Atatürk ve Musıki: O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra….1982.

ÇEVİRİLERİ 1. E.F. Richter: Armoni ve Kontrapuxkt……………………1923,

2. S. Jadassohn: Armoni ve Kontrapuxkt……………………1924,

3. Albert Keim: Wagner’in Hayatı ve Eserleri………………1924,

4. La Grande Encycloopedie: Tüm müzik terimleri……..1925/26,

5. Charles Koechlin: Kontrapuxkt…………………………..1931,

6. Ludwig van Beethoven: Carnet Intime (özel notlar)……..1938,

7. André Gédalge: Traite de la Fugue (Füg El Kitabı)………1941,

Not: Bu çeviri kitaplar basılmamıştır. Basılmış olan telif eserlerin büyük bir kısmının ise mevcudu tükenmiştir. Yeni baskıların yapılması gerekmektedir.

BİLDİRİLERİ (3 DİLDE 10 DOSYAYI KAPSAMAKTADIR)

1. Paris’te, “La Musique Anatolie et se Relation Historique” (Anadolu Musıkisi ve Tarihi Bağlantıları)………………1946,

2. Unesco Toplantısında, “Le Divers Aspects de la Musique Turque” (Türk Musıkisinin Değişik Özellikleri)…………………..1947,

3. Liege’de, “L’Origine de la Ceremon Funebre de Moharrem” (Muharrem Ayinleri Ağıtları’nın Kaynağı………………1957,

4. Beyrut’ta, “Essai sur le Makam” (Makam Üzerine Deneme)………………………………………………….1957,

5. Tahran’da, “L’Education Musicale des Enfants en Orient” (Doğu Ülkelerinde Çocukların Musıki Eğitimi………….1967,

6. Budapeşte’de, “Structure Tetracordale de la Fonction de la Messe” (Tetrakordal Yapı ve Mess’in Görevi)…………..1882.

YAZILARI (“MUSIKİ DEVRİMİ” BAŞLIKLI YAZILARINDAN BAZILARI)

1. Gençliğin Terbiyesinde Musıki

2. Musıki Terbiyesi ve Radyo Neşriyatı

3. Metinlerin Tercümesi Meselesi

4. Radyoların Batı Musıkisi Neşriyatı

5. Halkevleri ve Musıki

CUMHURİYET TARİHİNİN SESLENDİRİLMİŞ İLK OPERASI

1934 “Özsoy”, Cumhuriyet tarihimizin, seslendirilmiş ilk operası olması, bizzat Atatürk tarafından, Adnan Saygun’a sipariş edilmesi ve Musıki devriminin ilk örnek eseri olması bakımından büyük tarihi öneme sahiptir. Gerek form, gerekse içerik açısından, Atatürk’ün kurduğu yeni ulusun kültür politikasının ve ortak manevi değerlerin en somut örneği olan “Özsoy” ne yazık ki, 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi ve Atatürk’ün huzurunda verilen ilk temsilden sonra tozlu raflarda unutulmuş, ancak 1981’de Ata’nın 100. doğum yılı kutlamaları sırasında, Ankara Devlet Operası tarafından tekrar sahnelenmiştir.

1982’deki birkaç temsilden sonra, 20 senedir yine unutulan “Özsoy”, Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, her fırsatta arkasına sığınarak kendilerini savunmaya çalışan, Cumhuriyetin müzik kurumları operalar, konservatuarlar ve orkestralarımızın bu bağlılığı, bir gösterinin dışına çıkmamış, hiçbiri bu büyük esere, Atatürk’ün bu yüce emanetine sahip çıkmayı aklından bile geçirmemiştir. Bu tutum, cumhuriyetin Atatürk devrimlerinin yarattığı diğer Türk eserleri için de söz konusudur…

“Özsoy” üç perdelik, dramatik türde bir operadır. 27 yaşındaki Saygun’un 2 ay gibi akıl almaz kısa bir sürede müziklerini bestelediği “Özsoy”un uvertürünün daha ilk akorlarında, bestecinin çok sağlam ve özgün müzik karakterinin, şaşırtıcı olgunluktaki ilk izlerini görüyoruz. Saygun’un müziğinde, daha sonraları rastladığımız halk Musıkisi (modal) elemanlarının getirdiği, yoğun ve karmaşık armoni yapı bu eserde yoktur. Buna karşılık, tonal musıkinin vardığı en yüce doruk olan, Wagner’in müziğinde rastladığımız yoğun derinlik ve güçlü müzikal ifade, adeta Saygun’da yıllar sonra tekrar vücut bulmaktadır. 19.yy. romantik akımın esası olan ve Wagner’in bıraktığı noktadan, yeni sesler ve renklerle geliştirerek, adeta yeni bir doruğa taşımıştır. Özsoy’un uvertürünün, sade melodik ve yoğun anlam yüklü yapısı, hem bir geleneğin devamı, hem de o geleneğe açılan yeni ufkun müjdecisi özelliğini taşımaktadır. Librettosu Münir Hayri Egeli tarafından yazılan Özsoy’un ana fikrini bizzat Atatürk vermiştir.

Perde açıldığında sahnede gözüken halk ozanlarının tiradı, Atatürk’ün ulus, din, devlet konularındaki görüşlerine ışık tutmaktadır. Bazı örnekler: “Ben ne puta tutkunum, ne de yare vurgunum Elimde destanımla, yalnız hakka bakarım Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım, Gönlü açık olanlar, beni elbet severler.” dizelerinde, Asya Türkleri’nin, eski inancı, Şamanlıktan, hak (Tanrı ve Adalet) dini İslam’a geçiş vurgulanmakta, son dörtlükte ise, tasavvuf felsefesinin büyük ozanı ve Saygun’un dünya görüşünün, gerçek rehberi Yunus Emre’ye bir gönderme vardır. Gönül gözünün açık olması, deyimi, tasavvufta, ilahi aşkın tanımlanmasıdır. Tiradın devamında, yeni ulusun, kültür yapısının betimlenmesinden kaynaklanan, Batıdan veya Doğudan değil, kendi tarihimizden alınacağı dile getirilmektedir: “Ben, ne Homeros gibi; hayali yavuzlar; Tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır, Ne de eski Fin’lerin, Kalavala’sı gibi, insanlarla, cinlerin döğüşünü süslerim hayal enginlerinde… Ben Firdevsi değilim, Kendi dar anlayışımdan, güzel renkli savaşlar yaratıp, ininde uyuyan arslanları kamçılamam…

Ben vatan yavuklusu ozanım, Öz tarihi söylerim, olmuşu iletirim, İşte böyle beylerim.”… Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda kaleme alınan bu satırlarda da görüldüğü gibi, iman ve vatan, yeni ulusun iki ana unsurudur. Toplumun ilerlemesi, çağdaşlaşması için baş vuracağı öz kaynakların, kendi geçmişinde var olduğu ve oradan hareket edilmesi gerçeği bakın nasıl anlatılıyor: “Tarih diyor ki bize, Uygarlıklar ırmağı brakisefal soyda buldu, özlü kaynağı. Bu soy, Asya’dan çıktı, dört bir yana dağıldı. Bu tarih, yükselişin, başlangıcı sayıldı Avrupa, Anadolu, İran ve Orta yayla uygarlığa girdi Bakın, bu büyük soyla zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma, duran düşer, ilerden başkasına inanma”…

Dağılmış Türk boylarını bir araya toplamayı başarmış olan Hakan Feridun’un temsil ettiği kişilik, dağılmış Osmanlı İmparatorluğunu, yeni bir ulusta birleştiren Atatürk’ten başkası değildir. Bu birlikteliği sağlayan ortak değerlere, Hakan Feridun, ki oğlunun dünyaya gelişinin kutlandığı gece, yapılan dualarda örnekler veriliyor: (KORO) “Hep kollar göğe kalksın, yere kapansın dizler Sizinle bir olalım, dua edelim bizler…” (HAKAN FERİDUN) “Tanrım bu güzel geceyi, En güzel umutlarla doldur, nurunla doldur. Sen ey ışık kaynağı, dileklerin yapıcısı, Umutlarını sana bağlayanların koruyucusu, Ulu Tanrı, Yüce Tanrı Çok cahiller, seni gökte arar, yerde ister Sen inananların gönlündesin Ulusumuzu daima aydın ufuklara yönelt Tanrım”… “Sen inananların gönlündesin” sözleri, İslam’ın en gerçekçi, en doğru tanımlaması olduğu gibi, laik düşünceyi, zaten kendi içinde barındırdığının en açık örneğidir. Yani iman, insanın, kendi vicdanı ile Tanrı arasında bir bağdır… Hakan Feridun’un ikiz oğulları, TUR ve IRAÇ’ın temsil ettiği “Özsoy”, Türk ve İran halkının kardeşliğini temsil etmektedir. Kutlama gecesinde, yavrulara, kaderleri için temennilerde bulunan “felekler”, bakın bu kardeşliği nasıl dile getiriyorlar: 2. Felek: “Bu yavrular ve onların özsoyu çoğalsın, boyları en eşsiz yurdu bulsun, yer yüzünün en güzel yurduna sahip olsun”. 3. Felek: “Her ne vakit el ele verip tutuşsunlar, yeryüzü ışık dolsun, sulh, bereket ondan doğsun”. 4. Felek: “Bu yavruların, çağlar boyu sürüp gidecek soyları, hiçbir zaman unutmasınlar, kardeş olduklarını ve her zaman, yüz yılların gerisinde kalacak olan bu anı hatırlasınlar”. 6. Felek: “Bu çocuklar yaşlanacaklardır elbet. Ancak ne zaman soyları, derin derin üzerlerine çökecek, karanlık bulutlardan sıyrılır ve yeni bir nur başlarsa, bunlar kaybedecek aksaklıklarını, yeniden genç olacaklar ve böylece kaderleri, soylarının yenilmez bahtına bağlanacak”… Atatürk’ün, İran’la dostluğa ne kadar önem verdiği, bu satırlarda dile getirilirken, İran Şahının ziyaretine gösterdiği özel ilgi, 2 ayda bir opera hazırlanmasının imkansızlığını bildiği halde, bu konuda ısrar etmesinde de görülmektedir. Şimdi finale, Hakan Feridun’un çocuklarının adını koyduğu bölüme bakalım: “Sen ey nur topu çocuk, senin adın TUR olsun, Kutlu rengin mavi, esin ay, yoldaşın kurt olsun… Sen ey sevgili çocuk, senin de adın IRAÇ olsun, Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın, Yoldaşın arslan olsun ve her ikiniz de, cesaretin, erliğin rengi olan al ile, parlaklığın rengi, beyaza sarılın”…

Feridun, IRAÇ adını koyduğu oğluna “nurun yeşilde çıksın, güneş seninle parlasın, yoldaşın arslan olsun” derken, İran’ın ortak manevi değerlerini ortaya koyuyor ve bayraklarındaki sembolleri anlatıyor. Her iki oğlunu, cesaretin, erliğin, temizliğin sembolü, Türk bayrağında birleşmeye çağırıyor… Dünya Musıki tarihinde, büyük bir devlet adamı ve büyük bir sanatçının birlikte yarattığı, belki de tek opera olan “Özsoy”a sahip çıkmak, Atatürk’e ve onun Cumhuriyetine sahip çıkmak demektir.

Hasan Eren’in Ardından

Hasan Eren’in Ardından Öğrencisi olduğum Prof. Dr. Hasan Eren’i 29 Mayıs 2007 tarihinde yitirdik. Vidin’de 1919 yılında doğmuş. Türk Dil Kurumunun yayın organı olan Türk Dili dergisinin 667. sayısında çıkan yazımda kendisini Türklük Bilgisi Çalışmalarına adayan bir şahsiyet, bir “başbilgin” diye nitelemiştim. Gerçekten de hayatı boyunca yalnızca Türklük Bilgisi (Türkoloji) çalışmalarıyla meşgul olmuş ve kendini bu işe vermiş, dünyasını Türk dilinin tarihiyle, köken bilgisiyle özdeş kılmış bir bilim adamıydı. O, sevinci ve mutluluğu ortaya koyduğu yazılarıyla, kitaplarıyla tadardı. Sohbetleri dil üzerine idi. Her sözünde bilgi, düşündürücü bir sonuç vardı. Kırk yıl boyunca onun bu özelliklerinden ayrılmadığını, ölüm döşeğinde bile Türk dilini, köken bilgisi sözlüğünü dilinden düşürmediğini gördüğüm için onun “başbilgin” unvanıyla anılmasını istedim.

Türklük bilgisi çalışmalarının bugün aramızda olmayan Fuat Köprülü, Reşit Rahmeti Arat, Ragıp Hulusi Özdem, Saadet Çağatay, Ahmet Caferoğlu, Mecdut Mansuroğlu, Muharrem Ergin, Tahsin Banguoğlu, Osman Nedim Tuna gibi birbirinden değerli hizmetkârları, bilginleri vardı. Hasan Eren de bunlardan biriydi. Ömrünün son yıllarını oğlu Seçkin Eren’in İzmir’deki evinde geçiriyor ve daha önce yayımlanmış olan Etimoloji Sözlüğü’nü genişletmeye, elindeki malzemeyi bu sözlüğe katmaya çalışıyordu. Hasan Eren’in İzmir’de (Urla) yaşadığı iki kötü olay onun çalışmalarını bayağı aksatmıştı. Bunlardan biri oğlunun vefatıydı. Bu olay onu ziyadesiyle üzmüş ve oğlunun cenazesinde Ankara’ya dönme arzusunda olduğunu bana söylemişti. Yaşadığı bir ikinci olay ise onu çalışmalarından büsbütün ayırmıştı. Banyoda düşmüş ve başı zemine çarptığı için artık iyice çalışamaz bir hâl almıştı.

Almanya’da çalışan vefalı kızı izin alabildiği ölçüde onu yalnız bırakmıyor, yanında yaşadığı oğlunun eşine destek oluyordu. Kendisini vefatından yaklaşık bir ay önce İzmir’den alıp kızı ile birlikte Ankara’ya getirdik. Kızı Çiçek Hanım ve damadı Ahmet Bey ona bir süre evde baktı. Ankara’daki günlerini daha çok eski adı Trafik Hastanesi olan kuruluşta geçirdi ve orada da vefat etti. Türk Dil Kurumunda bir cenaze töreni yapıldı. Kocatepe Camiindeki cenaze namazından sonra Cebeci Asri Mezarlığında daha önce vefa etmiş olan eşinin mezarına defnedildi. Hasan Eren’den sonra Türk Dil Kurumunun başkanı bulunan Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, doğumunun 80. yılı münasebetiyle 2000 yılında Hasan Eren için bir armağan kitap hazırlatmak kadirbilirliğini göstermişti.

Yönetim Kurulunda alınan bir kararla çalışmalar başlatıldı. Kitabın hazırlanması ve hocanın hayat hikâyesini yazma görevi de bana verilmişti. Armağan kitaba Turan Oflazoğlu, Imre Baskı, Firidun A. Celilov, Vladimir Drimba, İnci Enginün, Kemal Erarslan, A. Bican Ercilasun, Halil Ersoylu, Ergaş Fazıl, Aldo Gallotta, Peter B. Golden, Nevzat Gözaydın, Tuncer Gülensoy, Tofiq Hacıyev, György Hazai, Kâzım Karabörk, Zeynep Kormaz, Hasibe Mazıoğlu, İsmail Parlatır, Aleksandr Sçerbak, Miryana Teodosiyeviç, Edward Tryarski, Halil İ. Usta, Mirfatif Zekiyev, Peter Zieme, Hamza Zülfikar birer makale yazıp bu bilim adamının 80. doğum yılını kutladılar. Bu kitapta onun hayat hikâyesini bazen kendisinden dinleyerek bazen de çeşitli kaynaklardan yararlanarak ortaya koydum. Çocukluğundan, doğumunun 80. yılına kadar olan fotoğraflarından bir seçme yaparak onları armağan kitabın sonuna ekledim.

Son fotoğraf Türk bayrağı çekilmiş bir motorda Van Gölündeki seyahatini göstermektedir. Kitap, yayınlamadan önce bütün bu malzemeyi okudu, eklemeler yaptı. Hasan Eren’in bibliyografyası da bu armağan kitapta yer almıştır. Hazırladığım listeyi kendisi yeniden düzenledi ve eklemeler yaparak yıllara göre gruplandırdı. Hasan Eren, İlk ve rüştiye öğrenimini Vidin’de tamamlamıştır. Bulgar lisesinden 1937 mezun olduktan sonra hayatını Macaristan’da sürdürür. Macar Türkoloğu Gyula Nemeth, Vidin’de halk ağzından malzeme derlemek üzere geldiğinde H. Eren dikkatini çeker ve H. Eren’e öğrenimine Macaristan’da devam etmesini teklif eder. Böylece o Türkoloji alanına ilk adımını atmış olur. Öğrenim basamaklarında Rusça, Fransızca ve Macar öğrenmiştir. Ankara’da doçentliğinin denkliği 1948 yılında kabul edildikten sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde öğretim üyesi olarak göreve başlar. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Türk Dili Tarihi derslerini okutur.

Hasan Eren’in yazı hayatına başladığı tarih 1940 yılıdır. Son yazısı ise Türk Dili dergisinin Şubat 2007 tarihli sayısında yayımlanmıştı. Yazının adı “Bir Suç Duyurusu Üzerine” idi. Bu ilgi çekici yazıda Avukat Ahmet Koçak’ın Hasan Eren’i imkân yerine olanak kelimesini kullandığı için mahkemeye verdiği, Cumhuriyet Savcısı Ali Kemal Fettahoğlu 25.09.1989 tarihinde “Kovuşturmaya Yer Olmadığına İlişkin Karar” başlığı altında davayı reddettiği anlatılıyordu. Çocukluktan ölünceye kadar insanoğlunun hayatında acı, tatlı pek çok olay olur bunlar gayet normal şeylerdir. Ama kullandığı Türkçe bir kelimeden dolayı insanın mahkemelik olacağı herhâlde akla gelmez. Hasan Eren, Türk Dili dergisinde yazı yazmayı çok severdi. Burada yazdığı yazılar daha çok köken bilgisini ilgilendiren yazılardır.

Türk Dil Kurumunun Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Türkoloji Dergisi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi onun yazılarının bulunduğu öteki dergilerdir. Hasan Eren, Türk Dili dergisindeki yazılarını her düzeyde okuyucunun anlayacağı bir üslûpla kaleme alır, okuyucuyu yazıya çekmeye çalışır, sonucunu merak ettirirdi. Bu onun yazılarında görülen başlıca özelliklerden biriydi. Türk Dili dergisinin 667. sayısında -sal (-sel) ekinden bahsederken konuya Aysel kelimesinden başlamış; Aysel kelimesinin sonundaki -sel ekinin “temiz, namuslu, iffet sahibi” anlamında “sili” kelimesine bağlamıştı. H. Eren, son yıllarda yazdığı yazıların birkaçı da anılarla ilgilidir. (bk. Türk Dili 665). Bu anılar içinde dönemin birçok yazarının ve dil bilgininin adı geçer. Vaktiyle Türk Dil Kurumunda birlikte çalıştığı Nurettin Artam’dan da takdirle sık sık söz ederdi.Türk Dil Kurumu sözlük kolu uzmanı Dr. Mehmet Ali Ağakay ve onun fedakârane çalışmalarından da sık sık söz ederdi. Yazılarında Türkçe kelimeleri özenle seçerdi. Ancak özellikle batı kökenli bazı kelimeleri de yeri geldiğinde kelimenin taşıdığı değişik anlam dolayısıyla kullanmaktan kaçınmazdı. Türklük Bilimi Sözlüğü adlı eserinin ön sözünde up to date terimi kullanmış; yazılarını yeniden düzenleyip yeni bilgilerle donatmayı bu sözle ifade etmiştir.

Ancak bu tür kelimeleri yazılarında eğik dizdirirdi. Aynı işi Türkçe Sözlük’te de yapardı. İmlası çok yabancı olan, Türkçenin ses düzenine uymayan kelimeleri fuel oil örneğinde olduğu gibi eğik dizdirirdi. Öğrencisi olduğu 1960’lı yıllarda verdiği dersler ses tarihi ile ilgiliydi. Kelimelerin eski lehçelerde uğradığı ses değişikliklerini tarihi sıraya göre ele alır; aynı derslerde yaşayan lehçelerdeki ses değişikliklerini de örneklerle açıklardı. Yakutça ve Çuvaşça onun en çok değer verdiği, üzerinde durduğu lehçelerdi. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okutulan bu derslerin ve bu derslerde uygulanan yöntemin öteki üniversitelerde aynı düzeyde okutulmadığını söyleyebilirim. Onun açtığı bu çığır, günümüzde de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Hayatı boyunca onu üzen çeşitli olaylar olmuştu. Bunların bazılarını kendisi için hazırladığım Hasan Eren Armağanı’nda yazdım. Ama 147’ler listesine girmesi ve bir süre Fakülteden ayrılmak zorunda bırakılması onu en çok üzen ve hiçbir zaman unutamadığı, yeri düştüğünde heyecanla ve öfkeyle anlattığı bir olaydı. Başta Macaristan olmak üzere onu kabul edecek birçok Avrupa ülkeleri bulunmakla birlikte devletine, ulusuna küsmedi, ülkeyi terk edip yurt dışına gitmedi, H. Eren son yıllarını söz konusu ettiği bu tür yazılara ve Türk dilinin çeşitli konularını işleyen yabancı Türkologların çalışmalarına ayırmıştı. Yabancı Türkologların hayatlarını konu alan bir kitapta toplamaya çalışıyordu.

Türk Dil Kurumu yayınları içinde çıkan Türklük Bilimi Sözlüğü’üne bu yazarların fotoğraflarını da koymuştu. Kitaptaki özel olarak çekilmiş fotoğrafları görünce “Hocam bunları nereden buldunuz?” diye sormuştum. Bana onları yıllardır biriktirdiğini söylemişti. O şahsiyetlerin fotoğraflarını Türk Ansiklopedisi’nde çalıştığı yıllarda da kullandı. Söz konusu bilginlerin hemen hemen tamamını birer ansiklopedi maddesi olarak kendisi yazdı. Bu konuda bir belgeliğe sahipti. Buldukça bir tarafa ayırdığı bilgileri, fotoğrafları bu kitapta da kullandı. Bu şahsiyetlerin her biri Türklük biliminde, Türk dili çalışmalarında ün yapmış çeşitli uluslardan olan bilginlerdi. Armin Vambery, Edvard Tryjarski, Adreas Tietze, Wilhelm Thomsen, Ettore Rossi, Martti Resenen, G. John Ramstedt, Wilhelm Radloff, Ödön Schütz, Aleksandr N. Samoyloviç, Nikoloy Poppe, Evgeniy D. Polivanov, Omeljan Pritsak, Edward Piekarski, Henrik Paasonen, Gyula Nemeth, Sergey E. Malov, Lajos Ligeti, Tadeusz Kowalski, Wladyslaw Kotwich, Nikoloy F. Katanov, Gunnar Jarring, György Hazai, Zoltan Gombocz, Annemarie von Gabain, Lajos Fekete, Alessio Bombaci, Aleksandr K. Borovkov, Nikolay A. Baskakov, Fehim Bajraktarevic ve Finlandıyalı Pentti Aalto ile ilgili bilgiler, onların bilimsel çalışmaları bu kitapta yer aldı. Türk Dil Kurumunca yayımlanmış olan bu kitabına verdiği numara “1” idi. Öteki yabancı bilginleri de ikinci kitapta yazacak ve ardından Türk bilginlerini ele alacaktı.

Hasan Eren bu çalışmaları yaparken Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü’nün genişletilmesini de ihmal etmiyordu. İkinci baskısını Türk Dil Kurumu yayınları içinde çıkaracaktı. Hatta Türk Dil Kurumu Başkanlığı ile bir sözleşme de yapmıştı. Elinde epeyce de malzeme bulunmaktaydı. Bunları damadı ve kızı bilgisayarda yazıyor ve ona yardımcı oluyorlardı. Ne yazık ki hayat planlandığı gibi yürümüyor. Hasan Eren, ömrü boyunca yalnızca üniversitelerde ders veren bir öğretim üyesi olarak kalmadı. Bir ara Kıbrıs’ta da görev yaptı. Kıbrıs Türkleri ve Türk Dili adlı makalesi o yıllarda derlediği malzemeye dayanır. Devletin birçok kurumunda görevlendirildi. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumunun Yönetim Kurulunda çalıştı. İçişleri Bakanlığında Yer Adları Komisyonunda görev aldı. Birçok köye baraja Türkçe ad verdi. Alpulu, Ezine, Edincik gibi yer adlarının kökeni hakkında yazdığı makaleler o yılların birikimlerine dayanır. Türk Dil Kurumunda uzun yıllar hizmet verdi ve 12 Eylül’den sonra altı yedi yılı süreyle Türk Dil Kurumu Başkanlığı yaptı. Bu sırada ağırlık, daha çok Türkçe Sözlük’ün zenginleştirilmesine verildi. Bugün belli bir söz hazinesine ulaşmış olan Türkçe Sözlük’ün kelime hazinesinin onun derlemeleriyle zenginleştiğini kimse inkâr edemez. Türkçenin öteden beri birtakım sorun içeren İmla Kılavuz’u çalışmalarına el atıldı.

Özelikle gereksiz bir biçimde yapılmış kelime birleştirmeleri bu yıllarda ele alındı ve konu tartışma alanına girdi.Yapılan tartışmalar içinde Hasan Eren peş peşe birkaç makalesi yayımlandı. Bunlardan birkaçı Dil Tartışmalarında Gerçekler adlı kitapta yer aldı. “Eski Dilciler Eski Çözümler” (Türk Dili LV 1988), “Sırça Köşkte” (Türk Dili LVI 1988 Daha sonra bu yazının ikincisini gene aynı dergide 1992’de, üçüncüsünü gene Türk Dili dergisinde 1993’te yazdı.), “Eski Dilcilikten Yeni Yazım Uzmanlığına” (Türk Dili LVIII 1989) Hasan Eren, eski dilciler sözüyle amatör dilcileri kast ederdi. Kendine has, esprili üslubuyla onları eleştirmekten zevk alırdı ve bu konuda pek çok yazı yazdı. Amatör dilcilerden hiç hoşlanmadı. Ancak onlar da kendisiyle uğraşmaktan geri durmadılar. Hasan Eren, bir Ansiklopedi yazarıydı. Üniversitedeki görevinin yanı sıra uzun yıllar Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Yayınlar Genel Müdürlüğünde Türk Ansiklopedisi’ni çıkarmakla meşgul oldu. Nevzat Gözaydın, İsmail Parlatır da onunla birlikte bu çalışmaya katılmıştı. Bu kadroda ben de bulunuyordum. Türk Ansiklopedisi’nin Z harfindeki son maddeyi yazıp bitirdikten sonra o yıllarda Milli Eğitim Bakanı olan Vehpi Dinçer’e Ansiklopedi’nin yeni baştan çağdaş bilgilere dayalı olarak yayımlanmasına izin vermek üzere başvurdu. Aradan otuz yıl geçti. O makama pek çok bakan oturdu. Bu güne kadar Bakanlıktan bu konuda herhangi bir karar çıkmadı. Türk ansiklopedisi’nin o hazin hâline hâla bir çare bulunamadı ve yeni bir baskısı yapılamadı. Hasan Eren, bir yandan sözlük yazarı, öte yandan Türk dil tarihi uzmanı idi. Ömrünün büyük bölümünü başta üniversite olmak üzere devletin çeşitli kurumlarında hizmet vererek geçirdi. Onun yaş haddinden üniversiteden ayrılışı üzerine Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dersler vermesini bekledik. Ama ona bu teklif yapılmadı, bir an önce odasını boşaltması için kendisine yazı yazıldı. Onun da bu konuda suskun kalması beni düşündürmüştür.

Hasan Eren’in aklımda kalan ve bir bilgiye dayanan birçok sözü vardı. Bunlardan biri Rusya’da Türkçe konuşanların Rusça’dan sonra ikinci sırada geldiğini söylerdi Rusya’daki Türkolog sayısının bu kadar çok oluşunu biraz da bu gerçeğe bağlardı. Hasan Eren’in espriyi seven bir şahsiyetti. Her konuşmacının sözünü bir espriyle bütünlemeye çalışırdı. Bu tür örnekleri Türk Dil Kurumunun Bilim Kurulundaki öğretim üyeleri iyi hatırlarlar. Yaptığı esprilerle gergin havayı yumuşatır, çevresindekileri güldürürdü. Hasan Eren’in hayatı planladığı gibi yürümedi. Yazacağı makaleleri, bitireceği etimoloji sözlüğü vardı. Bildiği lisanlarla, edindiği zengin Türklük bilgileriyle her fani gibi o da bu dünyayı terk edip ebediyete gitti.

Hamza ZÜLFİKAR

Macar atletten dünya rekoru

kosuUluslararası Ultra Koşu Federasyonu (IAU) tarafından Macaristan’ın Veszprem kentinde düzenlenen 6 saatlik ultra maraton koşusunda, 92 bin 613 metre koşan Macar Gabor Muharai’nin bu alanda yeni bir dünya rekoru kırdığı açıklandı.

Bu alanda eski rekorun, 89 bin 451 metre ile Polonyalı Tomas Chawawko’ya ait olduğu bildirildi.

2012-04-03
trtspor.com.tr

Macar milli futbol takımı yükseliyor

valogatott1993 yılında FIFA tarafından başlatılan kıyaslamalı ölçümlerde Macar futbolu ilk kez bu kadar önemli bir pozisyon yakaladı. Sándor Egervári’nin teknik direktörlüğündeki Macar milli takımı ağustos ayında 45. sıradaydı. Son üç maçını da kazanan Macarlar 2012 Avrupa şampiyonasındaki İsveç’i de sıralamada yakalamak üzereler. İsveç FIFA sıralamasında 27. durumda.

2011-09-22
Turkinfo/Budapeşte

Macar futbol kulübü Ferençvaroş, satışa sunuldu

Fradi-emblemaMacaristan lig tarihi boyunca 28 lig, 20 kupa şampiyonluğu ile ülkede en fazla kupa kazanan, 1965 yılında Juventus’u yenerek Fuar Şehirleri Kupası Şampiyonu olan, Kupa Galipleri Kupası’nda final oynayan Macaristan’ın dünyaca ünlü futbol kulübü Ferençvaroş’un sahibi İngiliz işadamı Kevin McCabe kulübüyle ipleri tamamen koparttı. 2008 yılı başında Ferençvaroş’u satın alan Sheffield United’ın da sahibi olan İngiliz işadamı Kevin McCabe, kendisine ait hisselerinin yüzde 95’ni satılığa çıkardı. Ferençvaroş’u 2. ligde oynarken satın alan İngiliz işadamı McCabe’nin bu kararı taraftarların büyük öfkesine neden oldu. Bini aşkın Ferençvaroş taraftarı kulübe ait olan Albert Florian Stadı önünde protesto gösterisi düzenleyerek, Macar devletinden kulübün kurtarılmasını istedi. Kevin McCabe, Ferençvaroş’a daha fazla yatırım yapmayacağını, Macaristan’da devletin ve sponsorların verdikleri sözleri tutmadığını, açıkladı.

2011-02-19

Macaristan futbol federasyonu 110 yaşında

puskas_labdavalDünyanın en eski futbol federasyonlarının başında gelen Macaristan Futbol Federasyonu, 110 yaşına girdi. Macaristan Futbol Federasyonu’ndan yapılan açıklamada, 19 Ocak 1901 tarihinde 13 kulüp ile kurulan federasyonun, dünyanın en eski futbol federasyonlarının başında geldiği belirtildi. Macar futbolu, tarihinin en büyük başarısını, 1938 ve 1954 yıllarında Dünya Kupası’nda iki kez adını finale yazdırarak kazandı. 1938 yılında İtalya’ya karşı 4-2, 1954 yılında ise Batı Almanya’ya karşı 3-2 kaybederek ikinci olan Macaristan, bazılarına göre dünyanın ilk total futbol oynayan ekibidir. O yıllarda “Altın Takım” olarak da adlandırılan ve adeta efsane olarak kabul edilen Macaristan Milli Takımı, İngilizlerle yapılan maçlarda aldıkları farklı galibiyetlerle adını tüm dünyaya duyurdu. 1950’li yılların Macaristan Milli Takımı, futbolda büyük devrimlere imza attı. En korkunç ve etkili takım olarak nitelendirilen Macaristan, o yıllarda Brezilya, Arjantin, Almanya ve İngiltere gibi ülkeleri dize getirerek, büyük bir sükse yaptı.

2011-01-24

Özel Röportaj: Géza M. Tóth

gezatothYorumlarınızın, beğenilerinizin, paylaşımlarınızın ve eleştirilerinizin bizim için çok değerli olduğunu unutmayın ve lütfen bizden esirgemeyin.

Aşağıdaki oynatma listesinde önce kendisiyle yaptığımız röportajı, ardından da çektiği kısa filmleri bulabilirsiniz. Röportajın Türkçe altyazı seçeneği olduğunu unutmayın.

İyi seyirler!

Detaylar: ( video ) >>>

2014-11-07

16,474FansLike
639FollowersFollow