Lukács sızısı

Çocukluğu köyde geçmiş, ortaokul yıllarında gazetenin eki olarak verilen Milliyet Sanat Dergisi ile karşılaştığından beri yeni çıkan her edebiyat dergisine hevesle yaklaşmış, onca yıl geçmesine rağmen Zoltan Fabri’nin “Macarlar” filminin her karesini hatırlayan birisi olarak kaç gündür içimde Lukács sızısı ile dolanıyorum. Derdimi önce “sulara söyledim”, arkadaşlarıma anlattım, çocuklarımla paylaştım; Ahmet Cemal, Murat Belge bir şey yazar mı diye gazetelere bakındım ve sonunda içimdeki sızı dayanılmaz hale gelince “haddim” olmadığını bilsem de yazmaya karar verdim.
Sabaha iyi başlamış, tatil sonrası onlarca bebeği özlemle muayene etmiş, onlardan yansıyan ışıkla içim dolu eve gelmiştim. Her şey yeni çıkan bir edebiyat dergisinin Eylül sayısını biraz meraktan (merakımın “kışkırtılmış”
olduğunu itiraf ediyorum), biraz da o sayısında romanlarını okuduğum ve kendimce bir gizem atfettiğim bir yazarla (Hamdi Koç) röportaj olduğu için almamla başladı. Sonra o röportajı okumaya başladım; yazarın ileride Henry James olmak istediğini, Joyce sevdiğini (röportajı süsleyen resimlerden birinde yazar Ulysses’in İngilizcesini kütüphanesinden çekerken görüntüleniyor), Türk yazarlara pek yüz vermese de Yusuf Atılgan ve Tanpınar’ı beğendiğini, “toplumcu gerçekçiliğin” onu rahatsız ettiğini öğrendim. Okuduğum her satırın beni mutsuz etmeye başladığını hissetmiştim ki söz “Yaşasın Apolitik Türk Yazarları” konusuna geldi ve “… Toplumcu gerçekçilik dedikleri bir şey vardı ve o yıllarda yaşamasına izin verilen tek gerçekçilikti. Ne işler ya! Nelerle uğraştık’ Lukács diye bir Macar köylüsünü getirip burnumuzun dibine dayadılar, estet diye” cümlelerini okuyunca elimdeki dergiyi yüzüm kızararak yere bıraktım. Uzunca bir süre sakinleşmek için bekledim ve önce kitaplıkta Estetik I, II ve III’ün kapaklarına dokunarak Lukács’dan özür diledim; sonra Hamdi Koç acaba ne demek istemiş (Lukács gerçekten köylü müymüş!?, öyle dar kafalı, dogmatik,
“Jdanovcu” biri miymiş!?) diye ansiklopedilere, sanat tarihi kitaplarına baktım. AnaBritannica’ya göre György Lukács (bu arada röportajda Lukacs isminin yanlış yazıldığını belirtelim) varlıklı bir Yahudi ailesinin oğlu olarak Budapeşte’de doğmuş, Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe okuduktan sonra Almanya’da Berlin ve Heildelberg’de yeni – Kantçı felsefecilerle çalışmış, 1918’de Macaristan Komünist Partisi’ne girmiş, 1945’de Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü, 1956’da Imre Nagy hükümetinde kültür bakanı olmuş; Macar ayaklanmasından sonra Romanya’ya sürülmüş, daha sonra bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırmış. Aynı ansiklopedi Lukács’dan
“Sanatçıların siyasal denetim altına alınmasına karşı çıkarak hümanizme dayalı bir Marksist estetik kuramı geliştirmiş ve Marx’ın sanayi toplumundaki yabancılaşmayla ilgili kuramına katkıda bulunmuştur” cümleleriyle bahsediyor. Lukács’ın anıtsal yapıtı Estetik’in üç cildini Türkçeye çeviren kültür emekçisi Ahmet Cemal ise Lukács’ın “Aristoteles’ten
Lenin’e, insanlık tarihinin birçok büyük düşünürünün yapıtlarını özümlediğini, kendi düşünce yapısında yoğurduğunu” belirterek “Böyle bir kafanın, Hegel’e ve onun kökenlerine gereğince inilmeksizin Marx’ın anlaşılabileceğine inananların bulunduğu bir ülkeye öyle sanıyoruz ki verebileceği epey ders vardır” diyor (Aktaran Ahmet Oktay, Defter, sayı 10). Ben de sıradan bir edebiyat okuru olarak Fatsa’da doğan, bir süre ODTÜ’de okuyan, Shakespeare, Faulkner, Beckett ve Joyce’dan çeviriler yapan, şu sıralar çok okunan bir yazarın nasıl Lukács’ı aşağılayacak denli kibirli olabildiğini, ne hakla bu arada Macarları ve köylüleri de aşağılayan özensiz bir dil kullandığını; bu sözlerin yeni çıkan bir edebiyat dergisinde yer bulmasının “kültür dünyamız” için ne anlama geldiğini herkese sormak isterim.

2013-04-11
ŞÜKRÜ HATUN – Radikal