En sık kullandığım güzergahlardan birisi. Genellikle Astoria Oteli’nin köşesindeki durakta inip oradan Kálvin Tér’e doğru yürürüm. Hep sağdan. Sol taraf 19. yüzyıldan kalma, müze ve üniversite olarak kullanılan heybetli binalarla doludur. Bölge 18. yüzyılın son çeyreğinde, soylu Batthyány ailesine aitmiş. 1813 yılında Magyar Nemzeti Múzeum (MNM- Macar Ulusal Müzesi) tarafından satın alınmış.
Bir doğa müzesi kurma fikri, modern Macar tarihinin yapı taşlarından olan Kont István Széchenyi’den çıkmış. Fransız İhtilali’nin etkisiyle Avrupa’da ulusal müzeler inşa edilmeye başlar başlamaz Széchenyi (tam olarak 1802 yılında), zengin koleksiyonunu Macaristan’a bağışlamak için İmparator I. Ferenc’e başvurmuş ve hükümdarın onayını alarak Macar Ulusal Müzesi’nin kurulduğunu müjdelemiş. Tabii ki ortada bir müze yokmuş, ama bu illüzyonla MNM, Avrupa’nın üçüncü ulusal müzesi olarak kayıtlara geçmiş. Günümüz patent hikayelerinin bir önceli gibi ya da düğmeye ilk basanın kazandığı yarışma programlarının.
1807 yılında Macar Parlementosu, varolmayan müzeyi milletin malı olarak kabul ederek, halkı bağışta bulunmaya çağırmış.1908’de Szechenyi’nin karısı Julianna’nın, mineral koleksiyonunu saraya bağışlaması bir sıçrama tahtası olmuş ve bugünkü Doğa Bilimleri Müzesi’nin temellerinin atılmasını sağlamış. Binanın yapımı için parlementodan onay çıkması neredeyse çeyrek yüzyıl, Mimar Pollock’un 1937’de inşaatına başladığı binayı tamamlaması da on yıl sürmüş. Heykel süslemeleri geçici olarak Milano’dan Peşte’ye taşınan Rafael Monti tarafından yapılmış ve nihayet 1846’da III. Ulusal Sanayi Sergisi ile açılmış.
Bunlar hep meraktan, yoksa dediğim gibi ben hanidir sağdan yürüyorum. Daha önce farklı ülkelerde ve kentlerde pek çok benzerini görmüş olmakla birlikte, karşıya geçme fırsatı bulsam, bu müzeyi de ziyaret etmekten mutluluk duyacağım. Ama bazen kısa gibi gözüken mesafeleri aşmak uzun zaman alabiliyor. Kaldı ki sağ yakadaki binalar da geçen yüzyıldan kalma ve neredeyse tamamı tescilli. Her neyse, aslında Astoria Oteli’nin oradan yürümeye başlayıp Ferenczy István utca’nın köşesine varana kadar otel, galeri, Mc Donalds, eczane filan derken buranın özel konumunu fark etmezsiniz bile. Yine de o kadar çabuk geçmeyin derim. Budapeşte’deki eski binaların avluları, daima sürprizlere gebedir.
Derken sağanak başlar. İlk sahaf iki farklı binanın altına yayılmış ve içeriden birleştirilmiş buranın ağır abisi Központi’dir. Vitrinler çarpar önce insanı. Pek az görebileceğiniz haritalar, ciltleriyle bile baş döndüren nadir kitaplar, gravürler. Ama ürkütücüdür. Başlarda çekinerek girip şöyle hızla bir göz atıp çıkardım. Ta ki, hanidir vitrinde gördüğüm Baedeker’s’in Constantinople seyahatnamesini çıkarttırana kadar. Fiyatını öğrenmem olayların gidişini kolaylaştırmadı. Yine de bir eşik aşılmıştı işte. Sonra yağmurlu bir günde… O gün bugün geçerken vitrinlerine bakar ama burayı en sona bırakırım.
Bir adım ötedeki Lira Könyvesbolt’la hiç işim olmaz ama hemen yanındaki müzik ve enstrüman mağazası Zoltan Kodály’da daima oyalanırım. Burası klasik ve caz tutkunları için cennettir. Müzik kitapları, notalar, enstrümanlar falan da var ama onlar benim görüş alanımın dışında kalır varsa yoksa eski plaklar.
Hemen ötesinde, isminden de kolayca anlaşılabileceği gibi daha çok yeni kitaplar satan Freshwater vardır. Onu pas geçip, Városfal sahafında soluklanırım. Burası ince uzun, dikdörtgen bir mekandır. İki duvar kitaplarla doludur ve ortada hem yanları hem üstü dolu geniş kitaplıklar bulunur. Kitaplar iyi düzenlenmiştir. Girince sol dipte, ufak eski bir masanın arkasında hep aynı orta yaşlı kadın oturur. Girenlerle göz göze gelip başıyla selamlar. Dükkanda hiçbir zaman iki müşteriden fazla olduğumuzu hatırlamıyorum. İçeride neredeyse kesintisiz bir sessizlik hüküm sürer. Buranın hazineleri sağ dipte yer alan ve daima kapalı camlı vitrinli büfede durur. Ayrıca kadının arkasında küçük bir kör oda daha vardır ki, orada bir başka kilitli vitrin vardır ve hemen yanında ufak bir masa, alçak tabure ve karton kutular içinde efemeralar. Macaristan sahaflarında fiyatlar, kitabın son sayfasında kurşun kalemle yazılır. Bizde olduğunca, sığır damgalar gibi, yapışkan etiketlerle kitap kapaklarının arkası örselenmez.
Çok duramazsınız Városfal’da, ısrarlı sesizlik gerilim yaratmaya başlar bende derhal bir adım ötedeki Weöres Sándor sahafın, gürültülü sessizliğine kaçarım. Burası sokağın en özensiz, düzensiz ve elbette en ucuz yeridir. Daracık bir dükkandır ve yüksek tavanları nedeniyle daha çok bir kuleyi, kitap kulesini andırır. Orada sırt çantasıyla dolaşamazsınız. Dükkanda biri varken bir ikinci kişi içeri giremez. Arkadaki raflara ulaşmanızı engelleyen üst üste adam boyu yere yığılmış kitapların kalabalığı içinden bir şey bulmanız mucize kabilindendir. Üstelik bir tasnif de yoktur. Yine de her gerçek kitap meraklısı gibi hayvani bir dürtüyle, burada eşelenmekten zevk alırım. Aldığım tek tük kitap, otuzlarındaki dükkan sahibinin vitrinde sergilediği iki dilde basılmış kent kitaplarıdır genellikle.
Kárpáti és Fia çok şey vaat eder ama Weöres Sandor kadar kesattır, üstelik oradaki hazzı da vermez. İçerde çok iyi mallar vardır ama her şey ateş pahasıdır ve dükkanın aksi suratlı, sürekli gözü müşterilerin üzerindeki sahibi çekilir nane değildir. Bakıp bakıp da hiç bir şey almadığım tek yer burasıdır desem abartı olmaz.
Honterus Gallery ve mezat evi, sokağın iki başaltı dükkanından ilkidir, ikincisi Antiques Museum’dur. Her iki dükkanda büyük olmamakla birlikte, içi dolu turşucukturlar: Afişler, haritalar, eski reklamlar, gravürler, çizim kapaklarıyla göz alan deri ciltler, sıra sıra dizilmiş seyahatnameler. Hangisinden, şimdi hatırlamıyorum, 1904 Viyana baskısı bir Atlas almıştım. Gerçek bir heyulaydı. Eve kan ter içinde varmıştım.
Bu iş, tıpkı alışveriş tutkunu kadınlarda olduğunca arzu, tutku ve derin bir boşluk barındırır. O yüzden elim kolum fazla dolu değilse, sanki saatlerdir onca kitaba bakan ben değilmişim gibi, hareketli caddeyi geçip Kálvin Tér Meydanı’ndaki seyyar arabalı sahafın etrafını da tavaf etmeden duramam.
Ama ne olursa olsun sahaf turum, ağızda daima iyi tat bırakan Központi’de nihayet bulur. Her yer çepeçevre ahşap raflarla doludur ve onlar da kitaplarla. Tavanla ahşap rafların arasındaki boşlukta Macar afiş tarihinin en nadide örnekleri yer alır. Dikkat, boynunuz tutulmasın. Etrafta bir sürü camlı ve çekmeceli dolap göreceksiniz. Evet, en değerli malzemeler bunlarda tutulur. Kapıdan girince ilk salonda çoğunluk daha yeni kitaplar vardır ama yan bölüme geçtiğinizde nereye bakacağınızı şaşırırsınız. Buraya adım atınca Macarca bilmediğime sevinirim içten içe. Hemen solda, sadece salondan ışık alan iyi aydınlatılmış kör bir oda vardır. Benim mekanım orasıdır, çünkü yabancı dildeki kitaplar burada bulunur. Macaristan coğrafi, kültürel ve siyasal bağlarından ötürü eski Almanca kitaplar bulabileceğiniz önemli merkezlerden biridir. İlk kez Almanca kitapların nerede durduğunu sorduğumda, çalışan bir kadın beni buraya getirip bırakmış, bir süre sonra üst raflara ulaşmam için ahşap bir merdiven de getirmişti. O andan itibaren kendimi buraya ait hisseder oldum.
İnime girince önce çanta ve ceket gibi fazlalıklardan kurtulur, kitapları uzaktan seyrederek soluklanırım. Ciltleri sırtından görerek raflar boyunca ileri geri dolaşmaya başlarım. Bazılarına elim gider, bulundukları kuytudan şöyle bir çıkıp ön kapaklarının bir kısmını gösterirler ve hızla eski konumlarına geri dönerler. Derken biri bitişik nizamdan kurtulur, elde tartılır. Hanidir gün yüzü görmemiş sayfaları havalanır. Niye onu değil de bunu seçerim ki? Yıllar içinde geliştirilmiş bir melekedir bu. Başka izahı yok. Tesadüflerin küçük tanrısına inanırım ama onu görmek, size tuttuğu o bir an parıldayıp sönen ışığı fark etmek için, tam olarak ne olduğunu bilmeseniz de bir şeyler arıyor olmanız gerekir. Bütün bu süreç filme çekilseydi, onu seyreden ya hiçbir şey anlamaz ya da bir tansıka tanık olduğu izlenimine kapılırdı.
Böyle bir anda karşılaşıp tanıştım Ferdinand Ossendowski ile. Kitabın gri, yeşil, sarı arasında gidip gelen ama tam olarak hiçbiri olmayan ve çerçeve içinde çerçeve olarak kurulmuş kapağında uzun örgülü saçlarıyla, gözünü dikmiş, başka bir zamandan ve coğrafyadan bana bakan o yaşlı adama takılmıştım. Bir de çocukluk kitaplarını çağrıştıran o başlığa: “Ormanların ve insanların cangılında.” (In den Dschungeln der Wälder und Menschen, Frankfurt 1924).
1924 basımı kitabın ilk boş sayfasının sağ üst köşesinde Regensburg’lu Dr. Fritz Buchmann’ın kaşesi vardı. Oracıktaki sandalyeye oturup, ağdalı bir Almancayla yazılmış kitabın girişini okumaya başladım. “Sibirya gezileri ile ilgili kitabı yazdığımda ona bu başlığı vermiştim. Kuşkusuz kulağa biraz romantik, hatta aforizma gibi gelen bir başlık. Sibirya’nın uçsuz bucaksız genişliklerini, ormanlarla son bulan İskandinav tundrasını, bozkırları, yüksek vahşi dağlarla birleşen ve Moğol göçebe kabilelerinin yuvasına dönüşen yerleri, nehir kıyılarını ve Kuzey Pasifik Okyanusu’nun gri dalgalarla dövdüğü adaları, karanlık ormanları… Sakinleri sıradan insanlar ya da suçlular olan Sibirya’yı gözümde canlandırdığımda, kitabımın adının bir gerçekliğe gönderme yaptığını düşünüyordum.”
Eve dönünce Camambert peyniri, karabiberli Macar domuz salamı, Spar’dan alınmış hazır salata ve Villány şarabından oluşan soframı kurup, günün ganimetlerine baktım hızlıca. Sonra internette Ossendowski’yi araştırmaya başladım. Çeşitli dillerde farklı yazılar okudum, çoğunu yapay zeka Deeply ile çevirmem gerekti. İkinci şişeyi açtığımda, karşımda asla unutamayacağım bir insan portresi şekillenmişti.
1876’da Letonya’da doğmuş bir Polonyalı’ydı. Çocukken, doktor olan babasıyla birlikte St. Petersburg’a taşınmış, babası bir süre sonra ölmüş, evi annesi geçindirmişti. Kimya, matematik ve fizik okumuş, Polonyalı Botanikçi Prof. Alexander Zalewski’nin asistanı olarak Kafkasya, Dinyeper, Yersey ve Kuzey Afrika’ya düzenlenen gezilere katılmıştı. 1899’da Çar’a karşı ayaklanan öğrencilerin içindeydi ve aranıyordu. Rusya’dan ayrılıp Paris’e gitti, Sorbonne’da fizik ve kimya eğitimi aldı. 1905’te Rusya’ya döndükten kısa süre sonra Japon-Rus Savaşı başlayınca ordu için gerekli hammaddeleri araştırması için Mançurya’ya gönderildi. Aynı yıl Çar’a karşı düzenlenen kalkışmada Mançurya’daki Yüksek Devrim Komitesi başkanlığına seçildi. Girişim başarısız olunca yakalandı, ölüm cezasına mahkum oldu ve şansına cezası iki yıl hapse çevrildi. 1908’de serbest kaldı. 1911’de hapishane günlerini anlatan ilk kitabını yayımladı.
Gençliğinin devrimci ruhu 1918’de Bolşeviklere karşı Beyaz Ordu saflarına katılmasıyla yön değiştirdi. Lenin’in Almanların Moskova’daki adamı olduğuna dair bir dizi belge yayımladı. Tamamının sahte olduğu iddia edilse de, daha sonra bazılarının doğru olduğu anlaşılacaktı. Bolşevik siyasi polisi Cheka tarafından hakkında yakalama emri çıkartıldı. 1920’de Beyaz Ordu’nun yenilgisi üzerine bir grup Polonyalı’yla, Sibirya’dan Moğolistan’a yürüdü ve oradan New York’a gitti. 1922’de Amerika ve İngiltere’de yayımlanan anı kitabı “Animals, Men, Gods”la büyük ün kazandı. Derken kitapta yazdıklarının bazılarının tamamen uydurma olduğu anlaşıldı. Aynı yıl Polonya’ya döndü. 1923’te ilk eşinden ayrılıp Evanjelist Reform Kilisesi’ne katıldı ve gençlik aşkıyla evlendi. Uzun zaman çeşiti ülkeleri gezerek, “seyahat romantizmi” olarak adlandırdığı pek çok roman yazdı. O yıllarda, dünyanın en çok okunan beş yazarından biriydi.
İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’daydı. 1943’te direniş hareketi Yeraltı Ulusal Partisi’ne katıldı. 1944 sonunda hastalandı, Varşova yakınında bir köye yerleşti ve 1945 başında savaş sürerken öldü. Ölümünden iki hafta sonra Kızıl Ordu birlikleri yaşadığı köyü ele geçirdiler. Sovyetler Birliği’nin arananlar listesindeydi, ve kitapları kütüphanelerden toplanıp imha edilmişti. Bulsalar asacaklardı, öldüğünü öğrendiklerinde, emin olmak için mezarını kazıp cesedini çıkardılar.
Serhat Öztürk- Türkinfo