Bu satırları kâğıda dökmeye başladığımda Avrupa Birliği’nin geleceğinde çok önemli etkileri olacak İtalya seçimlerinin resmi olmayan sonuçları ortaya çıkmaya başlamıştı..
Buna göre beklentilere uygun olarak İtalya’da bir sonraki hükümeti Post Faşist “İtalyan’ın Kardeşleri” hareketi önderliğinde kurulan sağ ittifak oluşturacak.
45 yaşındaki Giorgia Melani de İtalya’nın ilk kadın başbakanı olacak.
Melani ilginç bir siyasetçi. Açık konuşuyor, sıradan insanların kafasından geçenleri kısa ve dobra dobra söylüyor, İtalyan seçmeninin nabzına göre şerbet veriyor: En önemli sloganı: “Tanrı, ulus, aile” elbette muhafazakâr İtalyan seçmenlerinden büyük destek buluyor.
“Mültecilere karşı olma”, “LGBT propagandasına son verip normal aileyi destekleme”, “Hristiyan değerler temelinde bir AB” ve “Avrupa ekonomisini zor durumda bırakan Rusya karşıtı yaptırımlara son verilsin” talepleri de Melani’nin değirmenine epey bir su taşıdı.
Aslına bakılırsa radikal sağın İtalya’da iktidara gelmesi hiç de sürpriz değil.
Kısa bir süre önce İsveç’teki seçimlerin sonuçları, o ana kadar Avrupa’daki gelişmeleri yakından izlemeyenler için büyük şaşkınlık yaratmıştı.
İsveç gibi sosyal demokratların on yıllardır iktidarda olduğu bir ülkede, yabancı karşıtlığı bayrağını yükselten partiler, İsveç’teki sosyal adalete ve toleransa dayalı başarılı toplumsal modeli yaratan sosyal demokratları alt etmişlerdi.
Haziran ayında Fransa seçimlerinde Macron’un parlamentoda çoğunluğu nasıl kaybettiği, Le Pen’in başını çektiği radikal sağ hareketin nasıl güçlendiği de hatırlardadır.
Ve Almanya’da sosyal demokratlarla birlikte Hristiyan Demokratların da gerilediğini ve yabancı düşmanı AfD (Almanya İçin Alternatif) hareketinin ülkesel düzeyde palazlandığını unutmayalım.
Uzun lafın kısası, artık Avrupa’da popülist, milliyetçi, yabancı karşıtı, LGBT yanlılarını ötekileştiren, otoriter vaatlerle seçmenlerin karşısına çıkan hareketler çoğunluğun tam desteğini alabiliyorlar.
Artık Avrupa’daki siyasetin bu istikamette değişiğini bir eğilim değil, bir olgu olarak kabul etmek gerekiyor.
Yukarıdaki örnekleri Batı Avrupa’dan, ve Avrupa Birliği içindeki dengelerin değişmesine önemli etkisi olacak büyük ülkelerden seçtik.
Ama aslına bakılırsa bu ülkelerde radikal sağı iktidara taşıyan siyasi felsefenin gerisinde Macaristan lideri Viktor Orban’ın öngörüleri gizli.
On milyon nüfusa, küçük bir ekonomiye, kayda alınmayacak kadar minik bir orduya sahip olan Macaristan, on yılı aşan Orban iktidarı döneminde siyaset dünyasında açtığı yeni kanallarla cüssesini aşan bir model yarattı.
Bu model, Viktor Orban’ın “İlliberal Demokrasi”, Onu eleştiren Avrupa Birliği’nin de “Seçimli Otokrasi” olarak tanımladığı modeldir.
İtalya’da seçimlerin ardından ortaya çıkacak hükümetin icraatını görmek isteyenler, Macaristan’ın son on bir yılında olup bitenlerin çetelesini çıkarsınlar.
İtalya’daki seçimlerden sonra Viktor Orban’ın baş danışmanlarından Balazs Orban’ın Melani’yi ilk kutlayanlar arasında olması ve “Avrupa’da ortak vizyona sahip olduğumuz dostlara her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var” mesajını paylaşması tesadüf değil.
Macar lider Orban, Avrupa’daki bu değişikliklerle birlikte elini büyüttü. Artık hedef Macaristan’da iktidarda kalmak değil, Avrupa Birliği’nde çoğunluk haline gelmek ve düşüncelerini kurumsal olarak da AB’de egemen kılmak.
Ve bu artık gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya da değil.
Avrupa’da radikal sağın, hatta kökleri doğrudan Mussolini’ye, Hitler’e kadar uzanan siyasi hareketlerin bu kadar güçlenmesinin gerisinde ne yattığı üzerine çok konuşuldu ve daha çok da konuşulacak.
Temel gerçek şu ki, sol siyaset, giderek alternatif bir toplumsal program üretebilme yeteneğini kaybediyor. Dünyada bugün en çok tartışılan mülteciler, ulusal değerler, gelir dağılımı gibi konularda var olan liberal dünya düzeninin ortaya attığı kısmı programların peşine takılmaktan başka bütünsel bir model üretemiyor.
Yani, suçu hep “karşı mahallede” aramamak gerek.
Tarık Demirkan – Gazete Karınca