Doğu Avrupa’da neo-faşizm

Kaynak: commons.wikimedia.org

“Güney” coğrafyasında Brezilya, Türkiye, Hindistan’daki neo-faşist iktidarlara Doğu Avrupa’dan da katılımlar var.

En uzun süreli deneyim Macaristan’dadır: Fidesz Partisi lideri Viktor Orban on bir yıldan beri iktidardadır. Polonya’da aşırı sağcı Jaroslaw Kaczynsky’nin partisi, Kanun ve Adalet’in iktidar dönemi ise 2015’te başlamıştır.

Liberal çevrelerde “popülizm” yaftası yakıştırılan, tedirginlik yaratan bir akım… Neo-faşist iktidarların ortak özelliklerini zaman zaman bu köşede tartıştım. Ülkelere özgü farklılıklar ihmal edilmemeli. Doğu Avrupa örnekleri, reel sosyalizmlerin kapitalizme dönüşmesinin izlerini taşımıştır. Bu dönüşümler, 2004 sonrasında AB üyeliğinden kaynaklanan neoliberal modelin kısıtlamaları ile bütünleşmiştir.

Bugün Orban yönetimindeki Macaristan üzerinde duracağım. Türkiye ile benzerlikler ve ayrışmalar dikkat çekicidir.
Liberal eleştiri: ‘Macaristan’ı değiştiren on yıl’

Liberal eleştiri ile başlayalım: Tipik örnek, Financial Times’ın yukarıdaki ara-başlığı taşıyan 21 Mayıs 2020 tarihli yazısıdır. Yazı, Viktor Orban’ın siyasal kimliği ve on yıllık “popülist” iktidarı üzerinde odaklanıyor.

Öğreniyoruz ki 1989’da 26 yaşındaki Orban, Genç Demokratlar Birliği’nin (sonraki adıyla Fidesz’in) kurucularından biridir. Doğu Avrupa’da anti-komünizmin bayraktarlarından George Soros’un bursu ile bir yıllığına Oxford Üniversitesi’ne gider. Komünistleri iktidardan uzaklaştıran 1990 seçimlerinde parlamentoya girer.

Fidesz 1998 seçimlerini kazanır; Orban başbakan olur; ama bir sonraki seçimleri kaybeder. “Ulusal kimliğe, aileye ve Hristiyan değerlere” öncelik veren bir programa ve kadrolaşmaya geçer; bu sayede 2010 seçimlerini kazanır.

Orban’ın Macaristan rejimini biçimlendiren uygulamaları Türkiye’dekileri andırır: Parlamento çoğunluğu sayesinde seçim sistemi, anayasa değiştirilir. Yürütme erki fazlasıyla güçlendirilir.

Macar Bilimler Akademisi, üniversiteler, tiyatrolar, yüksek yargı hükümetin denetimine girecektir. İlk ve orta eğitim müfredatı, Fidesz ideolojisi doğrultusunda değişecek; Soros Vakfı’nın kurduğu prestijli bir üniversite kapatılacaktır.

Fidesz’e yakınlık, yükselen şirketleri, istihdam olanaklarını belirler. Dış kaynak alan derneklerin “yabancı kuruluş” olarak tescili zorunlu kılınır. Göçmen karşıtlığı, “ulusun safiyeti önceliği” ile bütünleşir; ülke dışında yaşayan etnik Macarlardan bir milyonu vatandaşlığa alınır. Yüzde 90’ı seçimlerde Fidesz’e oy vermektedir.
Orban’a bir alternatif: Gergely Karacsony

Ekim 2019’da bazı muhalif partilerin ittifakı sonunda Budapeşte Belediye Başkanlığı’na Gergely Karacsony seçiliyor.

Yeni başkan, Fidesz iktidarına karşı “liberal bir alternatif” olma iddiasındadır. Karacsony, Project Syndicate’te 15 Şubat 2021’de “Demokrasi nasıl yeniden kazanacak?” başlığı altında yayımlanan makalesinde bu durumu açıklıyor: “2022 parlamento seçimlerinde Orban’a karşı aday olacağım.”

Makaleden anlıyoruz ki Karacsony’nin dünya görüşünü anti-komünizm belirlemiştir: “Siyasal bilinçlenmem 1989’da komünizmin çöküşü ile başladı. Ülkemin hızla demokratikleşmesi beni büyülüyordu.”

Bu ilk biçimlenme günümüze taşınıyor: “Bugünkü ana tehlike ulusalcı popülizmdir (“nativist populism”). Bunlar da eski komünistler gibi ‘yabancı ajanlar ve devlet düşmanları’ndan yakınır; Batı’ya saldırır; demokratik standartları yıpratırlar. Tek amaçları vardır: Devlet gücünü ve varlıklarını tekellerinde tutmak.”

Yazı 2021’de kaleme alınmıştır: Davos’taki büyük patronlar dahi özeleştiri yapmakta; kapitalizmin “yeniden ayarlanma” gereksinimini vurgulamaktadır. Bu söyleme Karacsony de uyum göstermektedir: “Piyasa köktenciliğinin sonuçları bugün ortaya çıkıyor. Ekonomik büyüme ile toplumsal refah arasındaki kopukluk liberalizm-karşıtlığını besledi.” Bu “sözde eleştiri” yetersizdir. Macaristan’da kapitalizme geçişin ve sonrasının yarattığı toplumsal yıkımı umursamadığı için…

Makaledeki anti-komünizmin Budapeşte Belediyesi’nin uygulamalarına da yansıdığını Wikipedia’dan öğreniyoruz. Yeni hedef Çin komünizmidir. George Soros’un üniversitesini yasaklayan Orban, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Fudan Üniversitesi ile bir anlaşma yapmış; Karacsony “uygun tepki” göstermiştir: Budapeşte’deki kimi caddeler “Özgür Hong Kong”, “Uygur Şehitleri” ve “Dalai Lama” olarak adlandırılmıştır.

Böylece Karacsony, Orban’ın neo-faşizmine anti-komünist bir söylemle karşı çıkıyor. Emperyalizmin Çin’e karşı açtığı soğuk savaşı da alkışlayarak…

Eski kuşak solcu Macarlar ise bilmektedir ki II’nci Dünya Savaşı arifesinde fanatik anti-komünizm ülkelerine demokrasiyi değil, kaba faşizmi getirmişti.
Kapitalizme geçişin sancıları…

Doğu Avrupa’daki neo-faşizmin kaynaklarını, 1989-sonrasında kapitalizme geçişte arayan değerlendirmeler var.

Sheri Berman’ın, “Doğu Avrupa’da Neoliberalizmin Sonuçları” başlıklı makalesi (Social Europe, 6 Eylül 2021.) K.Ghodsee ve M.Orenstein’in bir araştırmasının (“Taking Stock of Shock”) ulaştığı sonucu aktarıyor: “Doğu Avrupa’da 1989 sonrasında kapitalizme geçiş, dünyanın herhangi bir bölgesinin modern tarihte yaşadığı en büyük ve en kalıcı ekonomik çöküntüye yol açmıştır.”

Açıklanıyor ki, gelir dağılımı karşılaştırmaları bakımından 1989’da eşitsizliğin en hafif olduğu bölgelerden biri Doğu Avrupa idi. Sonraki yılların kapitalizme geçişi ise, “şok tedavisi” adını taşıyan gaddar neoliberal reçeteler ile gerçekleşecekti.

On yıl sonrasının sonuçları özetleniyor: Bölgede yoksulluk oranları yüzde 49 yükselmiş; nüfusun yüzde 45’i “mutlak yoksulluk” sınırının altına sürüklenmiştir. Doğum oranları düşerken intiharlar, Nobel ödüllü Angus Deaton’un “çaresizlik ölümleri” dediği ölüm türleri tırmanmış; demografik bir kriz patlak vermiştir.

Araştırıcılar daha da çarpıcı bir tespiti ekliyor: Bölgedeki sol partilerin çoğu neoliberal “reformlar”ın hararetli savunucusu oldu; hükümete geçtiklerinde bunları uyguladı. Halkın bunalımına duyarlı tepkiler ise, milliyetçi popülistlerden geldi.
Orban’ın ‘aykırı’ politikaları ve Türkiye

Viktor Orban 2010’da iktidara geldiğinde Macaristan uluslararası finansal krizin ek yansımaları altındaydı. Macar halkının dörtte üçü komünizmin “daha iyi olduğunu” düşünmekteydi (Financial Times, 21 Mayıs 2020).

M. Orenstein ve B.Bugaric’in “Doğu Avrupa’da Popülist Sosyal Politikalar” başlıklı makalesinden (Social Europe, 19 Kasım 2020) anlıyoruz ki 2010’da Macaristan, bir anlamda 2002’deki Türkiye’nin durumundadır: İki ülkede de ekonomik kriz iktidar değişikliğine yol açacaktır. Yeni iktidar (AKP) Türkiye’de neoliberal programa uyumu seçecektir. Macaristan’da ise Orban borç krizi nedeniyle Yunanistan’a uygulanan insafsız neoliberal reçeteden tedirgindir; “aykırı” bir güzergâhı yeğleyecektir.

Orban, ekonomik programını “Doğu rüzgârı” diye adlandıracaktır. Doğu Asya ülkelerini örnek almakta; AB’ye özgü neoliberalizmin sınırlarını zorlamaktadır. Macaristan’ın avro’ya geçmemiş olması belli bir esneklik sağlamaktadır.

Yerli sermayeye öncelik, Fidesz’e yakın sermaye çevrelerinin kayırılması ile bütünleşecektir. Öteye de gidilecek; bazı stratejik sektörlerde yeniden millileştirmeler uygulanacak; istihdam yaratmayan yabancı yatırımcılar, bankalar daha ağır vergilenecektir.

Bu politikaların Macaristan’da işsizlik oranını aşağıya çektiğini öğreniyoruz. 2010-2019’da AB’nin Avro bölgesinin ortalama büyüme temposu %1,9; Macaristan’ınki ise %2,8’dir.

“Kalkınmacı, milliyetçi” (aykırı) uygulamalar, emeği gözeten sosyal politikalarla bütünleşecektir. Kısa vadeli (güvencesiz) istihdam sözleşmelerine son verilecek; asgari ücretler yukarı çekilecek; reel düzeyi güvenceye alınacaktır. Fidesz’in yönettiği belediyeler, yörelerindeki işsizleri hedefleyen istihdam artırıcı programlar uygulayacaktır.

40 yaşın altında ilk kez evlenen çalışan kadınlara 31.700 avro’luk bir kredi açılacak; her doğum sonrasında kredi borcunun bir bölümü silinecektir. Bu düzenlemenin düşük gelirlileri kapsayan yaygın bir konut programıyla bütünleştiğini öğreniyoruz.

Karşılaştırmayı sürdürelim: Siyaset ve hukuk alanlarında faşizme yöneliş bakımından Macaristan ve Türkiye yarışma halindedir. Emek-karşıtı neoliberal programlar açısından ise Türkiye açık-ara öndedir.

Kaynak: haber.sol.org.tr