Bombalarla öldüler, tecavüzle öldüler, koca silahı ile öldüler, hapislerde öldüler, uzak ellerde öldüler. Unutursak içimiz kurusun dedik. Unutmayacağız sandık, ama unuttuk. İçimiz kurumadı zannediyoruz ama kuruduk. Kuruduk hem de kavrulduk.
L. Gülden Treske
Macar yönetmen Istvan Szabo’nun çok güzel, bol ödüllü bir filmi vardır, Taking Sides/Taraf Tutmak (2001). İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya, bombalarla yıkık dökük Berlin. Kazanan devletler, kontrolleri altındaki Berlin’e bir düzen getirmeye, Berlin ve ülke sistemini Nazilerden ve Nazi işbirlikçilerden ayıklamaya çalışıyorlar. İhbarlar, tanıklar, listeler, soruşturmalar, sorgulamalar. Bu savaş sonrası kargaşasında, soruşturulanlardan biri de, Berlin Filarmoni Orkestrasının dünya çapında başarılı şefi Wilhelm Furtwangler1.
Furtwangler’in Nazi dönemine denk düşen parlak ancak tartışmalı sanat hayatı ekseninde ve insanlık ihlalinin o iflah olmaz soykırım sonrası dekorunda bizi sarsıyor. Bir çok şeye dokunan, sorgulayan, bunca yıl sonra bile ikircikli yüreklerimizi ve beynimizi şöyle bir karıştıran, hiç bitmeyen bir insanlık durumuna işaret eden bir film.
Filmde; Berlin’deki Amerikan Bölgesi’nde, Nazileri ve işbirlikçilerini araştırıp yargılanmalarını sağlamakla görevli Amerikan ordusunun yüksek rütbeli bir subayıyla dönemin dünya çapında başarılı bir müzisyeni karşı karşıya. Kültür, sanat, baskıcı rejimler, savaş, politika, soykırım, değerler, ülkeler, çok katmanlı bir hesaplaşma. Subay, savaştan önce sigorta müfettişliği yapan bir sivil ve Furtwangler’in tam bir Nazi işbirlikçisi olduğunda kararlı. Sekreteri; Naziler tarafından öldürülmüş bir babanın kızı, birkaç ay esir kamplarında kalmış, Yahudi asıllı ve Furtwangler müziğinin hayranı. Soruşturma kâtibi ise Furtwangler’in müziği ile büyümüş, Alman asıllı Amerikalı bir genç subay.
Nazilerin yükselişe geçtiği yıllarda; Yahudi olsun olmasın birçok insan, sanatçılar, bilim insanları, siviller Almanya’dan kaçıyor. Sorgucuya göre, kaçmayıp kalanlar, bir şekilde işlerini, sanatlarını devam ettiriyorlar ve sadece susarak bile olsa bu büyük savaş suçuna ortak oluyorlar. Furtwangler ise neden diğerleri gibi ülkesini bırakıp gitmediği sorusuna cevap olarak; müziğine, ülkesine ve orkestrasına olan sadakatini sebep gösteriyor. Sanatın, politikanın üstünde olduğuna inanıyor. Furtwangler, Hitler’in en beğendiği müzisyen ve Hitler’in doğum günü öncesi, onun için bir konser de yönetiyor. Öte yandan, bir çok Yahudi müzisyenin ülkeden kaçmasına da yardım ediyor, zarar görmelerini önlemeye çalışıyor.
Durum karışık. Neye sadık, nereye kadar, kime taraf, neye taraf? Szabo bu sorulara net cevaplar sunmuyor izleyicisine. Ama sadece, az da olsa; genç Amerika’nın kültürünün sığlığına, Frank Sinatra’ya karşı köklü ve yaşlı Avrupa’nın klasik müziğine ve kültürüne torpil yapıyor.
Macar yönetmen Szabo filmlerinde bu çelişkileri deşmeyi çok seviyor. Mephisto2 (1981) filminde de kahramanımız bir tiyatro sanatçısı. Filmdeki adı ile Hendrik Hoefgen, adı değiştirilmiş olsa da gerçek hayattan bir figür3. Hendrik, İlk dönemlerinde sol düşünceye sahip, tiyatroya ve kendi yeteneklerine tutku ile bağlı. Nazizmin yükselişi sırasında, ‘sanatı uğruna’ da olsa Nazi Partisi ile uzlaşmalarıyla, başarı basamaklarını hızla tırmanıyor, solculuğu bile unutuluyor. Eski çevresi yavaş yavaş kendini terk etse de, Devlet Tiyatrosunun en iyi baş rolleri hep onun oluyor, ününe ün katıyor. Kendisini yargılayıcı tavırlar karşısında “Gördüğün en kötü insan ben miyim?” diye soruyor. Ya da “Benim ismim benim değil. Çünkü ben aktörüm!” derken de kimlik olarak sadece sanatını seçerek, bu şekilde üzerine yapışacak hiç bir suçunsorumluğunu almayacağını mı söylemek istiyor? Sanatın gücünün politikadan da üstün olduğu doğru mudur yoksa sadece bir yanılsama ve mazeret midir?
Filmin sonunda ise, Hendrik’i, ellerini iki yana açmış, çaresizce “Ne istiyorlar şimdi benden? Ben sadece bir aktörüm!” derken görüyoruz.
Var olabilmek için her gün nelerle uzlaşıyoruz? Italo Calvino’nun, tüm ömrünü bir ağaç üzerinde geçiren Ağaca Tüneyen Baron’u gibi ‘acımasızca kendine sadık’ kalabiliyor muyuz?
1920’li yıllarda fark edilen ve adına ‘taç yaprakları’ utangaçlığı denen bir doğa harikası var. Özellikle ormanda çok uzun büyüyen ağaçlar, en üst dallarının birbirine değmeyeceği şekilde dururlar. Birbirinin alanına girmez, ışığını kesip gölge etmez. Bilim insanları kesin bir cevap bulamıyorlar ancak, fotosentez için ışığı kesmemek, zararlı böcekleri birbirlerine bulaştırmamak gibi bazı açıklamaları var.
Ağaçlar, neden ille de en büyük ben olayım, hepsini gölgede bırakıp bütün ormanı ben kaplayayım demez? Nasıl olur da farklı farklı ağaçlar birbirine saygı içinde yaşar?
Ağaç, orman nefes alamazsa kendi büyüklüğünün hiç bir işe yaramayacağını, dengeyi bozmanın hepsinin sonu olacağını biliyor. Aslında bunları biz de biliyoruz da, Hendrik gibi ‘gördüğün en kötü insan ben değilim herhâlde’ diyoruz. ‘ben sadece bir yazarım, doktorum, anneyim…’ diyerek mazeretler buluyoruz. Çünkü hep birlikte, önümüze sürülmüş gibi yapılan pırıltılar karşısında ruhumuzu şeytana sattık çoktan.
Taraf Tutmak filminin sonunda, filmin geçtiği dönemde çekilmiş gerçek bir konser kaydı var. Kayıtta, Furtwangler Nazi subaylarına verilen bir konseri yönetiyor. Konser sonunda yüksek düzey bir Nazi Subayı sahneye gelerek Furtwangler’in elini sıkıyor, Furtwangler daha sonra belli etmeden elini mendile siliyor. Ama biliyoruz ki sanat ve siyaset çok da ayrı duramıyor. Siyasetin, savaşın hele de dökülen kanların gölgesi hiç ayırt etmiyor, her şeyin üzerine düşüyor. Her renk kirleniyor, birincilik beyazın oluyor. Eller mendille silinmekle temizlenmiyor, Mephisto’ya satılan ruh da geri alınamıyor.
Bu epey eski filmleri şimdi nereden hatırladım?
Tarafımı biliyorum ama, çoktan bertaraf olduk diye düşünüyorum. Attığım her adımda, yediğim, içtiğim, giydiğim, kullandığım her şeyde sermayeye, çevre yıkımı değirmenine, emek sömürüsüne, baskıcı rejimlerin baskılarına devam etmesine su taşıyorum.
Bombalarla öldüler, tecavüzle öldüler, koca silahı ile öldüler, hapislerde öldüler, uzak ellerde öldüler. Unutursak içimiz kurusun dedik. Unutmayacağız sandık, ama unuttuk. İçimiz kurumadı zannediyoruz ama kuruduk. Kuruduk hem de kavrulduk.
Bu yaraları nasıl ne zaman saracağız bilen var mı merak ediyorum? Ve siyasetin kutuplarınızda taraf tutmaya çalışmaktan çok yoruldum
Sayın ülke ve dünya politika gündemini oluşturan siyasetçiler/imiz, konuyu bilgilerinize sunuyorum.
2019 yılını bir çevrecilik isyanına çeviren çocukların da gözlerinden öpüyorum.
1 Wilhelm Furtwangler: Alman kompozitör ve orkestra şefi. 1922-1945 ve 1952-1954 yılları arasında Berlin Filarmoni Orkestrası şefi. Adolf Hitler ve Nazi Partisi ile ilişkileri özellikle savaş sonrası yıllarında, hararetli tartışma konusu olmuştur. Savaş sonrası Nazi işbirlikçileri sorgulamasında suçsuz bulunsa da dönemin sanat dünyasında çok eleştirilmiştir. Nazi Partisi üyesi olmamış, Nazi selamı vermemiştir.
2 Mephisto/Mefisto/ Mephistopheles: Cennetten kovulduğu farz edilen yedi şeytandan biri. Mitolojiye göre akıl ve güç karşılığında Faust’un ruhunu alan şeytan. Rönesans’ta edebiyat ve sanatta yaygın olarak kullanılmıştır.
3 Gustaf Grungens: Nazi Almanyası’nda hızla yükselmiş, Nazi işbirlikçisi olarak görülen aktör. Mephisto filminin uyarlandığı Mephisto kitabının yazarı Klaus Mann’ın kız kardeşinin eşi. Klaus Mann’ın, bu kitabı yazarken Gustaf’dan esinlendiği iddia edilmiştir. Daha sonra kitap hakkında dava da açılmıştır.