Zoltán Fábri’nin “Macarlar” filmini izleyişimin üzerinden 30 yıldan çok geçmiş olmalı. Geriye dönüp bakınca, bir kitabın arka kapak yazısı kadar hatırladıklarım. Sevmiştim, ama neden? O konuda fazla bir fikrim yok. O yıllarda Türkiye’de gösterilen filmler içinde sıra dışı bir örnek olduğu için olabilir. Yoksa toplu olarak hareket eden o küçük ve birbirine kenetlenmiş grubun koreografisine mi tav olmuştum? Şiddet ile kırsal peyzajın dinginliği arasındaki kontrast mıydı beni çarpan? Hatırlamıyorum ama hatırlasam da bana çok fazla faydası dokunmazdı, çünkü kafa kağıdında ne yazarsa yazsın, o günkü adamla bugünkü adam aynı kişi değil.
Hayatımızın kayda değer bölümü film izlemekle geçiyor zamanımızda ve bir gün geriye dönüp baktığımızda, savaşta ölmüşlerin postallarından oluşmuş bir tepeciğini anımsatıyor, seyredip unuttuğumuz filmler. Eğer doğrudan sinemayla uğraşmıyorsanız ya da bir yönetmenin, bir oyuncunun vs. tutkulu takipçisi değilseniz; dönüp dönüp seyretmiyorsanız eğer o filmleri…
Macaristan’a gelmemiş olsaydım ve Türkinfo bir sinema gösterimine girişip, bu filmler arasına Macarlar’ı da almasaydı, bir daha seyretmezdim herhalde bu sıra dışı filmi. Sonuç olarak benim için hoş ve tatminkar bir yeniden karşılaşma oldu.
Nedir Fábri’nin sihri? Öncelikle doğru dürüst bir hikaye anlatmak herhalde. Sıradan bir hikaye, ama asla basit değil. Bunu ancak senaryonun ve karakterlerin sağlamlığıyla gerçekleştirebilirsiniz. Bana sorarsanız, Fábri sinemasının büyük gücü buradan gelir. Senaryo tıkır tıkır işler ve karakterler, ışıklar yanıp da salondan çıktığınızda bir süre daha sizinle beraber yürümeye devam ederler. Bütün bunları o zaman da düşünmüşümdür herhalde diye avutuyorum kendimi, ama bu kez filmi seyrederken ilk kez fark ettiğim bir şey oldu. Macarlar, birbirine paralel iki tren hattı gibi işliyor. İlk ve görünen hat, tabii ki filmin isminin de büyük harflerle belirttiği gibi Macarlar ya da Macarlıkla ilgili.
Bir gurbet hikayesi film. Almanya’nın kuzeyindeki bir çiftlikte ve 2. Dünya Savaşı’nın en civcivli yıllarında çalışmaya giden bir grup Macar’ın hikayesi. Duvar fotoğrafları ve duvar halılarıyla açılıyor -ki bunlar kahraman asker görüntüleridir-, sonra barda oturmuş pálinka içerken, kendi aralarında gurbete gidip gitmemeyi konuşan erkekler dünyasıyla devam ediyor. Cahil demek yetmez, zır cahil insanlar bunlar. Hitler’in kim olduğundan haberleri yok. Çalışmaya gittikleri çitliğin yakınındaki kasabayı Paris, orada gördükleri nehri Seine zannediyorlar; çünkü çalıştıkları çiftliğin köşesindeki bir kampta Fransız esirler var. Üstelik salt onların kuşağıyla ilgili bir sorun da değil, ebedi bir cehalet durumu söz konusu. Köylerine geri döndüklerinde, bir çocuk bağırarak koşuşturmaya başlıyor: “Amerikalılar geldi! Amerikalılar döndü!”
Filmin ana karakteri genç, güçlü ve öfkeli András, köklerine bağlı biri. Gurbete gitmek niyetinde de değil, oturup pálinka içerek sürdürebilir yoksul hayatını, ama hırslı bir karısı var. “Sen de baban gibisin, buradan kımıldamak istemiyorsun” diye dürtüyor önce. András tınmayınca, ona acı gerçeği hatırlatıyor: “Kalırsan, askere götürürler.” András daha önce katıldığı savaşta bir İtalyan askerini öldürmüş, hatırlıyor. Tıpkı 1. Dünya Savaşı’na katılıp, 43 yaşında kendini asan babasını hatırladığı gibi.
Sonunda Gastarbeiter (misafir işçi) olarak o kara trene biniyorlar. Gittikleri dünya geldikleri dünya gibi patriarkal sistemin yürürlükte olduğu bir yer. 20. yüzyılın ortasında bir feodal düzen. Toprak sahibi efendi, onun Macar asıllı ve tıynetsiz tercüman-kahyası (Brainer) ve çalışmaya gelmiş serfler. Yine de sırf yer değiştirmiş olmanın getirdiği farklılıklar da var hayatlarında: Polonyalı esir kadınlar, kırda gözlerinin önünde öldürülen esirler, kilisesizlik, ilk kez gördükleri deniz gibi.
Bütün bunlar var ama gurbette her zaman dip dibe, içine büzüşmüş bir halde yaşarsın. Daha trenden indikleri andan itibaren, yürüyen topluluğun görüntüsüyle anlatıyor bunu Fábri. En ilkel örgütlenme biçimi üzerine kurulu bir topluluk nüvesi bu, iri ve güçlü başı çeker, diğerleri adımlarını onun adımlarına uydururlar. Soru sormak yasaktır: Arabacı Anton kaybolduğunda -ki geldiklerinde içkisini paylaşmıştır onlarla-, ona ne olduğunu öğrenmek ister ve Brainer’den azar işitirler: “Sormayın ve gözünüzü kapatın!” Ama diklenip sormaya devam ettikleri zaman da sordukları sorularla ne yapacaklarını bilemezler. András savaştan, savaşmaktan söz ettiğinde Brainer ile aralarında şu konuşma geçer:
Brainer: Bir gün savaşırsan ne için savaşacağını biliyor musun?
András: İnsanlar için.
Brainer: İnsanlar mı? Ne insanları?
Sadece kişisel değil, Macarlığın toplumsal bilinçaltıyla ilgili müstehzi sahneler de eksik değildir filmde. Grubun en yaşlısı konuşur önce: “Atalarımız Arpad’ların ruhuna dönmedikçe, Macarlar hiçbir yerde kazanamaz.” Çok bildik bir milliyetçi teranedir bu. Deyim yerindeyse teranelerin teranesi. Sonra gurubun en genç ve en zayıf halkası, duyarlı Ábris, gördüğü rüyayı anlatır hasta yatağının çevresine toplananlara: Bir ormanda kaybolmuştur. Saatlerce “Macarlar! Macarlar!. Neredesiniz Macarlar!” diye bağırarak dolaşır. Kimse yoktur. Neden sonra bir kulübenin önünde oturmuş yaşlı adama rastlar. Ona Macarlar’ı sorar. Yaşlı adam “Dünyada kalan son Macar benim. Benden başkası kalmadı.” der. Ona inanmaz Ábris ve azimle Macarlar’ı aramaya devam eder.
Ancak, Ábris’in rüyada temsil ettiği o gelecek hayali, gerçek yaşamdaki ölümüyle dağılır. En gençlerinin, üstelik gurbette ölmesi, grubun korkusunu depreştirecek ve bir an evvel eve dönme arzularını kırbaçlayacaktır. Ábris’i Rus steplerinde kaybolmuş oğlunun yerine koyan ve onun ölümüyle bir daha yıkılan çiftlik sahibinin cömert teklifi üzerine (her birine toprak ve ev vermek) düşünmezler bile. Trene binip, kendilerini yoksulluk ve ölümden başka bir şeyin beklemediği vatanlarının yolunu tutarlar.
Barda erkek erkeğe başlayan fasit daire yine aynı barda, yine erkek erkeğe kapanır. Sabah o kapıdan bu kez ellerinde askere alınma celbi, kendilerini savaşa götürecek bir başka kara trene binmek için, zil zurna sarhoş çıkacaklardır.
Kar altında, karılarının endişeli bakışları altında, yıkıla yıkıla yürüdükleri, barla gar arasındaki kısa mesafeye bir şarkı düşürmeye çalışırlar. Dani’in şarkısı bir lapsustur: “Bu yuvarlak gökyüzü karanlığa döner, sonra aydınlanır.” András hemen müdahale eder. Günün mana ve önemine uygun şarkı, babasının 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’na giderken söylediğidir elbette: Ölüm seni kutsayacak!
Trene binmeden önce arkadaşlarına dönüp şöyle der: “Sonuçta biz zaten Macar askerleriyiz.”
Dört mevsimdir filmin öyküsü. Yılın dönüşü, hayatın dönüşü, bilirsiniz ki o dört mevsim nasıl geçtiyse bütün bir ömür de öyle geçecektir yoksullar için. Yoksulluğun Macarlıkla, Türklükle, Almanlıkla fazla bir ilgisi yoktur. Fábri’nin esas üzerinde durduğu mesele de yoksulluktur. Filmde Macarlıkla ilgili anlatılan her şey talidir sonuçta, giderek önemini yitirir. Tıpkı Fábri’nin, filminin girişine aldığı Attila József’in Macarlar şiirindeki pasajında anlatıldığı gibi, önemli olan Macarlık değil, o umut kapısının bir türlü açılmadığı yoksulluktur. (Şiiri, filmdeki çevrisiyle değil de, Sevgi Can Yağcı Aksel’in Türkçeleştirdiği biçimiyle aktarıyorum):
Hiç hesaba katmazsanız aptallığı
Geçmişimizi, yaşamlarımızı ve midelerimizi
Biz gerçekten temiziz, hey!
Kapı açsın umut bize…
Yazık ki o kapı sadece Gastarbeiter olmak ya da savaşa gitmek için açılır, hala da öyle açılmaya devam ediyor. Tamam, filmin adı Macarlar, ama yönetmen kulağımıza şunu fısıldıyor sonunda: Yoksulluk Macarlıkla ilgisi olmayan bir derttir.
Serhat Öztürk – Türkinfo