2025. Eylül 11.
Türkinfo Blog Oldal 625

Mâko Belediyesinden Ziyaret

Mâko Kenti Kültür Müdürü Eva Rozsnyal’ın nisan ayında Nazilli Belediyesi itfaiye müdürlüğüne yapmış olduğu ziyareti sırasında Nazilli Belediye Başkanı Haluk Alıcık; “Nazillimizin düşman işgalinden kurtuluşunun 88. Yıl dönümünde sizleri de aramızda görmek istiyoruz” dedi. Mâko Kenti Kültür Müdürü Eva Rozsnyal Nazilli Belediye Başkanı Haluk Alıcık’ın bu davetini kırmayarak 5 Eylül Kurtuluş Bayramı nedeniyle Nazilli Belediyesini ziyaret etti. 5 günlük ziyaretlerinin ardından Belediye Başkanı Haluk Alıcık’ın makamında getirmiş oldukları divit kalem ve mürekkepli kalem takımını hediye ederken Belediye Başkanımızda kendilerine Nazillimize özgü yetişen ürünlerimizden hediye etti. Daha sonra veda yemeğine katılan misafirler buradaki organizeden ve misafirperverlikten memnun olduklarını dile getirerek en kısa zamanda tekrar ziyaretimize gelmek temennisiyle şirin kentimiz Nazillimizden ayrıldılar.

2010-09-15

Avusturya-Macaristan’ın 1908’de Bosna’ya İşgaline İlk Trabzonlular Tepki Göstermiş

AAvusturya-Macaristan’ın 5 Ekim 1908 yılında Osmanlı Coğrafyası’ndaki Bosna’yı işgal etmesine ilk Trabzonlular tepki gösterirken, Trabzon halkı tepki olarak Avusturya mallarını boykot ederken, Trabzon Limanı’na gelen Avusturya gemilerine yük yüklemeyi ve indirmeyi bırakmış.

O dönemde Avusturya-Macaristan Devleti’nin Trabzon’da görev yapan Konsolosu General Mösyo Dimoris, konuyla ilgili Osmanlı Hükümeti’nden izahat isterken, verilen cevapta; bu kararın kişisel hürriyet ve serbest ticaret açısından milli hislerle alınmış bir karar olduğu ve medeni ülkelerde sıkça görülen bir durum olduğu kaydedilmiş.

Detaylar: >>>

2014-12-18
http://www.sondakika.com/

Macaristan ve ABD arasındaki gerginlik tırmanıyor. – Hüseyin Sabri

orban_hun_afp_nocreditGeçtiğimiz günlerde Amerikan senatosu üyesi John McCain, bir oturumda Macaristan başbakanını “neo faşit diktatör” olarak tanımlamıştı. Macaristan başbakanı da bir radyo konuşmasında Amerikan senato üyesi John McCain’in sözlerini değerlendirirken “Macaristan’ın ekonomik ve mali bağımsızlığı birilerinin hoşuna gitmiyor ve bu yüzden bize saldırıyorlar” dedi.

Bu gelişmeyle Budapeşte ve Washington arasındaki ağır sorunlar de yeni bir aşamaya ulaşmış oldu.

İki NATO üyesi ülke arasında son dönemlerde yaşanan gerginlik, geçen ay Amerikan yönetiminin 6 üst düzey Macar devlet bürokratına Amerikan vizesi verilmeyeceği açıklamasıyla başladı. Kim oldukları ne Washington ve ne de Budapeşte yetkilileri tarafından belirtilen bu üst düzey bürokratlar arasında Gümrük ve Vergiler Kurumu Başkanı İldiko Vida’nın da bulunduğu kısa süre içinde ortaya çıktı.

Amerikan yetkililer bu şahısların yolsuzluklara ve vergi kaçakçılığına karıştıklarını ve hatta Macaristan’da faaliyet gösteren Amerikan şirketlerinden rüşvet istediklerini belirterek, Macar hükümetinden konuyla ilgili işlem yapmasını ve soruşturma açmasını beklediklerini söylediler. Ancak Macar hükümeti ise, bu konuda kendilerine gelen bilgilerin yeterli olmadığını, eğer bu tür yolsuzluklar söz konusuysa bunun Amerikan hükümeti tarafından kendilerine delillerle bildirilmesinin doğru olacağını söylediler. Ve hükümetin çok önemli bürokratlarından olan İldiko Vida da görevden alınmadı. Hatta Gümrük ve Vergiler Kurumu’nda bu iddialar nedeniyle açılan ön soruşturmanın da İldiko Vida’nın yönetiminde sürdürülmesi kararlaştırıldı. Yani Gümrük ve Vergi Kurumu başkanı kendisi hakkında açılan soruşturmayı kendisi yürütmüş oldu.

Hükümet çevreleri ve hükümete yakın medya, Amerika’nın bu tavrının gerisinde, Macaristan’ın Rusya’ya karşı takındığı temkinli ama olumlu ilişkiler olduğunu iddia ediyorlar. Bilindiği gibi Macar hükümeti Ukrayna nedeniyle Rusya’ya karşı uygulanan ekonomik ve ticari ambargoyu engellemeye çalışmıştı. Macaristan’ın tek nükleer santrali Paks’ın genişletilmesi projesi de uluslararası bir ihale açılmadan Rusya’ya verilmişti. Öte yandan Macaristan geçtiğimiz günlerde Putin’in Türkiye ziyareti esnasında, inşaatından vazgeçtiklerini açıkladığı Güney Akımı projesine de destek veriyordu ve bu tavrı nedeniyle de Avrupa Birliği içinden olumsuz tepkiler alıyordu. Putin de bir konuşmasında Macaristan’ı Avrupa’daki “en önemli politik, ticari ve ekonomik” partner ülkelerden biri olarak tanımlamıştı.

Amerikan senatosunun güçlü isimlerinden John McCain’in Macar başbakanını ağır bir dille “Putin’le yatağa giren yeni faşist diktatör” diye tanımlamasının ardından Macar hükümeti bu açıklamaya sert tepki göstermişti. Macar dışişleri sözcüsü Kovacs, senatörü Macaristan hakkında en küçük bir bilgisi olmamakla, gazete haberlerinden edindiği bilgilerle yüzeysel ve haksız ithamlar yapmakla suçladı. Bunun ardından da Çarşamba günü John McCain yeni ve detaylı bir açıklamayla, bu suçlamasının nedenlerini gerekçelendirdi. Bu gerekçeler aslında son dört yıldır Macar hükümetinin hayata geçirdiği ve hem Avrupa Birliği ve hem de dönem dönem Amerika Birleşik Devletleri tarafından eleştirilen tüm anti demokratik uygulamaların bir listesi niteliğinde.

Bu gelişmelerin ardından Amerikan’ın Budapeşte büyükelçiliğinde bir süredir vekil büyükelçi görevini yürüten André Goodfriend’i dışişlerine çağırdı. Amerikan diplomat, Amerikan senatörünün açıklamasının Washington’un resmi tavrı olmadığını söyledi, ancak, bu açıklamalarda gündeme getirilen eleştirilerin de sürpriz olmadığını belirtti.

2014-12-05
Hüseyin Sabri

Gece Yarısı Ekspresi’nden Muhteşem Yüzyıl’a… – Özay ŞENDİR – Star

suleyman_minaturaYunanistan’da bir yapım şirketi, Yunan ordusunun Anadolu’yu işgalini anlatan bir dizi yapsa, bu dizi Türkiye’de yayınlanabilir mi?

Sanmam, öyle bir diziyi yayınlayan kanalın başı kesin belaya girer.

Bir adım öteye gidelim, Avusturya’da bir şirket Viyana kuşatmasını da kapsayan dönemin dizisini yapsa, dizide Osmanlı İmparatorluğu’nun hatalarından söz edilse, o dizi Türkiye’de yayınlanabilir mi?

Yok, o da yayınlanamaz…

Nereden biliyorsun diyeceksiniz, değil mi? Gece Yarısı Ekspresi filmini seyreden kişi sayısı yok denecek kadar azdır ama herkes bu filmin adını ve Türk düşmanı olduğunu bilir.

6 dalda aday gösterilip 2 dalda Oscar almış bir filmdir Gece Yarısı Ekspresi. Amerika ve Avrupa’da 1978’te gösterime giren filmin ardından Türkiye yönetmen, oyuncu ve yapımcıların ülkeye girişlerini yasaklamak dahil çeşitli tepkiler vermişti.

Hikaye burada bitmedi, Gece Yarısı Ekspresi filminin yönetmeni Oliver Stone, 2004 yılında, Büyük İskender filminin tanıtımı için Türkiye’ye geldi, bir basın toplantısı düzenlendi.

Toplantıda Kanal D Muhabiri Ayşegül Ataç, Oliver Stone’a “Türklere düşman mısınız?” diye sordu, bu soruya Oliver Stone değil ama Türkiye’deki dağıtım şirketinin sahibi tepki verdi, sağa sola şikayette bulundu.

Dağıtıcının derdi elbette paraydı.

Aradan 26 yıl geçmesine, Gece Yarısı Ekspresi Türkiye’de hiç gösterilmemiş olmasına rağmen seyircinin Oliver Stone’u cezalandıracağı ve Büyük İskender’e gitmeyeceğini düşündü.

Tarih dediğimiz şey aslında yaşananların kazananların gözünden anlatılmasıdır biraz da…

Macaristan’da Muhteşem Yüzyıl’ın yayınlayan ve diziye 6 hafta ara veren kanalın seyirci tarafından protesto edildiğini görünce geldi bunlar aklıma…

Muhteşem Yüzyıl’da en uzun ve başarılı savaş sahneleri Kanuni’nin Macaristan seferine ait olan sahnelerdir.

Macarlar asırlar süren Osmanlı hakimiyetinin başlangıcını da kapsayan bir diziyi seyretmeye neden bu kadar hevesliler?

Belki de tarih kitaplarında yazanları bir de kazananın penceresinden izlemek istemiş olabilirler ama kabul edelim ki Türkiye için geçerli olmayan bir örnek bu.

Gerekçesi ister koyu milliyetçilik olsun ister hiç esaret altında yaşamamış olmanın sonucu, fark etmez.

Macarlar Muhteşem Yüzyıl’dan ne öğreniyorlar bilmem ama Macarların dizinin yayını için gösterdikleri ısrara bakıp bizim düşünmemiz gerekenler olduğu kesin…

2014-10-06
Özay ŞENDİR – Star

Bir anma, bir kutlama – Ahmet Külahçı

Woman looking through a hole in the Berlin Wall.Son dönemlerde dünya gündemine iyice yerleşen Rusya-Ukrayna sürtüşmesi, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü kirli savaş ve Almanya’da dış istihbarattan sorumlu Federal Haberalma Teşkilatı’nın (BND) Türkiye’yi de yıllarca gizli dinlemesi gibi olaylar yüzünden özgürlükle doğrudan bağlantılı tarihi iki olay biraz arka planda kaldı.

Bunlardan biri, Batılıların Utanç Duvarı, Doğuluların “Faşizme geçit yok duvarı” olarak nitelendirdikleri Berlin başta olmak üzere iki Almanya arasında duvarların örülmeye başlanmasının 53’üncü yılındaki anma töreniydi.

Hala duvarların bir bölümü ile bir gözetleme kulesinin korunduğu Berlin’in Bernauer Caddesi üzerindeki Berlin Duvarları Anma Evi’nin önünde bir tören düzenlendi.
Törene Berlin Eyalet Başbakanı Klaus Wowereit ile çok sayıda politikacı katıldı.
Vatandaşlar da…

* * *
28 yılı aşkın bir süre Almanya’yı Almanya’dan, Almanları Almanlardan ayıran bu duvarların örülmesine 13 Ağustos 1961’de başlandı.
Hem de, dönemin eski Doğu Almanya olarak bilinen Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin (DDR) Başkanı Walter Ulbricht, aynı yıl haziran ayında düzenlenen bir basın toplantısında kendisine yönetilen bir soru üzerine, “Bu sorudan, Batı Almanya’da bizim DDR’nin başkentindeki inşaat işçilerini mobilize edip bir duvar ördüreceğimiz arzusunun olduğu sonucuna varıyorum. Öyle mi? Böyle bir niyet olduğunu bilmiyorum. Zira inşaat işçileri yeni konutlar inşa etmekle meşguller ve tüm güçlerini o yönde kullanıyorlar. Hiç kimsenin bir duvar örme niyeti yok” dediği halde.
45.8 kilometresi Doğu-Batı Berlin arasında olmak üzere 167.8 kilometre uzunluğunda duvarlar.
Doğulular her ne kadar “Faşizme geçit yok duvarı” deseler de, bu duvarlar gerçekten özgürlüğe geçit yok duvarlarıydı…
Tam olarak bilinmemekle birlikte, resmi verilere bu duvarları aşıp özgürlüğe kavuşmak isteyen 138 kişi yaşamını yitirmiş.
Tahminlere göre özgürlük kurbanlarının sayısı 245’e ulaşmakta.
İşte 13 Ağustos’ta Bernauer Caddesi’nde bu özgürlük kurbanları anıldı…
Bernauer Caddesi’nden geçen duvarlar tam bir dram duvarıydı…
Binalar Doğu Berlin, kaldırımlar ise Batı Berlin sınırları içinde kalıyordu…
Caddeyi geçmek yasaktı…
Geçmek isteyeni ölüm bekliyordu…
Klaus Wowereit, “13 Ağustos her seferinde bize özgürlük ve hukuk devletinin kendiliğinden olmayacağını ve bunlar için her gün yeniden mücadele edilmesi gerektiğini hatırlatıyor” diyerek özgürlüklere sahip çıkılması çağrısında bulundu.
Ve bu gerçeğin yeni nesillere çok iyi anlatılması gerektiğinin de altını çizdi.

* * *

Evet, bu anma törenini Batı Berlin’in Wedding İlçesi ile Doğu Berlin’in Mitte İlçesi’nde görünmeyen sınır olan Bernauer Caddesi üzerindeki binaların pencerelerinden izleyen insanlar da vardı…
Onların aklından neler geçti, onlar neler söyledi, onlar neler düşündü bilemiyorum?
Diğer olay ise Macaristan’ın Avusturya sınırını geçici de olsa açmasıydı.
19 Ağustos 1989’da Macaristan Avusturya sınırında Pan Avrupa Pikniği düzenlenmişti.
İki komşu ülkenin ama iki farklı sistemde yaşayan insanları birlikte eğleniyordu…
Aralarında Doğu Almanya vatandaşları da vardı…
Özgürlüğe susamış, özgürlük tutkunu bu insanlar, Macaristan’ın sınır kapısını aralamasını fırsat bilip Avusturya’ya geçtiler.
Macaristan sınır koruma polislerinin seyirci kalması sayesinde 700’e yakın Doğu Almanya vatandaşı özgürlüğe kavuştu.
Tabii, sosyalist kardeş DDR’in tepkisi göz önünde bulundurularak Macaristan 40 dakika sonra sınır kapılarını yeniden kapattı.
Ama Macaristan-Avusturya sınır kapıları 10 Eylül 1989 tarihinde bir daha kapanmamak üzere açıldı.
İşte 19 Ağustos’ta özgürlüğe geçişi geçici de olsa sağlayan ve 9 Kasım 1989 tarihinde iki Almanya arasındaki duvarların tamamen yıkılmasında etkin rol oynayan Macaristan’a teşekkür kutlamaları vardı…
Thüringen’de düzenlenen kutlamalara Pan Avrupa Pikniği’ne katılan ve Macaristan’ın sınır kapısını açması üzerine Avusturya’ya, oradan da Batı Almanya’ya geçip özgürlüğe kavuşan insanlar da vardı…
Mutlulardı…
Birleşen Almanya’da, yani Federal Almanya Cumhuriyeti’nde (BRD) özgür bir şekilde yaşamanın tadını çıkarıyorlardı…

2014-08-24
Hürrıyet

Macaristan Turizmi

orszaghazMacaristan’da Turizm Turizm Macaristan ekonomisine önemli katkıda bulunmaktadır. Doğrudan ekonomik faaliyetler arasında yer almasa da geçmişten beri ülkeye döviz girdisi sağlamaktadır. Tarımdan sonra, Macaristan’ın ikinci en büyük net döviz kazanç kaynağı turizmdir. Başkent Budapeşte, çok sayıda müze, kilise, kalenin yanı sıra müzik ve drama alanında yıllık bahar festivallerinin olduğu kültürel bir turizm cazibe merkezidir. Ülke genelinde 100′den fazla devlet müzesi bulunmaktadır.. Balaton Gölü aynı zamanda tekne, balıkçılık ve yüzme gibi yaz rekreasyon faaliyetleri için popüler bir tatil beldesidir. (Nations Encyclopedia’dan…

2014-08-24
http://nereyegitmeliyiz.com

Macaristan’da Macarca bilen Osmanlı hocaları – Mustafa Armağan

pecs3Bu gidişle Macar tarihçiler kurtaracak Osmanlı’nın haysiyetini. Neden mi bu cümleyi sarf ettim burada? Çünkü efendim, Osmanlı tarihine kendi tarihlerinin şerefli bir sayfası olarak bakmayı çoğumuzdan önce öğrendiler de ondan.

Zaten Sandor Takats gibi dürüst ve ehil tarihçiler 1920’lerden itibaren Osmanlı idaresinin Macaristan’daki idare tarzının ifade ve icra ettiği çok seslilik ve çok renklilik üzerinde ısrarla duruyor ve bu dönemin, tarihlerindeki parlak sayfalardan biri olduğunu vurguluyorlardı. Takats’ın verdiği çarpıcı bilgiler arasında, Macaristan’da görev yapmış olan Osmanlı din adamlarının, özellikle de Kadı’ların, görevlerine başlamadan önce Macarca öğrendikleri ve Osmanlı mahkemelerinde gerektikçe Macarcanın kullanıldığı da vardı. Gerçekten de ister istemez şaşırıyor insan. Macarca bilen bir kadı? Olacak şey mi bu? Ama olur, çünkü bu, Osmanlı Devleti’dir! Havsalamızın almadığı ne kadar çok şey onun sınırları içerisine sığmıştır da bu mu sığmayacaktır?

Macaristan’ın yetiştirdiği değerli Osmanlı tarihçilerinden birisi de Budapeşte Üniversitesi Tarih Bölümü’nde Osmanlı tarihi okutan Gabor Agoston’dur. Agoston, yazdığı “Budin’de Osmanlı medreseleri ve müderrisleri” başlıklı makalede bize Osmanlı âleminin Macaristan pencerelerinden birisini aralıyor. Agoston’a göre, Osmanlı Avrupası’nın diğer şehirlerinde olduğu gibi Budin’de de çeşitli eğitim kurumları bulunuyordu. Bu eğitim kurumları arasında camiler ve tekkeler de vardı; ama Osmanlıların Avrupa topraklarına ektiği en önemli kurumlar, medreselerdi.

Macar şehirlerinde yanar mahyalar!

Macaristan topraklarında kaç medrese açıldı ve bunlar ne kadar süreyle faal kaldı? Bunları bugün tam olarak bilemiyoruz. Mesela Evliya Çelebi, 1660’lı yıllar itibarıyla Macaristan’da 77 medresenin bulunduğunu bildirir. Her ne kadar biraz abartılı gibi dursa da, Evliya Çelebi’nin rakamlarını bizim gibi bir kalemde geçmeyen Agoston, onun bilgilerini kontrolden geçirir ve Osmanlı hakimiyetindeki 32 şehir, kale ve kasaba hesaba katılacak olursa, bu 77 medresenin varlığını gerçeğe yakın kabul edebiliriz, sonucuna varır.

Macaristan topraklarında 1660’larda tam 77 medrese. Orta Avrupa sınırında bir ülkede yüzlerce müderrisin, yani din adamının yaşadığını buradan çıkarmak zor olmasa gerek. Bursa’da, Edirne’de, İstanbul’da gördüğümüz o medrese binalarının Avrupa topraklarını süslediğini, o odalarda hocaların ve öğrencilerin yatıp kalktıklarını, kazanlar kaynattıklarını, kandiller uyandırdıklarını, Kur’an tilavet ettiklerini, şehirlerin burçlarına ezan seslerinin kırık camlar gibi çarpıp medrese avlularına, hatta Peç’in meşhur Mevlevihanesi’nin tavanına döküldüğünü düşünmek bile yeterince hüzünlendiriyor insanı. Tabii, Macaristan’da Osmanlı medreseleri denilince ilk akla gelen, Sokollu Mustafa Paşa’nın Budin’deki ünlü medresesi oluyor. Kimdir bu Mustafa Paşa? Tarihlerimizden tanıdığımız Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa’nın amca oğlu olan Mustafa Paşa, tam 12 yıl süren Budin Beylerbeyiliği görevinde gönlünü kaptırdığı bu şehri birçok mimari eserle donatmış. Bu eserler arasında Mimar Sinan’a yaptırdığı medresenin ayrı bir yeri vardır. Görgü şahitlerinin ifadelerine göre, taştan yapılmış olan bu medresenin kubbeleri, diğer Osmanlı medreseleri gibi kurşunla kaplıdır. Onu son gören gözler, Kont Marsigli’ninkiler olmuştur. Bu medresede, klasik İslami ilimlerden kelam, fıkıh ve hadisin yanı sıra bizim “müspet ilimler” dediğimiz ilimler de okutulmaktaydı. Marsigli’nin kendi gözleriyle görüp kitabına kaydettiği ders kitapları arasında belagat (retorik), müzik, astronomi, mimarlık ve coğrafyaya ait kitaplar da yer alıyordu burada. Ayrıca tıp biliminin klasik metinleri de kitaplıktaki yerini almıştı Kont’umuz oraya gitmeden. Bunların arasında Bergamalı Galen’in kitabının Budin’de yapılmış bir tercümesi bile mevcuttu.

Agoston, yalnız bilgi vermeyi değil, şaşırtmayı da seviyor olmalı ki, bize İbn Sina’nın “Kanun” adlı, Avrupa dillerine de tercüme edilen meşhur kitabının, yalnız İstanbul medreselerinde değil, Balkanlardaki orta dereceli okullarda bile okutulduğunu söylüyor. Budin Müftüsü’nün kitapları arasında dikkat çeken eserlerden birisi de, İbn Baytar’ın “el-Mugni” adlı hastalıkları tasnif ettiği kitabıdır ve Arapçadan Türkçeye, Budin Beylerbeyi Hüseyin Paşa’nın emriyle çevrilmiştir. Böylece bir medrese kitaplığında bu tıp klasiklerinin ne aradığı gibi bir bilmecenin içine sürüklenmiş oluyoruz Agoston’la birlikte. Yoksa Budin’deki Sokollu Mustafa Paşa Medresesi’nde bir tıp fakültesinin kalıntılarına doğru mu ilerliyoruz?
Peşte ile birlikte bugünkü Budapeşte’nin çekirdeğini oluşturan Budin’deki bu medresede din adamlarını (müderrisleri), imparatorluğun diğer bölgelerinde görev yapanlar için tamamıyla meçhul mahalli örf ve âdetlerin cari olduğu Macar kanunlarını da öğrenme imkanını bulmuşlardır müderrislerimiz. Bunun içindir ki, diyor Agoston, Osmanlı Devleti ile Macar Kralları arasındaki siyasi münasebetlerde, barış görüşmelerinde Macaristan’da görev yapan Kadı ve Müftülerin bilgi ve tecrübelerinden yararlanılmıştır. Mesela Budin Müftüsü İsa Efendi, 1625 ve 1627 tarihlerindeki barış görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık bile yapmıştır.

Aslen Boşnak olan İsa Efendi Avusturya elçilerini alıp İstanbul’a gelmiş, Eyüp, Bursa ve İstanbul kadılığı yaptıktan sonra Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmiştir.

Bu, işin medrese kısmı. Tekkeler ve tasavvuf bahsi ise ayrı bir yazıyı hakedecek zenginliklerle dolu. Gül Baba en bilineni. Tarihçi Peçevi’nin memleketi olan Peçuy şehrindeki mevlevihâne bile başlı başına bir damgadır Avrupa’nın hafızasında. Mevlana’nın en batıdaki akıncısı olan Peçuy Mevlevihânesi’nde haftada iki defa semâ edildiği, Macar asıllı Arifi Ahmet Dede’nin İstanbul’da devam eden ve susan semâı, daha da hoş olanı, Hâfız’ın, Sâdi’nin, Hayyam’ın, Nizâmî’nin ve İbn Arabî’nin sesinin serhat boylarında bir buçuk asır boyunca çınlamış olması.

Gül Baba, gülme cehaletimize…

2014-05-30
http://www.e-tarih.org – MUSTAFA ARMAĞAN

Macaristan’da muhafazakârlık, popülizm ve paternalizm – Ateş Uslu

ates_usluMacaristan’da 2014 genel seçimlerini %45 oy alan muhafazakâr parti Fidesz’in (Fiatal Demokraták Szövetsége, Genç Demokratlar Birliği) kazanması ve aynı partinin 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de muhafazakâr Avrupa Halk Partisi listesinden aday olan Fidesz temsilcilerine önemli oranda oy çıkması şaşırtıcı bir gelişme değil. Macar Halk Cumhuriyeti’nde rejim değişikliği sürecinin başladığı dönemde, 1988 yılında kurulan Fidesz, kurulduğu dönemden itibaren Macar siyasal hayatının başlıca partilerinden biri haline geldi; 1998-2002 arası dönemde merkez sağ koalisyon hükümetinin ana bileşeni oldu, 2002-2010 arasında ise ana muhalefet partisi olarak parlamenter faaliyetle sınırlı kalmadı ve kitlesel mobilizasyon gibi yöntemleri de kullandı. Parti 2010 yılındaki Macaristan genel seçimlerinden beri Hıristiyan Demokrat Halk Partisi gibi sağ partilerle ittifak yaparak birinci parti olma özelliğini koruyor; parti başkanı Viktor Orbán da kimi zaman popülist söylem ve politikalar geliştirmekle, kimi zaman da muhalefeti etkisiz hale getirmek ve yargıyı denetim altına almak gibi yöntemler kullanarak otoriter bir yönetim uygulamakla eleştiriliyor. Fidesz’in politikaları, 2000’lerin başından itibaren pek çok ülkede muhafazakâr hükümetler tarafından uygulanan politikalar; Türkiye’de ise Adalet ve Kalkınma Partisi’nin politikalarını anımsatıyor. Türkiye’de uygulanan otoriter popülist politikaların bütünlüklü bir incelemesinin yapılması için, Macaristan örneğinin anlaşılması önem taşıyor. Bu yazıda öncelikle Fidesz’in ideolojisi incelenecek, daha sonra da 2010’u takip eden dönemde Fidesz hükümetinin izlediği politikanın ideolojik temelleri kısaca tasvir edilecek. Çalışmanın bütününde popülizm, muhafazakârlık ve paternalizm ilişkisinin 2000’lerin Macaristan’ında aldığı biçim incelenecek.

İdeolojik Arka Plan: Yurttaşlık Savunusuna Dayalı Bir Popülizm

Sosyal demokrat-liberal ittifakın 1994-1998 arasındaki hükümet döneminde Fidesz ideolojisini bu ittifaka karşı muhalefet üzerinden yeniden kurdu. Bu çerçevede “polgár” kavramı merkezi bir önem kazandı. Polgár, Türkçeye “vatandaş”, “sivil”, “burjuva” ve “kentli” gibi çeşitli şekillerde olarak çevrilmesi mümkün olan bir terimdir. Macarca sosyoloji, tarih ve siyaset bilimi literatüründe sıklıkla kullanılan bu terimin 1990’ların Macar siyasi kamplaşmasında taraflardan birini niteleyen bir kavram olarak yeniden yorumlanması, sosyolog Gyula Tellér’in girişimleriyle mümkün olmuştur. Tellér 1990’ların başında SZDSZ üyesiyken bu kavramı geliştirmeye başlamıştı. Temel amacı, sosyalist rejimin ve onun 1990’lardaki başlıca temsilcisi olan MSZP’nin Macar toplumunun çoğunluğuna yabancı bir rejim olduğu fikrini sosyolojiden aldığı kavramlarla kanıtlamaktı (Ripp, 2001: 5). Tellér 1992 tarihli bir yazısında Macaristan’ın üç parçadan oluştuğunu söylüyordu: Geleneksel, aristokrat tabakaların Macaristan’ı, yurttaş/burjuva Macaristan ve sosyalistlerin Macaristan’ı (Ripp, 2001: 6). Tellér’in bu yazıda ve başka yayınlarında geliştirdiği çerçeveye göre Macar toplumu kendi iç gelişimi içinde geleneksel yapılardan modern/yurttaşlığa dayalı/burjuva yapılara doğru ilerlemişti; İkinci Dünya Savaşı’nı takiben ise sosyalistler Macar toplumuna yabancı bir odak, bir elit olarak güçlenmiş ve ulusu sömürmeye başlamışlardı. Gayet esnek bir kavram olan “polgár” (ve onunla bağlantılı olan polgári sıfatı) komünizmle ilişkilenen her türlü hareket ve toplumsal kesim için kullanabiliyordu (Fowler, 2004: 106). Örneğin Fidesz iki dünya savaş arası dönemde Miklós Horthy önderliğindeki otoriter rejimi doğrudan bir model olarak kabul etmese de bu dönemi Hıristiyan-ulusal anlayışların yurttaşlık-burjuva ilişkileri çerçevesinde geliştiği bir dönem olarak kabul etmekte ve onu sahiplenmektedir (Ripp, 2001: 7). Sovyet etkisine karşı bir isyan girişimi olan 1956 Devrimi de “yurttaş Macaristan” tarafından yapılmış olan bir harekettir. Sosyalist dönemdeki her olumlu gelişme sorumlu yurttaşların eseriyken, tüm olumsuzluklar sosyalizmin sonucudur (Ripp, 2001: 9). Polgári ideolojisi bazı dönemlerde SZDSZ’in (Szabad Demokraták Szövetsége, Özgür Demokratlar İttifakı) temsil ettiği liberal geleneğe karşı da şekillenmiştir. Örneğin Tellér’in bazı yazılarında üçlü kutuplaşmanın sosyalistler, yurttaş/burjuvalar, ve “üçüncüler” arasında olduğu varsayılır. “Üçüncüler”, döneme göre Stalinist, Troçkist, Yeni Sol yanlısı ya da neoliberal olan ve 1990’larda SZDSZ’de partileşen geleneği temsil eder. Hatta 1950’lerde komünist parti içinde ortaya çıkan reformcu kanat bu geleneğin bir yansımasıdır; 1956 Devrimi’nin siyasal çatışmaları da sosyalistlerin ve “üçüncüler”in mücadelesidir (Ripp, 2001: 10). Bu antielitist ideolojik söylem, sosyalizmin olduğu kadar neoliberalizmin de reddi üzerine kuruludur (Fowler, 2004: 104).

Yurttaş/burjuva ideolojisi 1990’lı yılların ortasından sonra Fidesz tarafından daha da yoğun bir şekilde kullanıldı. Fidesz, 1995’te ismine “Macar Yurttaş Partisi” (Magyar Polgári Párt) ibaresini ekledi; 1996’da ise Polgári Magyarországért (Yurttaş/Burjuva Macaristan İçin) başlıklı program partinin temel metinlerinden biri olarak kabul edildi. Tellér’in fikirleri bu şekilde resmi olarak parti tarafından benimseniyordu (Nepszabadság, 23/07/2011). SZDSZ’ten Fidesz’e geçen Péter Tölgyessy’nin de dâhil olduğu çeşitli politikacılar da bu ideolojiyi destekledi.

Paternalist Muhafazakârlık ve Fidesz

Fidesz’in 2000’lerin ortasından itibaren muhalefet partisi olarak yükseliş sürecine girmesi, iç dinamikler ve uluslararası boyut dikkate alınarak iki düzlemde incelenebilir. İç dinamikler dikkate alındığında, bu dönemde Macaristan’da bulunan sosyal demokrat-liberal koalisyonun hızla meşruiyet kaybına uğramasının, örneğin başbakan Ferenc Gyurcsány’nin kendi ekonomi politikalarını eleştiren konuşmasının ses kaydının yayınlanmasının Fidesz’in yeniden yükselişe geçmesine zemin hazırladığı söylenebilir. Bu dönemde Fidesz, hükümeti sosyal politikalar alanındaki tutumu nedeniyle eleştirmiş, özellikle üniversite harçlarının kaldırılması için düzenlediği kampanyanın 2009’da başarılı olması üzerine “halk”ın çıkarlarının gerçek temsilcisi olduğu yönündeki fikri yaygınlaştırmıştır.

Fidesz’in yükselişi uluslararası boyutta değerlendirildiğinde, bu yükselişin aynı dönemde Avrupa genelinde muhafazakâr siyasetin önem kazanma sürecinin bir parçası olduğu söylenebilir. Almanya’da Angela Merkel’in 2005 yılında şansölye olması; Fransa’da Nicolas Sarkozy’nin 2005’te içişleri bakanı, 2007’de cumhurbaşkanı olması; 2005’in Aralık ayında ise Birleşik Krallık’ta David Cameron’ın Muhafazakâr Parti’nin yeni başkanı seçilmesi bu yükselişin uğraklarındandır (Pétervári, [2007]: 3-4). Bu gelişmeler yeni sağ muhafazakârlık-liberalizm sentezinin 1970’li yıllarda başlayan konsolidasyonun bir parçası olarak değerlendirilebilir, ancak Ronald Reagan ve Margaret Thatcher döneminin muhafazakârlığıyla 2000’li yılların muhafazakârlığı arasındaki vurgu farklılıklarına da dikkat çekmek gerekir. 2000’lerin muhafazakârlığında popülist ve paternalist temalar önceki dönemlere kıyasla çok daha belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktadır; David Cameron da partisinin kitleselleşmesi için popülist-paternalist bir strateji izlenmesini önermiştir. Paternalist politikalar, bir kişilerin kendi iyiliği, yararı ya da refahı için özgürlüklerinin kısıtlandığı politikalardır (Dworkin, 2013: 10-11). Paternalizmin destekçileri devletin adeta bir geleneksel aile babası gibi “çocuklarının” (genel olarak “halk”ın ya da “millet”in) ekonomik ve ahlaki gereksinimleri doğrultusunda bazı kısıtlayıcı kararlar almasını desteklemektedir.

Paternalist-popülist politikaların önem kazanmasıyla 1970’lerdeki monetarizm ve finansallaşma savunusu yerini neoliberal politikaların çok daha örtük bir savunusuna, kimi durumlarda (örneğin Viktor Orbán’ın söyleminde) ise açık bir neoliberalizm eleştirisine bırakmaktadır. Zsolt Pétervári, Fidesz üzerine yaptığı incelemede, 2000’lerin başındaki muhafazakâr temaların esas olarak XIX. yüzyılın ortasından itibaren İngiltere’de geliştirilen “tek ulus muhafazakârlığı”nı çağrıştırdığını belirtmektedir (Pétervári, [2007]: 3-4). Benjamin Disraeli ve Lord Salisbury gibi politikacıların geliştirdiği bu yorumda muhafazakâr partiler gerçek temsilcisi olduklarını iddia ettikleri halkın (özellikle de yoksul halkın) şikâyetlerinin dikkate alınması, sosyal politikalara ağırlık verilmesi yoluyla devrimlerin önlenmesi gerektiğini savunmuşlardır.

Fidesz, 1990’lardaki “gerçek yurttaşlık” savunusunu 2000’li yıllarda paternalist temalarla zenginleştirdi, Macar gelenekçiliğinin dinsel ve ulusal vurgularını da kullanarak oy oranını artırdı. Partinin 2010 genel seçimleri sonrasında yayınladığı 16 Mayıs 2010 tarihli açıklamada, önceki yirmi yıllık dönemin karışık bir geçiş dönemi olarak adlandırılması da partinin kurduğu hegemonyanın nasıl şekillendiğini göstermekteydi. Açıklamada, 2010 seçimlerinin anayasa çerçevesinde yapılmış bir “devrim” olduğu belirtiliyordu (Halmai, 2012: 84). Dolayısıyla Fidesz yepyeni bir dönemi başlatma iddiasıyla hükümeti devraldı. Bu yeni dönemde bir yandan sosyal demokrat ve liberal rakiplerinin uygulamakta başarısız olduğu sosyal politikaların gerçek uygulayıcısı olduğu fikrini yayıyor ve popülist bir konsensüs sağlıyordu, aynı zamanda ideolojik ve toplumsal nedenlerle Macaristan’a yabancı olduğunu vurguladığı muhalif entelektüellere, sosyal demokrat ve liberal partilere ve uluslararası sermayeye karşı bir ideolojik savaş başlatarak hegemonik konsolidasyonu tamamlıyordu. Popülist-paternalist muhafazakârlığın yanında, 1930’lu yıllarda Macaristan da dâhil olmak üzere çeşitli ülkelerde yaygınlık kazanan sağ kanat antikapitalizmin de Fidesz’e ilham kaynağı olduğu söylenebilir. Gáspár Miklós Tamás, Fidesz’in ideolojisinin sağ antikapitalizm ile süreklilik içinde olduğunu belirtmektedir; gerek 1930’lu yılların sağ ideolojilerinde, gerekse Fidesz’in açıklamalarında her iki durumda da “üretici sermaye” ve “parazit sermaye” arasında bir ayrımdan yola çıkılmakta, bunların birincisi yüceltilmektedir (Tamás, 2014). Uluslararası burjuvazinin karşısında milli burjuvazi savunulması da bu çerçevede anlaşılabilir. Yine iki savaş arası dönemin sağ-popülist ideolojilerinin önemli bileşenlerinden olan aydın karşıtlığı ve çalışma fetişizmi Fidesz’in açıklamalarında da önemli yer tutmaktadır (Tamás, 2014). 2010’u takiben Fidesz’e yakın şirketlerin neredeyse tüm ihaleleri alması da “ulusun çıkarlarının korunması” söylemiyle desteklenmiştir.

Seçimleri takiben Fidesz’in üçte iki çoğunluğa sahip olduğu parlamento tarafından kabul edilen bir dizi kanun ülkede çeşitli tartışmalara yol açtı. Tartışmalar özellikle Anayasa Mahkemesi’nin yapısına dairdi. Hükümet, Anayasa Mahkemesi üyelerinin hükümet tarafından seçilmesine imkân veren bir düzenleme yaptı. Cumhurbaşkanının Fidesz’e yakın bir kişi (Pál Schmitt) olması da tartışılan konular arasındaydı, zira tartışmalı kanunları Anayasa Mahkemesi’ne gönderme yetkisi cumhurbaşkanına aitti; cumhurbaşkanının hükümete yakın bir kişi olması Anayasa Mahkemesi’ni işlevsiz kılıyordu (Halmai, 2012: 85). Aralık 2010’da kabul edilen Basın ve Medya Kanunu da bir dizi eleştiriye konu oldu. Kanunla birlikte Ulusal Medya ve İletişim Otoritesi adlı bir kurul oluşturuluyor ve bu kurula internet de dâhil olmak üzere tüm medya kuruluşlarına müdahale etme, gerekirse yayın durdurma yetkisi veriyordu. Bunun yanında, devlet yayın organlarının parlamento denetimi altına girmesi, pratikte parlamentoda çoğunluğa sahip olan partinin, dolayısıyla Fidesz’in televizyon kanalları üzerinde etki sahibi olması sonucunu doğuruyordu.

Yasama alanındaki en tartışmalı konu ise Fidesz’in anayasa tasarısı idi. Parlamentoda üçte iki çoğunluğa sahip olan Fidesz ve koalisyon ortağı Hıristiyan Demokrat Halk Partisi, muhalefet partilerinin onayını almadan 1989 anayasasının yerine yeni bir anayasa hazırlama gücüne sahipti. Bu durumu protesto eden muhalefet partileri anayasa komisyonu çalışmalarından çekildi. 2011’de kabul edilen anayasada milliyetçi ve Hıristiyan referanslar çok belirgin bir şekilde vurgulanıyordu. “Ulusal Amentü” başlıklı başlangıç kısmında Macaristan’ın Alman işgaline uğradığı 19 Mart 1944 tarihinden ilk komünist olmayan cumhurbaşkanının göreve başladığı 2 Mayıs 1990’a uzanan dönemde Macar devletinin kendi kaderini tayin yetkisine sahip olmadığı belirtiliyordu. Bu, iki savaş arasının otoriter-muhafazakâr Miklós Horthy yönetiminin meşru, halk demokrasisi rejiminin ise gayrimeşru kabul edilmesinin anayasal bir ilkeye dönüşmesi anlamına geliyordu.

2000’leri başında oy maksimizasyonu için çeşitli yöntemler deneyen muhafazakâr partiler, bazı durumlarda liberallere, bazı durumlarda ise milliyetçi sağa yaklaşan söylemler geliştirmektedir. Fidesz de özellikle seçim dönemlerinde benzer bir taktik benimsemiş radikal sağ partilerin seçmenlerinden oy almak için milliyetçi-gelenekçi vurgularını güçlendirmiştir. Özellikle Romanya’daki Macar topluluklarının ve Romanya’nın iç kesimlerinde yaşayan Macarca konuşan bir topluluk olan Székely’lerin haklarını korumaya yönelik çeşitli politikalar geliştirmiştir. Macar Parlamento binasında Macar bayraklarının yanında Székely’leri de temsil eden bir bayrağın asılı olması, Fidesz’in yayılmacı bir politika izlediği yönünde eleştirilere neden olmaktadır. Bu taktiklere rağmen Macaristan’da radikal milliyetçi parti Jobbik oy oranını artırmaktadır. Jobbik’in başarısı basit bir dil kullanması, genellemelere sıkça başvurması, “biz” ve “onlar” arasındaki ayrımı çoğu zaman Fidesz’ten de daha belirgin bir şekilde kullanmasıdır. Bunun yanında, Jobbik konserlerde, üniversite kulüplerinde, eğlence mekânlarında etkili bir propaganda yapmakta ve özellikle gençlerin desteğini kazanmaktadır. Jobbik’in Romanlara karşı açıkça düşmanca bir politika izlemesi ve Yahudi karşıtlığını da sıkça kullanması dikkat çekicidir. “Kırsal kesimde güvenliği sağlamak” söylemiyle Romanların güvenliği tehdit eden, tehlikeli bir halk olduğu ve ancak şiddetle sindirilebilecekleri fikrini yaygınlaştırmakta ve özellikle taşrada bu söyleme bağlı olarak destek bulmaktadır. Fidesz hükümeti döneminde radikal milliyetçiliğin önemli temsilcilerine (örneğin gazeteci Ferenc Szaniszló, müzisyen János Petrás ve arkeolog Kornél Bakay’ya) önemli devlet ödülleri ya da görevler verilmesi, partinin sadece seçim döneminde değil hükümet döneminde de radikalleşen bir milliyetçiliği benimseyebildiğini gösterir.

2014 Macaristan genel seçimleri ve Avrupa Parlamentosu seçimleri bu eğilimlerin daha da görünür olduğu ve meşruiyet krizi yaşamaya devam eden sosyal demokrat-liberal ittifakın başarısızlığını konsolide ettiği bir süreç olmuştur. “Devam edeceğiz” sloganını kullanan Orbán 2010’da başamış oldukları “devrim” sürecini sürdüreceğini vaat etmiş, kozmopolit finans çevrelerine karşı savaş açarak yerel sermayenin çıkarlarını koruyacağını söylemiştir (Tamás, 2014). Geçici projelerle işsizlere kısa süreli iş bulma politikasının izlenmesi de partinin “yoksulların dostu” olduğu yönündeki fikrin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Medya organlarının Fidesz’in dolaylı ya da doğrudan denetiminde olması da seçim zaferine katkıda bulunmuştur; seçimler sırasında Fidesz yöneticileri ile muhalefet arasında hiçbir tartışma olmaması dikkat çekicidir (Tamás, 2014).

Sonuç

Macaristan’da, Hindistan’da ve başka ülkelerde muhafazakârlığın kimi zaman otoriter yöntemler kullanarak yükselişe geçmesi, bu ülkelerde uygulanan politikaların karşılaştırmalı olarak incelenmesi gereğini gündeme getirmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin otoriter-muhafazakâr popülizminin incelenmesi için de karşılaştırmalı bir perspektif ufuk açıcı olacaktır. Bu denli kapsamlı bir karşılaştırmanın yapılması bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak Macaristan örneğinden hareketle, 2010’larda sağın yükselişi konusunda bazı ön değerlendirmelerde bulunmak mümkündür. Fidesz’in “yerlilik” ve “millilik” savunusu üzerinden aydın karşıtı bir politika yürütmesi ve kendine karşı olanları Macar toplumuna “yabancı”, “kozmopolit” odaklar olarak adlandırması, popülist siyasetçilerin kendilerine destek vermeyen parti ve kitleleri siyaset dışı olarak kabul etmesine iyi bir örnektir. AKP politikacılarının söylemlerinde sıkça karşımıza çıkan “biz” ve “bunlar” ayrımı, “bunlar”ın topluma yabancı, yabancı olduğu ölçüde korkutucu niteliklere sahip gizemli bir topluluk olarak tanımlanması, Fidesz’in popülizmindeki “yurttaşlar” ve “diğerleri” ayrımını anımsatmaktadır. Bunun yanında, Fidesz klasik bir aristokratik-elitist muhafazakârlık ya da kaçınılmaz küresel ekonomik politikaların savunusuna dayanan bir muhafazakâr yorum benimsemek yerine, gücünü “halk”tan aldığını sürekli olarak belirtmeyi tercih etmektedir. Fidesz’in muhafazakârlığı, halk/millet ve partinin organik bir ilişki içinde olduğunu varsayar. İktisadi zorluklar ve kültürel sorunlar Halk’a (ve partiye) yabancı odaklardan kaynaklanmaktadır, bu sorunların çözülmesi yine “Halk”ın özündeki dinsel ve milli unsurların parti tarafından uygulanması yoluyla mümkün olacaktır. Paternalizm bu noktada devreye girer; Fidesz, tıpkı AKP gibi, milli iradeye içkin olan milli ve dinsel duyarlılıkları uygulamaya koyduğunu sürekli olarak ima eder. Bu ideolojiye göre Macaristan’da komünist partinin ve onun ardıllarının politikaları ülkeye dışarıdan dayatılan yabancı ideolojilerin sonucu iken (Türkiye’de ise “eski Türkiye” ile özdeşleşmiş politikalar modernleşmeci bir Jakobenizmin yansıması iken) muhafazakâr partilerin yaptıkları kısıtlamalar olağandır, anlaşılabilirdir; zira “gerçek” halkın özelliklerine ve gereksinimlerine uygun olarak, yabancı olanı dışlayacak şekilde yapılmıştır.

Halk vurgusunun neden bu dönemde bu denli yükselişe geçtiği, başlı başına bir araştırma konusu. Ancak “halk”ı yekpare bir bütün olarak kabul eden bu yaklaşımların, sınıfsal ayrımları yok sayan ve toplumsal mücadelelerin yerine dinsel ve ulusal kimlikleriyle birleşmiş ve kaynaşmış bir kitle olduğu yönündeki fikir üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Muhafazakâr hükümetlerin toplumsal mücadeleleri bastırma çabaları içinde bir yandan kurulu düzeni yüceltirken diğer yandan bu düzenin mutlak bir şekilde milli iradenin ve milli/dinsel kimliğin tecellisi olduğu fikrini savunmaları, popülizmin temelinde toplumsal muhalefetin yükselişe geçmesinden duyduğu korkunun yattığının bir kanıtı.

Kaynakça

Bozóki, András (2008) “Consolidation or Second Revolution? The Emergence of the New Right in Hungary”, Journal of Communist Studies and Transition Politics, 24(2): 191-231.

Dworkin, Gerald (2013) “Defining Paternalism”, Coons, Christian & Michael Weber (ed.) Paternalism: Theory and Practice, Cambridge: Cambridge University Press, 25-38.

Fowler, Brigid (2004) “Concentrated orange: Fidesz and the remaking of the Hungarian centre-right, 1994–2002”, Journal of Communist Studies and Transition Politics, 20(3): 80-114.

Halmai, Gábor (2012) “A jogállami forradalomtól az illiberális demokráciáig”, Sándor, Iván (ed.) Mi a magyar most?, Pozsony: Kalligram, 74-99.

Nepszabadság, 23/07/2011.

Pétervári, Zsolt ([2007]) A Fidesz-MPSZ ideológiai változásának értékelése és a “konzervatív harmadik út”, Budapest: Méltányosság Politikaelemzö Központ.

Ripp, Zoltán (2001) “A Fidesz-ideológia és a történelem”, Esély, 2001/4: 3-13.

Seleny, Anna (2007) “Communism’s Many Legacies in East-Central Europe”, Journal of Democracy, 18(3): 156-170.

Tamás, Gáspár Miklós (2014) “Hungary: A Black Hole on Europe’s Map: An interview with G. M. Tamás by Jaroslav Fiala (A2 magazine)”, Socialist Project: E-Bulletin, 979, http://www.socialistproject.ca/bullet/979.php, erişim tarihi: 05/05/2014.

2014-05-30
Baslangicdergi – ateş uslu

Tarihte esrarengiz bir olay: Avusturya veliahdı prens Rudolf’un ölümü

30 Ocak 1889 Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahdı Rudolf’un esrarengiz bir şekilde hayatını kaybettiği tarihtir. İmparatorluk siyasetiyle de ters düşen prens, sevgilisi Maria Von Vetsera ile birlikte bir sabah ölü bulunur. Resmi açıklama gençlerin intihar ettikleri yönündedir.

Olay tüm ülkede hayret üzüntüyle karşılanır. Özellikle Macar topraklarında şaşkınlık büyüktür. Çünkü prens liberal görüşleri uygar düşünceleri ve çağdaş bir devlet projesiyle Monarşi topraklarında, diğer halklar için bir ümit ışığı gibi görünmektedir. Ölümüyle olası bir açılımın önü de kesilmiş olur.

Askeri ve hukuk eğitiminin yanısıra Viyana sarayında bir devlet adamı olarak yetiştirilen Prens Rudolf Almanca ana dilinin yanı sıra İngilizca, Fransızca, Macarca, Lehce ve Çekce de bilmektedir.

Liberal görüşleri nedeniyle imparatorluk politikasıyla ters düşen prens bu nedenle de saraydaki devlet mekanizmasından uzaklaştırılmıştır. Yine bir imparatorluk politikası sonucu genç yaşta Belçika kralının kızıyla evlendirilen 31 yaşındaki Rudolf, daha sonra 17 yaşındaki Maria Von Vetsera’ya aşık olup onunla evlenmek ister, ancak eşinden ayrılma girişimleri de sonuç vermeyecektir.

Sonunda prens bir gün sevgilisi ile birlikte Viyana yakınlarındaki imparatorluk saraylarından birinde ölü bulunur.

Resmi açıklama prensin ve sevgilisinin intihar ettiği yönündedir.

Ancak elbette bu konuda çok sayıda komplo teorisi de mevcuttur. Bunlar arasında prensin katı imparatorluk politikasını değiştirebilmek için bir darbe hazırlığı içindeyken öldürüldüğünden, kendisine ihanet eden sevgilisi nedeniyle ölüme sürüklendiğine kadar pek çok teori de bulunmaktadır.

2014-01-29
Türkinfo/Budapeşte

Azerbaycan’la Macaristan arasında havacılık alanında anlaşma imzalanacak

Macaristan Dışişleri Bakanlığı Uluslararası ilişkiler ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Sekreteri Peter Szijjarto, bugün düzenlenen Azerbaycan-Macaristan İş Forumunda yaptığı açıklamasında, Azerbaycan’la Macaristan arasında havacılık alanında işbirliği anlaşmasının imzalanacağını belirtti.

Peter Szijjarto, bu anlaşmanın ikili ilişkilerin gelişmesine katkı sağlayacağını belirtti.

Azerbaycan’la ekonomik ve siyasi ilişkilerinin yeterli düzeyde olduğunu vurgulayan Peter Szijjarto, iki ülke arasında işbirliğinin hızla geliştiğini ifade etti.

2014-01-27
www.1news

16,474FansLike
639FollowersFollow