2025. Ekim 23.
Türkinfo Blog Oldal 621

Dünyaca Ünlü Macar Dans Topluluğu Gebze’de Sahne Alıyor

macar_dansGebze Belediyesi ve Macaristan’ın Kocaeli Fahri Konsolosluğu’nun ortaklaşa düzenlediği etkinlikle Kent Meydanı’ndaki Gebze Kültür Merkezi’nde özel bir gösteri sunacak.

Macaristan’ın milli bayramı dolayısıyla düzenlenen ve Gebze Belediye Başkanı Adnan Köşker’in destek verdiği gösteri, 25 Ekim günü Gebze Kültür Merkezi’nde saat 19.00’da verilecek kokteylin ardından başlayacak.

Gebze Kültür Merkezi’ndeki etkinliğe Kocaeli Valisi Hasan Basri Güzeloğlu, Macaristan Büyükelçisi Gabor Kiss, Gebze Kaymakamı Mehmet Arslan ve Macaristan İstanbul Başkonsolosu Hendrich Balazsşeref de katılacak.

MACARİSTAN FOLK DANSLARININ EN GÜZEL ÖRNEKLERİ SUNULACAK

Macaristan’ın Milli Bayramı dolayısıyla Türkiye’de üç farklı ilde yapılan Macar halk dansları gösterilerinin üçüncüsü Gebze’de gerçekleştirilecek. Gebze Belediyesi ve Macaristan’ın Kocaeli Fahri Başkonsolosluğu’nun ortaklaşa organize ettiği gösteride sahne alacak olan dans grubu, Macaristan folk danslarının en güzel örneklerini sunacak. Yaklaşık 40 kişiden oluşan grup, dünyanın birçok ülkesinde yaptığı özel şovlarla üne kavuştu. Türkiye’de ilk defa sahne alan Macaristan Ulusal Dans Topluluğu’nun GKM’de sunacağı özel gösteriye sanatsever tüm Gebzeliler davet edildi.

2014-10-25
sondakika.com

Hayatın tadı – Macar müziği

nepzeneMacar müziği denince, tek bir ulusal müzik türünden değil, insanları adeta dans etmeye zorlayan canlı bir folklor müziğinden; dünyanın her tarafında keyifle dinlenen çigan müziğinden; ve Lizst gibi, Kodaly gibi, Bartok gibi dünya devlerinin renk kattığı klâsik müzikten söz etmek gerekiyor.

Macar toplumunda müzik ve dans her zaman çok önemli bir yere sahip olmuş, hani deyim yerindeyse, Macarların ruhu asırlardan beri hep müzikle beslenmiş. Araştırmacılar, bundan yüzyıllar önce Asya’dan Avrupa’nın merkezine göç etmiş olan Macar toplumunun, geçtiği yerlerdeki diğer toplumların müziğinden bir şeyler alarak geldiklerini ve bunu Avrupa müziği ile harmanlayıp bugünkü kendi özgün ve muhteşem müziklerini oluşturduklarını söylüyorlar. Gerçekten de, bugün dinlediğiniz bir Macar halk müziğinde, doğu’dan esintiler, ya da slav, yahudi veya roman ezgilerinden parçalar bulabirsiniz.

Macar Folklor Müziği

Geleneksel Macar halk müziğini 100,000’den fazla müzik parçası oluşturuyor. Bu konuda bir çok araştırma yapılmış, ama ünlü besteciler Bela Bartok ve Zoltan Kodaly’in bütün ülkeyi tarayarak yaptıkları araştırma belki de en kapsamlı olanı. Bartok ve Kodaly’nin duydukları her melodiyi kaydederek bu zengin müzikal mirası unutulmaktan kurtardıkları kesin.

Macar folklor müziğinin en büyük özelliklerinden biri, genellikle halk danslarının da bu müziğe eşlik etmesi. Geleneksel danslar bugün de Macaristan’da bütün popülerliğini koruyor. Aslında, çoğu zaman Macar folklor müziği insanı zaten dansa eden bir müzik. Ülkenin her yerinde bulunan ve “Tanchaz”, yani “Dans evi” denilen mekânlarda sabahlara kadar geleneksel müzik eşliğinde dans etmek mümkün. Tanchaz metodu, 2011 yılından bu yana,UNESCO’nun somut olmayan miras listesinde yer alıyor.

Her bölgenin kendine has yerel dansları olsa da, en yaygın olanlar “karikazo”, “legenyes” ve “czardas”. Karikazo sadece kadınlar, legenyes sadece erkekler tarafından yapılıyor, csardas ise çiftlerin dansı. Çiçeklerle bezeli elbiseler, kat kat ve kabarık etekler, süslü başlıklar, şapka, çizme ve yelekle yapılan halk dansları, bir renk bayramı gibi. 19. yüzyılda altın çağını yaşayan legenyes’in (“verbunkos” olarak da adlandırılıyor) simge ismi János Bihari. Zamanının en ünlü Çigan kemancısı olan Bihari nota bilmeyen bir dahi. Tekniği ve repertuarı Liszt’i de etkilemiş ve eserlerinde onun melodilerini kullanmasına neden olmuş.

Çigan müziği

Macaristan’ın yaygın sembollerinden biri olan Çigan müziği, kültürel bir karışıma ve müthiş bir enstrüman çeşitliliğine sahip. Aslında, 1000 yıl kadar önce, Hindistan’dan yola çıkıp, halâ göçebe olarak bir çok değişik ülkede varlığını sürdüren Roman topluluğuna mal edilen Çigan müziği, Macaristan’da çok farklı ve özgün bir karakter kazanmış. Gerçekten de, Balkanlarda duyulan Roman müziği, ya da İspanya’nın ünlü “Gypsy” melodileri, Macar Çigan müziğine hiç benzemiyor. Genellikle hiç bir akademik eğitim almamış olan müzisyenler tarafından yılların birikimi ve ailegelenekleriyle sürdürülen bu müzik türü, çok geniş bir repertuara sahip ve doğaçlama yapmaya da çok uygun.

Macar Çigan müziği yapanlar, klasik batı müziğinin ünlü melodilerine de repertuarlarında yer veriyorlar. Örneğin Brahms’tan veya Liszt’den parçalara her zaman rastlayabilirsiniz.

Dünya devleri

Macaristan, dünya klasik müziğinde çok önemli ve özel bir yere sahip. Ferenc Liszt Macar bestecilerin en büyüğü ve çağdaşları tarafından bütün zamanların en başarılı piyanisti olarak değerlendirilmiş. Orkestra şefi ve müzik öğretmeni de olan Liszt, günümüzde kendi adını taşıyan Macar Kraliyet Müzik Akademisi’nin de kurucusu. Senfonik şiiri hemen hemen bağımsız bir müzikal form haline getiren sanatçı, aralarında Wagner’in de olduğu pek çok ünlü besteciyi etkilemiş ama konservatuara girmek için geldiği Paris’te, yabancı olduğu gerekçesiyle okula alınmamış.

Piyano için “hayatım” diyen müzisyen, önceleri Chopin’i kendisine rakip olarak görse de sonradan çok iyi iki arkadaş olmuşlar. Chopin’in Paris’teki evinde, piyanonun yanındaki küçük bir masanın üzerinde duran tek resim Liszt’in fotoğrafıymış.

Wagner ise, Liszt ile ilk tanıştığında genç, henüz tanınmayan ve yoksul biriymiş. Zamanla bağları güçlenmiş ve iyi dost olmuşlar. Liszt’in büyük kızı Cosima, Wagner’le evlenmiş. 1847’de Padişah Abdülmecit’e Dolmabahçe Sarayı’nda bir konser vermiş olan Liszt, 1886 yılında Almanya’da ölmüş.

20.yüzyıl başlarında üç olağandışı Macar müzisyen daha görüyoruz: Ferenc Erkel, Zoltan Kodaly ve Bela Bartok. Macar milli operasının yaratıcısı Ferenc Erkel, Macar millî marşının da bestecisi.

Yakın arkadaş olan ve birlikte de çalışan Bartok ve Kodaly ise Karpat havzasının tamamında, geleneksel halk ezgilerini derlemek, kaydetmek, notaya dökmek için çalışıp durmuşlar; binlerce melodiyi ve türküyü gün yüzüne çıkarmışlar. Zoltan Kodaly, çocukların müzik eğitimi üzerine kendi adıyla anılan bir yöntem de geliştirmiş.

20.yüzyıl müzik dünyasının en büyüklerinden olan Bela Bartok, etno-müzikolojinin de kurucularından. Tamamen millî şeyler yaratmayı ve geleneksel müzik belleğini korumayı çok önemsemiş. 1936 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Bartok, Adnan Saygun ile birlikte Çukurova’da yerel müzikleri kaydetmiş, notaya dökmüş, Ankara Devlet Konservatuarı’nda Türk Halk Müziği arşivi oluşturulmasına da katkıda bulunmuş. Bugün, Osmaniye’de onun adını yaşatan bir sergi salonu ve müze bulunuyor. Ankara’da ise, Macaristan Büyükelçisinin İkâmetgâhında kendi piyanosu halâ duruyor ve kullanılıyor.

2014-10-22
http://www.diplomat.com.tr

Kına yakma sanatı

kınaKına ismini bitkisinden almaktadır. Kınanın ilk ilk olarak, süsleme amacından önce çöl insanları tarafından serinlemek için kullanılmaktaydı. Çöl insanları bu bitki yaprağını ezerek çamurla karıştırdılar ve elde ettikleri karşıma ayaklarını ve ellerini batırdılar. Bu şekilde cild üzerinde koruyucu bir tabaka oluşturan çöl sıcaklığı karşısında cilde daha bir dayanıklılık sağlamaktaydı. Ancak ellerin her tarafına kına yapılması yerine sadece avuç içine kına yapılması ve bunun da kişiye bir serinlik duygusu vermesi sayesinde, daha farklı bir amaçla da kullanılmaya başlanmıştır. Avuç içinde bir kırmızı nokta şeklinde kına yapmayı keşfeden keşfeden kadınlar, bu merkez etrafında da kınayla küçük noktalar koyarak estetik bir görüntü yakaladılar. Kına sayesinde yakalanan bu zerafet kınanın bir estetik araç olarak da kullanılmasına yol açtı.

Hindistan’da gümüş veya fildişinden yapılmış ince bir alet,Fas’ta sürme için kullanılan bir tahta , kına uygulamaları için malzeme oldu. Ve bugün de çöl köylerinde kullanılan stil budur. Ancak Hint kınasının bu kadar popüler olması ise sadece son yılda olan bir şeydir. Özellikle kınanın son on yılda kazandığı popülerlik sayesinde, sanatçılarının çoğalmasına ve kına ile ilgili uygulamaların klasik kullanılış biçiminin dışında denemelere yol açtı.

Kadın vücudunun özellikle bir bütün olarak kına uygulamaları için kullanılması bu denemelerin bir sonucu oldu. Elbette bu kına ile ilgili daha yeni tekniklerin de kullanılmasının da bir sonucuydu. Çeşitli ülkelerdeki sanatçıları, kınayı farklı malzemeler eşliğinde kullanarak estetik açıdan son derece başarılı çalışmalar yaptılar. Bu başarılı çalışmalar aynı zamanda, dövme sanatına soğuk bakan ve vücut için zararlı olmayan ve bilakis faydalı da olabilecek ama aynı zamanda süsleme açısından da en az dövme kadar vurgulayıcı bir alternatif arayan insanlar için iyi bir örnek oldu.

Kınanın dövme sanatının aksine uygulamalarındaki basitlik ve malzemelerindeki ekonomiklik de kınanın popüleritesini arttıran nedenlerden biri oldu. Ancak başarılı bir uygulaması için, kınanın doğru tanınması gerekmekte ve yanlış malzemelerden kaçınmak gerekir. İşte da kullanılabilecek yada kullanılmayacak malzemeler: Taş Kınası: Özellikle ortadoğu ülkelerinde kullanılan ve siyah bir taşın öğütülmesinden elde edilen tai kınas, kına ile aynı özelliklere sahip değildir. Her ne kadar kına olarak da bilinse de. Ve cilde olan etkisi açısından da gerçek kına gibi bir faydası da yoktur. Bu bakımdan ülkemizde taş kınası olarak da bilinen bu kınanın gerçek ile bir alakası yoktur.

Renkli kına : Kına, asla mavi, sarı, yeşil, mor veya siyah değildir. Eğer bir cilte bu tür çeşitlilikte renklerden oluşan süslemeler varsa o kına değildir. Cilteki bu farklı renkler boyadan ileri gelir. Böyle bir durumda kullanılan boyanın niteliği önemlidir. Kullanılan kınanın içinde boya maddesinin varolup olmadığının en önemli belirtisi ise en kaba biçimde kınanın kokusundan anlaşılabilmektedir.

Ceviz ve Kına: Bir çok halkta hazırlanırken karşımın içine ceviz kabuğunun tozu veya kaynatılmış ceviz kabuğunun suyu karıştırılır. Bundaki amaç kınanın daha yoğun ve koyu bir renk tonu vermesi içindir. Ancak pek çok insan cildinin de cevize karşı alerjik reaksiyonlar gösterdiği de bilinmektedir. O yüzden ceviz kullanılırken dikkat edilmelidir.

Limon ve Kına: Limon kabuğu veya suyu kınayı karartabilir. Ancak ciltte de kaşıntıya da sebep olabilir.

Siyah Kına: Siyah veya Hint kınası olarak da bilinen ve çoğunlukla aktarlarda rahatça bulunan kınaların hiçbiri gerçek değildir. Ana olarak boya katkılı maddelerdir.

Petrol, Parafin gibi akışkanlar ve Kına: Bazı ülkelerde ve özellikle Arap yarımadası, başta olmak üzere yı daha da karartmak için petrol, parafin veya temizlik maddeleri olarak da kullanılan sıvı deterjanlar da kullanılmaktadır. Bu son derece tehlikeli bir yöntemdir. İthal edilen pek çok kına bu kimyevi maddeleri barındırabilmektedir. Kına kullanıcısının özellikle paket hazır kına kullanıyorsa içindeki katkı maddelerinin ne olduğundan emin olması gerekir.

Kafur ve Kına: Genelde Hint ustaları tarafından kullanılan kafur, kınayı daha da karartmak için kullanılır. Ancak kafur özelliğinden kaynaklı olarak, sarhoş edici, midde bulandırıcı, baş döndürücü ve daha ağır rahatsızlıklara da neden olabildiğinden, hem uygulayan hem de kınayı cildine yaptıran için oldukça zahmetlidir. Kafur kullanmak bu anlamda pek tavsiye edilmez ve uygulayacılarının da çok bilinçi olması gerekir. Uygulamadanın standart bir yapılış biçimi olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü en başta halktan halka hatta kişiden kişiye göre bile cilt yapısı, vücut ısısı ve ve kişinin stresli olup olmaması nın istenilen sonucu vermesinde etkilidir. Kınayı uygulayan kişi için en iyi yöntemi yine deneme yanılma yoluyla kendisi yine bulacaktır. Ve bu yüzden en iyi tarifi deneydir. Kına: Süs mü, gelenek mi? İnsanlar binlerce yıldır bedenlerini boyuyorlar. İlk örtünme, giysi dönemi başladığında bile, insanoğlu bedenini kuru bitki yapraklarıyla boyamaya girişiyordu. Bu boyama kimi zaman süs, kimi zaman da bir ifade tarzıydı. Bitkisel boyalar bugün de revaçta. Ama artık hedef açık: Süslenmek. Madonna, Erykah Badu gibi pek çok ünlü mistik imgesi bakımından dövmeden çok kınayı tercih ediyor. Hani, bizde daha çok gelinlere yakılan kınayı.. Kınanın çağlar boyunca süren öyküsü, etkisi kadar ilginç…

Aynı zamanda bir tedavi aracı Günümüzde daha çok Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Avustralya’da kullanılan kınanın yapımında pek çok farklı bitki türü kullanılıyor. Kullanılan bitkiler yakılan kınanın amacına ve bulunulan bölgenin özelliklerine göre değişiyor. Kına yapımında kullanılan bitkilerin büyük çoğunluğu sıcak iklimlerde yetişiyor. Hindistan’da Mehandi, Mısır’da Khenna, Arabistan’da Al-Khanna adıyla bilinen kına, Ortadoğu ve Asya’da yaygın olan lawsonia inermis adlı bir bitkiden üretiliyor, en çok. Kırmızı ya da beyaz çiçekler veren bu bitki güzel kokusuyla fark ediliyor.

Zaman içinde, özellikle Hindistan gibi ülkelerde bu bitkiden çeşitli kremler elde edilirmiş. Güneş yanığı gibi çeşitli rahatsızlıkların tedavisinde kullanılmış. Bu arada bitkinin boya gücü de keşfedilmiş. Kınanın genel özelliği mürekkep gibi geçici ama deri üzerinde derin bir boya bırakabilmesi. Yaklaşık dört hafta kalabiliyor. Kına, saç, tırnak gibi bölgelerin boyanmasında da etkili. Yer yer kumaş boyası olarak da kullanılıyor.

Kınanın kullanıldığı deri üzerinde yarattığı bazı avantajlar var. Birincisi derinin sertleşmesi ve de kolay kolay terlememesi. İkincisi, kınalı el ya da ayağın dışardan gelen ısıya karşı serinletici bir özelik taşıması. Erkekler de kullanıyor Kına, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Avustralya’da binlerce yıldır kullanılıyor, Batıda popülerleşmesi ise 1990’ların başında gerçekleşti. Bir zamanlar sadece bir gelenek olan ve uğur getirdiğine inanılan kına, bugün Batıda bireyselliğin ve dışavurumculuğun simgesi sayılan bir sanat. Dövmenin geçmişi 5000 yıl öncesine dayanıyor, Eski Mısırlıların dövmeyi kültürel olarak içine aldığı kanıtlanmış durumda. Kınanın gelişim dövmeden biraz daha farklı.

Dövme daha çok bir güzelleştirme aracıyken, kına daha tinsel değerlere denk düşüyor. Hintliler, kınanın terapisel bir deneyim olduğuna ve kendi içine dokunmak isteyenler için bir araç olarak değerlendirilebileceğine inanmışlar. İnsanoğlunun en eski sanatlarından biri olduğu düşünülen kına, kullanıldığı hemen her kültürde, evlilik, doğum ve ölüm ile ilişkilendirilmiş. Kına, kolay bulunduğu ve ucuz olduğu için yoksul ülkelerde rahatça kullanılıyor.

Orta Asyalı kadınlar için kendisini başkalarından ayırma ve egzotik bir biçimde süsleme yolu, kına. Özel kadın arkadaşların birbirlerini boyamaları bir tören şeklinde gelişiyor. Türkiye’de gördüğümüz gelinlere kına yakılması, Hindistan’da çok yaygın. Hintli gelinin elleri ve ayakları düğünden bir gün önce güzel, menhdi tasarımlarına uygun bir biçimde boyanıyor. Hintli gelin, evlendikten sonra, kına tamamen yok olana dek çalıştırılmıyor. Arabistan’da da kına yaygın bir gelenek. Irak gibi ülkelerde kınanın bol şans getirdiğine inanılıyor. Fas’ta durum biraz daha farklı.

Kına ile bedende oluşturulan figürler farklı olgulara işaret ediyor. Hamile kadınların ayak bilekleri boyanıyor, bu boyanın onları doğuma kadar koruduğu düşünülüyor. Ailelerin kendi özel süslemeleri var, bunlar geleneksel bir biçimde kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve gizli simgeler olarak taşınıyor. Afrikalılar belli geometrik şekillerde kına yakıyorlar. Çiçeksi Hint figürlerinden çok daha farklı, onların boyama biçimleri. Keltler ise kınayla bedenlerine çeşitli düğüm biçimleri çiziyorlar. Figürler çok karmaşık ve kolayca çizilmiyor. Her figür, Anglo Sakson kültüründe derin anlamları olan büyülü ya da tinsel simgelere işaret ediyor. Kına, hippi kültürüyle birlikte Batı’ya tanıtıldı. 1970’lerde Ossie Clarke, Zandra Rhodes gibi modacıların defilelerinin bir parçası oldu. Pek çok sanatçı kınanın kullanımından etkilendi. Kına aslında tarih boyunca erkeklerce de kullanılmış. Mısır firavunlarının da kınayla eller ve ayaklarını boyadığı biliniyor. Kimi Ortadoğu ülkelerinde erkeklerin sakallarını kınayla boyayabildiği görünüyor.

Kalyi Jag – Mori Shej, Sabina

István, a király – Oly távol vagy tőlem

Palya Beáta Quintett – 1

Orhan Tüleylioğlu – Sevgi Can Aysevener (szerk.): Evrenle ölç kendini – Attila József

jaAttila József, Derleyen: Sevgi Can Aysevener/Orhan Tüleylioğlu, Özgürlüğün ağırbaşlı oğlu Attila József’in doğumunun 100. yılı anısına yayımlanan kitapta, şairin şiirleri ve onun eserleri için yazılan çözümlemeler yer alıyor Yalnızca tanıklık değildir Attila József gibi bir şairin omuzladığı eylem. Gelecekten seslenir insanlığa.

Bir Baudelaire gibi, bir Lautréamont gibi, Puşkin, Yesenin, Mayakovski, Lorca, Neruda, Aragon gibi… Günümüze güçlü bildirisi olan bir şairdir. Sesi, Türk ekinine hiç uzak olmayan Attila József’in doğumunun 100. yılında, Türkiye’deki anma etkinlikleri içinde, Sevgi Can Aysevener ve Orhan Tüleylioğlu tarafından hazırlanan Evrenle Ölç Kendini adlı bir armağan kitap yayımlandı. Edebiyatçılar Derneği Yayınları içinde yer alan ve Macaristan Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin katkılarıyla basılan kitap, şair üzerine yazılmış altı şiiri, yirmi inceleme ve anma yazısını, kendi kaleminden özyaşamını, otuz yedi seçme şiirini ve elyazısıyla şiirinden örnekleri içeriyor.

Kitapta ürünleri bulunan yazarlar ise yazınımızın değerli adları: Ahmet Oktay, Kemal Özer, Metin Demirtaş, Ataol Behramoğlu, Behçet Aysan, Müslim Çelik, Sevgi Can Aysevener, Remzi İnanç, Edit Tasnádi, Ahmet Telli, Ahmet Özer, Ahmet İnam, Yıldırım B. Doğan, Sezai Sarıoğlu, Öner Yağcı, Türkel Minibaş, Haydar Ergülen, Neşe Yaşın, Kubilay Aysevener, Sunahan Develioğlu, Onur Toparlak, Selçuk Ülger, Selçuk Candansayar. Kitabı hazırlayanlar alanlarında yetkin yazarlar. Sevgi Can Aysevener Türkiye’nin önemli hungarologlarındandır. Ankara Üniversitesi DTCF Hungaroloji Bölümü’nü 1998’de bitirdi. 1998-2002 yılları arasında Türk-Macar Dostluk Derneği’nde yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı. Yüksek lisans teziyle ilgili olarak aldığı bursla Budapeşte’de araştırmalar yapan Aysevener, Attila József’ten olduğu kadar, Macarcanın diğer büyük şairi Petöfi’den şiir çevirileriyle, Istvan Örkeny’den çevirdiği öykülerle, Macar tarihi ve Macar medyası üzerine incelemeleriyle de tanınıyor.

Evrenle Ölç Kendini’de yer alan ‘Geçmişim Bir Kaya Gibi Düşüyor İçimden’ başlıklı yazısında da, Attila József’e yaraşır duyarlılıkta, dönemin ekinsel ve toplumsal gelişmeleri bağlamında, özenli, ayrıntılı bir yaşamöyküsü sunuyor okura. Attila József, Türkiye’de ilk defa, Militan dergisinin Mart 1975 tarihli 3. sayısında tanıtılır. Militan dergisinin kurucularından şair Ataol Behramoğlu, kitaptaki ‘Sonsuzca Genç…’ başlıklı ve Nâzım Hikmet’in dizeleriyle sürdürdüğü yazısında şöyle diyor: “Attila József, çok genç bir yaşta sırların sırrına ermiş, şiirlerini yüreğinin kanıyla yazmış ender şairlerdendir. Onun yaratıcılığında, şiirle o şiirin yaratıcısı insanı birbirinden ayıramazsınız. (…) Karanlık bir çağda akla ve iyiliğe inancını ve bağlılığını böylesine koruyabilen; türdeşlerini aklın ışığına, iyiliğin sıcaklığına, kardeşliğe, aşka böylesine içten bir duyguyla çağırabilen çok az şair vardır…” (s. 51)

Ayrıca Behramoğlu yıllar önce, ‘Attila József’in, ‘Şehrinde Bir Köprüden Tuna’ya Bakmak’ adlı şiiriyle, onun hüzünlü bakışını lirik bir söyleyişle, güzellikle işlemiştir. Kemal Özer, József’le ilgili ‘Ararken’ adlı şiiri yazmasının yanı sıra, Edit Tasnádi’yle birlikte yaptığı çevirilerle, József’in Temiz Yürekle adlı kitabını hazırlayıp yayımlamasıyla şairin Türkçede tanınmasına büyük emek vermiştir. Evrenle Ölç Kendini’deki yazısında günümüzle ilgili önemli vurgular yapıyor: “Şimdi bakınca, 1986’dan sonra dünyanın yaşadığı, o günlerde daha gündeme gelmemiş olan değişimin başka bir boyut daha eklediği görülüyor onun şiirine. Sosyalist dönemin ardından liberal saldırı, kendi ülkesinde onu da yeni bir aranışla yüz yüze getirmiş durumda. Sözünü ettiğimiz gerçek kimliğine karşı, daha o kimliği edinmeden yazdığı metafizik içerikli erken şiirleri ortaya çıkarılıyor ve gerçek kimliğinin taşıdığı (bütün o saydığımız) değerler, sosyalist dünyanın dayatmasıyla varolmuş, bugün artık önemini yitirmiş gibi gösterilmek isteniyor.” (s. 41)

Küreselleşme sürecinin sanata, şaire yaklaşımını açıklaması anlamında önemli bir gerçeği dillendiriyor Özer. Benzer bir yaklaşım Ahmet Telli’nin yazısında da vardır. (s. 62)

Attila József 1905’te güçlüklerle dolu bir dünyaya doğar. Çamaşırcılık yaparak, büyük bir dirençle, sabırla çocuklarına bakan can şenliği, annesi Borbála Pöcze’nin yaşama veda edişiyle, on dört yaşındaki Attila József’in çilesi daha da artar. (İlerde yazacağı şiirlerde annesi direncin, ortak özlemlerin simgesine dönüşür.) Önce akrabalarının yanında kalır. İzleyen dönemde Miklos Horthy diktasının şiddeti artar. Bu arada şairimiz sürekli okur. Şiirlerini yerel gazetelerde yayımlamaya başlar. Çok beğendiği şair Gyula Juhász’la tanışır. On yedi yaşındayken ilk şiir kitabı Güzellik Dilencisi yayımlanır. Bu arada liseyi dışarıdan bitirir. Edebiyat fakültesinde edebiyat ve felsefe derslerini izlemeye başlar. Yirmi yaşında ikinci şiir kitabı Haykıran Ben Değilim yayımlanır. ‘Temiz Yürekle’ şiiri yüzünden fakülteden uzaklaştırılır. Önce Viyana Üniversitesi’ne, ardından Sorbonne’da okumak üzere Paris’e gider. Bilinci ve şiiri gitgide gelişir. Marta Vagó’ya sevdalanır. Kısa sürede ayrılmaları onu sarsar. Ruhsal sorunlar yaşar. 1929 ekonomik krizi Macaristan’ı da vurur. Bu yılda üçüncü kitabı Ne Babam Var Ne Anam yayımlanır. 1930 yılında girdiği Macaristan Komünist Partisi’nde tüm sanatsal ve ideolojik donanımını seferber eder. ‘Köylere’ adlı bildirisi yayımlanır. Emekçileri eğitir. ‘Kalabalık’ şiirini yazar. Ancak politik istemlere bire bir uyum gösteremez. Bireysel dünyası, kişisel eğilimleri her zaman daha ağır basar.

Şiir söz konusu olunca şiiri yüceltir, seçimini şiirden yana yapar. Ödün vermez. Böylece güzel-duyusal bütünlük korunarak da politik mücadele içinde olunabileceğinin etkili bir örneğini yaratır. Bu bile günümüze başlı başına bir iletidir, bildiridir. Şiirinin düzeyini hiç düşürmemiştir. Sınıf kavgasından da geri durmamış, hatta şiirini de cepheye sürmekten çekinmemiştir. 1931’de ruhsal sorunları sürdüğü bir dönemde Devir Gövdeyi, Ağlayıp Sızlanma adlı kitabının yayımlanmasıyla toplatılması bir olur. Ardından şairin 1932’de Kenar Mahallede Gece, 1936’da Çok Acıyor adlı kitapları basılır.

1937’de, Flora’yla tanışır, sevdalanır. Türk yazınının seçkin adlarından Remzi İnanç kitaptaki yazısında bu yaşamöyküsünü, dönemin toplumsal gelişmeleriyle birlikte ele aldığı yazısında, Türk yazınının kırk kuşağı şairleriyle akrabalık bulmaktadır. Şair için güzel şiirlerden birini de Metin Demirtaş yazmıştır: ‘Attila József’le Tanışma’ İşte şairi her yanıyla kavrayan bu şiirin sonundaki dizeler: “(…) Yurduna, sınıfına, annesine duyduğu sevgi/Yoksulluk, faşizm ve şizofreni/Aşklar, acılar, yürek üzgünlükleri/Yani çağdaş olan ne varsa/süren şimdi bizim de hayatımızda/Öylesine ince/Ağrıyan bir yan buldum şiirlerinde./Sevdim Attila József’i//Ve yaşadım kalbimde bir an/Kalbinin gelgitlerini.” Şifozren tanısı kondu Kitaptaki en ilginç bilgiler veren yazılardan biri, Edit Tasnádi’nin, Attila József’te (ve genelde) yazın müzik ilişkisi konusunda değerli açılımlar içeren ‘Attila József ile Bela Bartók’ başlıklı yazısıdır. Şair, usta besteciden, redaktörü olduğu ‘Güzel Söz’ dergisi için yazılar alıp yayımlar: Halk Türküleri ve Halk Müziği, Petranu’ların Saldırılarına Yanıt.

Attila József besteci üzerine, ‘Bela Bartók’un Disonansına Dair’ adıyla bir inceleme yazısı yazmak ister. Bu incelemenin ‘Ayı Oyunu’ başlıklı taslağından yola çıkan Tasnádi, şu vargıları belirlemektedir: “(…) şair Attila József şiir, müzik ve sanatın özünü yoklamakta, değinmek istediği temel estetik tezler ile Bartók’un çok tartışılan müziğinin modernliğini anladığını kanıtlamakta ve aynı zamanda kendi ozanlık çabalarına, sanat anlayışına da ışık tutmaktadır. Taslağına ‘Ayı Oyunu’ adını vermesi de, o sıralarda aynı adla çıkan, son şiir kitabının yeni türden sanat anlayışını Bartók’un sanatı ile kanıtlamak istediğini ve şiirini Bartókvari bir sentez ile yaratmaya çalıştığını göstermektedir.” (s. 56)

Şairin, Bartók’la ve müziğiyle olan ilişkisine Ahmet Özer de değiniyor. (s. 68) Ayrıca, Tasnádi’nin aktardığına göre, müzikolog Zoltán Móser, ‘Domuz Çobanı Türküsü’ adlı halk ezgisi ile şairin ‘Yaz Öğleden Sonrası’, ‘Yüreklendiren’, ‘Gönlünde Sakladığın’, ve ‘Fareli’ adlı şiirleri arasında ilişki kurmaktadır. (s. 58) Ahmet İnam, şairin ‘Şiir Sanatı’ adlı ünlü şiirinin ayrıntılı bir çözümlemesini yaparken, her şeye karşın akla verdiği önemi, aklı savunusunu, insanlığın iyiliğini akla yönelmesinde gördüğünü vurguluyor kitapta. Oysa kötülükleri birebir yaşayan kişi olarak şairin bu tavrının yanında, kimi düşünürlerin aynı kötülüklerden aklı sorumlu tutmaları ilginç bir çelişkiyi oluşturmuyor mu? Yıldırım B. Doğan kimilerince şaire konan şizofren tanısının kolaycılık olduğunu, gerçekte ise o koşulları teninde, canında yaşayan çok duyarlı bir kişiliğin başka türlü olmasının olanaksız olduğunu belirtiyor. Sezai Sarıoğlu yazınımızdan örneklerle ve özgün koşutluklar kurarak, şairi bir tragedya öznesi olarak işliyor.

Öner Yağcı, şairin tutarlılığı, direnişi, kavgası üzerinde dururken, dünya yazını içindeki yerini vurguluyor. Türkel Minibaş, yetkin bilimsel yaklaşımıyla, József’in yaşadığı yılların sosyo-ekonomik analizini yaptıktan sonra, günümüzün küreselleşme saldırısı bağlamındaki anlamını yazıyor. Haydar Ergülen, kendi yaşamından çağrışımlarla kurmuş dünyasındaki József’i. Neşe Yaşın, şairin, ülkesiyle ve her şeye karşın yitirmediği inancıyla ilişkiler kuruyor. Kubilay Aysevener’e göre “insanın dünyayı kavrama, değerlendirme ve biçimlendirme becerisi”, kendini bütünün anlamlı bir parçası olarak görmek çabasını ortaya çıkarmaktadır. Bu durum kişiyi yaratıcı eyleme yöneltir. József’in felsefesel anlamı, yaratıcı etkinlikle kendini var etmek, bazı noktalarda bağlı olmakla birlikte geleneğe karşı koyuş, yeni ve benzersiz olanı yaratmak, yalnızca kendi istenciyle üstün ve seçkin bir ahlâkı kurmaktır. Sunahan Develioğlu, Nâzım Hikmet’le Attila József’ arasında, yaşamları ve şiirleri bağlamında koşutluklar üzerinde duruyor. Onur Toparlak şairden çevirdiği ‘Ninni’ şiirinin çeviri ve müzikleştirme süreciyle ilgili deneyimlerini aktarıyor.

Selçuk Ülger on beş yıldır Almanya’da taksi sürücülüğü yapan bir ziraat mühendisi. O da József’in şiirine duyduğu büyük yakınlığın öyküsünü, özellikle de ‘Anne’ şiirinden yola çıkarak anlatıyor. Selçuk Candansayar ise şizofren tanısıyla şiirinden kanıtlar bulma çabasına girişiyor, ne ki vardığı sonuçlar okur için pek de doyurucu olmuyor. Çünkü yalnızca ‘Şiir Sanatı’ndaki dizeler bile ne ‘kendi aklıyla’ (s.150), ne de genel bir olgu olarak akılla savaşmadığını göstermeye yeter. Yurdunda çektiği onca acıya karşın yurduna sevdalıdır şairimiz. Günümüzün aymazlarına, değerlerini yitirmekten yoksullaşanlara bu yanıyla da çok şey söyler onun şiirleri. Özgürlüğün ağırbaşlı oğludur Attila József. Her zaman gönülden, her zaman dost…

Edebiyatçılar Derneği Yayınları, 2005, 215 sayfa

Bela Horvath: Anadolu 1913

belahorvathMacar araştırmacı Béla Horváth Birinci Dünya Savaşının arifesinde Budapeşte’deki Turan Cemiyeti’nden ve İstanbul’daki Tahsil-i Sanayi Cemiyeti’nden aldığı referanslarla Anadolu’da bir seyahate çıktı. İstanbul ve Ankara üzerinden Nevşehir, Niğde, Konya ve Karaman’a kadar at sırtında 2300 kilometrelik bu seyahatte son derece ilginç kültürel, etnografik ve sosyolojik gözlemlerde bulundu. Devlet adamları, aydınlar, subaylar ve sıradan Anadolulularla konuştu. Onların, geleceğin Türkiye’sine dair görüşlerini kaydetti. Konya’da tiyatroya gitti, Hasandağı’na tırmandı, köy evlerinde yattı, fasulye yedi, ayran içti, antik şehirleri dolaştı. XX. yüzyıl başlarındaki Anadolu’yu anlatan önemli bir belge.

Türkiye Ekonomi ve Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1996 3. Baskı 2007, Çev. Tarık Demirkan
Béla Horváth

Magda Szabó: Kapı

szabomagdaSzabó’nun kitapları Macaristan’da 1949-1958 arasında yasaklanmıştı. Çağdaş Macar edebiyatının en ünlü kadın temsilcisi Szabó, romanlarında suçluyu sonunda aydınlanacağı bir günahı işlemeye teşvik eder. Yazar, dış dünyadan adalet beklemek yerine iç dünyasına yaslanır RADIKAL YELİZ KIZILARSLAN “Rock’n roll kadar yoğun, radikal ve çarpıcı.” Böyle tanımlıyor yazar Janos Hay, Macar yazar Magda Szabó’yu. Ekim 1917’de Dobruca’da doğan yazar, romanlarının yanı sıra; başarılı dramaları, Macar edebi geleneğine yeni ufuklar açan denemeleri, kişisel deneyimleriyle bütünleşen seyahat anıları ve ilk göz ağrısı şiirleriyle bilinir. Dobruca Üniversitesi’nde Latin ve Macar edebiyatı üzerine eğitim alarak aynı yerde, Kalvinist bir kız okulunda öğretmenlik yapar. 1945-1949 yılları arasında kültür bakanlığında çalışan yazar, 1947’de evlendiği yazar ve çevirmen Tibor Szobotka ile aktif bir politik ve edebi mücadeleye adım atar. Yazarlığın ilk adımı olarak şiir Magda Szabó, tartışmasız, Çağdaş Macar edebiyatının yaşayan en ünlü kadın romancısı. Aynı zamanda zarif bir William Shakespeare çevirmeni olan yazar, yazı serüvenine şair olarak başlar.

Tüm hayatı boyunca eserlerine yansıtacağı entelektüel ve duygusal ‘valiz’i, ona Latin sevgisini de kazandıran ailesinden alır. Üretken bir yazar olarak, edebiyatın her alanında eser veren Szabó, ilk şiir kitabı Kuzu’yu 1947’de yayımlar. Kültür bakanlığında çalışırken aldığı Baumgarten Ödülü, politik nedenlerden ötürü aynı gün iptal edilir, aynı yıl bakanlıktaki işinden kovulur. Macaristan’ın karanlık yılları sayılan 1949-1958 arasında rejim tarafından kitaplarının yayımlanmasına izin verilmeyen Szabó ve kocası, rejim tarafından başlatılan karalama kampanyası sonucunda işsiz kalırlar. Bu dönemde bir ilkokulda öğretmenlik yapmaya zorlanan yazar, 1958’de yayımlanan ve ilerde ona uluslarası ün kazandıracak romanı Fresco’yu yayımlayarak sessizliğini bozar ve büyük başarı elde eder.

Bu çıkışın ardından, Macaristan’da pek çok ödül kazanan eserleri, tüm dünyada kırk iki dilde basılır ve çeşitli Avrupa ülkelerinin en iyi yüz kitabı sıralamasında, en üstte yerini alır. Magda Szabó’nun Türkçeye çevrilen ilk kitabı, 1972’de E Yayınları tarafından yayımlanan Yavru Ceylan adlı romanı. Şiirde beliren tüm coşkusunu bir cevap olarak anlatıya döken yazarın, 2003 yılında Fransa’nın yabancı roman dalında en saygın ödülü olan Femina ödülünü kazanan Kapı isimli otobiyografik romanı Türkçedeki son eseri. Tarihi, kendisiyle birlikte açacak bir araçlar kutusu olarak postmodern bir anlatı benimser ve İkinci Dünya Savaşı boyunca yazmaya başlayan yazarlar grubunun içinde yer alır Magda Szabó. Diğer yazar arkadaşlarıyla ünlü Bloomsbury yazarlarını örnek alır ve edebi kariyerinde sadece yeteneğini ifade etmek için mücadele etmez; başkalarını da, farklı bir beklenti silsilesini teşvik eden, politik bir atmosferin doğruluğunu kabul etmeleri için ikna eder.

Bir romancı olarak Magda Szabó, Thomas Hardy, François Mauriac gibi isimlerin ait olduğu bir edebi geleneğin içinde belirirken; tarihin içinde adım adım ilerler ve kendi hikâyelerini analiz eder. Kitapları, ilk okuyuşta klasisizm zincirine takılmış değerli yapıtlar izlenimi verse de, bir süre sonra onlara kendi yaklaşımıyla değer biçtiği bir coşkuyla belirlenmiş temalar yüklediği anlaşılır. İlerde, edebiyatının yörüngesini oluşturacak biyografik detaylarla ise, kültür bakanlığında çalıştığı yıllarda ilgilenmeye başlar. Yazarken eserinin konusunu belirlediğini ve henüz aklındayken kâğıda döktüğünü söyleyen yazar, her eseri bir kayıt gibi görür. Her romanı iz bırakan, önceden belirlenmemiş bir yeri anlattığı hissedilen Szabó’nun edebi kariyerinin gidişatı, doğum anı gibi önceden belirlenir. Yazınında aynı ölçüde karakteristik olan tema seçimi, arketipsel bir kesinlik ve tesadüfilik içerir.

Temalar romana akarken eğilip bükülür; belli bir duruma ait, düzensiz bir hale gelir. Bu da romanlarına vurucu ve hayati sonuçlar katar. Bir eleştirmen, Magda Szabó’nun romanları için, “Her daim derinlere ve daha komplike gizemlere uzanan Oedipus miti gibi ‘kadim bir çözüm yolu’dur'”der. Tüm dikkatini, daha çok ürkütücü tuzaklara odaklayan ve saat gibi işleyen romanlar yazan Szabó’nun her kelimesi dile gelir; canlanan her jesti bütünün gerekli bir parçasını oluşturur. Romanlarında, suçluyu günaha bulayan ve içgüdüsel bir baskıyla onu sonunda aydınlanacağı bir günahı işlemeye teşvik eden Szabó, intikâm beklentisi olan güç bir yazar izlenimi bırakır okurda. Dış dünyada adalet beklemek yerine, iç dünyasında bulunan güvene ve ruhundaki mesuliyet duygusuna yaslanır. Kendini suçlama ve ardından gelen kamusal bir itiraf, anlatısını kaplayan katarsisin gölgesiyle var olur. Muazzam bir ıstırap yöntemi Romanlarının evreni, arızalı bireylerin anlatısıyla çizilir. Etrafında her çeşit diktatörün olduğu bir zaman diliminde, kuşakların gönüllerinden geçene saygı duyulmaksızın hareket etmek zorunda bırakıldıklarını, karakterleri aracılığıyla aktarır.

Muazzam bir ıstırap yöntemi ve kendini tahrip eden bir tutku, karakterlerinde dalgalar halinde kabarır; çok az kendi varlıklarından beslenen, daha çok yer etmiş kolektif bilinçaltıyla motive olan bükülmüş karakterlerinde. Bireyler arasındaki kötü niyet çeşitli aşamalarıyla anlatılır. Tümüne eksiksiz ve müşterek bir korku, alçakça bir ihanet beklentisi hükmeder. Taammüden oluşmuş ziyanlarını birikmiş karakterlerin itirafları lav gibi havaya savrulur. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu figürlerin, yılları suskunlukla son bulur. İlk ciddi romanlarından önce, yoksulluk ve taşra hayatı hakkında çeşitli romanlar ile aile ilişkilerini anlattığı öykü kitabı Uyuyanların Koşusu’nu yazan Szabó, ilk büyük çıkışını Fresko’yla yapar. Genç bir kadının, Corina’nın sanatçı olma mücadelesi uğruna saygıdeğer ailesini bırakmasını anlatan Fresko, birbirine dolaşmış ve bilinç akımıyla sunulan bir iç monologlar dizisi. Eski püritan bir ailenin, cenaze için bir araya geldiği romanın sonunda, aile tarihi ve yalanlar ortaya dökülür. Corina’nın başkaldırısı, sanatın, diktatörlük yönetiminin kültürel politikası karşısında kazandığı değeri simgeler.

1963’te yayımladığı romanı Yavru Ceylan bir yandan yaşamın sırlarını ifşa etmeye çalışırken diğer yandan ümitsizce aşk ve mutluluk girişimlerinde bulunan bir kadının iç monologlarından oluşur. 1969’da savaş boyunca üç ailenin yaşadığı ilişkileri anlattığı ve kitabın merkezini oluşturan ‘Katalin Caddesi’ geçmişi kayıp bir gençliği temsil eder. 1970’de büyülü bir çocukluk geçirdiği ailesini ve çocukluk anılarını anlattığı Eski Bir Çeşme’yi yazarak otobiyografiye geçer. 1971’de Macaristan’da ilk kez kadın cinselliğinin açıkça tartışılmasına yol açacak kitabı Eski Usul Hikâye’yi kaleme alır. 1975’ten sonra bir süre Saatler ve Kurtlar adı altında topladığı dramalar yazan Szabó, 1978’de Kapı’yla ciddi başarılar kazandığı romana geri döner. Türkçedeki son kitabı Kapı’da ince bir hüzün ve mizah duygusu hâkim. Çocukluk ve gençlik travmalarını Macaristan’ın yakın tarihiyle birlikte iç içe geçirerek anlatan bir yazar ve ona ev işlerinde yardımcı olan yaşlı hizmetçisinin tutkulu ilişkisini anlatan kitap, yazarın yaşam, ölüm ve sanat hakkında bildiklerini sorgulamasını sağlayan otobiyografisi niteliğinde. Tragedya kahramanlarını andıran bilge Emerenc ve yazar karakteri arasında kurulan mesafeli ve çatışmalı ilişki, karşılıklı bir etkileşim sürecine dönüşürken; yazara bildiklerinin doğruluğunu sorgulama şansı tanımış. 1992’de çıkardığı deneme kitabıyla edebiyata hâlâ tutkuyla bağlı olduğunu ispatlayan bu yürekli kadın, tüm ömrünü adadığı yazınını, mücadeleci ve güçlü kişiliğinin bir sembolü haline getirmeyi başarır.

Magda Szabó, Çeviren: Hilmi Ortaç, Yapı Kredi Yayınları,
2007, 259 sayfa.

Ferenc Molnár: Pál sokağı Çocukları

palsokagiNemecsek, Boka ve Pál sokağının diğer çocukları bundan tam yüzyıl önce, Budapeşte’de, yoksul bir semt olan “Józsefváros” tan yola çıktılar. Bugün artık bütün dünyada tanınıyorlar. Ve onlar önem verilen değerler uğruna herşeyin göze alınmasını ve “ihanete” karşı “kopmaz dostluğu”temsil ediyorlar! Aradan geçen bunca yıla rağmen hala genç, hala kararlı ve hala inançlılar! Çünkü “Pál Sokağı Çocukları”, zamandan ve mekandan bağımsız, kendi yolunda yürüyen bir edebiyat şaheseri.

Hala çocukların gözdesi, çünkü insanı gerçekten insan yapan en önemli değerleri, abartısız, ama tartışmasız bir şekilde çocukların dünyasına sunabiliyor. “Oyunun ya da ciddi mücadelenin”; “Dostluğun ya da ihanetin”; “birbirine kenetlenmenin ya da gruplara bölünmenin”; “hayatta var olmanın ya da sevdiği şeyler uğruna ölümü göze almanın”; “tek başına kalmanın ya da bir yere ait olmanın” çocukların dünyasında da yaşanabileceğini gösteriyor. İyililiğin ve dürüstlüğün ölümsüzlüğünü kanıtlıyor! İşte bu nedenle Nemecsek, Boka ve diğerleri asla unutulmuyor ve unutulmayacak. Hayatta tesadüflerin önemli yeri vardır. Örneğin, bundan yüz yıl önce romanın yazarı Ferenc MolnárÍ’ın edebiyat öğretmeni, bir gün lisede mütevazı bir okul edebiyat gazetesi yayınlamaya girişmese, bugün belki de Pál Sokağı Çocukları romanı olmayacaktı. Edebiyat hocası Kornél Rupp okulda öğrencileriyle birlikte bir gazete yayınlamaya karar verince, eski öğrencilerinden de destek almaya çalışır.

Bir gazeteci ve hikâye yazarı olan 29 yaşındaki Ferenc Molnár’ı bulur, gazete için ondan da birşeyler yazmasını ister. Molnár da lise yıllarındaki sevgili hocasını kıramaz, onca işi arasında edebiyat hocasının hatırı için “bir şeyler” yazmak amacıyla oturduğu masadan Pál Sokağı’nın birinci bölümünü yazarak kalkar. Sonraki haftalarda da diğer bölümler gelir. Genç okuyucuları neredeyse gazete bağımlısı haline getiren tefrika roman tamamlandığında da, yani 1907 yılında kitap haline getirilir. Almanca’ya, İngilizce’ye, Fransızca’ya çevrilmesi hemen birkaç yıl içinde gerçekleşir. Yayınlandığı her ülkede olay haline gelir, yeni baskıları yapılır. İlki 1929’da olmak üzere tam beş kez film konusu olur! Tiyatrolarda sahnelenir! Çizgi film haline getirilir! Yazarlarla eserleri arasında çoğu kez izah edilemeyen kader bağları olduğu söylenir.

Bu, Ferenc Molnár ve en büyük romanı Pál Sokağı Çocukları için de geçerli. Pál Sokağı Çocuklarının, romanın sonunda uğruna, Nemecsek’in hayatını bile verdiği sevgili “Arsa”larını kaybetmeleri gibi, Molnár da memleketini kaybeder. İkinci Dünya Savaşı öncesi, İsviçre’ye, sonra da Amerika’ya göçer ve hayatının sonuna kadar da orada, vatan hasretiyle yaşar. Ama yazarın başyapıtı, Pál Sokağı Çocukları, kendi bağımsız hayatını yaşamaya devam ediyor. Kitap Macaristan’da 2006 yılında düzenlenen büyük bir kamuoyu araştırmasında, XX. yüzyılın Macar edebiyatının en önemli üç eserinden biri seçildi. Nesillerdir bu romanla büyüyen Macarlar, çocuk ruhlarının en temiz ve en masum yanlarını buldukları romana gerekli önemi ve değeri bugün de veriyorlar: 2007 yılı, yani kitabın ilk baskının 100. yıldönümü nedeniyle Budapeşte’de Nemecsek’lerin bir heykeli dikiliyor ve Pál sokağı çocuklarının hayatlarından daha çok sevdikleri “Arsa”ları yeniden yaşam buluyor!

Aslına uygun bir şekilde inşa edilen Arsa, çocukların “dostluk” geleneklerinin yaşatılmasının yanısıra, edebiyat ve tarih bilgilerinin de tazelendiği bir alan olacak. Budapeşte’de oturduğumuz evimizden yürünecek mesafede olan Pál Sokağını, 9 yaşındaki kızım Ela Eszter’le dolaştığımızda, bugün artık şehrin merkezi sayılan bu bölgede yanyana bitişik inşa edilmiş binalar arasında Pál Sokağı çocuklarının izlerini ararken duvara iliştirilen bir kitabeyi gördüğümüzde çok sevinmiştik: “Pál Sokağı Çocuklarının Arsa’sı buradaydı”. Artık atlı tramvayların, şekerleme satan sokak tezgahtarlarının, caddelerde akşamın alacakaranlığında yakılan gaz lambalarının çoktan tarihe karıştığı bu şehirde daha sonraları kahramanlarımızın izlerini aramaya devam etmiştik: Romanda geçen sokak isimleri tamamdı: Füvészkert parkı da duruyordu, hoyrat Pástor kardeşlerin Nemecseklerin bilyelerine el koydukları Müzenin bahçesi de. Ama Pál Sokağı çocuklarının bıraktıkları asıl belirgin izleri çocukların ruhlarında bulmak mümkündü! Nesillerdir Boka’nın cesaretine hayran olan, Nemecsek’in ürkek ama kararlı kahramanlığı karşısında gözyaşlarını tutamayan Budapeşte’li çocuklar bugün de, Pál Sokağının ruhunu taşımaya devam ediyorlar.

çev. Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları

16,474FansLike
639FollowersFollow