Berlin’den geriye kalanlar ve Macar-Türk ortak yapımı bır film…

IstanbulEllili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi…

Kocaman bir festival boyunca neler oldu? Şemsiyemi kaybettim, ertesi gün yağmur yağdı. Atkımı kaybettim, ertesi gün hava soğudu. Bunlar tabii ki benim kişisel sorunlarım. İzlediğim ama size aktarmadığım filmler de var, canınızı sıkmayayım, sizi sinemadan soğutmayayım diye. Ama arada öyle kötü filmler ortaya çıkıyor ki, ‘sinemayla bütün ilişkimi kessem mi’ diye düşündüğüm bile oluyor. Her zaman olduğu gibi benim sevdiğim filmlerden Alin Taşçiyan hiç hoşlaşmadı, onun sevdiklerinden de ben nefret ettim. Bu yaklaşık on beş yıldır böyle olduğu için şaşıracak bir şey yok. Ancak son izlediğimiz filmi benimle beraber Esin Küçüktepepınar’ın da hiç sevmediğini belirteyim. Malum 2-1 durumları.

On gün Berlin’de kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmenin de büyük sakıncaları var. Berlin’de kaldırımdan caddeye indiğiniz anda bütün arabalar duruyor, kral sizsiniz. Bu bir süre sonra alışkanlık yapabilir. Sen Türkiye’ye dön, ilk gün karşıdan karşıya geçmek için Cinnah Caddesine adımını at, anında bir arabanın altında kal. Mezar taşına ‘Berlin’e gitmişti, dönünce böyle oldu’ yazsınlar. Berlin’den İstanbul 2010’a Dilekçe Berlin’e geldiğim günden beri İstanbul 2010’a bir dilekçe yazmayı düşünüyordum, kısmet bu güneymiş. 2010 Projesine ben de baş vurmak istiyorum ama Berlin’de Festivale takılıp kaldım. Son baş vuru tarihi de 20 şubat mıymış, neymiş, zaman daralıyor. Benim önereceğim projenin adı ‘İstanbul’ ama bu proje özellikle İstanbul 2010 için üretilmiş değil. ‘İstanbul’ bir uzun metrajlı film projesi, yapımcısını yıllardır tanırım. Macaristan Yapımcılar Derneği Başkan Yardımcısı Laszlo Kantor, ciddi bir adamdır, bu güne dek birçok önemli filme imza atmıştır. ‘İstanbul’ Macaristan, Hollanda ve Almanya ortak yapımı olacak. Belli olmaz Türkiye’den de belki İstanbul 2010 katılır yapımcı olarak. Öncelikle belirtmek isterim ki, bu dilekçeyi yazmama karşın bu projeden hiçbir kişisel çıkarım yok. Teyzemin oğlunun da bir çıkarı yok, zaten teyzemin oğlu da yok. Bu önemli açıklamadan sonra filmin konusuna gelelim: (Senaryo gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış, haberiniz olsun) Ellili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi. (Uğur Yücel bu rolde kesinlikle harikalar yaratır) Birbirlerine aşık oluyorlar, kadın İstanbul’da kalıyor. Geri dönmeyince ailesi meraklanıyor ve polise baş vuruyor. İnterpol kadının İstanbul’da olduğunu ailesine bildiriyor. Kocası İstanbul’a gitmek istemiyor, kadını geri getirme görevi oğluna veriliyor. Oğlan İstanbul’a geliyor ve annesinin çok mutlu olduğunu, geçmişe bir sünger çekmek istediğini fark ediyor, Bütün öyküyü anlatırsam filmi kimse izlemez, burada keselim. Nasıl? İyi öykü değil mi? Böyle bir filmin bütçesi taş çatlasa bir-iki milyon Eurodur, zaten %60- 70’i de şimdiden sağlanmıştır. Az biraz bir paraya bu filme ortak olabilir İstanbul 2010. Şimdi siz diyeceksiniz ki filmde Amerika ile ilgili bir şey yok. Çok haklısınız, gerçekten filmin en büyük eksikliği Amerika. Amerika’yı ben de çok önemsiyorum. Bildiğiniz gibi Avrupa’dan giden insanlar Amerika’yı yarattı. Dolayısıyla Avrupa Kültür Başkenti olabilmenin yolu Amerika’dan geçer. Filmde doğal olarak Macar ve Türk oyuncular görev alacak ama Amerika faktörünü göz ardı etmeyerek bazı değişiklikler yapabiliriz. Örneğin Macar hanım Budapeşte’den önce New York’a uçar, sonra İstanbul’a gelir. İstanbul’a gelirken de uçakta bir Amerikalıyla tanışır filan falan. Kurmaca film değil mi? Parayı verdik mi senaryoyu istediğimiz gibi değiştiririz. Yazının akışına bakarak bu projenin hayal ürünü olduğunu düşünebilirsiniz ama iki gözüm önüme aksın ki bu proje gerçek. Biri Laszlo’ya destek olmalı, elinden tutmalı. Eğer isterseniz kanıt olarak size Laszlo’nun fotoğrafını yollayabilirim, boyu biraz kısa, kafasında da saç yok ama ne yapalım. Karşınızda bir Hollywood yıldızı yok ki.

FİPRESCİ ÖDÜLÜ Berlin Film Festivalinin son günlerinde bir film daha izledim. Biliyorsunuz her izlediğim filmi sizlerle paylaşmıyorum ama bu filmin bir özelliği var. Oldukça anlaşılmaz bir ‘Şey’. Bu nedenle filmden aklımda kalanları, daha doğrusu tuttuğum notları size iletmek istiyorum. Filmin adı Hüzünün Sütü, Peru yapımı. Filmde neler yok ki? Yaşamındaki mutsuzluğu, bir anlamda lanetlenmişliği anne sütünden aldığını düşünen, duvar diplerinden yürümezse koybolmuş ruhlar tarafından kaçırılacağına inanan bir genç kız, hiç gülmeyen bu genç kızın vajinasına soktuğu patates, filmin başında ölen ama bir türlü gömülemeyen yaşlı bir kadın, birkaç eğlenceli ve çok otantik düğün sahnesi, ikinci kattan atılan bir piano, oyuncuların mırıldandığı bol miktarda şarkı. İşte böyle ‘tuhaf’ bir fim. Kanımca ya bu film ya da Katalin Varga adlı yine çok tuhaf bir Romanya yapımı Uluslararası Film Eleştirmenleri (FİPRESCİ) Ödülünü alır. Herhalde.

AHMET BOYACIOĞLU – Radikal