2025. Eylül 11.
Türkinfo Blog Oldal 619

Ignácz Kúnos

TasnadiDoğum Yeri: Hajdusamson Doğum Yılı: 1862 Ignácz Kúnos, 22 Eylül 1862’de Debrecen [Macaristan] yakınlarındaki Hajdúsámson’da doğdu. Yükseköğrenimini Budapeşte’de tamamladı. Üniversite öğrenciliği yıllarında halk diline, halk kültürüne ilgi duydu, önce Hungaristik alanında daha sonra da A. Vambery, J. Budenz ve B. Munkacsi gibi zamanın isim yapmış bilginleriyle tanışınca Türkoloji ile ilgilenmeye başladı. Bunun üzerine Türk halk edebiyatını ve halk dilini iyice tanıyıp öğrenebilmek için bir süre Anadolu’da yaşamaya karar verdi. 1885 yılında Bulgaristanlı Türkler arasında kısa bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya geçti. Bu inceleme yolculuğu beş yıl sürdü.

Topladığı ve yayınlanmak üzere Macar İlimler Akademisi’ne gönderdiği malzemeler, hem ilim çevrelerinin ilgisini uyandırdı, hem de Kunos’un çalışmalarına maddi yardım sağladı. Türkiye’de bulunduğu yıllar süresinde Kúnós’un birçok incelemesi çıkmış ve folkloristik çalışmlarının temeli sayılan Osmanlı-Türk halk şiirleri de o zaman yayınlanmıştır. Macaristan’a döndükten sonra ise birbiri ardına çıkan eserleri Kűnos’un Türkiye’de geçirdiği yılları gerçek bir ilim adamı çalışkanlığıyla doldurduğunun en kesin delili olmuştur. Kunos, Anadolu halkının hayatını gayet canlı bir şekilde çizen yolculuk notlarından başka, Türk folklorunun bütün yönlerini tanıtan eserler yazmıştır. Bu yayınlar türkülerden masallara, Karagöz ve ortaoyunundan Nasrettin Hoca fıkralarına kadar Türk folklorunun birçok dalını kapsıyordu. Kúnos’un derlemeleri geniş kitlelere ulaşmıştır. Kısa zamanda yabancı ülkelerde de Türk folklorunun yayımcılarında biri olan Kűnos’un bu kadar tanınmasında, onun ilmi çalışmalarını yöneten J. Budenz’in rolü büyüktür. Ignacz Kunos, tanınmış Alman bilgini Türkolog-folklorist G. Jacob tarafından, Türk folklor araştırma ve incelemelerinin temeli olarak gösteriliyordu. Kúnos, 1925 ve 1926’da Türk hükümetlerinin isteğiyle İstanbul ve Ankara’da konferanslar verdi, bunun sonucunda bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir.

Kúnos, 1880 yıllarında çalışmalarına bakir topraklar üzerine başladı. Osmanlı dili ve kültürü araştırmaları, Anadolu ve Rumeli halk dili ve halk kültürü araştırmalarını tamamen gölgelemiş, geride bırakmıştı. Bu bakımdan Ignacz Kunos’un çalışmaları birer keşif olarak kabul edilmişti. 1945 yılında Budapeşte’de savaşlar devam ederken hayata gözlerini kapayan Ignácz Kűnos, hayatı boyunca takdir edilmiş bir ilim adamı idi. Macar İlim Akademisi, Paris Societe Asiatique, Macar Krallığı Doğ Ticaret Akademisi, Uluslararası Orta ve Doğu Asya Derneği gibi birçok topluluğun da üyesiydi. (Kaynak: Türk Halk Edebiyatı, Ignacz Kunos (yayına hazırlayan: Prof. Dr. Tuncer Gülensoy), Ankara, 2001) Ignác Kúnos “Türk Halk Edebiyatı” eserinde, Türkçeye karşı duyduğu sevgiyi şöyle anlatır: TÜRK DİLİ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta halli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinelere bakarmış.

Günlerden birgün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan memleketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dilleri birer birer anlatırken : “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en kolay öğrendiğim insan dili Türkçe’dir” dedi. Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş. “Bu, dediğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum. “Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret olduğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, ahengi bizim dilimizdeki ahenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi. Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların elması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca’da bıçaktır, çizme, çızma, papuç, papuç, kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran’dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, levende, mahmura, ormana, keçiye, biz de koçan, levent, memur, orman, keçke deriz. Tabur, Macarca tabur. Tepsi, tepsi, tezek teözek’dir. Onlarda cep, bizde jip, ata, atıya, ana, anıya, tavuk, tiyok, aslan, aroslan, bağa, baka, boğa, boka, çadır, şador, çalı, çalıt; çarık, şarok, çok, şok, küçük, kiçi, kazan, kazan, koç, koç, dana, tino, kendir, kender, toklu, toklu, satıcı, satuç, sakal, sakal, öküz, öküz… ve bunlara benzer daha neler neler…”

Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam: “Oğlum, Lâtince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bize en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir” dedi. Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini ikmal edip tam kırk altı sene evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisanının o zamanki hocası Avrupa şarkiyyununun en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte’ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi oldum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi’nin derslerine üç sene devam edip Türkçe’den başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca’ya da çalıştım. Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tuna suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye’den henüz gelmiş bir şekercinin dükkânın¬da çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan ve zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar hazzediyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum. Oh! şimdiye kadar hiç görmediğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.

Bir gün muallim efendiye: — Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim: — Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben: — Ya, Ahmet Vefik Paşa’nın «Atalarsözü» denilen mecmuası, ya Nasrettin Hoca’nın bütün dünyada meşhur ve bütün garp lisanlarına tercüme edilen fıkraları halk edebiyatı sayılmaz mı? diye sordum. — İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır, başkasını bilmiyorum, cevabını verdi — Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Tefekkürlere kalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vahı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi kokusu yok mu? Bülbüllerinin figanı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam.

Bir buğday tanesinin öyküsü – Zoltan Zelk

bugdayÇok sıcak bir yaz günüymüş. Buğday tarlasında artık iyice olgunlaşan başaklar rüzgârda bir o tarafa bir bu tarafa dalgalanıyorlarmış.
Buğday tarlasında yaşayan bıldırcın ve keklik sürüleri de artık yol hazırlıklarına başlamışlar. Çünkü hayvanların hepsi iyi giden havalar nedeniyle buğdayların yeteri olgunlaştığını ve yarın hasat yapılacağını biliyorlarmış. Ekinler kesilmeden önce de buradan ayrılmak, kendilerine başka bir tarla bulmak istiyorlarmış. Küçük bıldırcınlar elbette bu işe çok sevinmişler, çünkü ilkbaharda bu tarlada doğan ve burada büyüyen küçük kuşlar artık biraz değişiklik olsun istiyorlarmış. Onların hayatındaki ilk taşınmaymış bu.
Anne baba bıldırcınlar için taşınma bir oyun değil, tehlikeli bir işmiş. Saklandıkları, yavrularını sakladıkları bu yüksek ve sık ekinleri terk etmek, tehlikeye atılmak demekmiş. Deneyimli bıldırcınlar bunu bildikleri için de biraz üzüntülüymüşler.
Ya buradan çıkıp başka bir tarla ararken şahin onları görürse?
Ya öteki tarlada bir tilki ya da yaban kedisi yuvası varsa?
İşte bıldırcınlar ve keklikler bunları düşünüyor, ama elbette yavrularına bahsetmiyorlarmış. Küçük yavrularını gereksiz yere korkutmak istemiyorlarmış.
O gece bütün kuşlar gergin bir bekleyiş içinde uyumuşlar. Sabah erkenden, daha güneş doğarken keklik ve bıldırcın aileleri yola çıkmaya hazırlanmışlar. Birbirleriyle vedalaşmışlar ve tarladaki ekinlere, gelinciklere ve de buğday çiçeklerine hoşça kalın demişler.
Bıldırcınların vedalaşması çiçekleri çok üzmüş. Renkli çiçek yapraklarının üzerindeki çiğlerin yanında başka minik su damlacıkları da belirmiş. Bunlar çiçeklerin gözyaşlarıymış.
Ağlayan çiçekler aslında sadece kuşların gitmesine değil, kendilerinin o tarlada kaldıklarına ağlıyorlarmış.
-Keşke bizim de kanatlarımız olsaydı! Köklerimizi buradan çıkartıp sizinle birlikte kanat çırpabilseydik! Keşke buralardan biz de uzaklaşabilseydik!
-Üzülmeyin, demiş bıldırcınlardan biri. –Kuşların kanatları var, uçup giderler, ama bitkiler ise kalırlar. Bunun karşılığında ise herkese bahar kokuları yayarlar. Dünyanın düzeni böyle kurulmuş. Herkesin bir işi var.
-Hayır hayır, demiş gelincik. Böyle bir düzen olmamalı! Siz gidiyorsunuz, ama biraz sonra biçerdöverler gelecek hepimizin saplarını kesecekler. Evet, buğday başakları da kesilecek, ama onlar hiç olmazsa değirmene götürülüp öğütülecek, un yapılacak. Sonra da ekmek olacaklar. Ya biz? Biz ne olacağız?
Gerçekten de dedikleri doğruymuş.
Bu nedenle de vedalaşma ağlayarak gerçekleşmiş. Kuşlar ve ettikleri çiçekleri bu yıl bir daha görmeyeceklerini biliyorlarmış. Ama kuşlar bu çiçeklerin seneye yine boy vereceklerini de bildiklerinden, içlerini biraz olsun rahat tutuyorlarmış.
Tarladan bıldırcın ve keklik sürülerinin havalandığını gören işçiler şaşırmışlar. Yaklaşan biçerdöverlerin sesinden kokup kaçtıklarını sanmışlar. Elbette kuşların bir gün önce tarlaya gelen patronun konuşmalarını dinlediklerini bilemezlermiş. Bilseler de kuşların insan konuşmasını anlayabildiklerini hayal bile edemezlermiş. İşte bu yüzden de gelen traktör ve biçerdöver sesinden korkup kaçtıklarını düşünmüşler. Hatta işçiler arasında bazıları, av tüfeklerini yanlarına almadıkları için hayıflanmış bile.
Biraz sonra da büyük bir gürültüyle biçerdöver tarlaya doğru girmiş. Saplarından kesilen başaklar biçerdöverin koca ağzından giriyormuş. Biçerdöverin yanında yürüyen kamyona buğdaylar saplarından ayrılmış bir şekilde dökülüyormuş. Balya haline gelen samanlar da biçerdöverin geçtiği yolda sıra sıra diziliyormuş.
Hızla ve gürültülü bir şekilde süren iş, akşama doğru hafiflemiş. Akşam olup da güneş batarken buğday tarlasındaki iş de tamamen bitmiş. Buğdaylar çuvallanmış. Bir kısmı ambara, bir kısmı da öğütülüp un yapılmak üzere değirmene götürülmüş. Samanlar taşınmış. Sonra da makineler makine garajına sokulmuş.
İşçiler yorgun argın yemeğe oturmuşlar.
Yani buğday hasadı bitmiş.
Hasat bitmiş bitmesine ama bir buğday tanesi tarlada kalmayı başarmış.
Çünkü bir gün önceki gelişmeleri duyan ve sabah da bıldırcınların buğday çiçekleriyle konuşmasına şahit olan bir başaktaki buğdaylardan biriymiş o. Hasat yapılıp, her şeyin toplanıp götürüleceğini duyunca kendini başaktan koparmış, yere atmış ve topraktaki bir çakıl taşının altına saklanmayı başarmış. Çünkü öğütülmek un olmak, sonra da fırında pişip ekmek olmak istemiyormuş.
-Buğday tanesinin kaderi böyle olsa da ben bu kaderi yaşamak istemiyorum, diye isyan ediyormuş. Eğer buğdaylar hep yanıp ekmek olacaksa, ben de buğday olmam, bıldırcın olurum!
Ama herkes gittikten ve hasat da tamamlandıkta sonra bıldırcın olamayacağını kavramış, çünkü bıldırcınların ve de kekliklerin kanatları varmış.
-O zaman ağustos böceği olurum. O hiç olmazsa zıplıyor. Uçamasam da, zararı yok, eğer ağustos böceği olursam, belki zıplayarak da ilerleyebilirim.
Akşam olmuş. Ağustos böcekleri ötmeye başlamış.
Buğday tanesi ise ne yapsa bir ağustos böceğine benzer ses çıkaramayacağını anlamış. Zaten zıplayamayacağını da biliyormuş.
-O zaman tarla faresi olurum demiş. Madem buraları terk edemeyeceğim. Bir tarla faresi olarak kalırım hiç olmazsa. Fareler de gitmiyor, ama burada yaşamayı beceriyorlar. Benim onlardan neyim eksik?
Ama akşam tarla farelerinin koşabilmelerinin yanı sıra, toprakta kendileri için tüneller de hazırlayabildiklerini fark etmiş. Ne birini yapabiliyormuş, ne de ötekini. Yani fare de olamayacağını anlamış.
Sabah güneş doğarken artık bir buğday tanesi olmaktan başka çaresi kalmadığını fark etmiş. Bir buğday tanesi ne yapsa ne etse bir buğday tanesi olmaktan kurtulamaz, diye düşünmüş.
Akşama kadar beklemiş. Karar vermiş ertesi sabah yola çıkmayı deneyecek, sürünerek diğer kardeşlerinin yerleştirildiği ambara doğru ilerleyecekmiş.
Ama ertesi sabah güneş doğarken yağmur yağmaya başlamış.
Yağmurun bereketli damlaları kuru toprağı yumuşatmış ve biraz sonra da biriken sular, çakıl taşının altındaki buğday tanesini de önüne katarak toprağın çatlaklarından aşağıya doğru akmaya başlamış.
Buğday tanesi de ne olduğunu anlayamadan kendini toprağın altında bulmuş.
-İşte şimdi iyi bir yerdesin, -diye bir ses duymuş.
Çevresine bakarken bira ilerde bir köstebeğin kendini kokladığını fark etmiş:
-İlkbahara kadar saklanacağın yeri buldun, buğday tanesi. Şimdi yapman gereken şey, buraya yerleşmen. Çünkü kışı burada geçireceksin. İlkbahar geldiğinde de kabuğunun yumuşacık bir şekilde çatladığını göreceksin. OP çatlaktan bir filiz yükselecek. Bugün bir tek buğday tanesisin, ama ilkbaharda kocaman bir başak olacaksın. O başağın üzerinde de sen gibi yüzlerce buğday olacak.
Buğday tanesinin içini tarifsiz bir mutluluk kaplamış.
Tedirginliği tatlı bir yorgunluğa dönüşmüş.
Sağa sola dönmüş, bedenini ıslak toprağın içinde iyice yerleştirmiş.
Ve ilkbahara kadar sürecek olan derin bir uykuya dalmış.

Zoltan Zelk – Yaz masalları -Yapi Kredi Yayınları
Çev: Tarık Demirkan

Gardrobun rüyası – Zoltán Zelk

dolabinOdada artık herkes uyuyormuş.
Sıkıca kapalı perdelerden içeri sızan ayışığı odayı hafifce aydınlatıyormuş.
Duvardaki çalışkan saatin hiç ara vermeden çıkardığı tik-tak tik –tak sesinden başka da ses yokmuş.
Ev sakinleri çoktan uyumuş.
Ama sadece evc sakinleri mi, evdeki dolaplar, mobilyalar, eşyalar da derin bir uykuya dalmışlar.
Evdelerdeki eşyaların da uyuduğunu bilmiyordunuz, öyle değil mi? Oysa onlar da sahipleri gibi geceyi uyuyarak geçrirler ve sahipleriyle birlikte uyanıp günlük hayata dönerler.
İşte şimdi size anlatacağım öykü, bu evdeki gardrobun rüyası olacak.

Mevsimlerden ilkbaharmış.
Kırmızı gagalı, sarı bacaklı bir kuş uzun bir süredire kanat çırpıyormuş. Çünkü bu kuş çok uzak ülkelerden geliyormuş. Sonbaharda terk ettiği ülkeye geri dönüyor, yuva kurmak istiyormuş.
Geldiği bu ülkede çok büyük bir çınar ağacının olduğunu duymuş, o ağacı bulmak, yuvasını oraya kurmak istiyormuş.
Yorgun kanatları artık zavallı kuşu zor taşıyormuş.
Oysa üstünde bulutlardan, altında da zaman zaman rüzgara kapılıp uçan yapraklardan başka birşey göremiyormuş.
Kuş çok yorgunmuş.
Çünkü o güne kadar dokuz nehir, üç dağ, doksan dokuz çayır geçmiş.
Yolda çalılıklarla çok karşılaşmış elbet, ama onlara konmamış. Çünkü eğer konarsa bir daha uçamayacağını, orada kalacağını düşünmüş.
Orada kalamazmış, çünkü onun ulaşmak istediği hedef başkaymış.
Yola çıktığı ülkede, yine başka bir kırmızı gagalı, sarı ayaklı kuştan çok büyük bir çınar ağacının öyküsünü dinlemiş.
Bu öyle büyük bir ağaçmış ki, dünyada eşi benzeri yokmuş.
Rüzgar, mağarasından çıkıp bu dünyada esmeye başladığı günden itibaren yaşayan, büyüyen bir çınar ağacıymış bu.
İşte bizim kırmızı gagalı, sarı ayaklı yorgun kuşumuz bu ağacı bulmak, ne olursa olsun bu ağacın dallarına yuva yapmak ve yavrularına uçmayı bu ağacın dallarında öğretmek istiyormuş.
İşte böyle uçarken birden aşağılarda rüzgarla yolculuk eden bir yaprak görmüş.
Onunla biraz sohbet etmek istemiş:
-Nereye küçük yaprak? Ağacın olmadan nasıl yaşayacaksın?
-Ben sıradan bir yaprak değilim, diye seslenmiş sevimli yaprak, -ben sahibimden bir başka ağaca haber götürüyorum.
-Ne haberi götürüyorsun? Demiş sarı ayaklı, kırmızı gagalı kuş.
-Komşu ormandaki çınarın çocuğu olmuş, yani çınarın gövdesinin dibinden yeni fidan boy vermiş, onu tebrik ediyor benim sahibim
-Senin sahibin kim? Demiş kuş
-Benim sahibi gerçekten bilmiyor musun? Diye şaşırmış yaprak, -benim sahibim dünyanın en büyük çınar ağacıdır. Bu dünya kadar yaşlıdır sahibim.
-Gerçekten mi! Diye bağırmış sevinçle sarı ayaklı kırmızı gagalı yorgun kuş. –Ben de tam işte o çunarı arıyorum. O çınara ulaşabilmek için şimdiye kadar dokuz nehir, üç dağ, doksan dokuz çayır geçtim. Çalılıklara bile inmedim. Mola bile vermedim. Çünkü çalılıklara iner, mola verirsem, bir daha kanat çırpmak için güç bulamam diye korktum! Lütfen söyle, nerede bu sevgili ve bilge çınar?
-Çok kolay, çok kolay, demiş minik kuş. Şimdi buradan dosdoğru uçmaya devam et. Ne sağa ne de sola sap. Dokuz yüz doksan dokuz kere kanat çırpacaksın. Bininci kanat çırpmada ulu çınarı karşında göreceksin. Yolu kaybetmezsin, merak etme.
Gerçekten de minik yaprağın dediği gibi olmuş.
Sarı ayaklı, kırmızı gagalı kuş bininci kanat çırpmada ulu çınarı görmüş.
Sevinçle dallarına konmuş.
Kanatlarıyla ulu çınarın yapraklarını okşamış.
Çınar da sevgiyle hışırdamış.
Yorgun kuş, biraz dinlendikten sonra çınarın en yüksek dallardan birine, öyle büyük, öyle büyük bir yuva kurmuş ki, bütün ormanda ondan büyük ve güzel bir yuva daha yokmuş.
İşte o yaz, minik kuşla ulu çınar çok sıcak bir dostluk kurmuşlar.
Dostlukları yıllarca devam etmiş.
Minik kuş daha sonraki yıllarda da çınarın dallarına geri dönmüş.

Gardrob rüyasında gülümsemiş.
“O kuşu çok iyi hatırlıyorum” diye düşünmüş rüyasında.
Çünkü gardrob aslında o ulu çınarmış.
Kesildikten sonra, sağlam gövdesinden insanların evlerine eşya yaptıkları ulu çınar, bugün artık gardrob olarak o günleri anımsamaya devam ediyormuş.

Horozlar neden erken öter

horozİlkbaharın yaklaştığı günlerde, köyün tüm canlıları neşelenirlermiş.
Ördekler, paytak yavrularını, tavuklar, minik sarı civcivlerini toplar, köyün hemen girişindeki gölün kıyısında dolaşmaya çıkarlarmış.
İlkbaharın sıcağında uçuşan böcekler, ısınan toprağın altında kendilerine yeni yollar açmaya çalışan solucanlar ördeklere ve tavuklara bir ziyafet sonrası sunarmış.
Ördekler paytak yavrularına yüzme öğretmeye çalışır, tavuklar ise civcivlerine kendilerini nasıl koruyabileceklerini anlatırlarmış.
Hayat hep yemek ve öğrenmekten ibaret değil ya!
Bazen de yetişkinler bir araya toplanır, aralarında en yaşlı ve en bilge beyaz ördeğin anlattıklarını dinlerlermiş.
Bu beyaz ördeğin yaşadıkları ve de uzun yaşamı boyunca duydukları herkes için heyecan verici bir masal gibiymiş.
Bir gün yine yetişkinler, yavru ördeklerle civcivleri, korunaklı bir alanda kendi haline bırakmışlar, bir gözleri onlarda sohbet ediyorlarmış.
Anne tavukların bir kısmı horozdan şikâyetçilermiş.
-Sabahın köründe hepimizi kaldırıyor! Oysa akşamları ne kadar geç uyuyoruz! Bizim horoz daha güneş doğar doğmaz, ayakta! Bir yandan da ötmeye başlıyor! Artık ilkbahar geldiği için hava erken aydınlanıyor oysa. Yani biraz daha uyusak ne güzel olur!
Beyaz ördek anne tavuğun şikâyet dolu gıdaklamasını gülümseyerek izliyormuş. Sonunda tavukların yanına gelmiş, ve ilerde çöplerin üzerinde kırım kırım kırıtan horozu işarete ederek:
-Onun neden bu kadar erken uyandığını ve herkesi de neden uyandırdığını biliyor musunuz? Diye sormuş.
-Hayır, hayır!
-Anlat, anlat, -diye gıdaklamış tavuklar ve beyaz ördek de anlatmaya başlamış:
-Bir zamanlar yer tanrısı, toprakları yaratınca, ardından da bu topraklarda yaşayacak olan hayvanları yaratmış. Ama hepsine akşam erken yatmalarını, sabah da güneş doğduktan sonra kalkmalarını emretmiş. Bütün hayvanlar yer tanrısının söylediği gibi yaşamaya başlamışlar: bir tek horoz hariç! Akşam yatma vakti geldiğinde yatmadığı gibi, sabah kalkma vaktinde de kalkamıyormuş. Diğer kümes hayvanları kalkıp güne başladıklarında horoz hala uyuyormuş. Arada bir gözlerini açıyor, ama bir iki esnedikten sonra yine uyumaya devam ediyormuş. Yemek yemek bile canı istemiyormuş. Uykusundan geri kalmamak için, kalkıp börtü böcek toplamaya bile üşeniyormuş. Bu yüzden de kümesteki tavukları tembihlemiş: onlar da arada bir uyuyan horozun önüne yemek getiriyorlarmış. Keyifçi horoz da arada bir kalkıp biraz yiyecek yiyor, sonra da uyumaya devam ediyormuş. O kadar tembel, o kadar tembelmiş ki sonunda yer tanrısını fena halde kızdırmış.
Bir gün tanrı horozu yanına çağırmış:
-Şimdiye kadar sabrettim, ama artık sabredemem! Sen emirlerimi neden yerine getirmiyorsun?
-Ben uykuyu çok seviyorum-demiş horoz. Ayrıca çok geç yattığım için de kalkamıyorum.
-Tavuklar kalkıyor, demiş yer tanrısı, -ördekler de kalkıyor!
-Beni tavuklarla nasıl kıyaslarsın? Demiş horoz- baksana benim güzelliğime! Onların böyle renkli kuyrukları, uzun tüyleri, başının üzerinde kıpkırmızı taçları, ibikleri var mı? Ayaklarında mahmuz bile yok! Onlar elbette erken yatıp, erken kalkacaklar. Ben ise bu güzelliğimle biraz daha eğlenebilmeliyim!
Yer tanrısı horozun bu sözleri üzerine ok kızmış!
Bu söyleidklerin doğru değil! Kalkamayan bir tek sen varsın. Ve bunun nedeni de tembel olman!
Horoz yer tanrısının haklı olduğunu düşünmüş ve sesini çıkarmamış.
Yer tanrısı şöyle devam etmiş:
-Emirlerimi yerine getirmediğin için cezalısın! Yarattığım tüm hayvanlar arasında en tembel sensin! Bundan böyle en erken uyanan sen olacaksın! Sadece erken uyanmakla kalmayacak, aynı zamanda erken uyandığını herkese duyuracaksın! Eğer bir kez bile sesini duymazsam, sana yeni cezalar vereceğim.
Horoz çok korkmuş. Ve hemen o geceden itibaren gece yarıları da uyanıp, artık tembellik etmediğini, bundan sonra en az uyuyan kümes hayvanı olacağını herkese ilan etmiş:

Üüü ürrüüü üüüü
bir zamanlar çok tembeldim
Uyumayı çok severdim,
kendimi de hep beğendim.
Ama artık uyku zamanı bitti,
Aydede de çoktan gitti
Kalkın kalkın, kümes halkııııııı
Üüüüü ürrrüüüü üüüü

-İşte böyle! Demiş beyaz ördek, -şimdi şurada kibirle dolaşan bu horoz, aslında mecbur kaldığından öyle erken uyanıyor. Yani yer tanrısı ona bu işi emretmemiş olsa, inanın öğleden sonraya kadar kümesten çıkmaz.
O zaman da kümes halkını mahmuzlarıyla kim koruyacak? Öyle değil mi?
-Öyle öyle, diye gıdaklamış tavuklar
-evet, evet, diye vakvaklamış ördekler
Sonra da herkes kendi yavrusunun yanına gitmiş, ve bahar güneşinin altında solucan aramaya devam etmişler.

Küçük sevimli köpek ve eşek

esekEvin eşeği küçük sevimli köpeği fena halde kıskanıyormuş. Köpek evin bütün odalarına girebilir, ev halkıyla oyun oynayabilir, onlarla koşuşup kucaklarına atlayabilir, yaramazlık yapabilir, bütün bunlara karşın en lezzetli yemeklerle beslenirmiş.
Eşekın ise eve sokulmasına, evdekılerle oynanmasına izin verilmez, en ağır yükler altında ezilirve bunun üstüne deve dikeni ile beslenirmiş.
Doğal olarak köpeğe sormuş;
– Dostum seni neden bu kadar çok severler?

– Çünkü ben iki ayağımın üstüne kalkar, kuyruğumu sallar,onların ellerini yalarım. Benim bakışlarımdan, havlamamdan onlarla oynamak istediğimi görürler. Benim onları sevdiğimi kavrarlar. Böylece onlarda beni severler.
Eşek bu yöntemi denemeye karar vermiş. Ertesi gün evini hanımı mutfakta yemek yaparken kapıyı açık gören eşek eve girmiş,sessizce mutfağa ilerlemiş, iki ayagının üstünde kalkıp kuyruğunu sallamaya başlamış
Bu arada da sevdiğini belirtmek üzere bağırmayı da ihmal etmemiş. Ama eşekler köpek gibi havlayamazlar ki. Mutfakta arkasında iki ayağı üzerinde kalkan bir eşeğin anırtısıyla aklı çıkan kadın korkudan beş tabağı birden kırmış.
Ama sonra, korkusunu yenince, eline aldığı süpürgeyle eşeğe öyle bir dayak atmış ki eşek bir hafta kendine gelememiş
Eşek bir hafta boyunca köpekle aynı şeyleri yaptığı halde, kendinin neden hor görüldüğünü düşünmüş durmuş. Ama bir türlü yanıtını bulamamış.

(Macar masalı)

Köylü kadının hayalleri -Macar Masalı

herguneKÖYLÜ KADININ HAYALLERİ

-Macar Masalı-

Çok eski
zamanlardan birinde, yoksul mu yoksul bir karı koca varmış. Yıkık dökük
kulübelerinden ve bu kulübenin içindeki derme çatma yataklarından başka
hiçbir şeyleri yokmuş. Kulübenin yanında ahırları, ahırda hayvanları;
atları, eşekleri, inekleri, koyunları ve belki inanmayacaksınız ama tek
bir keçileri bile yokmuş. Köpeğe ise ihtiyaç duymazlarmış. Doğru ya,
hiçbir şeyin olmadığı yerde köpek neyin bekçiliğini yapsın ki? Ayrıca
evlerine ayda bir bile et girmezmiş. Köpeği neyle doyuracaklarmış?

Ev hanımının bir
tek hazinesi varmış, o da kuluçkaya yatırılmış benekli bir tavuk. Bir
sandığa yerleştirilen yumurtalarının üzerine kuluçkaya yatan benekli
tavuk, kadının hayallerini gerçekleştirecek hazineymiş. Bu nedenle de
evde, yatağın altında tutarmış benekliyi.

Akşam yattıklarında yarın ne yiyeceklerini konuşuyorlarmış:

“Yine makarna yiyeceğiz herhalde, değil mi?” diye iç çekmiş erkek. “Ne yaparsak yapalım kaderimiz düzelmeyecek bizim!”

Karısı artık kendini tutamamış:

“Niye böyle
çaresiz görünüyorsun kocacığım. Bugün yarın, artık beneklinin
yumurtalarından sarı civcivler çıkacak. Evimizin bahçesi neşeli
civcivlerle dolacak. Düşünsene, seneye bir değil, on tane benekli
kuluçkaya yatmış olacak ve her biri yirmişer tane civciv büyüyecek! Ben
de o piliçleri götürüp pazarsa satacak ve iki tane domuz alacağım! Bu
domuzlar çabuk yavrular. Gelecek senenin sonunda doğru beş on tane yavru
domuzumuz olacak. Onların da yavruladığını düşün! Burası bize
yetmeyecek bile. Onları yine götürüp pazarda satacağım. Bu sefer sana at
ve araba alacağım, yük taşıyabileceksin. Öyle çok para kazanacağız ki,
çok kısa sürede Budapeşte’de bile ev alabiliriz.”

Bu sefer adam kızmış:

“Ben öyle
atlarımı fazla yormam! Sabah akşam çalışmam! Onlar dinlenmeli, saman
değil arada bir arpa da yemeliler! Haftada en az iki gün dinlenmeliler!”

“Olur mu
kocacığım! Onları sürekli çalıştırmamız lazım ki, para kazanabilelim.
Yoksa sadece besleriz. Halbuki onlar bizi beslemeli, para getirmeliler.”

“Yeter artık! Yeter be!”
diye hırsla dönüş yatakta evin beyi. Ama öyle hızlı dönmüş ki, yatak
çatırtılarla yıkılmış. Karı koca yatağın altındaki beneklinin üzerine
düşmüşler. Tavuk can havliyle altlarından kaçmış, ama büyük ümitlerle
beklenen civcivlerin çıkacağı yumurtalar ise koca bir omlet olmuş!

Belki “atlar
çalışsın mı” diye kavga etmeselerdi, istedikleri şeylere bir gün
ulaşabilirlerdi. O zaman masalın sonu da farklı biterdi. Kim bilir!

Her Güne Bir Masal

Kategori: Doğan Kardeş

Çeviren: Tarık Demirkan

Hazırlayan: Tarık Demirkan

Resimleyen: Feridun Oral

Sayfa: 512

Ölçü: 25 x 28.5 cm

ISBN: 978-975-363-786-1

YKY’de 1. Baskı: Ocak 1998

YKY’de 30. Baskı: Ocak 2013

Kardelenin masalı

baharOrmanlar, kırlar hâlâ kalın bir kar tabakası altındaymış. Ama artık
giderek ısınan güneş, karların altındaki minik çimen sürgünlerinin
kıpırdanmalarına neden oluyormuş. Derin uykularından uyanan narin
çimenler minik bedenlerini harekete geçirmeye çalışıyorlarmış. “Pısst,
uyuyor musun daha?” demiş çimenciklerden biri yanındaki arkadaşına.
Evet, henüz uyuyormuş o. Yalnızca o değil, karların altında kış
uykusunda yatan öteki çimenlerin hepsi hâlâ derin bir sessizlik
içindeymiş. Ama erken uyanan minik çimenin seslenmesiyle, yanındaki
çimencik de uyanmış. Tam da güzel bir rüya görüyormuş o sırada.
Rüyasında sıcak güneşin altında gökyüzüne doğru uzanıyormuş. Sabah
serinliğinin minik bedeni üzerinde bıraktığı su damlacıklarının tadını
çıkarıyormuş. Bu yüzden de uyandığında bir gülümsemeyle çevresine
bakınmış. “Niye gülümsüyorsun?” diye sormuş komşusu. “Rüzgâr bizi
çağırıyor, öyle değil mi?” “Ne rüzgârı?” demiş öteki. ”Henüz ılık bahar
rüzgârı falan yok ortada. Karların altındayız.” “Karların altında
mıyız?” diye şaşırmış uykudan uyanan çimencik. “Bense bahar çoktan geldi
sandım. Off, ne zaman kalkacak üzerimizden bu kar tabakası?” Bitmez
tükenmez kışı düşününce yeninden kederlenmiş. Yattığı yerde birazcık
dönmeye çalışmış. “Uyuyalım bari. Madem daha kış sürüyor, yeniden
uyumayı deneyelim. Belki yine rüya görürüz.” “Hayır, hayır. Uyumayalım,”
demiş arkadaşı. “Ben çoktan uyandım. Bence dışarısı artık iyice ısındı.
Gel yukarıya çıkalım, karların üzerinde ne var bakalım.” “Deli misin
sen? Nasıl çıkarız karların üzerine? İstesek de yapamayız. Biz minik
çimenleriz, karların arasından yukarı çıkamaya gücümüz yetmez.”
Çimenciğin bu yakınmaları işe yaramamış. Arkadaşı kararlıymış. “Evet,
gerçekten çıkamayız, dediğin doğru. Ama bunun bir çaresi de olmalı. Onu
bulmalıyız. Madem kışın bitmesini diliyoruz, madem yukarıda artık
havanın ısınıp ısınmadığını merak ediyoruz, o zaman biz yapamasak bile
bunu yapacak birilerini bulmalıyız.” “Ama nasıl?” Arkadaşı bir süre
yanıt vermemiş. Sonra anısızın “Buldum!” diye bağırmış. Zaten kısacık
olan bedenini toprağa doğru iyice yatırmaya çalışmış. Elinden gelse
boylu boyunca toprağa uzanacakmış. “Onları uyandıracağım. Toprağın
altında baharı bekleyen, ama bir türlü uyanamayan arkadaşlarımıza haber
vereceğim.” “Sen küçücüksün, onları nasıl uyandıracaksın?” diye sormuş
kuşkucu minik çimen. Ama arkadaşının onun sözlerine kulak asmadığı
belliymiş. “Olsun, hiç olmazsa denerim.” Bunu söyledikten sonra da minik
gövdesiyle toprağa vurmaya başlamış. Durmadan, ara vermeden pıt pıt pıt
vuruyormuş yere. Gerçekten çok ses çıkmıyormuş bu vuruşlardan, ama
kalın kar tabakasının yarattığı derin sessizlikte en küçük kıpırtılar
bile yankılanarak uzaklara ulaşabiliyormuş. Biraz sonra toprağın
altından sesler duyulmaya başlamış. Bu sesler minik çimenin azmini daha
da güçlendirmiş. Daha kararlı bir biçimde vuruyormuş toprağa. Hatta
artık tıklamanın da ötesinde ağzını toprağa yakınlaştırıp seslenmeye de
başlamış: “Günaydıııııınnnn! Artık uyanıııııınnnnn!” Toprağın hemen
altında, filizlerinin arasında uyuyan kardelen yavaşça gözlerini açıp
kıpırdanmış. “Neler oluyor? Kim vuruyor toprağa?” “Ben minik çimenim
dostum, uyan artık.” “Minik çimen mi? Sen uyandın mı?” “Elbette dostum.
Uyan artık, uyku zamanı geçti.” “Sen uyandıysan ben çok bile uyumuşum
demektir,” demiş kardelen ve minik başını toprağın üzerine doğru
uzatmaya başlamış. Zaten başını kaldırır kaldırmaz sabırsızlıkla kendini
bekleyen minik çimenlerle karşılaşmış. Özlemle kucaklaşmışlar. Nemli
topraktan başını çıkarması kolaymış. Ama üzerlerini kalın bir yorgan
gibi kaplayan kar tabakasını nasıl delecek, yeryüzüne nasıl çıkacakmış?
“Biliyorum sen cesur bir kardelensin,” demiş minik çimen. “Bizlerin,
artık uyanan tüm bitkilerin de tek umudusun. Bunu başarabilirsin!
Yapacağın tek şey yılmadan gökyüzüne doğru yükselmek. Bu kar tabakasının
artık çok kalın olduğunu sanmıyorum. Yukarıdaki güneşi
hissedebiliyorum. Artık bizim zamanımız geliyor. İlkbahar geliyor, inan
bana. Çıkıp bakman gerek. İlkbahar güneşinin gökyüzündeki yerini alıp
almadığını öğrenmemiz gerek… Bunu da bir tek sen yapabilirsin.” Kardelen
fazla nazlanmamış. Derin bir nefes almış ve küçük vücudunu yukarıya
doğru yükseltmeye başlamış. Gerçekten de hiç zor olmamış. Kısa bir süre
sonra kardelen birden başının kar tabakasının üzerine çıktığını fark
edivermiş. “Ne kadar güneşli burası,” diye seslenmiş çimenciklere.
“Gökyüzü ne kadar mavi.” Kardelenin sevinç çığlıklarını duyan yalnızca
küçük çimenler değilmiş. Gökyüzünde bahar sıcağını çevresine yaymaya
çalışan güneş de duymuş. Bu sevinç çığlıkları, artık kışın bittiğini,
yeşil bitkilerin, renk renk çiçeklerin boy vereceği günlerin geldiğini
de müjdeliyormuş. Güneş sesini duyduğu beyaz çiçekli minik kardelene
gülümsemiş. Güneş gülümseyince hava da ısınır, öyle değil mi? İşte
kardelenin çevresindeki karlar bu yüzden hızla erimeye başlamış. Kısa
bir süre sonra, erken uyanan iki küçük çimen kendilerini güneşin altında
buluvermişler. Gökyüzündeki güneş onlara gülümsüyormuş. Kardelen de
bembeyaz çiçeğiyle güneşi selamlıyormuş. Herkesin özlemle beklediği
bahar işte böyle gelmiş…

Çeviren: Tarık Demirkan

Hazırlayan: Tarık Demirkan

Resimleyen: Feridun Oral

Yapı Kredi Yayınları

Okşanmak İsteyen Kirpi -Macar masalı

guz1Bir zamanlar huysuz mu huysuz bir kirpi varmış. En
azından orman halkı onun huysuz olduğunu düşünürmüş. Çünkü sürekli surat asar,
kiminle karşılaşsa hep yakınır, yanına kim gelirse gelsin hemen tostoparlak
olur, kabarır, dikenlerini sivriltirmiş.

Başkalarına duyduğu bu güvensizliğin nedeni,
kendini bildi bileli orman halkından kimsenin ona iyi davranmamış olmasıymış.
Aslında orman halkına sorsak, onlar bu durumu açıklayabilirlermiş.

“Kimse onun yanına yaklaşamaz,” dermiş sincap.

“Sivri dikenlerini batırmaya hazırdır hep,” diye
yakınırmış tavşan.

O zamanlar ormanlardaki hayvanlar da insan
toplulukları gibiymiş. Biri bir şey söyledi mi, öteki duyduklarına kendi de bir
şeyler katar ve başkalarına, sanki kendi tanık olmuş gibi anlatırmış. Kulaktan
kulağa yayılan söylentilere de sonunda herkes inanırmış. Kimse acaba bu
söylenenler doğru mu yanlış mı diye düşünmezmiş. Kimse gidip işin doğrusunu
araştırmaya gerek görmezmiş.

İşte kirpiyi ormanda kimsenin sevmeyişinin nedeni
de buymuş.

Herkes kendisinden uzaklaştıkça kirpicik de iyice
güvensizleşmiş. İçine kapanmış. Orman sakinlerinden korkar olmuş. Yanına
yanlışlıkla biri yaklaşsa hemen dikenlerini çıkarıp kendini savunmaya
hazırlanırmış. Bu yüzden kirpi, uçsuz bucaksız ormanda tek başına yaşamaya
başlamış.

Bahar ve yaz ayları hızlı geçermiş. Çiçeklerin,
meyvelerin bol olduğu sıcak günlerde ormandaki hızlı yaşam kirpiye yalnızlığını
unuttururmuş. Bu aylarda orman hayvanlarının tümü yuva yapar, yavrularını
büyütür ya da kış için hazırlanırlarmış. Bu arada kirpicik de kendisiyle
konuşan olmasa bile, ormanın öteki hayvanlarını izleyerek avunurmuş.

Ama yaz bitip mevsim güze döndüğünde kirpinin de
kederli günleri başlarmış.

Yaz aylarında ormanın neşesi olan kuşlar, güz
gelince sıcak bölgelere göç ederlermiş. Ormanın öteki hayvanları da inlerine
çekilir, aileleriyle birlikte yaşamaya hazırlanırlarmış.

Sincaplar ağaçların gövdesindeki kovuklarında kış
için son hazırlıklarını yaparlarmış.

Tavşanlar yeraltındaki yuvalarına iner, kuru
yapraklarla, otlarla döşedikleri sıcak yuvalarında türlü kış oyunları
oynarlarmış.

Bu mevsimde orman soğumaya başlarmış.

Yalnızca vücudu değil, yüreği de üşürmüş zavallı
kirpinin.

Birileriyle konuşmak, dost olmak istermiş. Arada
bir şakalaşmayı, birilerine takılmayı çok özlermiş.

Ama en çok da birinin kendisini okşamasını
istermiş.

“Biri bir kerecik beni okşasa, bütün bir kışı
üşümeden çıkarırım,” diye düşünürmüş. Sonra da içini çekermiş.

Ama bunun bir düş olduğunu o da bilirmiş. Bir
kirpiyi kim okşar, öyle değil mi? Oysa en olanaksız sanılan, bir düş gibi
görünen şeyler bile, gün gelir gerçek olabilirmiş.

Güzün soğuk günlerinden birinde kirpi yerdeki kuru
yaprakların arasında yiyecek bir şeyler ararken, küçük bir kızın şarkı
söyleyerek ormandaki patika yoldan geldiğini görmüş. Yabancılarla
karşılaştığında her zaman yaptığı gibi, bir top haline gelmiş, dikenlerinin
arasından da kızı izlemeye başlamış.

Küçük kız, yaprakların üzerindeki kirpiyi görünce,
yanına yaklaşmış. Kirpiyi görmekten duyduğu mutluluk her halinden belliymiş.
Kirpinin yanına, çömelip yaşamı boyunca ilk kez gördüğü bu ilginç hayvanı
izlemeye başlamış.

“Minik kirpi,” demiş kız sonunda, “seni okşamak
istiyorum, lütfen benden korkma, dikenlerini indir ki seni okşayabileyim.”

Kirpinin yüreği hızla çarpmaya başlamış. Birinin
kendini okşamak isteyebileceğine inanamıyormuş.

“Kirpicik,” demiş küçük kız, “lütfen burnunu
çıkar, o minik burnunu okşamak istiyorum.”

Kirpinin mutluktan gözleri dolmuş. Yine de,
korkularını aşıp burnunu dikenlerinin arasından çıkaramamış. Kıza güzel bir
şeyler söylemek istemiş ama bunu da becerememiş. Duyulması zor bir şekilde
mırıldanmış:

“Hayır. Burnumu çıkaramam. Beni okşayamazsın. Ben
okşanmaya alışık değilim.”

Küçük kız kirpinin söylediklerini duyunca birden
onu rahatsız ettiğini sanmış. “Bağışla beni minik kirpi. Kötü bir niyetim
yoktu. Ben yalnızca seni biraz sevmek istemiştim,” demiş.

Yüzündeki gülümseme kaybolmuş. Kirpiye doğru
uzattığı eli havada kalmış. Biraz geri çekilmiş ve sonra da doğrulup geldiği
patika yolda yürümeyi sürdürmüş.

Artık gülümsemiyormuş.

Kirpi, hiç istemediği halde bu sevimli kıza kötü
davrandığının bilincindeymiş kuşkusuz. Arkasından seslenmek, onu çağırmak, özür
dilemek istemiş. Ama yapamamış. Yıllardır öteki canlılardan uzak durup tek
başına yaşayan kirpicik, birilerinin kendisine böyle iyi davranmasına alışkın
değilmiş.

Küçük kızın kederi uzun sürmemiş. Orman kısa sürede
neşesini yerine getirmiş. Bir süre sonra şarkı söyleyerek yürümeyi sürdürmüş.

Kirpi ise, küçük kız gittiği için çok üzgünmüş.

Aradan birkaç gün geçmiş.

Bir gün kirpi yine yaprakların arasında yiyecek
ararken küçük kızın geldiğini görmüş. Bu sefer kız şarkı söylemiyormuş. Kirpiyi
ürkütmek istemediği için usul usul yaklaşıyormuş. Bir elinde de kirpilerin çok
sevdiğini düşündüğü kocaman bir mantar varmış.

Kirpi kızın yaklaştığını görmüş. İçgüdüleri, bu
dünyada kimseye güvenmemesi gerektiğini söylüyor, hemen dikenlerini çıkarması
için uyarıyormuş onu. Kirpi buna rağmen uzunca bir süre kapanmamış. Kızın
yaklaşmasını izlemiş.

Kız elindeki mantarı kirpinin yanına bırakırken de,
artık dayanamamış, bir top gibi yusyuvarlak olmuş.

Bu sefer kızın yanından uzaklaşmasını istemiyor,
ama bir yandan da çok korkuyormuş.

Küçük kız, parmağıyla kirpinin dikenlerine
dokunmuş.

“Küçük kirpicik, lütfen indir dikenlerini, seni
okşamak istiyorum.”

“Yapamam,” diye kekelemiş kirpi, “sana zarar
vermekten korkuyorum. Ok gibi sivri dikenlerim seni yaralayabilir.”

“Olsun, ben razıyım.”

Kirpi yavaşça dikenlerini indirip açılmaya
başlamış. Sivri burnu, kara gözleri keskin dikenlerinin arasından ortaya
çıkmış. Ama küçük kız çok sabırsızmış. Kirpinin tümüyle açılmasını beklemeden
onu sevmek için ansızın elini uzatınca, kirpi de elinde olmadan tekrar top gibi
oluvermiş. Bu sırada da sivri dikenlerinden biri küçük kızın eline batmış,
kanatmış.

Küçük kız korkuyla ayağa fırlamış, koşarak ve
ağlayarak oradan uzaklaşırken, ardından gözyaşları içinde kendine seslenen
kirpinin sesini duymuyormuş bile.

“Gitme. Lütfen, küçük kız, beni bırakıp gitme.
Şimdiye kadar beni kimse sevmedi. Ben sevilmenin nasıl bir şey olduğunu
bilmiyorum. Gitme.”

Kız kirpiye aldırmamış. Parmağındaki acı ona her
şeyi unutturmuş.

Biraz ötedeki pınarın serin sularına elini sokmuş.
Parmağının acısı biraz dinince, kirpinin ardından seslenirken söylediklerini
düşünmüş. Ne diyormuş kirpi? “Şimdiye kadar beni kimse sevmedi. Ben sevilmenin
nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum.”

“Kirpi haklı,” diye düşünmüş küçük kız. “Sevmeyi
ve sevilmeyi de öğrenmek gerekir.”

Geri dönmüş. Küçük kirpiyi usulca eline almış.
Dikenleri batacak diye de korkmadan onu usulca okşamış.

Ne olmuş dersiniz?

Kirpi tostoparlak olan vücudunu yavaş yavaş açmış.
Yukarıya kalkık dikenlerini indirmiş.

Duyduğu mutluluktan, bir ok gibi sert ve keskin
olan dikenleri de kırlardaki yeşil otlar kadar yumuşacık olmuş.

Çünkü, bütün orman halkının bildiği gibi, sevmek ve
sevilmek canlıları yumuşatırmış. Kirpicik ise bunu yeni öğreniyormuş.

Küçük kız kirpiyi uzun uzun okşamış.

O günden sonra da küçük kızla kirpicik
birbirlerinin en iyi arkadaşı olmuşlar.

Çeviren: Tarık Demirkan

Hazırlayan: Tarık Demirkan

Resimleyen: Feridun Oral

Yapı Kredi Yayınları

Sayfa: 168

Güz Masalları, “Mevsim Masalları” dizisinin dördüncü
ve son kitabı. Yine Tarık Demirkan’ın derleyip çevirdiği, Feridun Oral’ın
resimlediği bu kitap, dizinin önceki kitaplarındaki gibi dünyanın dört bir
yanından özenle seçilmiş masallarla dolu…

Güz Masalları, çocuklara güz mevsiminin
özelliklerini ve bu mevsimde doğanın geçirdiği değişimleri anlatırken tatilin
sona erdiği, tatlı bir koşturmacanın başladığı bu günlerde, her yaştan çocuğun
zevkle okuyacağı bir kitap.

Budapest, Şehir panoraması

György Spiro: 1956 ve Küçük Adam

kucuk adamAlman faşizminin ve Rus emperyalizminin ölümcül yüzleriyle çok yakın tarihler içerisinde karşılaşan Macaristan, belki de Avrupa’nın en talihsiz coğrafyasında. Herhangi bir Avrupa toplumuyla en ufak bir akrabalık ilişkisi bulunmayan Macarlar, bunun olumsuz sonuçlarını halihazırda tarih boyunca yaşadılar. Ancak dünyayı da ayağa kaldıran, geçen yüzyılın tam ortasındaki Sovyet baskını, ondan kısa bir süre önce gerçekleşen Alman işgali kadar keskindi.

Detaylar >>>

2015-01-09

16,474FansLike
639FollowersFollow