2025. Ekim 24.
Türkinfo Blog Oldal 619

Bir sergi, bir kitap: ‘Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler’ – Şefika G. Kamcez

Geçtiğimiz aylarda Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret edenleri burada bir sürpriz bekliyordu. Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler adını taşıyan derli toplu ve başarılı bir sergiyle, aynı adlı bir kitap. Kitapta temel olarak Camlı Köşk’te 2 Mayıs-5 Temmuz 2009 arasında açık kalan sergide yer alan unsurlar, Türk Macar ilişkileri fonunda, sondan başa doğru bir zamandizinsel sıra ile anlatılıyor. Böylece tarih boyunca Türk Macar ilişkilerini, tarihi ya da sanatsal değeri olan objelere bakarak görsel bir zenginlik içinde okumak olanağı doğuyor. Yani siyasi tarihe paralel olarak sanat tarihi de gözler önüne seriliyor. Bilindiği gibi Macarlar ve Türkler’in (bin yıllık eski tarih bir yana bırakılırsa) tanışıklığı Mohaç Savaşı’ndan sonra Osmanlıların Macaristan’a yerleşmesiyle başladı.

Daha sonra çeşitli dönemlerde, Osmanlılar Macar ulusal kahramanlarına kucak açtılar. Kitap boyunca sezdirildiği gibi Türk-Macar ilişkileri bütün bu dönemler boyunca hep bir dostluk havasında geçti. Kitap günümüzdeki Budapeşte Lóránd Eötvös Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümünün kuruluşuyla başlıyor. Avrupa’da Slav, Latin ve Germenler arasında sıkışmış olan Macarlar öteden beri kendi kökenlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Bu çalışmaların sonuçlarından biri olarak, dünyada ilk Türkoloji bölümü 1870’de Budapeşte Üniversitesi’nde bir disiplin haline gelmişti. İkinci bölümde Atatürk döneminde Macaristan’ın Türk inkılâbına bakışı ve heyecanla karşılayışı ele alınıyor. Daha sonra biraz daha geriye gidilerek, 1848-1849 Macar özgürlük savaşçılarından Polonyalı general Bem’in (Murat Paşa) Rus ordusuna yenilip Osmanlı Devleti’ne iltica ettikten sonraki yaşamı ele alınıyor. Osmanlılar tarihte birçok kez olduğu gibi yine bir Macar özgürlük savaşçısına, Murat Paşa’ya da kucak açmışlardı. Sergide orijinali görülebilen ve Sultan Abdülhamid’e Macaristan’dan gönderilen armağan sandığın mahiyeti bol fotoğraflı olarak anlatılıyor. Macar halk sanatında önemli yeri olan ahşap boyamacılık örneği bu av sandığının içi de çeşitli sanat ürünleriyle doludur. Osmanlıların 16. yy.’da fethettiği ve marşlara, şarkılara ilham olmuş Estergon Kalesi’nin sancağına da kitapta yer veriliyor. 16. yüzyıldan kalma, artık parlaklığını oldukça yitirmiş olmakla birlikte, canlı kırmızı renkte olduğu anlaşılan bu sancak 3.20 metre boyunda ve ipek dokuma. Avusturya-Macaristan imparatorunun İstanbul’u 1. Dünya Savaşı yıllarında (1918) ziyareti ayrı bir başlık oluşturuyor. Kitapta anlatılan belgelerde bu ziyaretle ilgili karşılama töreninden yenen yemeklere kadar birçok bilgiyi bulmak mümkün. 1.Dünya Savaşı dönemiyle ilgili olarak, İttifak Devletleri’ni ifade etmek üzere yapılmış çekmeceli ahşap kutu ve anı albümü, hem sergide hem kitapta önemli bir yer tutuyor. Dönemin sanat anlayışını da ortaya koyan bu kutu, padişah V. Mehmet Reşat’a armağan olarak sunulmuştu.

Dolmabahçe sarayı içindeki Abdülmecit Efendi Kütüphanesi’nde yer almaktadır. Bilindiği gibi hem Osmanlılar hem de Macarlar İttifak Devletleri arasında yer alıyordu. Daha sonra 93 Harbi olarak bilinen savaşın öncesinde Macarların Türklere verdiği destek anlatılıyor. Bu kapsamda Dr. Béla Erődi’nin18 Kasım 1876 tarihinde Macar Muharrirleri Cemiyeti’nde yaptığı konuşmaya değiniliyor. Elbette ünlü Macar besteci Béla Bartók’un Anadolu’daki türkü derlemeleri ile Türk ve Macar müzikleri arasındaki kimi melodik benzerlikler de kitapta önemli bölümlerden birini oluşturuyor. Bartok 1936’da Adnan Saygun’un davetlisi olarak Anadolu’yu gezmiş, incelediği 90 ezgiden 20’sinin Macar müziklerine çok benzediğini bulmuştu. Bu kitapla daha önce Türk Macar Dostluk Derneği’nin yayınladığını gördüğümüz Türkçe-Macarca çift dilli kitaplara bir yenisi eklenmiş oluyor. Macaristan’la ticari ilişkisi nedeniyle Macarca öğrenmeye çalışan bir arkadaşım en büyük yararı çift dilli kitaplardan gördüğünü söylemişti. Zira, ders aldığı kişinin öğrettiği Macarca standart Macarca olmadığından, başına birkaç tatsız ve komik olay gelmiş Macaristan’da. Ancak ben kendi adıma Macarca bilmediğim için kitabın Macarca bölümleri hakkında bir fikir edinemediğimi belirtmeliyim. Ancak en azından Türkçe bölümlerinin büyük bir bilimsel titizlikle hazırlandığını söyleyebilirim. Bu bol resimli ve temiz baskılı kitap, konuya ilgi duyanlar ve sergiyi kaçıranlar için biçilmiş kaftan. ………………………………

Türk – Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler: Fejezetek A Török – Magyar Kapcsolatok Törteneteböl TBMM Milli Saraylar Yayınları Hazırlayan: T. Cengiz Göncü İstanbul 2009, 20×27.5 cm, 303 sayfa

Şefika G. Kamcez

Yüzyılın çalkantılarının sembolü bir Macar

Bolivya’da geçen günlerde darbe hazırlığı yapan bazı radikal sağcıların güvenlik güçleri tarafından kaldıkları otelde öldürüldükleri açıklandı. Haberi daha da ilginç kılan baskında öldürülenlerden birinin Macar olmasıydı. Dünyanın iki farklı coğrafyasını birleştiren gelişmeleri Macaristan’dan Tarık Demirkan anlatıyor:

Orta Avrupa’nın Macaristan’ını, Latin Amerika’nın Bolivya’sıyla dünya haber bültenlerinde yan yana getiren acaba nedir? İşte şimdi anlatacağımız öykü, küreselleşen dünyamızda her şeyin birbirine nasıl süratle bağlandığının ilginç bir örneği. Latin Amerika’nın 8 milyon nüfuslu ülkesi Bolivya’da geçenlerde Cumhurbaşkanı Evo Morales hükümetine darbe hazırlıkları yapan bazı radikal sağcıların güvenlik güçleri tarafından öldürüldükleri açıklandı. Sosyalist cumhurbaşkanına radikal sağcılar suikast hazırlıyorlardı. Bu haber, Latin Amerika’nın çalkantılı siyasi gelişmeleri içinde belki fazla bir ilgi uyandırmayabilirdi. Ama ilginç olan, bu baskında öldürülenlerin ikisinin Macar, birinin de İrlandalı olmasıydı. Evo Morales’e karşı suikast ve darbe hazırlıklarını organize ederken öldürüldüğü iddia edilen ekibin lideri Eduardo Rozsa Flores’ti. Dünyanın iki farklı coğrafyasında bulunan Macaristan ve Bolivya işte onun şahsında buluşmuşlardı. Bolivya’da bir otelde güvenlik güçleri tarafından öldürülen Eduardo Rozsa Flores’in hayat öyküsü aslında yirminci yüzyılın son çeyreğinin tüm önemli gelişmelerinin bir özeti gibi.

Eduardo, Macar Yahudisi ressam bir babanın ve İspanyol asıllı öğretmen bir annenin Latin Amerika’daki evliliklerinin çocuğuydu ve Bolivya’da doğmuştu. Aile 1970’li yıllara kadar Şili’de yaşamış, Salvador Allende’ye karşı yapılan kanlı darbenin ardından, binlerce diğer mülteci gibi Avrupa’ya kaçmıştı. Bolivya ve Macaristan vatandaşı olan Eduardo, Budapeşte’de üniversiteyi bitirdikten sonra gazeteciliğe başlamıştı. O yıllar Doğu Avrupa’da güç dengelerinin hızla değiştiği yıllardı. Berlin Duvarı yıkılmış, Yugoslavya parçalanma sürecine girmişti. Bu dönüşüm Eduardo’nun dünya görüşünü de değiştirecekti. Bir zamanlar kendini, babası gibi komünist olarak tanımlayan ve çocukluğunda Şili’de duvarlara Allende’yi destekleyen sloganlar yazmakla övünen Eduardo artık anarşistti.

Yugoslavya’da savaş muhabirliği yapıyor, İspanyol gazete ve dergilerine Sırpların acımasız savaşı üzerine haberler geçiyordu. Ama Eduardo’nun hamuru, dünyaya sadece seyirci olmak için yoğrulmamıştı. Sırp milislerinin gaddarlığına tanık olduğu bir gün, kalemi bırakıp eline makinalı tüfek aldı. Hırvatların yanında, Sırplara karşı savaşan uluslararası bir tugay kurdu. Ve savaş bittiğinde Eduardo artık Hırvat ordusunun bir binbaşısıydı. Savaştaki üstün hizmetleri nedeniyle Hırvatistan vatandaşlığıyla da ödüllendirilerek, Hırvat ordusunu bırakıp Macaristan’a geri döndü. Aradan geçen yıllar, onun dünyasını yine değiştirmişti: Eduardo artık Müslüman olmuştu. Savaşın tarif edilemez acımasızlığını taşıyamayan yüreği, onun anlatımıyla, her zaman olduğu gibi yine ezilenden yana tavır almıştı. Bu yüzden Bosna’da Müslümanlara yapılanlar nedeniyle Müslüman olduğunu söylüyordu. Eduardo Rozsa Flores Macaristan’da küçük bir köye yerleşip, erken emekliliğini yaşamaya başladı. Müslümanlığın yanı sıra, artık radikal sağcı olduğunu da söylüyordu. Küçük bir bağda şarap yetiştiriyor, blog yazıyor, şiirlerini yayınlıyor, kendi hayatını ve Yugoslav iç savaşını konu alan filmler çeviriyor ve Macar Müslümanlar cemiyetinde çalışıyordu.

Ama dünyadaki çalkantılar onun ruhunda da fırtınalar estirmeye devam ediyordu. Latin Amerika’da Sosyalist hareketlerin başarısı, onun hayatı için ilginç bir final hazırlıyordu: Che Guevara hayranı bir komünist olarak ayrıldığı Latin Amerika’ya Sosyalist düşmanı bir radikal sağcı olarak dönecekti… Nerden geldiği bilinmeyen bir teklif, onu Bolivya’da Evo Morales’e karşı askeri bir ayaklanma, bir darbe hazırlamak için Latin Amerika’ya sürükledi. Ve ardından da yanındaki çekirdek kadrosuyla birlikte, aynen çocukluk kahramanı Che Guevera gibi, büyük bir ihtimalle ihanetler sonucu öldürüldü.

Oradan oraya sürüklenerek tamamladığı yarım yüzyıla bile varmayan hayatında, üç ülkenin de vatandaşı olmuş, ama yerküreyi memleket olarak görmüştü. Büyük devletler arasındaki dev kapışmalarda seyirci olmayı reddeden bir karakterdi Eduardo Rozsa Flores. Başına buyruk kişiliği, tam da bu nedenle ünlü Macar film yönetmeni Jancso Miklos’un dediği gibi, yüzyılımızın çalkantılarının bir sembolüydü. Ölümü ardından, yaşadığı küçük köyde Müslüman, Hıristiyan ve dinsizlerin ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir törenle anıldı.

Tarık Demirkan – BBC

Béla Lugosi: Drakula’yı canlandıran ölümsüz aktör

Doğum adı: Béla Ferenc Dezső Blaskó Diğer adları: Arisztid Olt Doğum tarihi: 20 Ekim 1882 Doğum yeri: Lugos Avusturya-Macaristan (şimdiki Lugoj Romanya) Ölüm tarihi: 16 Ağustos 1956 (73 yaşında) Ölüm yeri: Los Angeles California ABD Önemli rolleri: * Kont Dracula – Dracula * Dr. Vitus Werdegast – The Black Cat * Ygor – Son of Frankenstein Béla Lugosi (d. 20 Ekim 1882 – ö. 16 Ağustos 1956)Macar tiyatro oyuncusu ve korku filmi aktörüdür. Bram Stoker’ın klasikleşmiş vampir öyküsü Dracula’nın 1927 tarihli Broadway prodüksiyonunda ve ardından çevrilen 1931 tarihli film versiyonunda oynadığı Kont Dracula rolü ile ün kazanmış sonraki kariyeriyle sembolleşmiştir.

Gençliği Lugosi Paula de Vojnich ile fırıncı olan István Blasko’nun dört çocuğunun en küçüğü olarak o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içindeki Lugos’da (şimdi Romanya’daki Lugoj) doğdu. Asıl adı Béla Ferenc Dezső Blaskó idi. Katolik bir aile içinde büyüdü. Lugosi oyunculuk kariyerine tiyatroda başladı Shakespeare oyunlarında ve başka önemli rollerde oynadı. Macar sessiz filmlerinde Arisztid Olt takma adıyla rol aldı. I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan ordusunda piyade teğmen olarak görev aldı. 1917’de Ilona Szmick ile evlendi ancak eşinin ailesiyle yaşadığı siyasi fikir ayrılıkları sebebiyle 1920’de boşandı. İlk Filmleri Lugosi ilk olarak 1917 tarihli Az ezredes (İngilizce ismi The Colonel (Albay)) isimli filmde rol aldı. Almanya’ya gitmeden önce Macaristan’da 1917 ile 1918 arasında on iki filmde oynadı. Béla Kun’un kurduğu Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin 1919’da yıkılmasının ardından sol görüşlü kişiler ile sendikacılar korumasız hale gelmişti. Bir oyuncu sendikasının kuruluşunda yer almış olan Lugosi’nin de filmlerde oynaması yasaklandı. Almanya’da sürgündeyken az sayıda ancak iyi tepkiler alan filmlerde oynadı. Bunların arasında kötü şöhretli Yahudi aktrist Dora Gerson ile birlikte oyadığı Karl May’ın romanlarından uyarlanmış Auf den Trümmern des Paradieses (Cennetin Eşiğinde) ve Die Todeskarawane (Ölüler Kervanı) gibi filmler de vardı. Lugosi Ekim 1920’de Amerika’ya yerleşmek amacıyla Almanya’yı terk etti ve aralık ayında yasa dışı yollardan New Orleans’a girdi. Mart 1921’de Ellis Island’da yasal kontrole tabi tutuldu. Amerika’ya vardığında boyu 185 m. ağırlığı 82 kg. olan Lugosi bir süre işçi olarak çalıştı. Daha sonra New York’taki Macar göçmenlerinin kurduğu tiyatroya girdi.

Amerika’daki ilk önemli rolünü 1923’te J. Gordon Edwards’ın yönettiği The Silent Command (Sessiz Emir) melodramında Edmund Lowe ve Carl Harbaugh ile birlikte oynadı. Lugosi 1929’da San Francisco’lu zengin bir dul olan Beatrice Weeks ile evlenip üç gün sonra boşanınca Hollywood sosyetesinde ve skandallarında yer buldu. Weeks’e göre Lugosi’nin Clara Bow ile ilişkisi vardı. Bram Stoker’ın Dracula romanından Hamilton Deane ve John L. Balderston tarafından yapılan tiyatro uyarlamasında Lugosi başrolü aldı. Horace Liveright’ın yapımcılığını üstlendiği oyun başarılı oldu. Sahnedeki eleştirel övgü alan oyunculuğuna rağmen Lugosi Universal Pictures oyunun haklarını satın alıp 1930’da bir film prodüksiyonu üzerinde çalışmaya başladığında Drakula rolü için ilk düşünülen aktör değildi. Sürüp giden söylentilere göre Universal’in Drakula rolü için ilk tercihi sessiz film aktörü Lon Chaney’di ancak Chaney’in yapımdan hemen önce ölmesi sebebiyle rolü Lugosi aldı. Aslında Chaney’in Metro-Goldwyn-Mayer ile 1925’ten beri devam eden uzun süreli bir sözleşmesi vardı ve stüdyo aktörün Universal’in yapımında rol almasına olumlu bakmıyordu.

Filmi yöneten Browning Chaney ile pek çok projede birlikte çalışmıştı hatta Chaney’in son beş filminin dördünü yönetmişti. Bu durum da Universal’in ilk tercihinin Chaney olduğu iddiasını destekliyordu. Ancak Browning filmi çekmesi düşünülen asıl yönetmen olan Paul Leni’nin ölümü üzerine son anda verilen bir kararla yönetmen seçilmişti. Gerçekte Universal’in rol için ilk tercihi muhtemelen stüdyonun 1928 tarihli filmi The Man Who Laughs’daki rolüyle beğeni toplayan Conrad Veidt’ti. Dracula filminin 1931’deki başarısının ardından Lugosi Universal ile sözleşme imzaladı. 26 Haziran 1931’de de Amerikan vatandaşlığını elde etti. 1933’te üçüncü eşi Lillian Arch ile evlendi. Bela G. Lugosi adında bir oğulları olan çift 20 sene sonra 1953’te boşandı. Tek Rip Roller Lugosi Dracula ile aynı yıl çekilen Frankenstein filminde oynamayı kabul etmedi. Ağır makyaj ile oynanacak olan ve çok az diyaloğa sahip canavar rolünde oynamak istemediği için filmin yönetmeni James Whale tıpkı daha sonra Bride of Frankenstein filmindeki Dr. Pretorius rolünde olacağı gibi Lugosi’nin rolünü Boris Karloff’a verdi. Söylentilere göre aktör ile yönetmen arasında canavarın nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin görüş ayrılığı vardı. Lugosi canavarın Shelley’nin kitabındakine daha yakın bir çizgide diyaloğa sahip olacak şekilde yorumlanması gerektiğini düşünüyordu.

Son dönemde ortaya çıkarılan bir kupür albümünde Lugosi’nin filmde Boris Karloff ile birlikte rol alacağı belirtiliyordu. Bu durum Lugosi’nin filmde canavarı değil Dr. Frankenstein’ı canlandıracağını düşündürmektedir. Ancak yine aynı albümden anlaşıldığı üzere canavarı oynayacak olan Lugosi kendinde yeterli fiziksel kuvveti bulamadı ve stüdyodan başka bir rol istedi. Böylece Frankenstein canavarı rolü Karloff’a verilirken Lugosi de Murders in the Rue Morgue filminde rol aldı. Frankenstein rolü ile bir anda yıldızlaşan Karloff ileriki yıllarda Lugosi’nin en büyük rakibi olacaktı. İkili The Black Cat (1934) The Raven (1935) Son of Frankenstein (1939) (ve ufak cameo rolleriyle yer aldıkları Gift of Gab (1935) gibi pek çok Universal filminde birlikte rol aldı. Rollerinin büyüklüğünden bağımsız olarak afişlerde Lugosi’nin ismi her zaman Karloff’un ardından ikinci sırada yer aldı.

Lugosi’nin Karloff’a karşı tavrı hakkında çeşitli söylentiler vardır. Kimine göre Lugosi Karloff’un uzun süreli başarısını ve korku filmleri haricinde de roller alabilmesini kıskanıyordu. Başka söylentilere göre ise iki aktör en azından bir süre için iyi arkadaş olmuşlardı. Karloff’un bir röportajında belirttiğine göre Lugosi birlikte oynamaya başladıkları ilk dönemde ona güvenmiyordu. Ancak zaman geçtikçe araları düzeldi ve birlikte dostça çalışmaya başladılar. Çok az makyajla ve ağır aksanlı doğal sesiyle canlandırdığı Drakula rolünün ardından Frankenstein rolünü oynayamayan Lugosi daha sonraki kariyerinde Murders in the Rue Morgue The Raven ve Son of Frankenstein gibi Universal yapımı filmler ile White Zombie gibi bağımsız korku filmlerindeki kötü adam karakterlerinden ibaret olan birbirine benzer rollerde oynadı. İmajının bir parçası haline gelen aksanı aynı zamanda oynayabileceği rolleri de kısıtlamaktaydı.

Lugosi’ye The Black Cat (1934) ve The Invisible Ray (1936) filmlerinde kahraman rolleri ile bir macera serisi olan The Return of Chandu’da romantik bir rol verildi ancak üzerindeki tek tip karakter etkisi bu rollerde başarılı olmasını engelledi. Kendisi gibi Macar asıllı olan Peter Lorre ve Paul Lukas’ın aksine Lugosi’nin aksanı oldukça belirgindi ve bu durum da ona çok çeşitli rollerin teklif edilmesini engelliyordu. Kariyer Gelişimi 1930’ların ortasında Lugosi’nin kariyeri birkaç sebepten dolayı kötüye gitti. 1936’da Universal’ın yönetimi değişti ve İngiltere’de korku filmlerine getirilen bir yasaklama sonucunda stüdyo bu filmleri prodüksiyon takviminden çıkardı. Lugosi kendini korku harici filmlerin çekildiği B filmi departmanında buldu. Burada sadece isminin popülerliği için kendisine verilen ufak rollerde oynadı. Universal’ın büyük filmlerde daima rakibi Karloff’u seçmesi sebebiyle Lugosi kariyerindeki düşüşü durdurabilmek ve başrol oynayabilmek için Nat Levine Sol Lesser ve Sam Katzman gibi bağımsız yapımcıların tekliflerini kabul etmek zorunda kaldı. Bu düşük bütçeli korku filmlerinde rol alması Lugosi’nin o dönemde oynadığı roller bakımından Karloff kadar seçici davranamadığını göstermekteydi. Kendsine sanatsal olarak bir fayda sağlamayan bu filmler aktörün en azından maddi açıdan daha rahat etmesini sağlıyordu.

Yine de 1938’de tek çocuğu Bela George Lugosi doğduğunda o sırada tiyatroda çalışmakta olan Lugosi hastane masraflarını ödeyebilmek için Aktörler Fonu’ndan borç almak zorunda kalmıştı. 1939’da Universal’ın Son of Frankenstein filmiyle birlikte kariyerindeki ikinci önemli şansı yakaladı. Bu filmde ağır makyajlı ve sakallı olarak kurnaz kambur Ygor rolünde oynadı. Lugosi aynı yıl büyük bir yapımda da rol alma şansını elde etti. Greta Garbo’nun rol aldığı MGM tarafından çekilen komedi filmi Ninotchka’da düz bir karakter rolü olan sert bir komiseri canlandırdı. Bu küçük ama prestijli rol aktörün kariyerinde bir dönüm noktası olabilirdi ancak Lugosi aradan daha bir yıl geçmeden yeniden Hollywood’un Sefalet Sokağı’na dönmüştü ve Sam Katzman’ın filmlerindeki başrolleri oynamaya başlamıştı.

Korku komedi gerilim ya da gizem türlerindeki bu B filmleri Monogram Pictures tarafından gösterime sürülmekteydi. Universal’da ise Lugosi yardımcı rollerde yer alıyor ve bu tür roller için verilen en yüksek ücreti alıyordu. Örneğin The Gorilla filminde Patsy Kelly’nin komedi ortağı olarak rol aldı. Lugosi muhtemelen askerlik görevi sırasındaki yaralanmalarının sonucu olarak ağır ve kronik siyatik hastalığına yakalandı. Önceleri kuşkonmaz suyu gibi doğal ağrı kesicilerle idare edebilirken daha sonraları doktorlarının verdiği afyonlu ilaçları kullanmak zorunda kaldı. Ağrı kesici ilaçlara özellikle de morfin ve metadona olan bağımlılığı arttıkça kendisine yapılan rol teklifleri de azalmaya başladı. Lugosi 1943’te Universal yapımı Frankenstein Meets the Wolfman filminde sonunda Frankenstein canavarı rolünü oynadı (serinin bir önceki filmi olan The Ghost of Frankenstein’da canavarı oynayan Lon Chaney Jr’ın seslendirmesini Lugosi yapmıştı çünkü bu filmde Ygor’un beyni canavara aktarılmıştı).

Lugosi filmde artık diyaloğu olan Ygor’un aklına sahip ama kör olduğu için el yordamıyla hareket eden canavarı canlandırdı. Ancak filmin gösterime giren halinde canavarın tüm konuşmaları ve kör olduğuna dair bölümler çıkartılmıştı. Bu yüzden filmde canavar bir sakat gibi hareket etmek ve ses çıkaramamasına rağmen dudaklarını oynatmak gibi anlamsız hareketler yapıyordu. Lugosi bu filmin ardından 1948’de Abbott and Costello Meet Frankenstein filminde yeniden Drakula’yı canlandırdı. Bu filmin çekileceği dönemde Lugosi’nin ilaç bağımlılığı o kadar yayılmıştı ki yapımcılar onun hayatta olup olmadığından emin değillerdi ve bu rol için ilk önce Ian Keith ile anlaşmışlardı. Abbott and Costello Meet Frankenstein Béla Lugosi’nin son “A” filmi oldu. Bundan sonra Lugosi az bilinen düşük bütçeli filmlerde gittikçe daha da azalan sıklıkta rol aldı. 1950’lerin başında bazı özel gösterilerde yer aldı ve İngiltere’deki bir oyundaki rolü de dahil olmak üzere çeşitli sahne çalışmaları yaptı. İngiltere’de bayağı bir komedi olan Mother Riley Meets the Vampire(diğer adlarıylaVampire over London ya da My Son the Vampire) isimli filmde de rol aldı. Amerika’ya döndükten sonra verdiği bir televizyon röportajında Lugosi “Artık korkunç adam benim” sözleriyle birlikte daha fazla komedi filminde yer almak istediğini açıkladı.

Bu sözler üzerine bağımsız yapımcı Jack Broder Lugosi’ye bir cengelde geçen Bela Lugosi Meets a Brooklyn Gorilla filminde rol verdi. Bir başka komedi rolü ihtimali de Red Skelton’ın CBS’deki programında yayınlanacak bir skece Lugosi’yi davet etmesiyle ortaya çıktı. Lugosi bu skeç için rolünü ezberlemişti ama canlı yayın sırasında Skelton doğaçlama yapmaya başlayınca kafası karıştı. Bu olaya Martin Landau’nun Lugosi’yi canlandırdığı Tim Burton’ın Ed Wood filminde de yer verildi. Filmde olayın hangi komedyenin programında geçtiği belirtilmedi ama olaylar gerçekleştiği şekilde akratıldı. Lugosi hayranı olan film yapımcısı Ed Wood fakirlik sınırında yaşayan unutulmuş Lugosi’yi hayatının sonlarına doğru yeniden buldu ve Glen or Glenda ya da Dr. Frankenstein benzeri deli bir bilim adamını canlandırdığı Bride of the Monster gibi filmlerde başrol oynamasını sağladı.

İkinci filmin yapım sonrası çalışmaları devam ederken Lugosi bağımlılığından kurtulmak için tedavi olmaya karar verdi ve filmin Page Rankömiyer gelirinin onun hastane masraflarını karşılamak için kullanılacağı söylendi. Kitty Kelley’nin yazdığı Frank Sinatra biyografisine göre Sinatra Lugosi’nin sağlık sorunlarını öğrenince ona maddi destek sağladı ve aktörü hastanede ziyaret etti. Sinatra’yı tanımayan Lugosi bu olay karşısında oldukça şaşırmıştı. Plan 9 from Outer Space filminin ilk DVD’lerinde yer alan doğaçlama bir söyleşide Lugosi 1955’te tedavi merkezinden nasıl çıktığını anlatır. Lugosi bu söyleşide ayrıca The Ghoul Goes West isimli yeni bir Ed Wood filminde rol alacağından bahseder. Bu film Wood’un The Phantom Ghoul ve Dr. Acula gibi gerçekleşmeyen pek çok projesinden biriydi . Wood bu proje için ünlü Drakula kostümünü giymiş olan Lugosi’nin bir banliyö mezarlığında ve Tor Johnson’ın evi önünde doğaçlama görüntülerini kaydetti. Bu görüntüler daha sonra Plan 9 from Outer Space filminde kullanıldı.

Lugosi 1955’te beşinci eşi Hope Linninger ile evlendi. Tedavisinin ardından son filmini 1955’te çevirdi. Bel-Air Pictures tarafından çekilen The Black Sleep isimli bu film 1956 yazında Lugosi’nin de katıldığı pek çok özel tanıtım gösterimleriyle United Artists tarafından gösterime sokuldu. Lugosi bu filmde de hiç diyaloğu olmayan dilsiz bir adamı canlandırıyordu. Ölümü ve Ölüm Sonrası Rolleri Lugosi 73 yaşındayken 16 Ağustos 1956’da Los Angeles’daki evinde bir kanepede yatarken öldü. Söylentilere göre öldüğü anda elinde Ed Wood’unfilm projelerinden biri olan The Final Curtain’ın senaryosu vardı. Lugosi oğlunun ve beşinci eşinin isteği üzerine ünlü Drakula kostümlerinden birini giymiş olarak Culver City California’daki Holy Cross Mezarlığı’na gömüldü. Genel kanının aksine Lugosi bu elbise içinde gömülmeyi vasiyet etmemişti. Béla Lugosi Jr daha sonra defalarca bu fikrin kendisine ve annesi Lillian’a ait olduğunu belirtti. Lugosi’nin rollerinden biri de ölümünden sonra gösterime giren Ed Wood filmi Plan 9 from Outer Space’deydi. Bu filmde Lugosi’nin daha önce çekilmiş görüntüleri bir dublörün görüntüleriyle birleştirilerek kullanıdı. Ed Wood bu görüntüleri finansal destek bulamadığı için iptal ettiği bir film projesi için çekmişti.

Wood Plan 9’ı çekerken senaryoyu Lugosi’nin bu görüntülerini içerecek şekilde yazdı ve gerekli ek görüntüler için bir dublör kullandı. Lugosi’den daha zayıf olan bu dublör göründüğü her sahnede Lugosi’nin Abbott and Costello Meet Frankenstein filminde yaptığı gibi gözlerinden aşağısını peleriniyle kapattı. Etkileri 1979’da Lugosi – Universal Pictures Davası’nın sonucunda Kaliforniya Yüksek Mahkemesi Bela Lugosi’nin kişilik haklarının telif hakları gibi mirasçılarına aktarılamayacağına hükmetti. Mahkeme bir ünlünün şöhretinden ve görsel imajından kaynaklanan hakların kişinin ölümüyle birlikte sona ermiş olacağına karar verdi. Tim Burton’ın 1994 yapımı biyografik filmi Ed Wood’da Lugosi ile Wood’un ilişkisi de anlatıldı. Filmde Lugosi’yi canlandıran Martin Landau yardımcı erkek oyuncu dalında Akademi Ödülü kazandı. Lugosi’nin oğlu Bela G. Lugosi filmi daha görmeden babasının filmdeki varlığına itiraz etti. Ancak Landau ile yaptığı uzun görüşmeler sonrasında Landau’nun şirketinde filmi izledi ve Landau’nun filmdeki oyunculuğuyla babasını onurlandırdığını söyledi.

Lugosi aslında filmde canlandırıldığı kadar çok küfretmiyordu ve Plan 9 filminin afişinde ilk sırada değil konuk yıldız olarak Tor Johnson ve Vampira’nın ardında yer almıştı. Yine Ed Wood hakkındaki The Worst (En Kötüsü) isimli müzikal için Amerikalı mizahçı şarkı yazarı ve yazar Josh Allan Friedman Bela Lugosi ve Bela’s Funeral Dirge (Bela’nın Cenaze Ayini) isimli iki şarkı hazırlandı. Lugosi’nin adı ayrıca The Kinks’in Celluloid Heroes isimli şarkısında da yer aldı. 1979’da gothic rock grubu Bauhaus Bela Lugosi’s Dead isimli bir şarkı yaptı. Voltaire’in Vampire Club isimli şarkısında “Bela Lugosi yaşan bir ölüdür” sözleri yer aldı. Alman müzisyen Bela B. de sahne ismini Lugosi’den ilhamla seçti. Sanal bir müzik grubu olan Mistula’nın bir üyesine Bella Lugosi adı verildi. 2006’da İngiliz rock grubu The Jalapeños “Go Ape!” isimli albümde “For Bela” ve (Ed Wood filmleri hakkındaki) “Hubcaps Over Hollywood” isimli şarkılara yer verdi. Bu albümün kapağında aktörün bir resmini kullanmak için Lugosi Jr.’a başvuran grup bunun için ödeme yapılması gerektiği cevabını aldı. Hollandalı müzik grubu Outerspace Overdose da Pull the string albümlerindeki Disco Bloodbath isimli şarkıda Lugosi’nin Glen or Glenda filmindeki repliklerini kullandı.

Lugosi’nin üç filminden parçalar kült televizyon dizisi Mystery Science Theater 3000’da yer aldı. The Corpse Vanishes 105. bölümde The Phantom Creeps serisi programın 2. sezonu boyunca Ed Wood yapımı Bride of the Monster 423. bölümde kullanıldı. Sledge Hammer dizisinin de Last of the Red Hot Vampires isimli bölümü Béla Lugosi’ye saygı bölümü olarak hazırlandı. Bölümün sonuna Mr. Blaskó’ya adandığı yazıldı. Lugosi’nin Dracula tasviri Susam Sokağı’ndaki Count von Count karakterinin esin kaynağı oldu. 2001’de BBC Radyo 4’te Lugosi’nin üzerine yapışmış olan tek tip rollerden kurtulma çabasını anlatan There Are Such Things isimli bir radyo oyunu yayınlandı. Oyuna Dracula Cemiyeti tarafından en iyi dramatik sahneleme dalında Hamilton Dean Ödülü verildi. Lugosi’nin 1931 tarihli Dracula filminde giydiği pelerinlerden biri Universal Stüdyoları’nda halen saklanmaktdır. Aktör Hollywood Yıldızlar Geçidi’nde bir yıldıza sahiptir (6340 Hollywood Bulvarı). Ayrıca bir heykeli Budapeşte’deki Vajdahunyad Kalesi’ne dikilmiştir.

Macarların milli gururu “Dosi”

Küçük İngiliz safkan tay, o açık arttırmada başka kimsenin ilgisini çekmemiş ve birkaç bin Euro gibi, yarış atları piyasasında bedava sayılabilecek bir bedelle Macar’ın elinde kalmıştı.

Geçenlerde on yaşındaki kızım, “Baba, hafta sonunda at yarışına gidelim” dediğinde şaşkınlıktan yüzüne bakakalmıştım. Evet, atları çok sevdiğini biliyordum, ama at yarışları hobilerimiz arasında değildi ve kızımın bunu sıradan bir hafta sonu programı gibi söylemesini garipsemiştim. Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalı ki, gülerek “Neden öyle şaşırdın? Hafta sonu Dosi Avrupa’nın en iyi atlarıyla yarışacak ve elbette yine kazanacak!” dedi. Evet, Dosi’yi, Macarların övünç kaynağı yarış atının öyküsünü elbette biliyordum. Amatör bir şekilde yarış atlarıyla da ilgilenen bir Macar yatırımcı, İngiltere’de bir açık arttırmada görmüştü Dosi’yi.

Küçük İngiliz safkan tay, o açık arttırmada başka kimsenin ilgisini çekmemiş ve birkaç bin Euro gibi, yarış atları piyasasında bedava sayılabilecek bir bedelle Macar’ın elinde kalmıştı. Macar yatırımcının kızının Overdose adını verdiği, ama daha sonra halkın dilinde adı “Dosi” diye kısaltılan tay, tam bir masallardaki çirkin ördekti! Uzun biçimsiz bacakları, kaslı sayılmayacak gövdesi, kocaman başı, yani hiç güven vermeyen vücudu zaman içinde değişmiş ve ortaya fırtına gibi koşan bir at çıkıvermişti. Dosi birkaç koşuda sıradan bir at olmadığını kanıtlamıştı! Kimlerle koşarsa koşsun, en az 3 boy farkla kazanıyordu! Yarış başladığında hemen öne geçiyor ve sonuna kadar da kimsenin kendini geçmesine izin vermiyordu! Macaristan’daki birkaç koşuda dikkatleri üzerine çeken harika at, ardından da sırayla Avrupa’nın derbilerinin birinci ismi oldu! On yedi büyük yarışta start aldı ve on yedisini de kazandı! Bu arada atın değeri de, birkaç bin eurodan bir milyon euroya fırlamıştı. Yorumcular Dosi’nin koşu stilini analiz etmeye, rakip atların çalıştırıcıları da Dosi’ye karşı önlemler almaya çalışıyorlardı. Ama Dosi sadece yarış sahalarında ve at severler arasında gündeme damgasını vurmakla kalmamıştı. Harika at iki komşu ülke olan Macaristan ve Slovakya arasında da tartışmalara yol açmıştı.

Macarlar harika “Macar atıyla” gurur duyadursun, Slovaklar da Dosi’yi sahiplenmeye başladılar. Ünlü tayın diğerlerini fersah fersah geride bıraktığı bir yarışın ardından Slovak basını “Slovakya’nın ünlü atı Dosi yine birinci” manşetini atınca, “Dosi kimin?” tartışması iki ülke kamuoyunu karşı karşıya getirdi. Slovaklar, “At bizimdir” tezlerini, Dosi’nin sahibinin Slovakya vatandaşı olmasına bağlıyorlardı. Evet bu doğruydu, ama atın sahibi Macar asılıydı. Macaristan’da yaşıyor ve yatırımlarını Macaristan’da yapıyordu. En önemlisi de, Dosi Macaristan’daki bir harada tutuluyor ve yarışlara burada hazırlanıyordu. Yani, ulusal gururlarına çok hassas Macarlara göre Slovaklar, bir tür rakı olan “palinka” ya da ünlü şarap markası “Tokaji” gibi şimdi de bir başka Macar markasını, Dosi’yi sahiplenmeye çalışıyorlardı.

İşte, kızım tarafından bana hatırlatılan ve sonunda bizim de gittiğimiz Budapeşte koşusu da böyle bir ortamda gündeme gelmişti. Macarların ulusal duygularının göklere çıkarılmasında ilginç bir yöntem de rol oynamıştı: Budapeşte derbisi, isteyen herkesin ücretsiz girip seyredebileceği ulusal bir etkinlik haline getirilmişti. Radyolar, televizyonlar, gazeteler, bültenler günlerce Dosi’yle başlayıp, Dosi’yle bitmişti. Sonunda bu yarışı da, beklendiği gibi, 4 boy farkla, harika at Dosi kazandı. On beş bin kişinin hınca hınç doldurduğu Budapeşte hipodromunda, yarışın sonunda, Dosi, sırtında mutlu jokeyi ve yanında sahibiyle şeref turu atarken, Macarlar da dünyayı dize getirmişçesine kıvançlıydılar! Çevreyi kuşbakışı gören basın locasının yanında, VIP tribününde, kerli ferli beyler ve operaya gider gibi giyinmiş süslü hanımlar vardı. VIP tribünündeki siyasetçilerin, işadamlarının, Macar sosyetesinin ve biraz aşağıdaki çoluk çocuk, genç yaşlı halkın temsilcilerinin gözlerindeki ışıltı aynıydı. İşte bir kez daha Macar ulusunun adının Avrupa gündemine yazdırılmasına tanık olmuşlardı.

Sevinçlerinin nedeni buydu Dosi’ye gelince: O kadın erkek, genç yaşlı, zengin fakir demeden bir ulusu bütünleştiren bir sembol olduğunun farkına bile varmadan, yerden bir tutam ot koparmaya çalışıyordu. Yarışı en önde bitirmenin ardından bunu hak ettiğini düşünüyor olmalıydı.

Tarık Demirkan – BBC

György Lukács

Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir.

d. 13 Nisan 1885, Budapeşte – ö. 4 Haziran 1971, Budapeşte, Macaristan, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da komünist öğretim gelişmesini etkilemiş olan Macar Marksist düşünür ve edebiyat eleştirmeni. Sanatçıların siyasal denetim altına alınmasına karşı çıkarak hümanizme dayalı bir Marksist estetik kuramı geliştirmiş ve Marx’m sanayi toplumundaki yabancılaşmayla ilgili kuramına katkıda bulunmuştur. Varlıklı bir Yahudi ailesinden geliyordu. Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe öğrenimi gördü. İlk eleştiri yazıları, tiyatro üzerineydi. Bir süre, Macaristan’ın Avrupa’ya açılması gerektiğini savunan Nyugat dergisinde yazdı. Eleştirmen olarak ün kazanmasını sağlayan, denemelerini topladığı A lélek és a Formák (Almanca bas. Die Seele und die Formen, 1911; Ruh ve Biçimler) 1910’da yayımlandı.

Daha sonra Almanya’ya giden Lukács, 1910-14 arasında Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde Yeni-Kantçı felsefecilerden Simmel Windelband ve Rickert’in derslerini izledi. Max Weber ve Ernst Bloch gibi düşünürlerle yakınlık kurdu. 1916’da, Hegel’in felsefi sisteminin etkisini taşıyan roman türünü destandan farklılığı temelinde inceleyen Die Theorie des Romans’ı (1920; Roman Kuramı, ) yazdı. Sonraki yıllarda Marksizmi benimseyen Lukacs 1918’de Macaristan Komünist Partisi’ne girdi.

1919’da Bela Kun’un önderliğinde kurulan kısa süreli Sovyet Macaristan Cumhuriyeti’nde kültür ve eğitim komiserliğini üstlendi. Sosyalist yönetimin yıkılmasının ardından Viyana’ya gitti. On yıl kaldığı Viyana’da Kommunismus dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı, aynı zamanda Macaristan yeraltı hareketiyle ilişkisini sürdürdü. Berlin’de yayımlanan Geschichte und Klassenbewusstsein (1923; Tarih ve Sınıf Bilinci) adlı yapıtında Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşlerini geliştirdi ve sanatta biçimin gelişimini sınıf mücadelesi tarihine bağlayarak edebiyat kuramının da temellerini oluşturdu. Blum takma adıyla yazdığı ve Macar toplumunun özelliklerinden yola çıkarak siyasal mücadele olanaklarının değerlendirdiği “Blum Tezleri” Macar Komünist Partisi’nin 1929’daki kongresi ve Komintern tarafından reddedilince, buradaki görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sonraki edebiyat eleştirilerinde de 19. yüzyılın önde gelen gerçekçi burjuva romancılarına duyduğu yakınlık nedeniyle resmi Sovyet öğretisi toplumcu gerçekçiliği savunanların eleştirilerine hedef oldu.

1929-33 arasında Berlin’de yaşadı. Bu ara da 1930-31’de kısa bir süre Moskova’daki Marx-Engels Enstitüsü’ne devam etti. 1933’te Berlin’den ayrılarak çalışmalarını Felsefe Enstitüsü’nde sürdürmek amacıyla yeniden Moskova’ya gitti. 1945’te Macaristan’a dönerek parlamento üyesi ve Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü oldu. 1956’da İmre Nagy hükümetinin kültür bakam olarak Macar Ayaklamnası’nın önemli kişilerinden biriydi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra tutuklanarak Romanya’ya sürüldü. 1957’de önceki görev ve konumlarından uzaklaştırılmış olarak Budapeşte’ye dönmesine izin verildi. Daha sonra bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırdı. 30’dan fazla kitabı, yüzlerce deneme ve ders notu bulunmaktadır. Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir. Marksist edebiyat anlayışının temel yapıtlarından sayılan kitapları daha çok roman turu , özellikle de 19. yüzyılın gerçekçi romanları üzerinedir.

Essays über Realismuz (1948; Gerçekçilik Üzerine Denemeler), Der russische Realismus in der Weltlite ratur (1952; Dünya Edebiyatında Rus Gerçekçiliği) ve Deutsche Realisten des 19. Jahr hunderts (1952; 19. Yüzyıl Alman Gerçekçileri) bunlar arasındadır. Lukács’ın öteki önendi yapıtları arasında Lenin (1924; Lenin’in Düşüncesi, 1979), A törttinelmi reg (1947; Almanca bas. Der historische Roman, 1955; Tarihsel Roman), Die Eigenart des Asthetischen (1962; Estetik, 1978, 1988) ve Der junge Marx (1965; Genç Marx) ile Goethe, Hegel ve Thomas Mann üzerine kitapları sayılabilir. Lukács’ın 19. yüzyıl gerçekçi romancılarını inceleyen bazı yazıları Türkçede Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı (1969, 1986) ve Avrupa Gerçekçiliği (1977, 1987) adlı kitaplar içinde toplanmış, gerçekçilik üzerine incelemeleriyle siyasal yazılarını içeren bir derleme de Birey ve Toplum (1978) adıyla yayımlanmıştır.

Bir Sürgün Havarisi : Yılmaz Gülen’e ağıt

atillaBudapeşte’de bir dost

Satırlardan gülerdi

Bir cennet gurbetçisi

Sürgün sürgün içinde

Her günü yeniden bilip

Hep yeniden içerdi

Bir Sürgün Havarisi

Yılmaz Gülen’e ağıt

Budapeşte’de bir dost

Satırlardan gülerdi

Bir cennet gurbetçisi Sürgün sürgün içinde

Her günü yeniden bilip

Hep yeniden içerdi

Ne sonucu kalmıştı

Orak-çekiç cennetin

Ne de artık sebebi

Ben tanıdığım yıllar

Bir kültür, bir neferdi

Yılların erittiği beden

Türkiye özlemleri

Ana dilinden ses

Kardeş dilinde hece

Doğurdu metinleri

Bir kalemle bir kâğıt arası ömür

Şimdi ölümsüzlük cenneti.

Dursun AYAN 21/Nisan/2009 Ankara

Berlin’den geriye kalanlar ve Macar-Türk ortak yapımı bır film…

IstanbulEllili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi…

Kocaman bir festival boyunca neler oldu? Şemsiyemi kaybettim, ertesi gün yağmur yağdı. Atkımı kaybettim, ertesi gün hava soğudu. Bunlar tabii ki benim kişisel sorunlarım. İzlediğim ama size aktarmadığım filmler de var, canınızı sıkmayayım, sizi sinemadan soğutmayayım diye. Ama arada öyle kötü filmler ortaya çıkıyor ki, ‘sinemayla bütün ilişkimi kessem mi’ diye düşündüğüm bile oluyor. Her zaman olduğu gibi benim sevdiğim filmlerden Alin Taşçiyan hiç hoşlaşmadı, onun sevdiklerinden de ben nefret ettim. Bu yaklaşık on beş yıldır böyle olduğu için şaşıracak bir şey yok. Ancak son izlediğimiz filmi benimle beraber Esin Küçüktepepınar’ın da hiç sevmediğini belirteyim. Malum 2-1 durumları.

On gün Berlin’de kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmenin de büyük sakıncaları var. Berlin’de kaldırımdan caddeye indiğiniz anda bütün arabalar duruyor, kral sizsiniz. Bu bir süre sonra alışkanlık yapabilir. Sen Türkiye’ye dön, ilk gün karşıdan karşıya geçmek için Cinnah Caddesine adımını at, anında bir arabanın altında kal. Mezar taşına ‘Berlin’e gitmişti, dönünce böyle oldu’ yazsınlar. Berlin’den İstanbul 2010’a Dilekçe Berlin’e geldiğim günden beri İstanbul 2010’a bir dilekçe yazmayı düşünüyordum, kısmet bu güneymiş. 2010 Projesine ben de baş vurmak istiyorum ama Berlin’de Festivale takılıp kaldım. Son baş vuru tarihi de 20 şubat mıymış, neymiş, zaman daralıyor. Benim önereceğim projenin adı ‘İstanbul’ ama bu proje özellikle İstanbul 2010 için üretilmiş değil. ‘İstanbul’ bir uzun metrajlı film projesi, yapımcısını yıllardır tanırım. Macaristan Yapımcılar Derneği Başkan Yardımcısı Laszlo Kantor, ciddi bir adamdır, bu güne dek birçok önemli filme imza atmıştır. ‘İstanbul’ Macaristan, Hollanda ve Almanya ortak yapımı olacak. Belli olmaz Türkiye’den de belki İstanbul 2010 katılır yapımcı olarak. Öncelikle belirtmek isterim ki, bu dilekçeyi yazmama karşın bu projeden hiçbir kişisel çıkarım yok. Teyzemin oğlunun da bir çıkarı yok, zaten teyzemin oğlu da yok. Bu önemli açıklamadan sonra filmin konusuna gelelim: (Senaryo gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış, haberiniz olsun) Ellili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi. (Uğur Yücel bu rolde kesinlikle harikalar yaratır) Birbirlerine aşık oluyorlar, kadın İstanbul’da kalıyor. Geri dönmeyince ailesi meraklanıyor ve polise baş vuruyor. İnterpol kadının İstanbul’da olduğunu ailesine bildiriyor. Kocası İstanbul’a gitmek istemiyor, kadını geri getirme görevi oğluna veriliyor. Oğlan İstanbul’a geliyor ve annesinin çok mutlu olduğunu, geçmişe bir sünger çekmek istediğini fark ediyor, Bütün öyküyü anlatırsam filmi kimse izlemez, burada keselim. Nasıl? İyi öykü değil mi? Böyle bir filmin bütçesi taş çatlasa bir-iki milyon Eurodur, zaten %60- 70’i de şimdiden sağlanmıştır. Az biraz bir paraya bu filme ortak olabilir İstanbul 2010. Şimdi siz diyeceksiniz ki filmde Amerika ile ilgili bir şey yok. Çok haklısınız, gerçekten filmin en büyük eksikliği Amerika. Amerika’yı ben de çok önemsiyorum. Bildiğiniz gibi Avrupa’dan giden insanlar Amerika’yı yarattı. Dolayısıyla Avrupa Kültür Başkenti olabilmenin yolu Amerika’dan geçer. Filmde doğal olarak Macar ve Türk oyuncular görev alacak ama Amerika faktörünü göz ardı etmeyerek bazı değişiklikler yapabiliriz. Örneğin Macar hanım Budapeşte’den önce New York’a uçar, sonra İstanbul’a gelir. İstanbul’a gelirken de uçakta bir Amerikalıyla tanışır filan falan. Kurmaca film değil mi? Parayı verdik mi senaryoyu istediğimiz gibi değiştiririz. Yazının akışına bakarak bu projenin hayal ürünü olduğunu düşünebilirsiniz ama iki gözüm önüme aksın ki bu proje gerçek. Biri Laszlo’ya destek olmalı, elinden tutmalı. Eğer isterseniz kanıt olarak size Laszlo’nun fotoğrafını yollayabilirim, boyu biraz kısa, kafasında da saç yok ama ne yapalım. Karşınızda bir Hollywood yıldızı yok ki.

FİPRESCİ ÖDÜLÜ Berlin Film Festivalinin son günlerinde bir film daha izledim. Biliyorsunuz her izlediğim filmi sizlerle paylaşmıyorum ama bu filmin bir özelliği var. Oldukça anlaşılmaz bir ‘Şey’. Bu nedenle filmden aklımda kalanları, daha doğrusu tuttuğum notları size iletmek istiyorum. Filmin adı Hüzünün Sütü, Peru yapımı. Filmde neler yok ki? Yaşamındaki mutsuzluğu, bir anlamda lanetlenmişliği anne sütünden aldığını düşünen, duvar diplerinden yürümezse koybolmuş ruhlar tarafından kaçırılacağına inanan bir genç kız, hiç gülmeyen bu genç kızın vajinasına soktuğu patates, filmin başında ölen ama bir türlü gömülemeyen yaşlı bir kadın, birkaç eğlenceli ve çok otantik düğün sahnesi, ikinci kattan atılan bir piano, oyuncuların mırıldandığı bol miktarda şarkı. İşte böyle ‘tuhaf’ bir fim. Kanımca ya bu film ya da Katalin Varga adlı yine çok tuhaf bir Romanya yapımı Uluslararası Film Eleştirmenleri (FİPRESCİ) Ödülünü alır. Herhalde.

AHMET BOYACIOĞLU – Radikal

Nermin Abadan, Türkiye ve Macaristan arasinda ilginç bir hayat öyküsü

Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar. Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı. Macaristan’da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan’da bir kızı olur. Kızına Nermin adını verir.. Nermin büyümekte, Mustafa Kemal’in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir’de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer. 14 yaşındaki Nermin, Macaristan’da paralı olan öğrenimini sürdüremez olur. Mustafa Kemal’in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği’ne başvurur. Ona bir pasaportla birlikte, eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında o mektubu gösterecektir. Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar. Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir. Öykü uzun… Küçük Nermin, İstanbul’da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal’in parasız kıldığı eğitim olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirir. Gazetecilik yapar. Türkçe’nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye’ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır. Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar. Tükenmez bir enerji ve heyecanla, gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye’yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal’i savunur, savunur, savunur… Bir oğlu olmuş, adını da Mustafa Kemal koymuştur… Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize… Ve sözlerini şöyle noktaladı: – Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır… Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: “Bu sözleri, parası olanlara Bilkent’i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz…” Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca’nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not… Tıpkı giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal’in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI, Cumhuriyet gazetesi, 1992

Nigar Hanım – İlk kadın şairlerimizdendir. Macar asıllı Osman Paşanın (Farkas Sándor) kızıdır

“1896 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Macar asıllı 1848 Macar İhtilali mültecilerinden Osman Paşadır. Asıl adı Farkas Sandur’dur. Kırım savaşı sırasında Osmanlı ordusunda yaverlik yapmış sonra müslüman olmuş, osmanlı Nihalî adını almıştır. Nigar Hanım yazılarını babasının ismini kullanarak Nigar Binti Osman imzasıyla yazardı. Osman Paşa kızına zamanın Ebüllisanı olarak tanınan (dil babası) Şükrü Efendi’yi hoca olarak tutmuştur. Nigar Hanım Şükrü Efendi’den, Türkçe, Arapça, Farsça dersleri almıştır. Osman Paşa, Nigar hanımı daha sonra Kadıköy’deki Fransız okuluna gönderdi, burada Fransızca öğrendi, özel öğretmenlerden de Almanca, Yunanca öğrenmiş tüm bu dilleri bilmesi o ülkelerin edebiyatını izlemesini sağlamıştır.

Öndört yaşında şiir yazmaya başlamıştır. İlk şiirini erkek kardeşinin bir araba kazasında ölümünden sonra yazmıştır. Nigar Hanım şiirleri zamanın gazetelerinde dergilerinde yayımlanmıştır. Bu şiirler Birinci Efsus, İkinci Efsus, Aks-i Sadâ adındaki kitaplarda toplamıştır. Fitnat hanım divan edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazmıştır. Batı edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazmıştır. Batı edebiyatını kültürünü çok iyi bilmesi nedeniyle batıdaki edebi gelişmeleri, edebiyat akımlarını yakından izleme olanağı bulmuştur. Fakat batıdaki bu gelişmelerden yeniliklerden etklilendiğini söylemek zordur. Anlatım ve dilindeki sadelik aramak boşunadır. Biçim ve dilde her zaman eskiye bağlı kalmıştır. Bununla birlikte N.Kemal, Abdülhak Hamid ve Recaizade Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Cenâb Şehabeddin’den etkilenmiştir. Şiirlerinde genellikle hüzün ve acı vardır. Özel yaşamında mutsuz olması eşinden ayrılmak zorunda kalması şiirlerindeki lirizmi öne çıkaran nedenlerdendir. Zamanın şairlerinde görülen anlatımda ürkeklik, kadın kişiliğini yok sayma Nigar Hanımda da görülür. Üretken bir kadın olan Nigar Hanım makaleler, şarkılar, oyunlar ve şiir çevrileri yapmıştır. Nigar Hanım’ın en ünlü bilinen eseri Aks-i Sadâdır.Bu kitaptaki şiirler,konu anlatım ve şiir tekniği açısından önceki şiirlerinden daha iyidir. Şiirleri ünlü besteciler tarafından bestelenmiştir. Nigar Hanım’ın eserleri : Efsus(Yazlık, şiirler 1.cilt 1886 2. Cilt 1890), Niran (Ateşler, şiirler 1896),Aks-i Sada (Yankı, şiirler 1900) Safahat Kalb (gönül Safhaları, düzyazı halinde aşk mektupları 1901), Elhan-ı Vatan (Vatan Nağmeleri, yazıları 1916) Girive (tepe, dram 3 perde 1912) Batı şiirinden yaptığı çevriler, ölümden sonra yayınlanan Nigar binti Osman, Hayatının Hikâyesi (günlük biçimi anılar 1959) Nigar Hanım 1 Nisan 1918 yılında İstanbul’da öldü. Rumeli hisarındaki Kayalar mezarlığında gömülüdür.

Kép: wikipédia

Dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık

Dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık, 26 Mayıs 1916 da İstanbul da dünyaya geldi. Çocukluğu hep savaş yıllarında geçen İnalcık, 1924 yılında, ailesiyle birlikte Ankara ya yerleşti ve ilkokulu burada, Gazi İlkokulu nda bitirdi. Babası Seyit bey ailesini bırakıp Mısır a yerleştiği için Halil İnalcık ı annesi büyüttü. Ortaokulda yatılı olarak Sivas Öğretmen Okulu na verilen İnalcık, 1932 yılında ise Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu na nakledildi. Burada, fizik dalında Nusret Kürkçüoğlu, edebiyat dalında ise edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı gibi ünlü hocalardan ders aldı. 1935 de, öğretmen okulundan mezun olduktan sonra, Atatürk ün tarih tezini bilimsel temellere dayandırmak için kurduğu Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ne başladı. İnalcık, üniversite eğitimi sırasında da dönemin önemli isimlerinden der aldı. Bunlar arasında Fuad Köprülü, Şemsettin Günaltay, Muzaffer Göker, Yusuf Hikmet Bayur gibi isimleri sayabiliriz. Ortaçağ tarihi derslerini aldığı Köprülü, İnalcık üzerinde büyük bir etki bıraktı ve meslek yaşamı boyunca kendisine örnek oldu. İnalcık, 1940 yılında mezun olduktan sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi nde kaldı ve Yakınçağ Tarihi Bölümü nde asistan oldu. Bu arada Şevkiye Hanımla evlendi ve 1948 yılında Günhan adlı çocukları dünyaya geldi.

Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı doktora tezini iki yıl içinde tamamladı ve doktora payesini aldı. İnalcık ın İstanbul arşiv belgelerinden derleyerek hazırladığı bu çalışması, Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Belgelere dayanarak hazırlanmış bu tez büyük ilgi uyandırdı. Öyle ki o sırada dekan olan Enver Ziya Karal ı Bulgar elçiliğinden bir heyet ziyaret etti ve bu tezin Bulgar tarihine yaptığı katkılardan dolayı tebriklerini sundu. Bu da, İnalcık ın ileride birçoklarının kabul edeceği tarafsız ve doğru tarih yazımı konusundaki hassaslığına bir örnek oluşturdu. Bu tezi için şunları söylüyor İnalcık: Arşivlerde 1432 yılına, II. Murat devrine ait bir tımar defteri buldum. Bu, arşivimizdeki en eski defterdir. Onu 1954 te neşrettim. Bu Arnavutluk a ait bir defterdi ve Arnavutluk tarihine yönelik çok önemli sorunları çözmemize yardımcı oldu. Ben eğer şöhretli bir tarihçi olmuşsam, bunu Türk arşivlerine borçluyum.

Bu arşivler çok mühim ve çok zengindir. Sosyal bilimlerle uğraşan Türk bilim adamları bu arşivler sayesinde önemli çalışmalar yapabilirler ve Türkiye nin sosyal bilimlerdeki başarısı bizi Fransa nın yanına yerleştirir. Fakat zaman zaman arşivlerimizin yönetiminde anlaşılmaz bir düşünce hakim oluyor. Vesikaların tamamını alamayacağımız söyleniyor. Son olarak, 1989 yılında defterlerin fotokopilerinin tam olarak çıkışı yasaklandı. Bugün bunların ancak üçte birini alabilirsiniz. Eskiden bu kural geçerli olsaydı ben Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı tezimi ortaya çıkaramazdım. Bu vesikaların açıklığı sayesinde bütün dünya çarpıtmalardan kurtulmuş hakiki tarihimizi öğrenecektir. Vaktiyle, Köprülü nün Dışişleri Bakanı olduğu zamanlarda tam açıklık vardı. Macarlar kendileri ile ilgili defterlerin fotokopilerini aldılar ve Macarca ya tercüme ettiler. Macarlar bugün kendi kayıtlarında Türkler aleyhine olan bölümleri düzeltiyorlar. Macar tarihini yalnızca Macar vesikaları ile yazarsanız çok düşmanca sonuçlara varırsınız, ama Türk vesikalarını da kullanırsanız daha dengeli bir tarih ortaya çıkar. Bunu böyle yapmamak bizi Türk tarihinin gerçeklerini öğrenmekten alıkoyar. İnalcık, tarihçilik anlayışını Fransız Annales ekolu doğrultusunda tanımlar ve çalışmalarını temelde bu bağlamda sürdürür. Bunun en önemli örneğini 1977 yılında Fernand Braudel Araştırma Merkezi nde Immanuel Wallerstein ın düzenlediği uluslararası bir konferansta sunduğu bir bildiride görmek mümkündür. İnalcık, bu bildiride Annales yönteminin Osmanlı ekonomik ve sosyal tarihine bakışta kökten değişiklikler getirebileceğinden nasıl yararlı olabileceğinden söz eder. UNESCO nun çıkarmayı tasarladığı Dünya Tarihi adlı kitapta kendisine görev verilmesi, onun tarihçiliğine olan uluslararası saygının bir işareti sayılabilir. İnalcık, Türk tarihçilerine şu öğütlerde bulunuyor: Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar. Halil İnalcık ın iyi bir tarihçi olmasındaki en önemli nedenlerden biri de bildiği yabancı dillerdir şüphesiz.

İngilizce, Almanca, Fransızca yı çok iyi okuyabilen İnalcık, Arapça ve Farsça yı da kullanabiliyor ve bir sözlük yardımıyla okuyabildiği diller arasına İtalyanca yı da katabiliyor. Bu, kaynakları araştırmaları için kullanmamasına ve yabancı dillerde yayın yapmasına olanak sağlıyor. İnalcık, sayıları yüzleri geçen makale ve kitaplarıyla dünya tarihçiliğinde seçkin bir yer yapmıştır. Başarısının göstergeleri aldığı ödüllerin çok üzerinde. Bunlar arasında Rockfeller Vakfı, Türk Tanıtma Vakfı, ODTÜ Mustafa Parlar Vakfı, Sedat Simavi Vakfı, Dışişleri Bakanlığı Yüksek Hizmet, Kültür Bakanlığı Sanat ve Kültür Büyük Ödülleri sayılabilir. İnalcık ın başarılarının bir başka göstergesi de aldığı fahri doktora payeleri. Boğaziçi, Uludağ, Selçuk, Atina, Kudüs İbrani ve Bükreş üniversitelerinden doktora payeleri onun başarısının uluslararası platformda da takdir edildiğini gösterir. İnalcık, 1986 da Amerikan Akademisi ne, 1993 te British Academy e üye seçildi ve böylece uluslararası alanda seçkin bir yer alan ilk tarihçimiz oldu. İnalcık, iyi bir araştırmacı olmasının yanında yetiştirdiği öğrencilerle de Türk tarihçiliğine değerli katkılarda bulunuyor. Türk tarihçiliği gelişiyor. Geçmişte iki büyük üstad var: Fuad Köprülü, Ömer Lütfü Barkan. Bu iki usta Türk tarihçiliğine getirdikleriyle bir yön vermiştir. Bugün tarihimizi onların yolunda iyi inceleyebilmek için, Osmanlıca ya hakim olmak, bunun yanında batı tarihçiliğini iyi izlemek gerekir.

Bana, siz bütün kariyeriniz boyunca ne yaptınız diye sorarsanız şunu söyleyebilirim: Bütün çabalarım Türk tarihçiliğini modern tarihçilik düzeyine çıkarmaktır. Benim tarih anlayışım devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaktır. Bizim tarihçiliğimiz ise bu konulara yeni yeni ilgi duyuyor. İnalcık, 1972 de otuz yıl ders okuttuğu Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi nden emekli olunca, Chicago Üniversitesi tarih bölümüne davet edildi. Burada on beş öğrenci yetiştirdikten sonra 1986 yılında ikinci kez emekli oldu. Halil İnalcık, çok çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü meslek yaşantısına 1993 yılından itibaren Bilkent Üniversitesi nde devam ediyor ve bu üniversitede lisansüstü bir tarih bölümü kurmaya çabalıyor. Dört uzmanla birlikte hazırladığı eseri An Economic and Social History of Ottoman Empire bugün dünya üniversitelerinde el kitabı haline gelmiştir. İnalcık bu eserle, Osmanlı Türk tarihinin medeni yüzünü dünyaya tanıtmakla övünüyor.

16,474FansLike
639FollowersFollow