2025. Temmuz 13.
Türkinfo Blog Oldal 617

Buda’da Bir Boşanma – Sândor Mârai

budadabosanmaBudapeşte’de iki dünya savaşı arasında yaşanan iç içe geçmiş yaşamları anlatıyor… Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamamış, dağılmış bir ülke. İkinci Dünya Savaşı öncesi Budapeşte. Hukukçu bir aileden gelen geleceği parlak Yargıç Kömives elindeki boşanma dosyalarını incelerken içlerinden biri dikkatini çeker: Gençliğinden tanıdığı doktor Greiner ve karısının boşanma davasıdır bu. Yargıç, doktorun karısıyla da evlenmeden önce birkaç kez karşılaşmış, aralarında belli belirsiz bir çekim doğduysa da bir ilişkiye dönüşmemiştir. Kömives daha boşanma davası göremeden o akşam evine döndüğünde davetsiz bir misafirin kendisini beklemekte olduğunu öğrenir. Onu bekleyen bizzat Doktor Greiner’dir ve ona anlatacakları vardır, hem de sabaha kadar…

Yazar: Sândor Mârai

Yayınevi: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Çevirmen: Tarık Demirkan

Sayfa sayısı: 168 ISBN: 9789750819919

Basım tarihi: Nisan 2011

Kategori: Roman / Öykü

Istvan Örkeny – Bağışlamak yok

orkeny_strandOnu sedyeye koyup ambulansa taşıyan iki sağlık görevlisine yirmişer Forint verdim. Hastanede gündüz ve gece vardiyasında görevli hasta bakıcılara da. Gözkulak olmalarını rica ettim. Korkulacak bir şey olmadığını, hastanın bilincinin açık olduğunu, yine de her yarım saatte bir bakacaklarını söylediler. Ertesi gün pazardı. Ben de ziyarete gittim. Bilinci yerindeydi ancak zar zor konuşabiliyordu. Yan yatakta yatan hastadan öğrendiğime göre hastabakıcılar bir kere bile yanına uğramamışlardı. Ona göre bu doğaldı çünkü iki hastabakıcıya yüz yetmiş hasta düşüyordu. Üstelik doktorlar da ilgilenmemişti. Pazartesi dikkatle muayene edeceklermiş. “Bu hep böyledir.” dedi komşu yataktaki hasta. “Cumartesi öğleden önce getirilen hastalar için.” Koridora çıktım. Hastabakıcıyı aradım ama dün konuştuklarımın hiçbiri yoktu. Nihayet Pazar günkü hemşirelerden birini bulabildim ve ona yirmi forint daha verdim, zaman zaman babamla ilgilenmesini rica ederek. Doktorla da görüşmek isterdim. Ona verilmek üzere, içinde yüz Forint olan bir zarf hazırlamıştım ancak hemşire, doktorun transfüzyon için kadın koğuşuna çağrıldığını, kendisiyle mutlaka konuşacağını söyledi. Odaya geri döndüm. Komşu yatakta yatan hasta, nöbetçi doktorun nasıl olsa hastayı muayene etmeyeceğini, bu yüzden de parayı veremediğim için üzülmemem gerektiğini söyleyerek avuttu beni. Yarın uzman doktorlar geldiğinde onunla ilgilenirlerdi. – Bir isteğin var mı? diye sordum babama. – Teşekkür ederim, yok. dedi Konuşmayı sürdürdük: – Sana biraz elma getirdim – Teşekkür ederim ama acıkmadım. Bir saat daha yatağının kenarında oturdum. Onunla konuşmak istedim ancak artık konuşacak bir şey kalmamıştı. Ağrısı olup olmadığını sordum, yoktu. Bu konunun üzerinde daha fazla durmadım. Orada kaldığım süre boyunca sustuk. Uzak ve sıkılgan bir ilişkimiz vardı. Her zaman somut gerçeklerden konuşurduk ve daha düne kadar konuştuğumuz bu somut gerçeklerin bugün hiçbir anlamı yoktu artık. Duygulardan hiç söz etmezdik zaten. – Ben artık gideyim öyleyse, dedim. – Git oğlum dedi. – Yarın gelip doktorla konuşacağım dedim, teşekkür etti. – Uzman doktorlar yalnız sabahları geliyormuş baba, dedim – O kadar da acelesi yok dedi ve gözleriyle uğurladı beni. O sabah saat yedide telefon çaldı. Babam gecenin ilerleyen saatlerinde ölmüştü. 217 numaralı odaya koştum, yatağında artık bir başkası yatıyordu. Komşu yataktaki hasta hiç acı çekmediğini, derin bir soluk alışın ardından ebedi uykuya daldığını söyledi. Komşu belki de doğruyu söylemiyordu. Kendimi onu yerine koydum da, ben de olsam ölenin yakınının acısını hafifletmek için böyle davranırdım. Sonra komşunun doğru söylediğine, babamın acı çekmeden öldüğüne inandırmaya zorladım kendimi. Halledilmesi gereken birçok iş vardı. Hasta kayıt bölümünde yanıma bir hemşire geldi. Ne cumartesi günü ne de dün gördüklerimdendi. Babacığımın altın saatini, gözlüğünü, cüzdanını, çakmağını ve içinde elmaların olduğu kesekâğıdını elime tutuşturdu. Ona da yirmi Forint verip devam ettim. O an yanımda deri şapkalı bir adam belirdi. Babamın bedenini yıkamayı ve giydirmeyi teklif etti. Babamdan bir “beden” olarak söz ederken, onun artık yaşamadığını ancak yıkanıp giydirilmeden tam anlamıyla bir ölü olamayacağını anlatmak ister gibiydi. Zarfa koyduğum yüz Forint hâlâ yanımdaydı. Zarfı ona uzattım. Zarfın içine baktı, deri şapkasını çıkardı ve karşımda bir daha takmadı. Her şeyi güzelce halledeceğini, yalnızca elbise ve temiz çamaşır göndermem gerektiğini söyledi. Sonuçtan memnun kalacağımı da. Öğleden sonra çamaşır ve koyu renkli bir takım elbise getireceğimi, artık babamın yanına gitmek istediğimi söyledim. – Ölüyü görmek mi istiyorsunuz? dedi şaşkınlıkla. – Görmek istiyorum, dedim. – Sonra görseniz daha iyi olur, dedi Hemen görmek istediğimi söyledim. Yanına gidecektim. O ölürken yanında olamamıştım. Biraz sıkılarak beni hastanenin bahçesinde ayrı bir binada bulunan morga götürdü. Oldukça güçlü bir aydınlatma vardı bodrumda. Beton basamaklardan aşağı iniliyordu. Tam da basamakların bittiği yerde, beton bir sıranın üzerinde, sırtüstü yatıyordu babam. Ayakları çıplaktı. Kolları iki yana sarkmıştı. Savaş resimlerindeki kahraman ölüler gibiydi. Ancak üzerinde bir şey yoktu. Burun deliklerinden birinde ve kalçasında birer parça pamuk vardı. Belli ki son iğneleri oradan yapmışlardı. – Şimdilik görebileceğiniz bu, dedi deri şapkalı adam. Buz gibi bodrumda, şapka elinde, yanımda dikiliyordu. – Giydirdikten sonra görün bir de dedi. Tek kelime edemedim. – Uzun süredir hasta mıydı? – Uzun süredir, dedim. – Düşünüyorum da saçlarını biraz kessem, ne dersiniz? – Nasıl isterseniz. – Saçını yandan mı ayırırdı? – Evet yandan. Sustu ben de sustum. Tek kelime edemezdim artık. Yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Babam için para verecek kimse de kalmamıştı. kendimi babacığımın yanına diri diri gömdürsem, bu bile hiçbir işe yaramazdı.

István Örkény (2004) Bir Dakikalık Öyküler, Çeviren: Sevgi Can Aysevener. İstanbul: Sel Yayıncılık

Koppány Ağasının Vasiyeti (İstvan Fekete)

koppanyiagaKitaptan bir bölüm:

“O gün biri uç boylarında dolaşıyor olsa bu yiğitlerin görünüşte nedensiz bir şekilde sabahın köründe potinlerini tapırdatmalarına ve lir tıngırtılarına kuşkusuz pek bir şaşırırdı. Hele bir de Kumandan Csomay’ın dansta başı çektiğini görse ağzı açık kalırdı. Ama bu âlemde gecenin bir yarısı kim dolaşır ki? Olsa olsa rüzgâr ve (bataklığının gulyabani hayalleri gördüğü) Bézseny Korusuna doğru eve dönen bir-iki aylak kurt. Şafak kurtuluşun soluk verişi gibi yaklaşmaktaydı. … Beş Türk askeri Macarların önünde durdu, Macarlar da külahlarını sallayarak onlara yer gösterdiler. – Allah düello için güzel bir gün nasib etti, dediler Macarca. Çünkü o zamanlar artık uç boylarındaki Türklerin çoğu Macarcayı biliyordu. Şimdi Macarların huysuzlanan atlarına hayranlıkla bakıyorlardı. O sırada Türk rehineler Macar takımına karışıyor, şen naralar hoş bir kabulle karşılaştıklarına tanıklık ediyordu. Neden birbirlerine kızsınlardı ki? Şimdi düşman değil, yalnız rakip, yiğit ve hatta sınır boylarındaki bu zor hayatın güzelliği içinde asker arkadaşlarıydılar. Türkler arasında birçoğu burada doğup kendilerini Macaristan Türk’ü olarak görürken padişahın ve Bab– ı Ali’nin artık uzaklarda kalan görkemini de pek takdir edemiyorlardı. İstanbul’la bağların kopmasını artık sadece dinin cılızlaşan ışığının engellediği adamakıllı hissediliyordu. Yaygara artık durulmuştu. Dört yaver, düellonun yapılacağı alanı belirledi. Çarpışanların yanlarında duracak ve vuruşmanın adil olmasına gözcülük edeceklerdi. László’nun yaverleri Komutan Csomay ve Bogics olurken Oglu’nunkiler bir Kaposvár ağası ile sarığından bir metrelik bir tüy sarkan ihtiyar bir yeniçeriydi. Çağrı, sonu ölüme kadar gidecek vuruşma içindi; László ve Oglu yürürken yeleklerini çıkarıp belden yukarısı çıplak vaziyette tek kılıçla hakemlerin arkasında beklemeye başladılar. Onlar da oradan ayrılınca meydanda artık vuruşacak olanlar kalmıştı. Birbirlerinden hâlâ on adım uzaktaydılar. Gözlemciler bekliyorlardı. Oglu doğuya döndü, secdeye durdu ve alnını yere değdirdi. Sonra da ayağa kalkarak kılıcını öptü. László göğe bakarak : “Tanrım yardım et! Bu toprakları babamın kanı gönendirdi, ben de kâfir pagandan öç almaya ant içtim.” Komutan Csomay kılıcını çekti: İleri! Oglu hemen hareketlendi. Uzun yağız kolları geriliyor ve her hareketinde kaslarının disiplinli, korku salan kıpraşmaları görünüyordu. Güzel bir adamdı. İri siyah gözleri öfkesiz, daha ziyade acıyan bir edayla bakıyordu László’ya. Birbirlerini ilk kez şimdi görüyorlardı. László da öne çıktı. Diğerininkine göre beyaz olan teni parıldamaktaydı, belden yukarısının orantılı biçimi nerdeyse kadınsıydı ancak hareketlenip öne atıldığı zamanlar vücudunun bir kılıç gibi esnek olduğu fark ediliyordu. Kılıçlar birbirine çarpıyordu, neredeyse sessiz bir dokunuştu; soğuk, ölümüne sert!”

Kitabın konusu: Tarihi roman, Macaristan’ın Türklerin hakimiyetinde bulunduğu 1586’da geçer. Baş kahramanı, babasını Koppány Kalesinin hakimi Oglu Aga’nın düelloda öldürdüğü bir uç kalesi askeridir. Olayları başlatan da bir düellodur. László Babocsai babasının intikamını alabilmek için gücünü ve becerilerini Oglu ile ölçüştürür ve düello sonucunda Macar askeri galip gelir. Ölümcül yara alan Türk askeri, son anlarında bütün servetini László’ya bırakırken ondan Macar bir kadından doğan kızı Zsuzsa’nın bakımını üstlenmesini ister. Romantik öykününü ikinci bölümünde Habsburg imparatorunun Bolondvárlı paralı askeri, Lazslo Babocsai’ye miras kalan servetin de peşine düşen, insafsız Rudolf Kales’in para ve ganimet peşindeki acımasızlıkları yer alır. Bu iki temel konuyla örülen öyküde yazarın kendinde has üslubuyla da koşut olarak başta Balaton Gölünün bataklık âlemi olmak üzere doğa önemli bir yer tutar. Kitapta uzun doğa tasvirlerine çok fazla yer verilmemesine karşın doğa her yerde güçlü biçimde kendisini hissettirir. Kaçanlara sığınak sağlarken kötülük planlayanların içine saplandığı bir mezar olur. Maceralı ve romantik öyküden akıllarda Orta Avrupa’nın uç boylarının renkli görüntüsü kalırken Türk hakimiyetine ait dönemle ilgili gerçekler hem roman diliyle hem de gerçekliğin diliyle ortaya koyulur.

Kitabın yazarı İstván Fekete hakkında: İstván Fekete (1900-1970), yazdığı çok sayıda çocuk ve gençlik romanıyla Mór Jókai ile birlikte Macaristan’da bütün zamanların en çok okunan yazarı konumundadır. Kálmán Csató ile birlikte de orman ve avcılık edebiyatının en tanınmış temsilcisidir. Öyellikle hayvan hikayeleri ve hayvanları konuşturarak yazdığı roman ve öyküleriyle Macar edebiyatında kendine yer bulmuş ve sayısız ödülle unurlandırılmıştır. 2002’nin aralık ayına kadar Macar dilinde 8.700.000 adet kitabı satılmıştır. Kitapları Macaristan dışında da 12 ülkede 45 baskıda yayımlanmıştır. Koppány Ağasının Vasiyeti(Koppányi Aga Testamentuma) Tüskevár, Vuk, Devedikeni (Bogáncs) onun en fazla okunan kitapları arasındadır.
Bülent Şimşek

Attila Jozsef: Anne

jozsef_attilaBütün bir hafta, aralıksız

Annemin görüntüsü geçti gözlerimden

Kolunda ağır çamaşır sepeti

Çatı katına tırmanırken

Ve ben yaramaz, delişmen çocuk

Bağırır, tepinirdim yerimde

Bıraksın da koca sepeti

Çatıya beni taşısın diye

O, söylenmeden, bana bakmadan

Çıkar, sererdi çamaşırları

Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar

Sallanır, döner, hışırdarlardı.

Ağlamak için çok geç şimdi;

Annemi uçuşan kır saçlarıyla

Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda

Göğün suyuna katarken çivitini…

Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU

Sandor Petöfi: Bir düşünce kurcalar kafamı

petofiBir düşünce kurcalar kafamı:
yatakta, başım yumuşak yastıkta mı ölmeli?
yoksa bir karanfil gibi mi solmalı yavaşça,
gizli bir kurdun içten içe kemirdiği?
sessiz sedasız eriyip gitmeli mi yoksa
boş bir odaya bırakılmış mum gibi?
istemem, tanrım, böyle bir ölüm istemem!
ölmeyi dilerim ben, ölmeyi birdenbire:
ayakta, yıldırımla parçalanan bir ağaç gibi,
kasırgayla devrilen bir ağaç gibi ölmeyi,
uçuruma yuvarlanan bir kaya gibi,
tepeden tırnağa titrete sarsa yeri göğü.
uyanacak bir gün kölelikten usanan halklar,
koşacaklar savaş alanına doğru.
yüzler yalım yalım, bayraklar altında duracaklar.
dört bir yanda pırıl pırıl şu onurlu parola:
herkese özgürlük! her yerde özgürlük, her yerde!
yayınca halklar bağıra bağıra
bu sözcükleri dört bucağa, doğudan batıya,
ve başlayınca saldırılar zorbalığa karşı,
isterim ölmek en ön sıralarda,
isterim sulasın yüreğim o şeref tarlasını
gençliğimin fışkıran al kanatlarıyla.
ağzımdan çıkan mutlu son sözüm
bastırılsın isterim çelik gürültüsüyle,
borazan sesiyle, top gümbürtüsüyle.
kazanılan zaferle atlar kişnesinler,
var hızlarıyla çiğneyip geçsinler cesedimi,
bıraksınlar paramparça gövdemi savaş alanında.
başlayınca sonra cenaze töreni,
getirilsin bir araya bütün kemiklerim,
matem marşları çalsın durmadan
kara tüllü bayraklar altında.
bir mezara gömülsün kahramanların hepsi,
senin uğrunda can verenlerin hepsi,
ey özgürlük, ey dünyanın özgürlüğü!

Sándor PETOFİ Çeviri : A. KADİR – Şerif HULÛSİ

Macaristan tarihi

ArpadfesztyErken Dönem

Macarların yurdu, Fin-Ugor kavimlerinin ana yurdu olan Ural dağları ile Volga nehri dolaylarıydı. Fin-Ugor kavimlerinin doğudaki kolu olan Ugorlar daha sonra güneye inerek Onogurlar karıştılar. Daha sonra batıya göç eden Hunlarla karıştılar. Bu üç boyun karışmasıyla Volga bölgesinde “Macar” kavmi meydana geldi. Sabirlerin baskısıyla yurtlarından ayrılarak Kuban Irmağı dolaylarına yerleştiler. Daha sonra Hazarhakimiyetini kabul ettiler (460). Daha sonra bu boylara Hazarlar’dan olan Kavar adlı üç boy katıldı. Yani günümüz Macarlarıüçü Türk dört kavmin birleşmesinden doğmuştur: Onogurlar, Ugorlar, Hunlar ve Kavar Hazarları.

Yaşadıkları bölgede, 7 Macar ve 3 Hazar Boyu birleşerek örgütlenmişlerdir. Macarların Avrupa’da yaygın biçimde kullanılan adlarının nereden geldiğine yönelik en güçlü olasılık o dönemin Türkçesinde “on ok” anlamına gelen “on ogur” sözcüğünün değişerek Hungar sözcüğüne dönüşmesidir.[1] “On ogur” sözcüğü 10 boyun bir araya gelerek oluşturduğu birliği simgeler. Macarlar 896 yılında Transilvanya’ya gelerek bu bölgeye yerleştiler. Ardından bugünkü doğu Avusturya ve güney Slovakyatopraklarının bir bölümünü işgal ettiler. 995 yılında yapılan Lechfeld Savaşı’nın sonucunda aldıkları büyük yenilgiden sonra daha fazla ilerleyemeyerek Karpatya Ovası’na kesin olarak yerleştiler.[2]

Detaylar >>>

2015-01-07
http://tr.wikipedia.org/

Osmanlı Devleti’nin Doruk Noktasına Ulaştığı Dönem

osmanli-devletiAyaklanma bölgelerini sıkı bir denetim altına aldıktan sonra, huzursuzluğun kaynağı olarak gördüğü Şah İsmail’in üstüne yürüdü. 23 ağustos 1514’te Van Gölü’nün kuzeydoğusundaki Çaldıran’da yapılan savaş, sahra toplarıyla donatılmış Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Kaçan Şah İsmail’in peşine düşen Yavuz savaşmadan Tebriz’e girdi.

I. Selim, babası II. Bayezid’in ordularını art arda yenilgiye uğratan Memluklara karşı 1516’da harekete geçti. Ateşli silahları sayesinde kazandığı Mercidabık (24 ağustos 1516) ve Ridaniye (22 ocak 1517) savaşları Osmanlı İmparatorluğu’na Suriye, Filistin ve Mısır’ı kazandırdı; Hicaz Osmanlı himayesine girdi. Yavuz Sultan Selim kazandığı topraklara, Mısır’daki son Abbas halifesinden devraldığı halife unvanını da ekledi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu, İslam dünyasının hem din hem de siyasi önderi durumuna geldi. Yavuz 1520’de İstanbul’dan Edirne’ye giderken yolda ölünce yerine oğlu Süleyman geçti.

Detaylar >>>

2015-01-07
hakkindaoku.com

Randevusuz gezilemeyen müze

muteferrikaMüzenin sorumlusu ve sanat tarihçisi Aytekin Vural, müzenin kuruluşunun ikinci yılına doğru yepyeni projelerle daha heyecanlı yolculuklara hazırlandıklarını söyledi.

Yalova’nın, gelecek aylarda kağıt kongresine ev sahipliği yapacağı bilgisini veren Vural, “İki hafta önce Uluslararası Kağıt Yapımcıları ve Sanatçıları Derneği, iki yılda bir dünyanın çeşitli ülkelerinde etkinlikler düzenleyen Dünya Kağıt Kongresine aday olduğumuzu açıkladı. Bu bizim için çok sevindirici bir şey çünkü Türkiye’de ilk defa uluslararası bir kağıt kongresi yapılacak ve bu da müzemizde gerçekleştirilecek. Yüzlerce yerli ve yabancı konu uzmanı bu kongreye katılacak” diye konuştu.

Detaylar >>>

2014-11-14
trtturk.com

Dört Asır Arayla İki Büyük Zafer – Prof. Dr. İlber Ortaylı

İlber-ORTAYLIYıldönümleri bugünlere tesadüf eden; 1526’daki Mohaç Savaşı Avrupa tarihini değiştirdi, 1922’deki Dumlupınar Muharebesi de bu toprakları Türklerin anavatanına dönüştürdü.

1526 yılında Kanuni Süleyman Han’ın orduları, Avrupa’nın kudretli krallığı Macaristan’ı ortadan kaldırdı. Daha evvelki bir ant-laşma gereği Avusturya Büyük Dükü Ferdinand, Macar Kralı’nın kız kardeşi Anna ile; Macaristan Kralı Layoş da Ferdinand’ın kardeşi Maria ile evlenmişlerdi. Bu çifte düğün gereği, hangi hükümdar erken ölürse taç öbür tarafa miras kalıyordu. Türk hakimiyet telakkisinde yeri olmayan bir kurumdur fakat Avrupa tarihinde geçerli bir siyasi veraset biçimiydi.

Tabii Avusturyalılar 1526 Ağustos’unda kralın ölmesine rağmen Macaristan’ı sahiplenemedi. Burada bir noktayı daha belirtmek gerekir; Avusturya Büyük Dükalığı mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Ama bu ülkeye bağlı Bohemya ve Macaristan’ın Germen İmparatorluğu ile alakası olmadı. Avusturyalılar Türk fethinden sonra, Macaristan olarak sadece bu krallığa bağlı olan bugünkü Slovakya’yı miras diye ele geçirdiler ve Macar tacını bu küçük ülkenin başkenti olan Pressburg veya Bratislava’da giydiler.

En objektifi Macarlar

İmparator II. Joseph gibi bazı hükümdarlar Macar tacını giymemekte ısrarlı davrandı; nedeni Macar asillerinden olan “diyet” meclisinin karar ve istişaresini dinlememektir. Macarlar da II. Joseph’e taç giymemesinden dolayı “şapkalı kral” derlerdi.

Ta 1686’da Budin elden çıkana kadar Avusturyalılar -daha doğrusu Almanlar- ile Osmanlı Türk İmparatorluğu arasında Macaristan için mücadele eksik olmamıştır. Macar krallığını resmen ortadan kaldıran Kanuni Süleyman hayatını yine Zigetvar’da eski Macaristan toprağına ait fakat Avusturyalıların elinde bulunan bu kalenin fethi ile noktaladı. 1526 Mohaç Meydan Savaşı, Osmanlı ordusunun çok az kayıpla bir günde karşı tarafa 0 binin üzerinde kayıp verdirerek nihai zaferiyle sonuçlandı. Kral Layoş da savaşta hayatını kaybedenler arasındaydı.

Detaylar >>>

2014-11-03
turkulkusu.com

16,474FansLike
639FollowersFollow