Haritamdaki Budapeşte VI : Lipótváros – Újlipótváros
Lipótváros’ta sefaletle-zenginlik, bataklıkla-değerli arsa, sel tehdidiyle-Tuna manzarası el ve eldiven gibi iç içe geçerek bölgenin tarihini oluşturmuşlar. Semt 20. yüzyıl başında büyüyüp kabına sığamaz olmuş ve Ujlipótváros’u doğurmuş. Evime yakın olduğu için Ujlipótváros, gündelik rutinim içinde önemli yer tutar. Ana caddedeki Türk lokantasına gider döner-pilav yerim, ya da ikinci el plak almak için ara sokağa dalarım. Sık ziyaret ettiğim caz kulübü de buradadır, kaldı ki Margit Adası’na giderken de zaten yolum buradan geçer. Yine de şunu bilmekte fayda var, öyle gözükse de yekpare bir semtten söz etmiyoruz. Tuna’yı karşınıza alıp Jázsai Mari tér’de durduğunuzda, Lipótváros (V. bölge) solunuzda kalır, sağ tarafta ise Újlipótváros ‘un (új-yeni) toprakları (XIII. Bölge) uzanır.
Doğrusunu söylemek gerekirse Lipótváros kısmına yolum kırk yılda bir düşer. O kadar ki ne zaman, ne için gittiğimi bile sayabilirim: Aralık ayında şehirdeysem akşam alacasında cebime küçük bir Unicum koyup Noel pazarında dolaşırım. Bir zaman hukuki danışmanım bu bölgede yeni yapılmış bir iş merkezinde saatlik ofis kiralardı, o sebeple giderdim. Bazen de yabancısı olduğum bu şehirde bir boşluk duygusu içinde yittiğim anlar olur, o zaman turist gibi davranmaya karar verir, Jázsai Mari tér’in oradan kalkan ve bugün artık oyuncak gözüyle baktığımız küçük, sarı ve aydınlık 2 numaralı tramvaya binerek Tuna manzarası sunan hat boyunca kuzeyden güneye, güneyden kuzeye gidip gelirim. Yoksa Lipótváros’un alışveriş, finans ve turizmle yoğrulmuş plastik dünyasından mümkün mertebe uzak dururum.

Biliyorum geçmiş pek az kişiyi ilgilendiriyor, oysa benim için vazgeçilmezdir. 19. yüzyıl başında Belváros ve Terézváros, Peşte’nin en kalabalık semtleriyken, Ferencváros ve Lipótváros yeni yeni yerleşime açılıyormuş. Lipótváros o sırada hala Neustadt (Újváros) adını taşıyormuş, ancak 1790 yılında II. Leopold ‘un (II. Lipót) taç giyme töreninden sonra hükümdarın adını almış. Semt iki odak noktası arasına kurulmuş: Yeni Pazar Meydanı (Elisabeth meydanı) ile 1786 yılında II. Joseph’in talimatıyla yapımına başlanan Újépület (Yeni Bina) arasına. Yeni Bina deyince, kare biçiminde, köşelerindeki pavyonlarla birbirine bağlanan, kale görünümlü bir yapıdan söz ediyoruz. Sırasıyla önce Fransız savaş esirlerinin hapishanesi, sonra topçu kışlası ve askeri akademi, 1848 yenilgisinin ardından bu kez Macar yurtseverleri için hapishane ve infaz yeri olarak kullanılmış. Kolayca tahmin edilebileceği gibi gulyabaniyi andıran bina 1897’de yıkılıp yerine Szabadság tér (Özgürlük meydanı) inşa edildiğinde, kimse yasını tutmamış. Yine de Lipótváros’un tarihi deyince akla ilk gelen yer olmayı sürdürüyor.
1789 yılında hazırlanan plan bugünkü Elizabeth ve Aziz Stephen meydanlarıyla, Roma tipi satranç yol ağını belirlemiş. 1810’da şehir surlarından kalan kapılar yıkılmış ve Tuna rıhtımının geliştirilmesi programa alınmış. Klasik tarzda evler inşa edilmeye başlanmış. Bunlara, dönemin efsane mimarı Jozsef Hild tarafından tasarlanan Kirakodó meydanını da (Rakpiac, bugün Roosevelt meydanı) ekleyebiliriz. Sonuç: 1806 ile1832 yılları arasında Leopold kasabasının nüfusu 2663’ten 9766’ya yükselmiş. En şık caddesi muhteşem otellerin bulunduğu Nádor’muş (Winggasse) ama 1830’larda hala Báthory caddesinin ötesinde tek bir apartman bile yokmuş ve şimdiki Parlemento binasının yerinde bir askeri depo varmış. Macar kralının 1814’ten itibaren misafirlerini ağırladığı ve 1838’den sonra kentin en önemli salonlarından birine dönüşen Lipótváros’un ünlü hanı Tiger adıyla anılıyormuş ve şehir parkına (Városliget) ilk atlı tramvay seferleri de onun önünden başlatılmış.

Kent tarihi açısından 19. yüzyılın önemli yazarlarından Sándor Bródy’nin dediği gibi burası “sermayenin ülkesi”ymiş.
Ancak o noktaya varmak için de yıllar yılı Tuna nehri ile boğuşmak gerekmişti. Tuna eskiden beri taşıp duruyordu ama nehir kenarındaki arsalar değer kazanıp, sermaye burada yoğunlaşmaya başlayınca, ancak o zaman bu işe bir çözüm bulmak şart olmuştu. Geçmişe yönelik okumalar 1775 sel felaketinin dönüm noktası olduğunu gösteriyor, çünkü ilk kez bu taşkından sonra Şehir İnşaat Komitesi, son su yüksekliğine göre yeni barajlar inşa etme kararı almıştı. Ancak yeni setler 1799 felaketini önleyemedi, çünkü sular bir önceki sel felaketinin bir buçuk metre üzerindeydi ve gazeteler “Ferencváros yıkıldı!”, diye yazıyorlardı. 1811 ve 1830 yıllarında şehir hala sudan çok çekiyordu ve ölümcül darbe 1838’deki büyük afetle geldi.
Sanayi Devrimi, burjuvazinin yükselişi bilmediğiniz laflar değil kuşkusuz ama giderek unutulmaya yüz tuttukları da su götürmez. Şunu akılda tutmak lazım, şehir önceleri kral merkezli şekillenirken, 19. yüzyılın ortalarından itibaren sanayinin ihtiyaçları ön plana çıktı. İstanbul’da Haliç’e ne olduysa, Budapeşte’de Lipótváros’a o oldu. Kereste tüccarları buraya taşınmıştı, Tüköry ailesinin bira fabrikası, Ullmann’ların tütün deposu da. 1840’ta çıkan Sanayi Yasası’ndan sonra fabrikaların sayısı arttı. Bunu finansal hayatın önemli kurumlarının, mesela Macar Ulusal Bankası’nın buraya yerleşmesi izledi. Neredeyse 20. yüzyıl başına kadar sürecek kesintisiz süreç böyle başladı. 1868 yılında Fövárosi Lapok gazetesi, Terézváros’un kirli ve dar sokaklarını, Lipótváros ile karşılaştırıyor ve şöyle yazıyordu: “Peşte’nin bu güzel bölgesinde sokaklar düzenli, evler yüksek. Birden fazla binada merdivenleri halılar kaplıyor, koridorlarda çiçekler açıyor ve pencerelerin arkasında pahalı perdeler dalgalanıyor. En iyi mağazalar, bankalar burada toplanmış. İyi döşenmiş kafe ve restoranlar Lipótváros’un, başkentimizin Batı yakası olduğunu gösteriyor.”
1860’lardan itibaren zengin Yahudiler, Lipótváros’un iç kısımlarına yerleşti ve nüfusun üçte birini oluşturdu. 1896 Milenyum’undan sonra burası başkentin en hızlı büyüyen semti oldu ve bugünkü Szent István bulvarının iki yanına doğru genişledi. Sanayi patronu Weiss ailesi için inşa edilen iki blok, sadece açılıştı, sonra onu diğer apartman blokları takip etti. Tuna kıyısında 1911 yılında beş ve altı katlı Palatinus evleri inşa edildi ve bu Ujlipótváros bölgesinin doğuşunu müjdeledi.
Nyugati garını geçip, soldaki Szent István bulvarı boyunca yürümeye başlayınca kendimi şanslı hissederim. Kaldırımların, bir kentin gelişmişliğinin en belirgin göstergeleri olduğunu söyleyen kimdi? Peşte kaldırımları bir çok bölgede, medeniyet çıtasını en üst seviyeye çıkartırlar. Hem lokantalar, birahaneler, kahvehaneler dilediklerince masa atabilirler bu kaldırımlara, hem de yayalara dolaşabilecekleri ferah feza alan kalır.

Tuna’ya varmadan sağda Újpesti sokağından içeri girdiğinizde yol boyu uzanan ağaçların gölgesinde şarküteriler ve içki dükkanları, bistrolar, cafeler, barlar, Viyanalı çikolatacılar, butik mağazalar, galeriler, çiçekçi ve kürkçü dükkanları, üst düzey antikacılar yer alır. 1920 ile 1945 arasında sınırlı sayıda bina modeline izin verilerek yapılmış altı katlı apartman blokları güzel ve bakımlıdır.
Balzac Sokağı’nın kösesine kadar böyle gider. Derken açık alana çıkılır: Szent István Parkı. Dükkanların türü değişir, veteriner, ekmek fırını, Thai masaj salonu. Buranın bir üst paraleli kentin en mutena yerlerinden biridir ve Tuna nehrine bakan apartmanlarla doludur. Sokak adları dünya yazınının önemli isimleri arasından seçilmiştir: Victor Hugo, Balzac, Gogol… Bu sonuncuyu geçince yüksek beton binalar sahne alır. Lüks konutlarla eski Sovyet bloklarının öpüştükleri tuhaf bir geçiş yeri. Mültecilere kapalı olan kapılar, paranız denkleşir de buradaki yeni dairelerden birini alabilirseniz size açılır. Daireyle birlikte beş yıllık oturma iznini de cebinize koyarsınız. Adına yeni dünya düzeni dedikleri budur. Hollywood dizilerinde işkenceye “ileri sorgulama teknikleri” demeleri gibi.
Buranın bir alt paraleli, Kárpát adıyla başlayıp Hollán Ernö sokağı olarak devam eder ve çok daha derme çatmadır. Bir kere dardır. Ağaç filan da yoktur. Apartmanların suratı asıktır. Ama işte, şahane Uzak Doğu çorbacısı Oriental Soup da buradaki bir köşe başına tutmuştur. Özelikle soğuk havalarda soluğu burada alır ve müsaitse tercihan üst katta, merdiven çıkışının hemen dibindeki masaya yerleşirim. Buradan aşağıda çalışan çekik gözlü aşçının, sebzeleri doğrayışını, dev tencerelerde kaynayan tavuk ve et sularının buharı arasında o efsunla yemek hazırlama sürecinin tamamını izleyebilirsiniz. Bu da en az dev kasedeki bol sebzeli, noodle’lı, soya filizli, acılı çorba kadar şifalıdır.

Bu bölgedeki dükkanlar nitelik değiştirir: Bisiklet tamircisi, Balkan köftecisi, Zenon servisi, telefon tamircisi, lotocu. Ujlipótváros’un kıymeti benim için paha biçilmez. Bunun sebebini kendime sık sık sormuşumdur, sanırım tek yanıtım şu: Adı zengin semtine çıkmış olsa da burada her çeşit dükkan ve her kesimden insan dip dibedir ve kent yaşamının cazibesi bu kozmopolitlikten başka bir şey değildir. 21. yüzyılla birlikte giderek yaygınlaşan korunaklı siteler, işçiler ve göçmenler için kurulmuş ucuz bloklar, azınlıklar için yaratılmış gettolar ya da geceleri ıssızlığa gömülen iş merkezleri açıkça şehir anayasasına karşı darbe girişimleridir. Tipik bir örneğini Budapeşteli çingenelerin itildikleri -ve şimdi üniversite kampüsleriyle kırılmaya çalışılan- VIII. bölgede, Lipótváros’un geceleri korkutucu bir sessizliğe bürünen ıssız sokaklarında ya da Buda tarafındaki apartman bloklarından ibaret yerleşim yerlerinde görebilirsiniz.
Hollán Ernö sokağının ortalarında bir yerde, ikinci el plak satan küçük bir dükkan vardır. Kapısının önünde karton kutulara yığdığı üçü 1000 forinte klasik ve pop müzik LP’leri, dükkan kapalıyken de orada dururlar. Çalınmaya değmeyecek kadar sıradan plaklardır bunlar yine de insan karıştırmaktan kendini alamaz ve bazen aralarında büyük piyanist Sviatoslav Richter’in Sovyet kayıtlarına da rastlanır. Dükkanı açık yakalaşacak kadar şansınız var da içeri girdiyseniz, zar zor kıpırdanabilen alanda, kendinizi bir rock ve jazz mabedinde bulursunuz. 40’lı yaşlarındaki dükkan sahibi belli ki kendisi de sıkı bir dinleyici olan tam bin profesyoneldir ve burada elinizi attığınız her üründe, fiyatının tam da olması gerektiği gibi konmuş olduğunu görürsünüz.
Bit pazarına nur yağdı! Çocukluğumdan beri duyduğum laftır ama hiç bugünkü kadar gerçek olmamıştı. Plak yeniden kıymete bineli çok oluyor, şimdi cd’ler ve eski kasetler de para etmeye başladı. “Para etmeye başladı”nın altını çizmek gerekiyor. Nostalji ile geçmişin metalaştırılması atbaşı gidiyor artık. Walter Benjamin yüzyıl önce, iktidarın üfürük tarih yazımını kırmak için, yenilmişlerin hikayesini tüketilmiş ve bir kenara atılmış nesneler ve kültürel atıklar üzerinden yazmayı denemişti. Popüler kültürün her şeye tur bindirdiği günümüzde, “hafıza nesneleri” denilen eşyalar, daha önce benzerine rastlanmamış bir başkalaşım geçirerek, müzayede evleri ve internet siteleri aracılığıyla, neredeyse bütünüyle maddi değerleri üzerinden okunur oldular.

Başka bir kette dolaşırken bazen zihnimin bir köşesinde, akışını önleyemediğim biçimde şu düşünce belirir: Burada yabancısın! Derhal savunmaya geçip, yanıtlarım: Nerede değilim ki? Ama bir yandan da bunun tam doğru olmadığını bilirim. İnsanın doğup büyüdüğü şehirler, belleğinde daima farklı bir hinterland oluşturur. Yetişkinliğe geçerken yaşadığım iki şehir vardı: İstanbul ve Berlin. İstanbul’un yittiğini biliyordum da, yirmi yıllık bir aradan sonra, 2017 yılında tekrar gidene kadar Berlin’in de, duvar yıkıldıktan sonra bunca değişmiş olabileceğini tahmin edememiştim. Sanıyorum Peşte’yle kurduğum ilişki, bir yanıyla Berlin nostaljisinin devamı. İkisinin de bataklık üzerine kurulmuş olmak gibi ortak bir paydaları da var. Belki de eski bataklıklardır zaman zaman burnumda tüten.
Sık sık Hollán Ernö sokağındaki Budapeşte Caz Kulübü’ne giderim. Burada haftanın her akşamı gayet makul fiyata, içkinizi yudumlayarak izleyebileceğiniz bir caz dinletisi vardır. Genellikle lokal cazcılardır bunlar, çoğu ununu eleyip eleğini asmış yaşlı müzisyenlerdir. Böyle zamanlarda müziğin kalitesinden çok insanların tutkularına odaklanırım. Bazen de evde bir başıma otururken, can havliyle buraya sığındığım olur. Böyle akşamlarda konser çoktan başlamıştır tabii, ben de bardan bir içki alır ve üst kattaki salona çıkıp, oradaki insanlarla birlikte, müzisyenlerin gelip jam session yapmasını beklerim ve bu imkanı sunan şehre minnet duygularımı ifade etmek için, içimden onun hala Avrupa’nın ayakta duran en demokratik şehri olduğunu mırıldanırım. Bu, teselli için söylenmiş bir şey değildir.
Gecenin sonunda müzik ve içki, ağrıyı dindirmese de epey hafifletir.
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com
Türkiye yolsuzluk rekorları kırıyor
Macaristan, yıllık Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde en kötü performans gösteren AB ülkesi olurken, Danimarka en iyi skoru elde etti. Türkiye’nin sıralaması 2016’dan bu yana düşerek en diplerde yer aldı. Türkiye, Avrupa’da yolsuzluk puanı en kötü ülke ünvanını da kazandı.
Macaristan, yıllık Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde en kötü performans gösteren AB ülkesi olurken, Danimarka en iyi skoru elde etti. Türkiye’nin sıralaması 2016’dan bu yana düşerek en diplerde yer aldı. Türkiye, Avrupa’da yolsuzluk puanı en kötü ülke ünvanını da kazandı.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün (TI) hazırladığı Yolsuzluk Algısı Endeksi’ne göre Macaristan, Avrupa Birliği’nin (AB) en kötü performans gösteren ülkesi oldu. 34 puan alan Türkiye ise 180 ülke arasında 107’nci sırada yer aldı.
aporda Fransa ve Almanya gibi büyük ekonomilerin gerileme kaydettiği ortaya kondu. AB ülkelerindeki yolsuzluk üst üste ikinci yılda da kötüye gitti.
Endekste yer alan 180 ülkenin yaklaşık dörtte birinin, örgütün 2012 yılında küresel sıralama için mevcut metodolojisini kullanmaya başlamasından bu yana en düşük puanı aldığı belirtildi.
Örgütün hazırladığı endeks, Dünya Bankası’ndan özel risk ve danışmanlık firmalarına kadar 13 veri kaynağına göre kamu sektöründeki yolsuzluk algısını ölçüyor. Endekste ülkeler ve bölgeler ‘çok yolsuz’ notu olan 0’dan ‘çok temiz’ 100’e kadar bir ölçekte puanlanmaktadır.
Batı Avrupa ve AB için bölgesel ortalama geçen yıl 65 iken bu yıl 64 oldu. Örgüte göre 2023’ten önce bu puan yaklaşık on yıl boyunca düşmemişti.
Bu yılki rapora göre Avrupa’nın yolsuzlukla mücadele kabiliyeti yetersiz kalıyor. Bu da bloğun iklim krizinden, hukukun üstünlüğünün yıpranmasına ve kamu hizmetlerinin aşırı kısıtlanmasına kadar uzanan zorluklara yanıt vermesini engelliyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün Avrupa analistleri, yasal boşluklar, yetersiz uygulama ve kaynak kıtlığının bir süredir AB ülkelerinin yolsuzlukla etkin bir şekilde mücadele etmesini engellediğini söyledi.
Kaynak: www.paraanaliz.com
Övgüler havada uçuştu! ‘Almanya’nın geleceğini ağırladım’
Almanya’da yabancı ve İslam karşıtı parti AfD’nin Eş Başkanı ve başbakan adayı Alice Weidel, Budapeşte’de Macaristan Başbakanı Viktor Orban ile bir araya geldi. İkili, görüşmenin ardından ortak bir basın toplantısı düzenledi. Weidel, Macaristan’ı övgüyle andı, ülkeyi bir ‘örnek’ olarak gösterdi. Weidel, “Macaristan, yasa dışı göçe karşı bir kaledir” ifadelerini kullandı.
Weidel ve Orban, görüşmelerini Budapeşte Kalesi’ndeki eski Karmelit Manastırı’nda gerçekleştirdi. Macar ve Alman bayraklarının önünde düzenlenen basın toplantısı, adeta bir devlet adamı ziyareti havasında geçti. Orban, daha önce X üzerinden yaptığı paylaşımda, “Bugün Almanya’nın geleceğini ağırladım. Sizi Budapeşte’de karşılamak bir onurdu Başkan Alice Weidel!” ifadelerine yer verdi.
‘ALMANYA BÜYÜK BİR KRİZ İÇİNDE’
Basın toplantısında Macaristan’ın AfD için akıl, egemenlik, bağımsızlık ve ifade özgürlüğünün sembolü olduğunu belirten Weidel de AfD’nin Almanya’da hükümete katılması durumunda, “Macaristan’ın, büyük örneğimizin izinden gideceğiz” dedi. Weidel, Almanya’nın zayıfladığını öne sürerek, ülkenin enerji ve göç politikalarını eleştirdi. AfD’nin, Avrupa Birliği’nin yetkilerinin azaltılması yönündeki görüşünü yineleyen Weidel, “Almanya, enerji politikalarındaki yanlış adımlar ve kontrolsüz göç nedeniyle büyük bir kriz içinde” dedi.
GÖRÜŞMEYİ WEIDEL İSTEDİ
Görüşme talebinin AfD tarafından geldiği açıklandı. Orban, ‘Neue Zürcher Zeitung’ gazetesine verdiği demeçte, Weidel’in bu buluşmayı talep ettiğini söyledi. Orban’ın liderliğindeki Macaristan, son yıllarda AB içinde göç ve hukuk devleti konularında sık sık eleştirilere maruz kalırken, AfD gibi AB karşıtı ve milliyetçi partilerle yakın ilişkiler kuruyor. Weidel’in bu ziyareti, iki taraf arasındaki ideolojik yakınlığın bir göstergesi olarak yorumlandı.
Kaynak: www.hurriyet.com.tr
Vatikan’ın gizli arşivlerinden el yazması belgeler… Macar Kralı’ndan Papa’ya: ‘Büyük kartal öldü!’
25 yıldır Vatikan Gizli Arşivleri’nde araştırma yapan Rinaldo Marmara, Türk tarihi açısından önemli bir belgesele daha imza atıyor.
TRT’nin Tabii kanalında belgesel olarak başlayan araştırmayı izledikçe şaşırıyorum. Soruyorum, sorguluyorum.
Vatikan’ın gizli arşivlerinden el yazması belgeler… Macar Kralı’ndan Papa’ya: ‘Büyük kartal öldü’
İşte 500 yıllık el yazması bir belge.
-Macar Kralı Matthias Corvinus’un Papa 6’ncı Sixtus’a büyük bir sevinçle gönderdiği mektup:
“Türklerin ulu imparatorunun vefat haberi biraz önce bana vasıl oldu. Hıristiyan isminin amansız düşmanı Türk imparatoru, mayısın beşinci veya altıncı gününde vefat etmiş. Halifesi olarak kendi büyük oğlunu tayin etmişler. Fakat denizin karşı tarafında olan küçük oğlu Anadolu’dadır. Hâkimiyeti kendi eline almak için çok telaşlıdır.”
– Ölümü büyük bir müjde gibi duyurulan Büyük Kartal Fatih Sultan Mehmet Han’dı.
Büyük oğul Bayezid, küçük oğul ise Cem’di.
– İşte Rodos Şövalyeleri ile Fransa Kralı ve Papa arasında mahkûm kalan Cem Sultan’ın el yazması belgelerdeki hikâyesi. Cem Sultan’ın sağlığı için Osmanlı’dan istenen her yıl 40 bin altın.
Fransa Kralı 8’inci Charles’ın Papa’ya Cem Sultan’la ilgili yazdığı mektuplar.
– İşte Hürrem Sultan’ın kimliğiyle ilgili el yazması soy ağacı. Hürrem, Ukraynalı fakir bir papazın kızı mı; yoksa İtalyan asilzadesi bir ailenin kızı mıydı?
Kaynak: www.hurriyet.com.tr
Pera Müzesi web sitesinden Sessiz Yolculuklar
Pera Film, Macar Kültür Merkezi iş birliğiyle, Macar animasyon sinemasının güncel örneklerini bir araya getirdiği Sessiz Yolculuklar programını sinemaseverlerle buluşturuyor. 14–21 Şubat arasında Pera Müzesi web sitesinden erişime açık olacak programda, içsel dönüşümleri konu alan üç etkileyici Macar animasyonu gösterilecek
Dev Oliver
Yönetmen: Júlia Lantos
Macaristan, 2022, 8′, renkli
Sözsüz
Dev Oliver, küçük bir gezegende yaşamaktadır. Algısına göre, dünyanın tamamı onun oyun alanı, istediği her şeyi yapabileceği bir yerdir. Oliver, sıradan hayatını sürdürürken, küçük insanlar çok büyük öneme sahip başka bir meseleyle meşguldür: Evrenle bağ kurabilmek için bir güneş saati inşa etmek. Bu durum Oliver’ın hayatını tamamen alt üst eder. Evrenin homurtulu sesleri ve büyük bir gölgenin belirmesiyle kendi önemsizliğiyle yüzleşir.
Alacakaranlıkta Meditasyon
Yönetmen: Judit Erdélyi
Macaristan,2023, 7′, renkli
Sözsüz
Hayat, eylemlerden ibarettir. Peki, bu eylemler gerçekten hayatımızı dolduruyor mu? Bizim için daha da önemli olabilecek başka ne olabilir? Alacakaranlıkta Meditasyon, bir kedinin gözleri ve rüyaları aracılığıyla bu sorulara yanıtlar arıyor.
Amok
Yönetmen:Balázs Turai
Macaristan,2022, 14′, renkli
Sözsüz
Modern hayatın insanlar üzerindeki etkilerini işleyen Amok, Clyde adında genç bir adamın trajik hikâyesini anlatır. Clyde, kötü niyetli bir Noel Baba cücesinin neden olduğu talihsiz bir kazada nişanlısını ve dış görünümünü kaybeder. Clyde bu olayın ardından, içsel şeytanlarıyla yüzleşmek zorunda kalır.

XX. yüzyılda Latince konuşmak: Sándor Márai
“Márai’nin şahsında belki de esas soru onun burjuvaziyi neden bu derece idealize ettiğidir… Peki Márai’nin, daha kaleme alınırken bile geçmişte kalmış, varlığı kuşkulu bir dünyaya seslenen kitaplarını bugün bu kadar çekici kılan ne?”
Tamı tamına 1900 yılında doğan Márai yaşamı boyunca var olduğunu varsaydığı eski burjuva değerlerin, Avrupa ruhunun savunucusu oldu. Ona göre Avrupa kültürü ve medeniyetinin kurucu unsuru burjuva değerleri ve yaşama tarzıydı.
Márai’nin üslubu sıklıkla Thomas Mann, Robert Musil, Joseph Roth ve Arthur Schnitzler’in üsluplarına yakın bulunur. Metinlerini okurken onun hem Stefan Zweig, hem de Joseph Roth ile akrabalığını hissetmekten kaçınamayız. Üçü de I. Dünya Savaşı sonrasında artık varolmayan Habsburg İmparatorluğu’nun uyruklarıydılar. Zweig’in Dünün Dünyası veya Roth’un İmparator Mezarlığı, Márai’nin kaleminden de çıkabilirdi. Bir Burjuvanın İtirafları (1934) zaten bir tür Dünün Dünyası’dır. Tabii o, Roth’un İmparator Mezarlığı’nın kahramanı gibi üzüntüyle Franz Joseph’in mezarının bulunduğu manastır kapısına yığılacak biri değildi. O kadar duygusal olmadığı gibi, bir Macar olması nedeniyle de Habsburg imparatorunun mezarına kapanıp ağlaması yakışık almazdı.
Márai, Pascal, Dostoyevski, Goethe, Thomas Mann, Borges, Ortega y Gasset ve elbette Marcus Arelius gibi yazarları sık sık anar. Tabii Oswald Spengler’i de… 1943 günlüğünde Batının Çöküşü’nü 15 yıl aradan sonra yeniden okuduğunu da not düşmüş. Nedenini tahmin etmek zor değil.
Bugüne kadar pek çok tuhaf yazınsal yazgıya şahit olunmuştur ve Márai’nin dirilişi de bunlardan biri. Olağanüstü denebilecek üretkenlikte bir yazardı; roman, anı, şiir, oyun, günlük, deneme… Fakat eserlerinin tümünün algılanıp değerlendirilmesi gibi bir sorunla karşı karşıya kalındığında aşırı üretkenliğin de dert olabileceğini düşünmeye başlarız. Kalıcı kitaplarının yanında dedektiflik ve macera romanları da, romantik romanlar da yazdı. Zaten kendisi de bütün kitaplarına sahip çıkmak istemediğinden sıkça söz etmişti. Sadece Macaristan döneminde 50 civarında basılmış kitabı var. Macaristan’ı terk etmeye karar verdiğinde akıbeti devlet matbaalarında yok edilmek olacak kitaplarından bir takımı postayla yurtdışındaki yeni adresine gönderirken kitapların ağırlığı 27 kilo tutmuştu. Kendi kendine artık daha ince kitaplar yazmaya söz verdiyse de bunda başarılı olduğunu söylemek zor.
Yabancı

Sándor Márai’nin ailesi Almanya’daki Dresden yakınlarından, eski Avusturya-Macaristan topraklarındaki Kösice’ye göç etmişti. Kösice günümüzde Slovakya toprakları içinde bulunuyor. Ailesi Alman asıllı olmasına karşın ve belki de bu yüzden hayatının eksenini Macar kimliği ve yurtseverliği oluşturdu. 1919’dan itibaren gazete makalelerini Márai imzasıyla yayınlasa da, devlet nezdinde soyadı Grosschmid’di. Márai soyadını resmen ancak 1939 yılında alabildi.
Kendisi, “Márai rönesansı”nın yarattığı izlenimin aksine Macaristan’da bulunduğu yıllarda asla kıyıda köşede kalmış bir yazar değildi. Yirmi yıl boyunca hayatını gazetecilikle kazanmıştı ve 1936 sonrasında ülkenin en önemli gazetelerinden biri olan Pesti Hírlap’ın çalışanıydı. Her pazar uzun bir makale yazıyordu ve makale başına 1001 pengő gibi oldukça yüksek bir ücret alıyordu. Bu rakam ortalama bir orta sınıf çalışanın aylık gelirine veya vasıflı bir fabrika işçisinin üç aylık gelirine karşılık geliyordu. Selefi, Ferenc Herczeg makale başına 1.000 pengő alıyordu ve Márai gazetenin teklifini yalnızca daha yüksek bir ücret karşılığında kabul etmiştir. Yani 1 pengő fazlası. Teliflerden elde ettiği kazançla Budapeşte’de bir evi olduğu gibi, bir köy evinin de sahibiydi. Ama önce biraz daha geriye gidelim.
Márai’nin ilk gençlik yılları Kösice-Budapeşte arasında gidip gelmekle geçse de, 1918 sonbaharında Budapeşte’ye taşınarak yükseköğrenime başladı ve ilk şiir kitabını da bu sıralar bastırdı. I. Dünya Savaşı sonrasındaki kargaşa ortamında komünistlere katılmasını daha sonraki yıllarda bir gençlik hatası olarak görecektir. Kasım 1918’de Márai, Komünist Yazarlar Grubu’nun kuruluş toplantısına katıldı ve kısa süre sonra Kızıl Bayrak’ta yazıları yayımlandı. 1919’da Budapeşte Sovyeti’nin ateşli bir destekçisiydi. Sovyetin yenilgisinden sonra apar topar Leipzig’e gidişi de bu yenilgi ortamıyla bağlantılı olmalıdır. Daha sonraki yıllardaki eserlerinde, örneğin Bir Burjuvanın İtirafları’nda bu dönemi hafif bir uzaklık ve soğukluk duygusuyla kaydedecektir. Artık çeşitli Alman şehirlerinde gazetecilik yapmakta, Simplicissimus ve Frankfurter Zeitung gibi dönemin en ünlü basın organlarına yazmaktadır. Yine bu sıralarda Kafka’nın Dönüşüm ve Dava’sını Macarcaya çevirdi. 1923 yılına kadar Almanya’da yaşamasına rağmen bu ülkede yeteneklerinin göz ardı edildiğini ve bir Macar olarak ayrımcılığa uğradığını düşünüyordu. 1923’de Lola Matzner ile evlendiler; bu evlilik Lola’nın 1984’teki ölümüne kadar sürecektir.

Berlin ve Paris dönemlerine odaklanan Doch blieb er ein Fremder (“O hep bir yabancı olarak kaldı”) 1930 yılında yazıldı ve 1935 yılında basıldı. Kitap bugün yazarın en iyi kitaplarından biri olarak kabul görüyor. Göçmenlik, Alman toplumunda yabancı olmak ve bir Macar olarak varolmak gibi temalar etrafında dönen kitaptaki esas rahatsızlık Almanların Macarlara yukarıdan bakmasıydı. Buna rağmen yazar, “bir yaşam tarzları olmasa da” Almanların ciddi, saygılı, mesafeli oluşlarından övgüyle söz ediyor. Roman daha sonra genç adamın kimseye söylemeden Berlin’i terk ettiği Paris’teki göçmen hayatıyla devam ediyor. Márai kahramanının Paris’te taşralı Macar kimliğini kaybetmesini, bir dizi sakin döngüyle, sürekli genişleyen anlatı çemberleriyle sağlıyor. Asıl zorluklar ise her zaman olduğu gibi bastıran yoksullukla beraber metafizik kaygıların geri plana itilmesiyle başlayacaktır.
Yükseliş
Márai 1930-1942 arası yıllarda 31 başlıkta yayın yaptı. Bu yıllar arası onun en verimli dönemi olarak anılır. İşin Aslı, Judit ve Sonrası’nı dışarıda tutarsak, şimdiye kadar Türkçeye çevrilen bütün kitapları da bu dönem yazılmıştır. Bir Burjuvanın İtirafları da bu dönemin eseri. Kitabın ilk cildi 1934’te, ikinci cildi ise 1935’te basıldı. Márai’de kişisel yaşamöyküsünü edebiyatla hemhal etme fikri her zaman büyük ağırlık taşımıştır. Büyük oranda otobiyografik olan bu kitap Kösice’deki ailesine, kaybolmaya başlayan burjuva değerlerine bir ağıt niteliği alır. Márai için Kösice eski burjuva dünyasının billurlaşmış bir haliydi. Kitap bugün de Márai’nin okunması mutlaka gereken dört-beş kitabından birisi. Kitabın yabancıların Macarlara yönelik tutumun şekillenmesine katkıda bulunduğu da sık sık dile getirilir.
Bu dönemde Márai artık Macaristan edebiyat çevrelerinde önde gelen kişiliklerden biri haline gelmişti. PEN üyesiydi, Thomas Mann’ın 1935 Budapeşte ziyaretinde ona rehberlik edenlerden biriydi. Ama saadet hiçbir zaman kalıcı değildir. Márai 1939’da tek oğlunu doğumundan birkaç hafta sonra kaybetti. Yeni ölmüş oğlunun acısı sürerken Avrupa yeni bir savaşa giriyordu.

Macaristan diktatörü Horthy, Almanya’nın müttefikiydi. Buna karşın bir ölçüde de bağımsız davranmaya çalışıyordu, ülkedeki Yahudilerin Almanlara teslim edilmesi taleplerine uzun süre direndi, Polonya ve Sovyetler’den kaçanlarla birlikte Macaristan, Avrupa’nın en yoğun Yahudi nüfusuna sahip ülkesi haline geldi. Macaristan’daki Alman yanlısı rejimin tutumu tahmin edilebileceği gibi ülkedeki yazın hayatını da olumsuz biçimde etkilemekle birlikte, Márai hem gazeteciliğe hem yazarlığa ve hem de oyun yazarlığına devam etti, oyunlarını sahneleyebildi.
Kişi kırklı yaşlarında bazen durur ve mevcut duruma dair şükran dolu ve biraz da kibirli cümleler kurar ama aslında acele etmemek, sonuna kadar beklemek gerekir. 1943’te basılan fragmanlar kitabı Füves könyv’de (“Çimen Kitabı”) şunları söylüyor:
Son nefesimde, insan olduğum ve loş ruhumda bir akıl kıvılcımı parladığı için kadere şükrediyorum. Yeryüzünü, gökyüzünü, mevsimleri gördüm. Aşkı, gerçekliğin parçalarını, arzuları ve hayal kırıklıklarını tanıdım. Yeryüzünde yaşadım ve yavaş yavaş aydınlandım. Bir gün öleceğim. Ne kadar harika bir şekilde gerçek ve basit! Başıma daha iyi, daha büyük başka bir şey gelebilir miydi? Hayır, büyük bir kader yaşadım. Başka ya da daha iyi bir şey başıma gelemezdi.
(Füves könyv, 202. fragman, Helikon, 1998)
Márai, Macaristan’ın Almanya ile işbirliğinden ve ülkede oluşan aşırı sağcı havadan hoşnut olmasa da, 1942’de yazdığı “Röpirat a nemzetnevelés ügyében” (Halk eğitimi üzerine rapor) başlıklı incelemesiyle şimşekleri üzerine çektiği gibi, kendisini mevcut iktidarla benzer şeyleri söylerken buluverdi. Yazı esas olarak savaş sonrasında eğitimin yönelimiyle, tepkilerin şiddeti de metnin zamanlamasıyla ilgiliydi. Macaristan o sıralarda Almanya’nın desteğiyle I. Dünya Savaşı sonrasında kaybettiği toprakların bir kısmını yeniden ele geçirmişti. Márai’nin Macarlar ve Macaristan üzerine düşünceleri az çok diktatör Horthy’nin bu gelişmeleri kutlarken kullandığı söyleme yaklaşıyordu. Márai’ye göre Macarlar sağduyulu, ölçülü ve gerçekçiydiler. Horthy de Macarların ulusal karakterini benzer sözlerle vurguluyor, “asil Macar adalet duygusundan” ve “eski Macar erdemlerinden” söz ediyordu. İkisinin söylemi de dönüp dolaşıp Macarların şövalyece niteliklerine ulaşıyordu. Márai Bolşevizmin ne Batılı kitleler ne de Macarlar için bir yaşam tarzı olamayacağını da ekliyordu.
Karanlık
Márai 1943 yılına kadar Pesti Hírlap için yazmaya devam etse de, Macaristan üzerindeki Alman etkisinden son derece rahatsızdı ve nihayetinde böyle bir ortamda dokunulmazlık içinde yazmaya devam etmenin ahlaki olmadığını düşünerek gazetecilikten kopmaya karar verdi. Gazetedeki “Elveda” başlıklı son yazısında Avrupa manzarasının kararmaya başlamasından yakınıyor, aklın ve dayanışmanın gücünün içgüdülerin dehşetinden daha büyük olduğuna inanmak istediğini belirtiyordu. Çift, Lola’nın kız kardeşi Jacquline ile iki çocuğu Ivan ve Ági’yi de alarak Leányfalu’daki yazlık eve götürdüler. Burada daha sonra evlatlık oğlu olacak János Babócsay ile de tanışacaktı. Márai kendini dünyadan soyutladı ve 1943 yılında Günlükler’e başladı, bunu 1989’a kadar sürdürdü. Günlükler bugün Márai külliyatının en önemli parçalarından biri kabul ediliyor. Macarca yeni edisyonu 18 cilt tutan bu metinler Márai için bir arınma aracı ya da dönemin resmini çizme çabasından çok, paralel bir yaşam halini aldılar. Onun için atmosfer tarihe sadakatten daha önemli olduğu gibi, şiirsel tutum da kronolojiden önemlidir ve Márai söz konusu olduğunda bu hep akılda tutulmalıdır. Günlüklerini doğrudan daktiloyla yazıyordu, buradan da daha en başından onları bastırma niyetinde olduğunu anlıyoruz. Her şeye bir mesafelilikle yaklaşılan bu ciltlerde kişisel duygulara, iç dökmelere ya da dışavurumcu satırlara nadiren rastlarız.
Márai, Günlükler’de Augustine, Jean-Jacques Rousseau, José Ortega y Gasset veya Oswald Spengler, Ernst Robert Curtius ve Marcus Aurelius gibi kişilikleri sık sık anar. Zaten 1943’ün sonunda kamuoyu önüne son çıkışı da Marcus Aurelius hakkında bir konferanstı. O sıralar artık içe dönmek dışında Macaristan’da yaşanamayacağını, çalışabilmek için içe dönmenin şart olduğunu söylüyordu. Stoacılık bu tür dönmelerde hep baş tacı olmuş, Marcus Arelius yeniden ve yeniden gündeme gelmiştir. Andığı diğer kişilikler de genellikle Avrupa uygarlığının felakete doğru gittiği, çöktüğü söyleminin kurucularıydılar.

Márai kendi içine kapanırken Macaristan’da durum bir kere daha radikal biçimde değişiyordu. Horthy, Alman taleplerine mümkün olduğu kadarıyla dirense de, Alman işgalinden sonra yaklaşık 440.000 Yahudi Polonya’daki imha kamplarına doğru sınır dışı edilmeye başlandı. Horthy son bir hamleyle sınır dışı edilmeleri durdurarak yaklaşık 200.000 Budapeşte Yahudisinin hayatını geçici olarak kurtardı. 16 Ekim 1944’te Alman destekli Oklu Haç Partisi iktidara geldikten sonra Budapeşte’de büyük bir Yahudi kıyımı yaşandığında, Márai artık Macarları şövalye bir halk olarak görmekten vazgeçecekti. Márai’nin eşi Lola da Yahudi asıllıydı ve ailesi de kurban durumundaydı. Márailer, Lola’nın babasını Kösice gettosundan kurtaramadılar ve adam Polonya’daki kamplara sevk edilip orada yok oldu.
Bu olaylar Márai’nin günlüklerinde dolaylı, uzak birer gölge olarak yer alır. Savaş sonrasında kendisi için olumlu olabilecek şeyleri günlüğüne yazmadığı gibi, daha sonra eklemedi de. Örneğin Ekim 1944’te, Márai ve Korgeneral Hardy, diktatör Horthy’yi Almanlarla bağlarını koparmaya çağıran bir bildiriyi daktiloya geçirdiler. Doğrusu inzivada, Stoacı düşünceler içinde birine hiç uymayan bir girişim. Márai’nin oğlunun da vaftiz babası olan Hardy, Oklu Haç tarafından hemen tutuklandıysa da, soruşturma Márai’ye kadar uzanmadı. Günlüklerinde Auschwitz’deki toplama kampından, “endüstriyel ölüm alanları”ndan ve krematoryumlardan söz etmesine rağmen karısının kız kardeşi Ági’yi Oklu Haç üyelerinden kurtarışından ancak çok sonra söz edecektir.
Bu arada tuhaf bir edebi tesadüften de söz etmek gerek. Kadersizlik’in yazarı Imre Kertész, Budapeşte Yahudilerinin toplanması sırasında yoldan çevrilip diğerleriyle birlikte bir tuğla fabrikasına kapatıldığında henüz 14 yaşındadır. Kadersizlik’te bu bekleyiş sırasında tarifeli yeşil banliyö treninin uzaktan geçtiğini yazar. O trenin yolcularından biri de bizzat Márai’ydi. Günlükler’de aşağıda tutuklanmış Yahudilerden, makineli tüfekli nöbetçilerden söz edilir. Kertész, Kadersizlik’i yazdıktan yıllar sonra Günlükler’e rastlar ve Márai’nin o güne dair yazdıklarını okur. Bu rastlantı gökteki yıldızların bir hizaya gelmesi gibi bir şeydi.
Esas soru
Macarların ahlaki nitelikleri konusunda Márai’nin kuşkuları da giderek derinleşiyordu. Ona göre 1514 köylü isyanının başarısızlığı, 1516 Mohaç Muharebesi sonrasındaki Osmanlı yönetimi, 1848/49 devriminin bastırılması, 1920 Trianon Antlaşması’yla ülkenin parçalanması ve Alman işgali aynı felaketler zincirinin çeşitli aşamalarıydılar. Tabii sonradan gelen Sovyet işgali de bu halkaya bir yenisini ekleyecektir. Ama esas sorun ara sınıfların yokluğunda devletin öne çıkması; eski feodal beylerin, aristokrasi mensuplarının siyasi ve sosyal nüfuzunun artması; basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar; dinsel, daha sonra da ırksal ayrımcılığın yurttaş eşitliğini ihlal etmesi ve devletin otoriter karakterini güçlendirmesiydi. Bu durumda da milliyetçilik feodal topraklarını koruyanların çıkarlarına hizmet ediyordu.

Márai, Macar orta sınıfının idealleştirdiği burjuvaziyle hiçbir şekilde aynı olmadığını görmek zorunda kaldı. Márai için burjuva her zaman için modern Batı dünyasının sahip olduğu en iyi şey olmuştu. Kültürü burjuvazi üretmiş, eski rejimler ortadan kalktığında burjuvazi dünyanın dengesini yeniden kurmuştu. Macaristan’ın Balkanlaşmasının nedeni de burjuvazinin yokluğuydu. Daha sonraları II. Dünya Savaşı’nın asıl kaybedeninin sadece Almanya değil, tüm Avrupa olduğunu yazacaktır, çünkü burjuvazi olarak adlandırılan şey yok edilmiş ve yerine “entelektüel proletarya” gelmiştir.
Márai’nin şahsında belki de esas soru onun burjuvaziyi neden bu derece idealize ettiğidir. Gerçekte o sadece burjuvaziye olan özlemi açısından bir şehirliydi. Onun gözünde Avrupa ve burjuvazi geleceği temsil ediyordu; yani esasında çoktan geride kalmış bir geleceği. Bu durumda da eseri derin bir nostaljiyle, atmosfer duygusuyla ve şiirsellikle sarmalandı. 1943 sonrasında, Márai’nin kendi içine kapanmaktan başka seçeneği kalmadığında burjuvazi ideali onun için bir cankurtaran simidi işlevi gördü. Aynısını onun eğitimle ilgili saplantısı ve aklın gücüne olan imanı için de söyleyebiliriz. “Eğitim” ve “kültür” gibi kavramların bile Yahudi karşıtı kodlar olarak kullanıldığı ırkçı bir ortamda, Márai gibi bir muhafazakârın Aydınlanma çağının eğitim ideallerine bağlı kalmaktan başka seçeneği olup olmadığı da tartışmalıdır.
Sürgün
Artık savaş bitmiş, küçük çiftçilerin partisi ilk seçimlerde şaşırtıcı bir başarı sağlayarak iktidara gelmiştir. Bu ortamda Márai 1945-1948 yılları arasında sekiz kitap daha yayınladı, ancak Macar Yazarlar Birliği’nin genel sekreterliğini de, Macar PEN Kulübü’nün başkanlığını da, Macaristan’ı Bern Başkonsolosu olarak temsil etmeyi de reddetti. 1947’de Macaristan Bilimler Akademisi’nin asil üyesi seçildi. Bu arada ülkeyi kurtaran Sovyetler gidişattan hoşnut değildi; nitekim Mátyas Rákosi yönetimindeki Komünistler 1948’de iktidara geldiler. Yeni kültür bakanı bütün kültür kurumlarını tek çatı altında topladığında büyük yayınevleri kamulaştırıldı. Artık eserleri resmî edebiyat eleştirisine göre değerlendiriliyordu ve biten kitaplarının yeni baskıları kâğıt tahsis edilmediği için yapılamadı.
1943-1944 Günlükleri yeni rejimin propaganda mekanizması tarafından didik didik edildi. Yeni sosyalist rejimin önde gelen kişiliklerinden Márton Horváth, Günlükler’in yazıldığı sıralardaki felaketli ortamla hiçbir ilişkisi olmadığını söyleyerek saldırıya geçti; ardından arka planda Yahudiler sınır dışı edilirken Márai’yi güllerin altında otururken gösteren bir karikatür ortaya çıktı. Karikatür Günlükler’in bir sayfasına göndermedir. Bu koroya Márai’yi iflah olmaz bir muhafazakâr olarak niteleyen, Sovyetler’deki sürgünden henüz dönmüş olan György Lukács da katıldı. Lukács, Márai’nin Sértődöttek. A hang adlı romanının ikinci cildi hakkında, “Ancak yazarın kendi seviyesi, kitabın siyasi ve insani seviyesinden daha aşağıda olabilir” diyordu.
Sovyet baskısı altında gerçek bir Macar edebiyatının var olamayacağını düşünen Márai, karısı ve evlatlık oğluyla birlikte 31 Ağustos 1948’de ülkeyi tamamen terk etti. Hemen ardından da 1949’da Macar Bilimler Akademisi’nden ihraç edildi. Imre Kertész çok sonraları, Márai’nin Macaristan’ı terk edişiyle Thomas Mann’ın Almanya’yı terk edişini karşılaştırırken Mann’ın göçünün tüm Alman ulusu üzerine bir gölge düşürdüğünü, Márai’nin ayrılışının ise hiçbir etki yaratmadığını söyleyecek, bunu da Macaristan’daki orta sınıfın yetersizliğine bağlayacaktır.
Gurbet
Márai sık sık sürgün yaşamını Macar dilini kurtarmaya adadığını söylemiştir. Dil varsa ulus vardı ve Macarların kaderini belirleyecek tek şey dilin korunmasıydı. Onun kendini Macar diline adamasının Macarcaya hapsolmak gibi sonuçları da olacaktı. Bu dönem boyunca kitaplarını Ottowa’dan Münih’e kadar çeşitli Macar göçmen yayınevlerinde, masraflarını kendi cebinden karşılayarak bastırmıştır.
Savaş sonrasında Avrupa edebiyatında yurtsuzluğun genel bir tema olacağını söylediği gibi, ülkeyi terk edişini de göç değil, bir sürgün gibi algılıyordu. Önce İtalya’ya, sonrasında da ABD’ye taşındılar. Márai’nin kaybolmuşluk duygusu ve Macaristan ile kopukluğu ancak 1951’de Radio Free Europe’da Macarca programlar yapmasıyla aşılabildi. Bilindiği gibi, bu radyo Soğuk Savaş yılları boyunca Demirperde gerisine hitap eden bir propaganda aracıydı. 1956 Macar ayaklanması patlak verdiğinde hemen Amerika’dan radyonun merkezinin bulunduğu Münih’e koştu ama onun şehre varışından bir gün sonra, 7 Kasım’da Sovyet birlikleri Macaristan’ı işgal ettiler. Ayaklanma sırasında ölenlere ithaf ettiği “Cennetten İnen Melek” adlı şiirinden dizeler bugün 1956 devrimi anıtını süslüyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu dönem yazdığı kitaplar genellikle tarihî konular ve kendi ilgileriyle sınırlıydılar. Bu dönemin en kalıcı ve önemli kitabı Land, Land… (“Ülke, Ülke…”, 1972) bir anlamda Bir Burjuva’nın İtirafları’nın devamı sayabilir. Kitap Sovyet ordusunun Budapeşte’yi kuşattığı günlerde başlıyor ve ülkesinin yeni gerçekliğini vermeye koyuluyor.
Ölüm
Yıllar geçtikçe nispeten yumuşayan hava sayesinde 1988’de kitaplarının Macaristan’da yeniden yayımlanabilmesi için çeşitli girişimler gündeme geldiyse de, Márai, Sovyet birlikleri ülkeden çekilmeden ve serbest seçimler yapılmadan kitaplarının yayınlanmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Macar Bilimler Akademisi, Macar Yazarlar Derneği gibi kurumlardan da yeniden üye olması çağrıları gelse de tutumu değişmedi.
Belki de son önemli kitabı 1980’de basılan İşin Aslı, Judit ve Sonrası’dır. Kitabın 1970’lerin sonlarında yazıldığını hissedebilmek gerçekten zor. Kitaba bir 1940’lar havası hâkim ve Márai bir kez daha geçmişin ruh durumu içinde gezinmektedir. Buna karşın ömrünün son yıllarındaki ruh halini ve düşüncelerini, süzülüp gelmiş değerlendirmelerini okurken temel olgulara karşı tutumunun değişmemiş olduğunu da görürüz. Hâlâ dokunaklı bir atmosferde yaşamakta, hâlâ zamanın bozulmasına içerlemekte, hâlâ kendisini “barbarlar arasında Latince konuşanlar”a benzetmektedir:
Bir şeyi muhafaza etmek onu ele geçirmekten daha zordur. Bir insanın kitaplarda ve insan kalbinde yaşayan kanunlara karşı gelmesine izin veremem. Dikkat etmeli ve herkesin eskiyi yıkıp yeni bir şey inşa etmek için canla başla çalıştığı bir dünyada, gerçek anlamı daha yüce bir düzen ve dünyanın uyumu olan ama yazılı olmayan insan anlaşmalarının bekçiliğini yapmalıyım. (İşin Aslı, Judit ve Sonrası, s. 91)
1985’te önce küçük kardeşi Géza Radványi’yi kaybetti. Ardından giderek körleşen karısı Lola vefat etti, daha sonra da evlatlık oğlu János aniden öldü. Márai de epeydir kanserdi ve artık intiharı düşünmeye başladı. Günlüğüne bir tabanca satın aldığını, ateşli silahları kullanmakla ilgili bir kursa katıldığını yazar. Her zamanki titizlik, planlama ve nesnellik burada da yürürlüktedir. Artık münzevi hayatı sürüyordu. Son günlerinde uyumadan önce okumak istediği Sophokles, Cervantes, Arany ciltlerine bile dokunamadığını, artık bir şey yazamadığını söylüyor: “Kelimeler sadece gerçekliğin üstünü örtüyor, onu göstermiyor.”

Sándor Márai ve evlatlık oğlu János Babócsay San Diego’da, 1986.
Ocak 1989’da günlüğüne en son notunu da düştü: “Sabırsız değilim ama hiçbir şeyi geciktirmek de istemiyorum. Zamanı geldi.” Bu satırlardan beş hafta sonra, 21 Şubat’ta silahını ateşledi.
Ayrıntılar çeşitli ve farklı olabilir, ancak tüm insanların yaşamında ortak olan temel deneyim gerçekten de kırk yıl içinde tüm insanların başına gelir. Tutkuları yaşamış, doğal yasanın değişmezliğini tecrübe etmiş ve ölümlülüğünü kesinlikle bilmektedir. Sezar daha fazlasını bilmiyordu, Antonius daha fazlasını bilmiyordu, Marcus Aurelius da daha fazlasını bilmiyordu; insan zamanla ne kendini ne de dünyayı daha fazla tanıyamayacak. Geriye kalan her şey tekrardan ibarettir.(Füves könyv, 18. fragman, Helikon, 1998
Diriliş
İntihardan birkaç ay sonra Doğu Bloğunun çöküşüyle birlikte 23 Ekim 1989’da Macaristan’da yeni rejime geçildi. Bu aynı zamanda Márai’nin dirilişinin de başlangıcı olacak, çok uzaklarda sürgünde ölen yazar baş tacı edilecektir. Macarlar dışında neredeyse kimsenin varlığından haberdar olmadığı, hatta ülkesinde de sadece yaşını başını almış muhalifler tarafından bilinen eserleri 1990 yılında Macaristan’da yeniden yayınlanmaya başladı. Aynı yıl Kossuth Ödülü’ne layık görüldü, ardından da Macaristan ve Slovakya’da benzeri görülmemiş bir Márai rönesansı başlayıverdi. Bugün Kösice’den San Diego’ya kadar ailesiyle birlikte yaşadığı hemen her şehirde ve evde bir plaket, bir müze ya da bir heykelle onurlandırılıyor. Edebi mirası için Macaristan ve Slovakya neredeyse bir yarış içindeler.
Márai çevirileri dalgası Fransa’da dört kitapla başladı, onu da diğer ülkeler izledi. Mumlar Sonuna Kadar Yanar ilk kez 1942’de yayınlanmıştı ve kitap neredeyse 60 yıl sonra arka arkaya Fransızca, Almanca, İtalyanca dillerine çevrildiğinde Márai’nin dirilişinin simgesi haline geliverdi. Taşrada büyük ve eski bir malikane, değerli mobilyalar, gümüş şamdanlar, şömine ateşi, gece karanlığı ve iki yaşlının yaşamlarının ve dostluklarının uzun muhasebesi. Kitap önce Fransa’da 1995 yılında büyük başarı elde etti. 1998’de İtalya’da 100 bin satıldı, Almanya ve Avusturya’da ise rakamlar önce 200 bine, sonrasında da bir milyona ulaştığında kitap bir uluslararası best-seller haline geldi.
Bir diğer esas soru
Peki Márai’nin, daha kaleme alınırken bile geçmişte kalmış, varlığı kuşkulu bir dünyaya seslenen kitaplarını bugün bu kadar çekici kılan ne? Bazen bir yazarı severiz, yazdığı her şeyi okumaya çalışırız ama onu neden sevdiğimiz üzerine uzun boylu düşünmeyiz. “Sevmek” bir şey ifade etmez. Dil, üslup, olaylara bakış, dünya görüşü, atmosfer, ilgilendiği alanlar, kültür alanı, bize yakınlık gibi unsurlar bu sevgiyi tamamen açıklayamaz. Yazarın dert ettikleriyle alakamızı kurcalamaya çalıştıkça genellikle kendi hakkımızda bazı tatsız sonuçlara ulaşırız.
Belki 20. yüzyılda “barbarlar arasında Latince konuşma” gayretinin ümitsizliği okurda tekinsiz bir izlenim bırakıyordur. Belki “Latince” konuştuğumuzu sanıyoruzdur. Belki insanın temel sorunları maalesef hâlâ aynıdır. Márai kendi zamanının yabancılaşmasından mustaripti ve belki de hepimizde gizli saklı bir “Altın Çağ” özlemi mevcuttur. Belki dünya kökten değişip tanınmaz hale geldiğinde geçmişteki sağlam ve sözde tutarlı günlerin kokusunu almak istiyoruzdur.
Sándor Márai’nin Türkçedeki kitapları ve yararlanılan kaynaklar:
Sándor Márai, Bir Burjuvanın İtirafları, çev. Sevgi Can Yağcı, Can Yayınları, İstanbul, 2010.
Sándor Márai, Estzer’in Mirası, çev. Hilmi Ortaç, YKY, İstanbul, 2009.
Sándor Márai, Buda’da Bir Boşanma, çev. Tarık Demirkan, YKY, İstanbul, 2011.
Sándor Márai, Parma Kontesi, çev. Özgür Pozan, Gendaş Yayınları, İstanbul, 2004.
Sándor Márai, Mumlar Sonuna Kadar Yanar, çev. Esen Tezel, YKY, İstanbul, 2024. (Aynı kitap 2004’te Özgür Pozan çevirisiyle, Yürek Yangını adıyla basılmıştı. Gendaş Yayınevi, 2003.)
Sándor Márai, İşin Aslı, Judit ve Sonrası, çev. Esen Tezel. YKY, İstanbul, 2019.
Ernő Zeltner: Sándor Márai. Ein Leben in Bildern, Piper, 2001.
Sándor Márai, Feld, Feld…, çev. Hans Skirecki, Piper, 2004.
Sándor Márai, Füves könyv, Helikon, 1998.
Sándor Márai, Tagebücher 1984-1989, çev. Hans Skirecki, Piper, 2002.
Sándor Márai, Unzeitgemässe Gedanken, çev. Clemens Prinz, Piper, 2009.
Sándor Márai, Literat und Europea, çev. Akos Doma, Piper, 2009.