Haritamdaki Budapeşte -1

Haritalar yavanlaşıyor giderek. Neredeyse yüzyıldan fazla bir süredir, haritacılık bürokratik bir hal almış durumda. İlerlemenin de bir bedeli var kuşkusuz. Dünyanın bir ucundaki sokağı, o sokaktaki herhangi bir apartmanı elimizle koymuş gibi bulabiliyor, hatta gitmeden sokağın şekli şemaline, gideceğimiz binanın dış cephesine bakabiliyoruz. Zamanda bazı kaymalar oluşabiliyor tabi, (Google maps’te fotoğraflar altı ayda bir filan güncelleniyor) ama o boşluklar zaten hayatımızın gerçeğidir.

Öte yandan bütün bunların, haritacılıkla ilgili bir zamanlar fevkalade yoğun olan hayal gücünü öldürdüğüne şüphe yok. Çocukluğumun Missisippi haritasını hatırlıyorum. Bir oyuncaktı aslında. Missisippi nehri boyunca uzanan duraklarla ilgili bir oyun oynuyorduk ve bazı merhalelere varıldığında, plastik haritanın üzerinde kırmızı ışık yanıyordu. Japonların rulo halindeki yol haritalarını öğrenmem epey sonradır, Azteklerin renkli el yazmalarına verdikleri “haritalar” ismi için de geçerli bu. Haritaların resim gibi yapıldığı, okyanuslarda yüzen balinaların, seyreden kalyonların, deniz tanrılarının gösterildiği, çeperlerine sarayların, ören yerlerinin resmedildiği, bakarken içinde yitip gittiğiniz o çağ bitti artık.

Onu geri getirmek için farklı haritalar arıyoruz günümüzde. Kişisel haritalar oluşturma bu arayışın önemli duraklarından biri: Tolkien’in ve Ursula K. Le Guin’in kitaplarına eşlik eden haritalar örneğin, Calvino’nun “Görünmez Kentler”i, Judith Schalansky’nin “Ücra Adalar Atlası” ya da Manguel-Guadaluppi’nin “Hayali Yerler Sözlüğü”. Hepsi de kurumsal haritacılığa karşı bir direniş noktası.

Bir de kentlerde yaşarken oluşturduğumuz kişisel haritalar var. Daha önce birçok yazarın yürüdüğü bir yol bu.

1974 yılından 2017’ye kadar 10-15 kez Budapeşte’nin 20 kilometre yakınından geçmişimdir. Her seferinde o mavi üzerine beyaz tabelayı görürdüm: Budapest 20 km. Bir kez bile o sapaktan içeri girmek mümkün olmadı. Öyle ki bir süre sonra, hayatımda en çok yaklaştığım ama büyük ihtimalle hiç göremeyeceğim şehir olarak anmaya başladım onu. Ta ki 2017’de yaptığımız arabayla Avrupa turuna kadar. Tuttuğumuz daire Buda tarafında Sánc utca’daydı (şans okunur) ve sokağın adının okunuşuyla müsemma bir şekilde olağanüstü şanslı hissediyorduk kendimizi; yeni döşenmiş, 70 metrekarelik bir daire hem de bu fiyata. Bir daha hiç o kadar şanslı olmasak da Budapeşte macerasının arkası çorap söküğü gibi geldi. Bir kez yine Buda tarafında 11. bölgede kaldık. Ama daha çok Peşte’de: Dohány utca, Wesselényi utca, Honvéd utca, Dessewffy utca. Bunlar aynı zamanda şehrin değişik bölgeleriyle temasa geçmemizi sağlayan duraklardı. Pandemi sonrası Budapeşte 6. bölgede bir stüdyo daire aldık. Şehirle daha uzun soluklu ilişkimiz de böyle başladı. Bunu takip edecek bir dizi yazıda kerteriz noktası olarak Rózsa utca 82 numara kullanılacaktır.

Budapeşte’de olduğum zamanlar, eğer yağmur ya da kar yoksa, cumartesi sabahları erkenden Madárdomb Köz’deki Bakancsos Piac bit pazarının yolunu tutmak benim kentteki kişisel haritamın önemli bir parçasını oluşturur. Arabayla, bazen tren+otobüsle yapılan yolculuklardır bunlar. Birinde, 1686 ile 1896 yılları arasında çizilmiş Budapeşte haritalarının olduğu bir kitap almıştım. Haritalar nefisti ama kitap Macarca’ydı. Google translate ve Deeply çağında bunun çok da büyük bir önemi olmadığını kolayca tahmin edebilirsiniz. Ayvalık’taki çalışma odamda otururken, Budapeşte sokaklarında dolaşabiliyor, Xavier de Maistre gibi zamanda ve mekanda yolculuk edebiliyordum. Kentle ilgili kişisel bir harita oluşturmaya karar vermem de böyle oldu. Bu bir dizi yazının ilkidir. Városliget ve civarını anlatır.

Güneşli günlerde sabah ya da öğleden sonra evden çıkıp, Margaret Adası tarafına gitmiyorsam eğer,  200 metre kadar yürüdükten sonra Andrássy caddesinin Oktogon ile Városliget arasında kalan bölümüne çıkıyor, sola dönüp Peşte’nin büyük parkına doğru ilerliyorum. Ağaçlarla, heykellerle ve heykellerden aşağı kalmayan olağanüstü 19. Yüzyıl binalarıyla dolu geniş bulvarı adımlarken bölgeyle ilgili okuduklarımı düşünüyorum bir yandan da, bir yerde yabancı olunca bu temrinleri daha sık yapıyor insan ister istemez. Tatar lideri Batu Han’ın, 1241’teki savaşta, geri çekilme taktiğiyle Macarlar’ı bataklık alana çekerek bozguna uğrattığı yazılıyordu. 1514’de Dózsa önderliğinde Haçlılar toplanmışlar. Zamanında Kral Matthias’ın avlanmaya çıktığı yer, şimdi şehrin en gösterişli bulvarı. Bataklığın parka dönüşme hikayesi ise bolca inişli-çıkışlı, tıpkı hayat gibi. Bir masal olarak -ki öyle- anlatmayı deneyelim.

1235-1270 tarihleri arasında hüküm süren Macaristan ve Hırvatistan Kralı IV. Béla zamanında bölge, Margaret Adası’nı mesken tutmuş Dominiken Tarikatı rahiplerine verilmişti ve çok uzun zaman onların tasarrufunda kaldı. Ta ki 1657-1705 arasında tahta çıkan I. Lipót’un (Leopold) emriyle şehir belediyesine bağışlanana kadar. Daha sonra gelen I. Joseph’in çıkarttığı “Orman Kanunu”, 1755-57 yılları arasında Belediye Meclisi’nin burada yapacağı ilk ağaçlandırma çalışması için, gerekli yasal altyapıyı sağlamış -ki parkın miladı olarak bu tarihi ele almak doğru olur-;  önce köknar, sonra akasya ve nihayet ipek böcekçiliğini teşvik etmek için dut ağaçları dikilmiş. Bu arada Peşte gelişip Terézváros’un nüfusu arttıkça yılların bataklığı bölge sakinleri için -tıpkı bugün benim yaptığım gibi- bir yürüyüş alanı haline gelmiş. Bu ne çok kral adı böyle bir paragraf içinde diyebilirsiniz. Ama unutmayın, biz sadece tarihin yalancısıyız!

O zamanlar Almanca Stadtwald (Şehir Ormanı) adıyla anılıyormuş bölge. Bu gelişmeleri yakından gözlemleyen uyanık müteşebbis János Boráros, popüler mekanı gerçek bir eğlence alanına dönüştürmek amacıyla 1794 yılında girişimlerde bulunmuş, ancak -hazırda parası olmadığı ve kuru kuruya fikir satmaya çalıştığı için- Belediye Meclisi desteklememiş ve araziyi 1799’un başında 24 yıllığına Başpiskopos József Batthyány’e kiralamış. Kontratın temel şartı bölgenin hızla ağaçlandırılmasıymış. Buna karşılık belediye de şehirden ormana uzanan iki yanı ağaçlıklı -kestane ve kavak- bir yol inşa edecekmiş. Ancak Başpiskopos kontratı imzaladığı yıl ölmüş. Varisi Tivadar Batthyány, verilmiş tüm sözleri hiçe saymakla kalmadığı gibi, o güne kadar dikilip yetişmiş ağaçları da kesip satmış. Peşte Belediyesi anlaşmayı iptal ederek bölgeyi yeniden kendi idaresi altına almış -hep olduğu gibi iş işten geçtikten sonra.

Şehir Güzelleştirme Komitesi bir süre sonra İmparator Joseph Paletine’in tavsiyesiyle -emriyle, gibi tavsiye-, bölgenin yerleşime açılması fikrini benimsemiş. Buna göre koru düzenlenecek, meyve bahçeleri oluşturulacak ve güzel evler inşa edilecekmiş. Ancak bu karar alınmakla birlikte öncelikli bir iş olarak görülmemiş -sanki İmparatora karşı alttan alta bir direnç oluşmaya başlamış gibi. Nihayet 1813 yılında proje için açılan ihaleyi Fransa doğumlu bahçe tasarımcısı Nebbien Henrik kazanmış -ki o zamanlar bu iş bütün Avrupa’da zaten Fransızların uhdesindeymiş. 1818 yılında plan üzerinde çalışılmaya başlanmış. Bugün de gördüğümüz gölün şekillendirilmesi, gezinti yollarının oluşturulması ve büyük bahçenin düzenlenmesi o zaman ortaya çıkmış. Fikir kent sakinlerine o kadar parlak gelmiş ya da o kadar iyi pazarlanmış ve öyle çok para toplanmış ki, ek park alanı için de derhal bir kampanya başlatılmış. Burası, kısa sürede alışveriş ve eğlence alanlarıyla tanınmaya başlamış. Dönemin günlük gazetesi Pesther Tageblatt’ın yazdığına göre, 1839 yılında bir dizi büyük restoran ve buralarda çalışan şovmenler, ziyaretçilere şahane zaman geçirtiyorlarmış. Büyük adada (o zamandan beri doldurulmuş olan ve sonrasında Széchenyi hamamlarının da inşa edildiği yerde) gezginler için taze süt bulundurulan bir pazar açılmış, civarda yazlık konutlar inşa edilmiş, şehirden saat başı kalkan atlı arabalar müşterileri parka taşıyor, insanlar dondurucu kış aylarında bugün olduğu gibi buzla kaplı gölün üzerinde patenle kayıyorlarmış. 

Hiçbir masal kesintisiz sürmez, siz de bileceksiniz. Arada kaçınılmaz duruşlar, geriye çekilişler vardır. 1838 büyük sel felaketi bunlardan biri. Sulardan kaçan binlerce insan Şehir Parkı’nın yüksek tepelerine sığınmış. İnsanlar sefil haldeymiş. Allahtan Arşidük József Nádor hikmetinden sual olunmaz bir fetvayla, parktaki ağaçların kesilerek yoksullara dağıtılmasını emretmiş. Bunun üzerine daha önceleri Tavuskuşu Adası olarak anılan büyük adanın ismi Nádor Adası olarak değiştirilmiş.

Felaketler bir başına gelmez, nitekim on yıl sonra 1849 Mayısında General Hentzi, isyankar Macarların bulunduğu Peşte tarafını top atışına tuttuğunda, buradaki çadırlarda ve açık hava kamplarında barınmaya çalışan insanların varlığıyla park bir kez daha tarumar olmuş.

İleri geri konuşan çeşitli kaynaklara bakılacak olursa, 1860’larda buradaki yollar hala asfaltlanmamışmış ve ancak ulusal bir gösteriş için kolların sıvandığı 1885 sergisi sırasında patikalar bakımlı hale getirilmiş ve atlı arabalar düzenli işemeye başlamış. Bu tarih aynı zamanda, daha “asil” bitki örtüsüne yer açmak için olgun akasya ağaçlarının ve serginin geçici binalarını dikmek adına yaşlı ağaçların bir çoğunun kesildiği zamanmış. Bunlar arasında fideyken İmparator Joseph’in malikanesinden getirilmiş çok sayıda çınar ağacının yanısıra, yüz yaşın üzerinde bataklık servileri, ıhlamurlar, akçaağaçlar da varmış.

1896 Sergisi’ne hazırlık olarak, bu tarihten iki yıl önce Robert Wünsch’ün bir zamanlar yaptığı tasarımdan yola çıkılarak başkentin ilk betonarme yapıları arasında yer alan köprü inşa edilmiş. Aynı zamanda Nádor Adası’nı çevreleyen gölün bir kolu doldurulmuş. Derken 20. yüzyıl çeperinde, şehirlerin tarihinde hanidir ön alan bulaşıcı heykel yerleştirme “hastalığı” Budapeşte’ye de ulaşmış ve ilk on-on beş yılı bayağı ateşli geçmiş. 1913’de Széchenyi Hamamları halkın kullanımına açılmış ki bugün de halen bölgenin en canlı yeri olma işlevini sürdürüyor. Ben sadece kapısına kadar gidip, oradaki balıkların üzerine binmiş melek heykellerine bakmayı seviyorum. Arkadaki hamam binasının içi kaotik geliyor. Genel olarak hamamlarla ilgili kişisel fikrim de bu, ondandır. Roma’dan beri hamam hep bir curcunadır.

Sonrası iki dünya savaşı, 56 isyanı, Sovyetler Birliği çıkarlarına göre şekillenen depresif bir kent. Şimdilerde Avrupa Birliği fonları ve dünyayı ele geçirmiş beton kamyonlarıyla bir kez daha ayağa kalkmayı deniyor.

Eğer o emperyal binalardaki bakışımlı müzelerden birine gitmek zorunda kalmazsam ya da Andrássy üzerindeki  müthiş koleksiyoner Ferenc Hopp’un Asya Sanatları Müzesi’nin Zen bahçesinde soluklanmayı düşünmüyorsam, Kahramanlar Meydanı’nı es geçmek için meydana gelmeden sağ ya da sol hiç farketmez, ara sokaklara sapmayı tercih ederim.

Benim ilk geldiğim zamanlarda burası yeni yapılan binalar ve park düzenlemesi çalışmaları nedeniyle tam bir keşmekeşti ve ne yalan söylemeli gözümde beş paralık değeri yoktu. Ancak şimdi, Şiraz’daki Farsi bahçelere varmak için gösterdiğim aynı çoşkulu çabayı Városliget için de sarf ettiğimi itiraf etmeliyim. Bahçenin kendisi, ağaçları ve çiçekleriyle, olağanüstü güzellik ve rahatlıktaki bahçe mobilyalarıyla birçok Peşteliyi olduğu gibi beni de mıknatıs gibi kendine çekiyor. Ama son on yılda yapılan ve bölgenin bütün bir 21. Yüzyıl tarihini şimdiden belirleyen o üç bina olmasaydı, yine de bu kadar şehvetle, yel yepelek buraya koşturmazdım.

 Etnoğrafya Müzesi binası ile başlayalım. 1970 Miskolc doğumlu Mimar Marcel Ferencz tarafından, uzun süredir açık otopark olarak kullanılan parkın eski giriş kapısındaki yaklaşık 7 bin metrekare alanda tasarlan yapı, 2018’de, Londra’da dünyanın en iyi kamu mimarisi dalında ilk sırayı almıştı. Bir kelebeğin açık kanatları, kucaklaşan bir çift yamaç, eski bayram yerlerindeki kayık salıncağın her iki uçtaki donmuş hali… Yapı bulutlar gibi, neye isterseniz ona benzetin.  İki tarafa doğru havalanmaya hazır çatının üstü park ve her daim üzerinde eğleşen insanlar var: turistler, gençler, çocuklu kadınlar, aşıklar. Müthiş bir kent panoraması. Binanın tasarımı tamamen çelik konstrüksiyon. Henüz içine girmedim, ama cafe’si Budapeşte’nin bu bölümündeki en makul fiyatlı yeri.

Hazır Etnoğrafya Müzesi’nin çatısında oturmuş al gözüm seyreyle salih yaparken, Dózsa György út’ta epey bir alan kaplayan o amorf, gri blokları da atlamayın. Şehirlerdeki -hele de bir bölgedeki- yapılar birbirini tamamlayan şeyler olarak düşünülmeli, bir yapbozun parçaları gibi. 1956 doğumlu Hollandalı mimar ve yazar Erick van Egeraat’ın baş eserlerinden biri ING Bankası Merkez binası. Müze binasıyla karşılıklı konuşlanmış olmaları, onları bölgenin 21. Yüzyıldaki görünümünü sırtlamış Atlaslara dönüştürüyor.

Kuşkusuz bir ikisi bile yeterli olabilirdi ama parkın içinde 1971 doğumlu, dünyanın çeşitli ülkelerinde sıra dışı işlere imza atmış, -denilebilir ki Miyazaki’nin mimaride ki karşılığı- Japon Sou Fjimoto’nun 9 bin metrekare alan üzerine kurduğu, Macar Müzik Evi (açılış Ocak 2022) sacayağını bambaşka boyutlara taşıyor. Tepeden bakıldığında parkın içinde yetişmiş dev bir mantarı andıran, yatay seviyeden baktığınızda devasa ağaçlarla bir bütünmüş gibi duran geniş cam duvarlarıyla insanda adeta boşlukta asılıymış hissi uyandıran bu binada, birçok sanatsal etkinlik yapılıyor ama temel sergi, başlangıçtan günümüze müzik tarihini anlatan bölüm.

Kulaklıklarınızı takıp alt kattaki müzik müzesinden içeri girdiğinizde bir masal kitabının içine düşmüş gibi oluyorsunuz. Bir ormanın içindeki gündüz ve gece seslerini dinlediğiniz karanlık odada açılıyor sahne. Müziğin başlangıcıyla ilgili ilk algı, her şey ses ve sessizlikten doğdu sonuçta. Odadan odaya geçtikçe üzerine koya koya ilerleyerek bir müzik tarihinin içinde dolaşmaya başlıyorsunuz. Moğollar’ın, Karataylar’ın türküleri var örneğin. Macaristan’da bir bebeğin doğuşundan ölümüne kadar eşlik eden otantik müzik örnekleri ya da…  Yerde işaretli belirli alanların üzerine gelip duruyorsunuz ve kulaklığınızda o bölümle ilgili müzik çalmaya başlıyor.

Kilisede çok sesli müziğin doğuşu. Klasik müziğin çeşitli veçheleri. Atonal müzikten elektronik müziğe uzanan hacimli bir yelpaze. Tuhaftır içinde caz yok! Peki, çigan nasıl olmaz. Sonuçta Macaristan’dayız. O zaman bütün bu teknolojik şaşaanın, aslında temize çekilmiş bir Macar müzik tarihi yaratmak için olduğunu anlıyorsunuz. Zaten kulaklığınıza gelen ses bir noktada Bartók ve Kodály’nin Macar müziğinin “kirlenmemiş geçmişi”ni ortaya çıkardıkları da söylüyordu ki, bundan kastın çingene müziği olduğu aşikar. Ülkesinin hatırı sayılır bir nüfusunu oluşturan çingeneleri yok sayan anlayışın, “Allahın zencilerine” yer vermesini beklemek düşünülemez elbette. O yüzden 20. Yüzyıl müzik tarihinden cazı da silivermişler. Nazi kafası da böyle bir şeydi bildiğim kadarıyla. En azından başlangıç noktası.

Bu binaya bu içerik. Müslümanlar için sık sık tekrarlanan şizofrenik bir dünyada yaşadıkları tespiti, korkarım hızla Avrupa ulusları için de geçerli bir doğru haline geliyor.

Serhat Öztürk

serhatozturkyazilari.com