Budapeşte’den insan manzaraları (2): Balet Ekim Deniz Akarslan

Ona ilk tesadüf ettiğimde kıştı. Pişen dönerin sıcağından camlar yarı buğulu. Dışarısı karanlık. Büfe ise florasanlıydı.

Mi Re#Mi Re#MiSi Re Do La…

Kıvırcık saçlı, uzun boylu, incecik. “Kalem yutmuş gibi” değil ”kalem gibi”.

Do Mi La Si Mi Sol#Si Do …

Bacakları kapalı, pabuçlarının uçları iki yana bakıyor. Duruşu dik. Tablo gibi.

Mi Re#Mi Re#MiSi Re Do La…

Kulağımda oluşan sesin sebebi bu estetik duruş olmalı. Ses. Kurmalı bir şeyden… Kutu  üzerinde dönen… tütülü balerin zihnimde tüm berraklığı ile belirmişken.

Fırat elinde döner bıçağıyla seslendi:

–           Hoş gelmişsin…Seni Deniz’le tanıştırayım. Kim biliyor musun?

–           Biliyorum… Balet !

Nerden biliyormuşum. Yahu bilinmez mi? Anasından öyle doğmuş sanki… Merak ettiğim… döner büfesinde ne işi var, çok mu döner seviyor ?

Döner seviyor sevmesine  de… büfede bulunmasının asıl  nedeni; babasının asker arkadaşını ziyaret. Bir çeşit tekmil vermek yani… Buradayım, iyiyim, babama söyleyin. Anneme de söyleyin üstüm başım temiz, aç kalmıyorum vesaire… Haftada bir Fırat’a kendini göstermek zorunda.  Ekstradan, o hafta derse niçin geç kaldığını da açıkladı.  Çünkü, Fırat sadece babasının asker arkadaşı değil aynı zamanda okuldaki velisi. İzin gününe denk gelirse asker arkadaşının yerine okuluna gidiyor. Çalışıyorsa da telefon açıp soruyor: “Bizim oğlan nasıl hocam?”. Deniz böylesine yakın takipte.

Sonraki günlerde bu yakın takip olayından ben bile nasibimi aldım. Bu yaşımda yalan söylemek zorunda kaldım. Anlatayım:

Reşitim…reşitsin…reşit…

Karlı bir cumartesi günüydü… Deniz kankası Arda ile benim eve gelmişti… Ben çay koymayı sevmem, Deniz çayı koydu…O buluşmamızda yaşını  öğrendim…

Boşver beni

Mühim değilim

Bu onun hikayesi

Çok beyazdı, kir tutardı

Kendi kelebek ömrü fil kadardı

Mektupları şişedeyken

Bir de bakmış deniz yokmuş

Tek başına dans ederken

Mutluluktan sarhoşmuş

Daha onsekiz

onsekiz

onsekiz…

 

Deniz’in onsekizinci yaşının çağrıştırdığı şarkının sözleri içimi titrettiğinden azcık değiştirdim.  Nedeni malum: Teoman bu şarkıyı 12 Eylül döneminde idam edilen on yedi yaşındaki Erdal Eren için yazdı. Orijinalinde ; “ ömrü kelebek kadardı…mutsuzluktan sarhoşmuş… daha onyedi… onyedi..onyedi…” diyor.

Dilim varmadı  şarkıyı olduğu gibi söylemeye/ yazmaya… Bizim memlekette gençlerin başına neler gelmedi ki… şimdilerde gaz-hapislik-zorbalık düşüyor bahtlarına… Bu sene Gezi’nin dördüncü yıldönümü … Dağıldım gene. Bu defa hem klavye hem ruh dağıldı. Neyse… Neyse diyelim…

Deniz on sekiz yaşındaymış. Kankası Arda’nın durumu ondan da fena, on altı . Fenalığı şurada; Szimpla’ya giremiyorlar. Yaşları tutmuyor.

“Szimpla da neresi?” diyeceklere bkz önceki Szimpla yazısı… Tıklamaya üşenenler için ise not; Szimpla Peşte’deki meşhur barlar topluluğu. Harabe bir binanın içine acaip dekorasyonlu bir dolu barı doldurmuşlar. Enteresan bir mekan… Kaldığımız yerden devam…

Ne demek Szimpla’ya girememek? Üzüldüm gençlerin durumuna. Kızdım da… Asıl o yaşta eğlenilir orada. Hem de Cumartesi akşamı. Evde oturmak reva mıdır yani…“Tamam takılın peşime Szimpla’ya gidiyoruz” dedim. Yüzleri bir aydınlandı ki… sanırsınız yıldız düşmüş.

Ve anne ördek ile peşindeki yavru ördekler, Yahudi mahallesiden geçerek Szimpla’ya ulaştılar!

Gece “Vahşi Kurt,” gündüz “Masum Pazar”: Szimpla Bar.

Hiç birimiz alkol almadık . Gençler vücutlarına dikkat ediyorlar. Ben de pahalı ve kötü içki içmek istemiyorum. Amaç şöyle bir gezip çıkmak. O da ne… bliblibli…çantam ötüyor. O kadar ötüyor ki, duymamak kabil değil. Açtım telefonu. Fırat. Bir şeyler diyor. Gürültüden anlamıyorum. Dışarı çıktım konuşabilmek için. Deniz neredeymiş… Yanımda olduğunu tahmin etmiş. Okuldan aramışlar. Gazeteci bir akrabası var, oradadır, demiş. Deniz, okula haber versinmiş…Bu nasıl bir yakın takiptir allalallaa… İnan olsun saat daha dokuzdu!!!

Düştük yollara…Kar kış kıyamet. İlla elimle teslim edeceğim.  Bata çıka yuvarlana okulun yurduna vasıl olduk.. Fırat’ın “gazeteci akrabası var, oradadır” yalanını, annesinin kardeşi olmayı kabullenerek sürdürdüm ve Deniz’e dedim ki; ben senin teyzen olayım … O gün bugündür Suna Teyze diyor bana.

 Deniz ve Sanat… sordular seni… nerdesin?

Deniz’in “teyzesiyim” ancak sanatından anladığımı söyleyemem. Yazının girişinden de belli olduğu gibi bale hakkında bilgim, görgüm müzik kutusunda dönen balerin figüründen öte değil… Klasik müzik konserine, operaya gidiyorum. Ama baleye gitmiyorum. Opera biletleri çok pahalı ve ben bilet alırken hep en ucuz yerden alıyorum. Elim varmıyor bir türlü. Gişe önünde yaşadığım  ruhimedcezirler sonrasında hep üçüncü balkondayım. Klasik müzikte fark yaratmaz, operada da idare eder ama bale temsillerinde… Sahnedekiler karınca kadar görünüyor. Hatta bir defasında sadece direk görmüştüm. Bu yüzden baleye gitmekten kaçınıyorum. Baleden  anlamıyorum fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim :

Adını çok duyacağız… Ekim Deniz Akarslan’ın

Kalbinin iyiliğine, saygısına, nezaketine hayranım. Kola içerken ansızın bacağını kaldırıp büyük “I” harfi oluvermesine de… Sahne fotoğraflarına yine büyük bir beğeniyle baktığımı anımsıyorum.  Uçan halı üstünde hissi uyandıran bacaklarını kanatlandırdığı o fotoğrafı şimdi bile gözümün önünde. Ressam olsam stilize resmini yapardım. İnsana ilham veren bir yanı var… Uykulu gözlerle bipleyen telefonumu alıp Deniz’den gelen mesajı okuduğumda duble kahve içmişçesine ayılmışlığım da vardır. Çünkü; Soru eklerini, dahi anlamına gelen de’leri ayrı yazıyor.  Whatsupp mesajında bile. Daha ne diyeyim…

Tekstilci bir anne ile aşçı bir babanın tek evladı. Dört yaşındayken televizyonda izlediği Kuğu Gölü’ne dayanamayıp ekranı öptüğünde durum anlaşılmış. Yani; ortada bir balet olma “karar”ı yok,  anlaşılan bir “durum” var. Çocuk ekranı öpüyor. Aile bu “durum”u anlıyor.

Sonrası kurslar, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı, atölyeler, hocalar, bir dolu emek, çalışma, sınavlar, yarışmalar, 2015’de Youth America Grand Prix İndianapolis Klasik Bale Kategorisinde Altın Madalya falan…

Deniz ‘gelsin madalyalar, gitsin madalyalar’ kıvamına geldiğinde Vaganova’dan davet almış. Yazınca kolaymış meğer: Vaganova! Ben niye Vagazonavo diyorum ki…

Vaganova… Vaganova…Vaganova…

Petersburg’da  1738’den beri bale sanatçısı yetiştiren efsane bir okul. Rudolf Nureyev’in, Mikhail Baryshnikov’un okulu. Bizim Deniz buradan kabul alıyor! Fakat Vaganovacılar yeteneklileri seçiyorlar gerisine karışmıyorlar. Gelenekleri böyle. Eğitim almak isteyenler hem çok iyi,  hem zengin olmak zorunda. Zengin değilse, sponsor bulacak. Deniz de öyle yapıyor. Kendine ve sponsoruna güvenerek Rusya’nın yolunu tutuyor. Ancak sponsor çakma çıkınca, mecburen dönüyor. Bir sonraki sene, vakitlerden 2016 Temmuz. Yeniden gidiyor Vaganova’ya. Bu defa sponsor konusunda ince elemiş sık dokumuş. Ancak ikinci çakma olmayan sponsor da  çakma darbe sebebiyle hapse girince… Sonuç; gene hüsran. Nihayetinde Macar Dans Sanatları Üniversitesi’nin sağladığı bursla Budapeşte’ye geliyor. Okulun en başarılı öğrencilerinden. Seneye belki de III. Vaganova çıkartmasını gerçekleştirecek. Öyle ya da böyle nasılsa su yolunu bulacak. Yolu da bahtı da açık olsun.

Sunahan Develioğlu – Türkinfo