Budapeşte’den  insan manzaraları (1)

Bir süredir öğle yemeklerinde tavuk yiyorum.  Bilenler biliyor, aylarca çorba ile beslendim. Malum yaz geldi sayılır. Hava sıcak,  çorba sıcak. Olmuyor. Bu var. Ama asıl ve en çok da şu var: Fırat’ın ısrarları sonucunda tavuk yer oldum. “ Bak bir ye beğeneceksin, tutucu olma” demelerinin yararı diyeyim. Hergün tavuk yiyorum…  Tam da burada yazdıklarımı okudum, rezalet! Tavuktu, çorbaydı, bir paragraf yazmışım. Meşrebime göre yazılan yazılmıştır, silinmez. Anlatmak istediklerimin tavukla, çorbayla alakası? Yok! Unutun bütün bunları… Baştan başlıyorum:

Fırat’ın “ora” …”orada”…”oradan”…”oradayım”… yine!

Bilmeyenler için not kabilinden birkaç satır: Fırat benim 30 yıllık arkadaşım. Blaha Lujza (- Afife Jale) Meydanı’ndaki Türk büfesinde çalışıyor, döner kesiyor. Ben döner sevmem ama bana göre de birşeyler bulunuyor. Eve alışveriş etmekten ekstra mutfak işlerinden beni kurtaran bu operasyonun bonusları çok. Hazırladığı iki dönerli sandviç arası Fırat’la kurulan iki cümleden müteşekkil bol kesintili sohbet, bu bonuslardan biri.

– Budapeşte’de Macar Afife Jale’sinin adını taşıyan meydan

Diğeri ise büfeye gelen-gidenler…

Mesela pek çok kez tesadüf ettiğim üzere;  her yiyecekten elli kuruşluk koymasını isteyen, pazar arabalı teyze ile teyzenin seçtiği yemeklerin yanına, “bu da benden” diyerek bi kaşık da pilav atan Fırat’ın görüntüsü, en bayıldıklarımdan.  O teyze geldiğinde nedense seviniyorum.

Bir yaşlı teyze daha var. Onu görünce içimi hüzün kaplıyor ama. Rahmetli Suna Pekuysal gibi onun da sırtı eğik, soru işareti gibi. Yüzünü görmek pek mümkün değil, hep yere bakıyor. Küçücük kalmış. Büfede onun teşkilatı ayrı. Geldiği vakit, Türkmen yamak, Fırat’ın baş hareketi ile emri alıp, küçük bir tabure ve ondan daha yüksekçe koliyi köşeye iliştiriveriyor. Teyzecik taburesine oturup siparişinin önüne konulmasını bekliyor. Yemekle birlikte koliden yapılma masasına peçeteyi plastik çatal bıçağı mutlaka bırakıyorlar. Yemek adabı var. Bakmak istesem de içim kıyıldığından bakamıyorum. Epeydir gelmiyormuş… Fırat, evine kontrole yollayacaktı Türkmen yamağı. Yolladı mı acaba? Merak ettim şimdi…

Büfeye her milletten insan geliyor. Türk’ü, Macar’ı, Arabı, İngiliz’i, Zambiyalısı ve Asyalılar… Bu sonuncuları asla ve kat’a birbirlerinden ayıramıyorum. Benim için coğrafi konumları da muamma… Hatta bir gün Vietnam ile Kore’yi aynı memleket sandığımı görünce, Fırat dehşete düşüp; “Biri ‘Ho chi minh’ diğeri ‘Kim il sung’! Aynı olur mu? Devrimci liderleri farklı” demişti…  Esasında farklı memleketler olduğunu biliyordum da bir an kafam karıştı işte…

“Hohoho hoşimin daha fazla Vietnam!”

diye bağırmam bile  kurtarmadı. O gün bugündür Asyalılar konusunda beni aydınlatmayı görev biliyor: Çinliler Japonlara göre daha iri. Japonların boyu ufak. Çinlilerle Japonları konuşmalarından ayırmak  mümkün. Vietnamlılarla Japonların giyim ve davranışları birbirinden farklı. Japonlar kibar hareket eder , sade ama düzenli giyinir. Çinliler daha tombul suratlı. En tombul suratlı olanlar; Moğollar. Tay diğerlerine göre daha esmer. En esmeri Malezyalılar. Malezyalılar çekik gözlü değilse Pakistanlı veya Hintli görünümlü olabiliyorlar. Malezyalılarla Filipinliler’i her zaman karıştırmak mümkün birbirlerine çok benziyorlar… Fırat’ın bu aydınlatma derslerinin bir işe yaramadığını bilmem belirtmeme gerek var mı?

İngilizce bilmediğimden Birleşmiş milletler olayına hiç girmiyorum. Sohbet dili olarak Macarca-Almanca- Türkçe neyime yetmez… Yemeğimi yerken, bazen meraklı Türk amcalar musallat oluyor… Geçende bunlardan biri; neciyim- kimciyim sual edip durdu. Mensubiyetinin şekli halindeki bıyığından mıdır nedir, hoşlanmadım kendisinden. “Sen misin soru soran, pişman edeyim de gör” şeklinde özetleyebileceğim klasik geri püskürtme yöntemime başvurdum. Bir işe yaramadı.  ‘Nerelisin’le başlayıp, ‘Peşte’de ne işin var’la devam eden soru sağanağımı sakince karşıladı. Anlattı da anlattı. Lafa değil nokta, virgül bile koymuyor ki, ayrılayım. Öyle bir hal yani… Epey bir sıkıldıktan sonraydı,  nihayet fırsatı yakaladım. Kimlik yerine taşıdığı bıyıkları çorbasının içindeyken ve öncesinde avurduna dürttüğü ekmekten konuşamaz haldeyken “ Eyvallah” deyip çıktım büfeden.

Ertesi gün; “ Bıyıklı amca…” dedim. Sorunun geri kalan kısmını ağzımı eğip, sol gözümü kırpıp, başımı sallayarak tamamladım. Fırat: ” Eski ülkü ocaklıdır… Bilmemkim ağbi.” dedi. Kafamdan geçenleri tahmin etmiş olmalı. “Ama katil değildir, silah külah yoktur” diyerek hemen ilave etti: “Çantacıdır“!

Bu yaşa geldim hala her gün yeni bir şey öğreniyorum.  Yani Yetmişlerde seksenlerde babaların… en büyüklerin ama… paralarını taşırmış. İşe bak sen! Sanki köşe başında çiçek satmış. Katil olmasından iyi tabii… Esasen suçların içtimaı olur da… karşılaştırması olmaz. Suç suçtur. Gerçi suç- dava- ceza zaman aşımı… Aamaaan ne diyorum ben yahu… Gülden bahsedelim kokusu burnumuza gelsin, değil mi ama…

Emekli maaşını alıp kumara gider

Hepsi bıyıklı “bilmemkim ağbi” gibi değil elbette. Bir de… Büfeye gelenlerden “ismi lazım değil amcamız” var.  Türklerden en çok onu seviyorum. Şapkasız takım elbisesiz hiç görmedim. Hep aynı fötr şapka, aynı takım. Lekeli ve ütüsüz.  Ancak kesimi ve kumaşı iyi. Yemek yerken hiç görmedim. Büfede işin seyrekleşmesini bekliyor. Hemencecik gidip gelmek üzere tezgahı yamağa bırakınca Fırat, birlikte caddenin karşısındaki ATM’ye gidiyorlar.

Tek başına dönüyor büfeye Fırat. Ya Bilmem kim amca?  “ Emekli maaşını aldı ya… kumara gitti” diyor gülerek. Vaktiyle hızlı kumarbazmış, yaş seksenlere varınca durulmuş. Maaşın sadece on bin Forint’ini kumara yatırıyor (yaklaşık 30 Euro). Geri kalanı eski hanım arkadaşının evinde kaldığı odanın kirası ve elinin harçlığı. Kimseye muhtaç değil çok şükür. Söylemiş miydim, seviyorum onu. Bütün bu insanlar yemek yerken okuduğum ayaklı birer roman gibi.

Büfeye sadece yaşlılar gelmiyor. Gençler de geliyor. Gerçi “yaş” kavramı buralarda değişik. Seksenlerini sürenler neredeyse orta yaşlı sayılacak… doksan beş- doksan altı sonrası bizim anladığımız anlamda yaşlı… Memleketteki, yarım asrı devirenlere bir ayağı çukurda muamelesi yapan ahaliye, özetle şöyle diyeyim; Macaristan’da yaşam uzun.  Yüz yaşını deviren çok kişi var. Gençleri de çocuk değil –olması gerektiği gibi muamele edip- adam yerine koyuyorlar… Konu dağılır gibi oldu galiba… O halde…hop döndük. Nerde kalmıştık? Velhasıl diyeceğim o ki,  büfenin müdavimleri arasında gençler çoğunlukta. Öğrenciye döner indirimli. Durumu bozuk olanlara, Fırat büfeden aldığı maaşa mahsuben,  döner sponsorluğu bile yapıyor, biliyorum.

Deniz , “Fırat’ın orda” tanıdığım gençlerden biri. Deniz’i tanıdıkça, içiniz umutla dolacak! Deniz’i anlatmak/yazmak istiyorum. Yazacağım yazı ile… Moda tramvayında “şimdikiler çoook fena” türevi cümleler kuran – metrobüste söylenerek yer isteyen- gençlere laf eden- bilumum kitleye gençliklerinde içtikleri Ankara gazozu ve aksamını armağan etmek… ve  şöyle demek istiyorum:

Bu gençler ; ŞAHANE!

Devamı gelecek yazıda …

(farkındayım, burada keserek güzel bir şey yapmadım ama yoruldum yani)

Sunahan Develioğlu – Türkinfo