Türkinfo, Tuna nehri üzerindeki gezinti teknelerinden birinde rakılı-mezeli- çalgılı türkülü bir akşam yemeği vaat ediyordu. Cumhuriyetin 94. yılını şenlikli kutlayacaktık.
Duyuruyu okuduktan sonra kendi kendime gülümseyerek; “nihayet” dedim “nihayet”!
Etkinliğin yapılmasının kararlaştırıldığı toplantıdan beri iki aydır heyecanla bekliyor, hazırlanıyordum. Hem ne hazırlanma… Bilhassa New-York Kávéház’ın kulelerinden gün ışığı çekilirken, akşam vakitlerinde…gözümün önünde canlanan fasıl heyetine eşlik ediyordum ve daha neler neler… O hayali fasılların sonrasında sokağa “Beni şad et Şadiyeee “ diye mi bağırmadım. Pencerenin önünde dikilip “Ayva çiçek açmış yaz mı gelececeeek” diyerek mi hoplamadım… Hatta beklediğim o gece geldiğinde sarhoş olup “engiiiinde yavajjj yavajjj” söyleyeceğimi hayal ederek kendi kendimi güldürmüşlüğüm bile var.
Duyuruyu bir kaç kez okudum: Türkinfonun düzenleyeceği akşamda rakı limitsizdi, üstelik kar amaçsız yapıldığı için gayet ucuzdu… Okurların hücumuna uğrayacağı, biletlerin adeta yağmalanacağı bu kadar belliyken ayılamadım. İlanı her okuyuşumda elimi çabuk tutacağıma, ben ne yaptım?
Şişenin kapağını açtım: Sesini dinledim. Ne fazla, ne az, bardaktaki o görünmeyen çizgiye kadar doldurdum. Suyun ilk dökülüşünde bıraktığı bir anlık izi izledim. Rakının suya kavuşup, boz rengini buluşuna hayran kaldım. Böyle böyle hayalimdeki kadehleri defalarca içtim. Tadını hissetmeye çalıştım… Kokusunu? Unutmuşum. Hatırlayamadım. Üzüldüm.
Bu süreç boyunca Müzeyyen Senar’ın rakıyı kafasının üstünde döndürdüğü klibi de seyrettim. “Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne… “ dedikten sonra fondipleyip kadehi fırlatıp attığı sahneyi bir hayli çalışmışlığım var. Hepsinde de başarısız oldum, o ayrı.
Duyuruyu okurken tüm bu yapıp ettiklerim aklıma geldi de , doğru düzgün rezervasyon yapmak aklıma gelmedi!
Yetmedi. Bir de misafir çağırdım!
Ben böyle, küçük dünyamın hayaller denizinde yuvarlanırken- duyurunun yayınlandığının ertesi günüydü- rakı akşamının yapılacağı beyaz geminin resmi yine ekranda belirdi. Tık’ladım hemen:
“…etkinliğimiz için tüm biletlerimiz tükendi. Yedek Listelerimizi de bugün kapatıyoruz. İlginiz için teşekkür ederiz.”
Ne yani ‘canım etkinliğime gidemeyecek miyim? Daha dün… aaa Messenger de bir sürü mesaj.. ayyy… eşe dosta da göndermişim tabii… Neyse son anda …
Bunca lakırdıyı etmemin sebebi şu: Az kaldı gidemiyordum ve gidemeseydim bu yazıyı da yazamayacaktım. Geceye katılamasaydım da geceye katılamamış ve fakat aklı “türkinfo rakı gecesi’nde kalmış pek çok kişiyi gecede olup bitenden mahrum bırakacaktım. Velhasıl öyle böyle vuslat günü geldi çattı.
Hava soğuk ve rüzgârlıydı. Buna aldırdığım yoktu.
Misafirimin de taşıdığı – bir buçuk litrelik Erikli suyu ile yine Erikli’den imal edilme bir şişe balık şekilli buz ve koca bir rulo kâğıt havlu-dan müteşekkil sırt çantasına rağmen ne ağırlığa ne de fırtınaya itirazı vardı. Önceleri yapmış olduğum rakı hazırlığını biraz yadırgadı. Sonra anlatınca, ikna oldu. Rakıya katılacak memleket suyu olmazsa olmazdı. Buz da rakı şişesinde balık olmalıydı. Ikea’dan alınma balık şekilli buzluğu çoktan hazır etmiştim. .Bu gece için 200 bardak alınacağını biliyordum. Onca bardak gemideki mutfak düzeneksizliğinde yıkanamayacağına göre silmek lazımdı. Kağıt havlu da bu iş içindi. Falan.
Ve gemi Tuna kıyısında kuzu gibi yatıyordu.
28 Ekim günü “Türkinfo-Yeni Rakı Festivali”nin yapılacağı gemi Tuna kıyısında kuzu gibi yatıyordu. Gemiye biner binmez Dalma’yı gördüm.
Dalma (Tengeri Küçükçoban) Bu organizasyon için gecesini gündüzüne kattı. İstanbul’da yaşıyor. Gelmesi çok az bir ihtimaldi. Dayanamamış gelmiş.
Ica (Rékasi) elinde listelerle koşturdu yanıma. Her Türkinfo etkinliğinde en aktif görev alanlardan. Arı gibi çalışıyor. Sağ olsun, sahnenin hemen önündeki masalardan birinde bana yer ayırmış.
Bianka (Szűcs) benim anlamadığım her işten anlıyor. Özellikle mali işlerden. Düzenlenen bu gecenin omurgasını teşkil eden ekipten. Sanki aylar boyu onca yükü üstlenenlerden değil, öyle dingin, öyle taze…
Hepsiyle kucaklaştık.
Biz dahil yüz yirmi kişinin hepsi yerine yerleştikten sonra Tarık (Demirkan, Türkinfo Vakfı Başkanı) kısa bir konuşma yaptı.
O sırada ben heyecanıma yenik düşmüş yetmişliği bardağıma boşaltıyordum. Bardaklar temiz mi pis mi bakmadım bile.
Tam bizim sırt çantasındaki Erikli’leri açmak üzereydim ki, garson Hamidiye suyunu masaya bıraktı. İşte o an beni benden aldı. Öksüz sırtım sanki anam babam tarafından sıvazlandı. Öyle tarifsiz bir his.
Suyumuza, bardağımıza ve dahası buzumuza kadar düşünmüşlerdi.
Mutlaka Hasan yapmıştır bunu. Soyadını ve hangi çok uluslu şirkette çalıştığını söylemeyeyim, Ceo (Türkçesi üst düzey yönetici diyelim). Fiziken de kariyer olarak da kocaman bir adam. Ne zaman Türkinfo’nun başı sıkışsa yanımızda. Yeni rakı ile koordinasyonu sağlayan da, sponsorluk sözleşmesinde rakıları ‘limitsizliğe bağlayan’ da o.
Bir ben miyim periiişan-gecenin karanlığındaaa -yosun tuttu gözleriim…
Ufuk Hastoprak Macaristan’da yaşayan bir müzisyen. Erkin babadan “Yalnızlar Rıhtımında” ile giriş yaparak gecenin iyi geçeceğinin sinyalini derhal verdi … Gitar riflerinin falan hepsi tamam. Helal olsun. Oooo… Özdemir Erdoğan’a geçti…
Ben bal arısı gibiydim sen-den önce -Bak pervanelere döndüm –seni- görünce
Nana-nana-nana-na… hayat seni sevince güzel…
Ortadaki uzun masada mezeleri dolduruyorlar. Masanın başında Mari (Maria Demirkan vakfın kurucusu) var. Seri bir şekilde patlıcan salata ve humus koyduğu tabağı yanındakine uzatıyor.
Vali (Valéria Óvári Türkinfo’nun Türkçe Dil Kursları’nın hocası, gerçi bir gösterge değilim ama benden iyi Türkçe konuşuyor) , o da yoğurtlu-patlıcanlı bir başka şey daha koyup tabağı yanındakine veriyor.
Ági (A. Szegedi, türkinfonun yemek yazarı) -onun tarifi ile geçen kış terbiyeli kıvırcık lahana yemeği yapmıştım gayet de güzel olmuştu- o da tabaklara dolma ekliyor. Hooop tabak gitti yanındakine…
Livia Hastoprak, soyadından da anlaşılacağı üzere müzisyenin eşi. Kocası Ufuk “ Bana eel-leri-ni-ver… derken”, o bütün dikkatini tabağa vermiş, çoban salataları dolduruyor. Ailecek gönülden türkinfolular.
Sonra diğer gönüldaşlar bunları masalara taşıyor. Ben de birkaç tabak taşıyorum. Eski askeri ataşe- bilahare işadamı- kimi Türkinfo günlerinin pilav destekçisi- Atasse Kft (limited şti)’nin kurucusu Naci Bey ve karısına iyi akşamlar diyerek ilk servisimi yapıyorum.
Ataşe Kft’nin hanımı derhal ellerime davranıyor, sonra bakıyorum o da servise başlamış. Hep beraber güle oynaya tabakların dağıtımını bitiriyoruz.
Ufuk gitarının tellerine “vira!” der gibi vurduğuna göre gemi hareket etmiş olmalı. Demir almışız hakikaten…
Vakit yok gemi kalkıyor artık -Bu gemide ah ben de olsaydım -Açık denizlere yol alsaydım
Yetmişli yılların en garip bulduğum şarkıcısı Metin Ersoy söylerdi bu şarkıyı. Acaip kılıkları olurdu, lakabı da vardı: Kalipso Kralı. Bir gazetede röportajını okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla; Kore gazisiydi. Kore savaşına gittiği yıllarda kalipso müziğini öğrenmiş. Kalipso krallığı buradan geliyor. Kalipso, Karayiplerdeki Trinidad ve Tobago Cumhuriyeti adalarında yapılan canlı ritimli bir müzik . Röportajı okuduktan sonra atlastan bu garip isimli adalara bakmıştım. Kore Asya’nın tee bir ucu, Japonya’ya yakın bir yer. Karayipler ise Güney Amerika’da. Arada koskoca pasifik okyanusu var.
Ben böyle olayla alakası zar zor kurulabilecek, Metin Ersoy ve şarkısı hakkında açıklamalara girmişken geceye davet etmiş olduğum arkadaşım; “kısa kes Aydın havası olsun” demedi de “ben bir sigara içeyim” dedi. Bazen çok konuşuyorum!
Bendensorsanummanlardirderdimhanigozleriiinvaryaaabulbullerisusturupdinleeeerdim…
sendenbaşkasendenbaşkasendengözümgörmezhiçbirşeyi…
Bu kıprış şarkı ile birlikte ben de attım kendimi güverteye. İyi ki çıkmışım. O ne güzellik öyle… Tuna şıkır şıkır. Gecenin laciverti vuruyor sulara. Dayanıyorum vardavelaya. Güya denize düşmeyelim diye yapılmış. Göğüs hizama gelmesi gerekirken burnumda. Gemi Gulliver’ler ülkesinde inşa edilmiş sanki. Soğuk içime işledi. Rüzgâr altı zannıyla öte tarafa geçtim ve gördüklerim karşısında büyülendim. .Parlamento’nun yanından geçiyoruz…. O güzelim dantel gibi işlenmiş ve bir kuğu misali suyun üstüne oturtulmuş binayı sanki uzansam elimle tutacağım. Ica bu defa gecenin kameramanı. Manzarayı kaydediyor… İçeri girdiğimde seksenli yıllara varmışız…
yağmur yağsaaaauykum kaçsaaaabir kuş konsa badi parmağımaağlardım bir başıma
Sevdadandıııır… Ufuk sahnede “aldırmaaaa gel yanımaaaa” derken”, ben Ezginin Günlüğünün bu pek sevilen parçası eşliğinde ikinci dubleyi dolduruyordum.
Bir ara Özgürlük köprüsünü gördüm, sonra Corvinus (eski Karl Marx) Üniversitesi’ni ve 1 numaralı Pazar yerini ve Sanat Sarayının pembe mor ışıklarını. Petöfi köprüsünden dümeni sağa kırdı kaptan, Buda tarafına doğru…
Gellért Otel’in önünden geçerken cama yüzümü iyice dayadım. Sanki otelin giriş kapısının üstündeki balkonlu odanın içini görebilirmişim gibi… 27 şubat 1994… kızımla o odadaydık. Üçbuçuk aylıktı. Şimdi avukat. Gel de şaşma!
Nıııı-nınnııı-nınnıııı…dıbıdıbıdıbı… MFÖ ile hatıralardan salona- ne salonu- doğrudan piste ışınlandım.
Bu şarkıyı duyunca yerimde duramam: Arayıp sormasan da! Unuttum seni sanma! Dünya bir yaaana Sen.. bir yana!
Elegüne karşııyapayalnız böylede olmaz ki nasıl dagittiiin insafsıız böylebırakılmaz ki!
Erika (Erika Kertesz türkinfo yazarı, vakıf mütevelli heyetinde) o benden önce fırlamış.. Doktora öğrencileri ve onların Hollanda’dan gelen arkadaşları da katılıyorlar aramıza. Tarık da geliyor. Döktürüyoruz: Ele güne karşıııı yapayalnız böyle de olmaz Kİ!!! Şarkının finalinde “çak” yapıyoruz birbirimize.
Ne güzel eğleniyoruz. Bir şeyi fark ettim fasıl, Türk sanat müziği efkara vesile. Böyle yazdım ama bu pek doğru olmayabilir. Hüzün de demeyeyim de biraz bir burukluk oluyor her halükarda…
İyice terlemiş yerlerimize oturmuştuk. Müzisyenimiz Ufuk Hastoprak Anadolu rocka girişti: Bir gün belki hayattan-geçmişteki günlerden-bir teselli ararsın-bak o zaman resmime -gör akan o yaşları…Benim en sevdiğim şarkıdır bu. Bence müzik tarihimizin en güzel şarkılarından da biri. Bağıra çağıra, en ayarsız sesimle baştan sona eşlik ettim. Ondan sonrakinde ise dağıldım:
Gecenin nemi mi düşmüş gözlerine-Ne olur ıslak ıslak bakma öyle-Saçını dök sineme derdini söyle-Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle
Sürerim buluttan tarlaları-Yağmurlar ekerim gögün göğsüne-Güneşte demlerim senin çayını
Yüreğimden süzer öyle veririm-Ben feleğin şu çarkına çomak sokarım-Ben feleğin tekerine çomak sokarım- Yeter ki ıslak ıslaaak….
Sözler kulaklarıma doldukça gözlerim de doldu.
Abbi sigarasını gitarın sapına sıkıştırır sonra da derinden derinden söylerdi. “Abbi” dediğim Abbas. Şarkıcı değildir. Ama bu şarkıyı ondan güzel söyleyeni yoktur. Benim sevgili arkadaşım.
Tam adı; Abbas Yalçın. Cumhuriyet Gazetesi’nin avukatı. Dışarda olanı. İçerde olanı değil. İçerde olan; Av. Akın Atalay. Saçma sapan iddialı bir nameyle bir yıldır Silivri’de yatıyor.
Cumhuriyet gazetesinin diğer tutuklu avukatları Bülent (Utku), Mıstık (Mustafa Kemal Güngör) tahliye edildiler. Canım arkadaşlarım. Nazik, güzel ruhlu, tertemiz insanlar. Hepsini çok özledim. Dışarıda olup da bu dönemin yükünü omuzlayan gece gündüz demeden işten atılanlara, içeri atılan aydınlara, gazetecilere, emniyete alınan genç meslektaşlarına, duruşmalara, adalet nöbetlerine koşturan diğer avukat arkadaşlarımı da… Tora ,Vilson, Uğur, Gülsün , Ahmet, Selim, Özden, Kemal… İsimlerini anmayı bırakıyorum, çoklar, çok şükür.
Son kadehi onların şerefine kaldırıyorum: Egészségetekre!
Sunahan Develioğlu – Türkinfo
Canin benim;ne guzel yazmissin,ben de sanki seninle o geceyi yasadim,emegi gecenlerin ellerine ,kollarina,akillarina saglik