Yabancılar ofisinde herkesin boynu büküktür!

Miskolc Yabancılar Ofisi, şehrin eski sanayi bölgesi ile geleneksel çarşı arasındaki bir sokakta yer alır. İki yanı ağaçlarla çevrili sokağa girdiğinizde, ilk bakışta boşluğun içine düşmüş gibi olursunuz. Bir zamanlar önünde secde edilmiş kimi devlet dairesi artıkları ya da çoktan tarih olmuş fabrika binalarının eprimiş tuğla duvarlarından başka bir şey yoktur görünürde. Ama çoğu zaman olduğu gibi aldatıcıdır bu, biraz daha ilerlediğinizde, sağda sokaktan beş metre kadar içeriye çekilip “kem gözlerden” sakınmış iki katlı yeni bina, o ilk izlenimini dağıtır. Camlı kapının önünde, nikotin ihtiyacını gidermek için, içeriden çok dışarıda vakti geçiren yaşlı bir güvenlik görevlisi durur. İlk başlarda çok suratsız görünse de birkaç gidiş-gelişten sonra herkesle tanış biçimde selamlaşma eğilimindedir. Bu onları tartma, onlara bir mesaj verme ya da her neyse bir stratejinin ürünü de olabilir. Çıkabilecek bir sorunu daha kaynağındayken kurutma taktiği, diyelim.

Ama burada ne sorun çıkabilir ki? Gelen herkesin boynu büküktür. Miskolc’da yaşayan Macarlar hariç, ülke genelinin unutmayı tercih ettikleri, kuzey doğuda, Slovakya sınırına yakın, bu eski Sovyet sanayi kentine gelenler, genellikle madencilik fakültesini tercih eden öğrenciler ve Çinlilerdir.  Kentin merkezinde dolaşırken gördüğünüz, Miskolc için devasa boyutlarda diye tanımlanabilecek alışveriş merkezi (Asia Centrum) bu ikincilerin esbab-ı mucibesini açıklar.

Buranın bekleme odası her gün birbirinin aynıdır. Randevu alıp gelmiş insanlar, yine de huzura ne zaman kabul edileceklerini bilememenin güvensizliğiyle, bir tür sırat köprüsünü andıran kapının üzerindeki elektronik levhada, kendilerine verilen numaranın yanmasını bekleyerek ömür tüketirler.

Daha önce bir-iki kez düşmüştük buraya. O günün farkı, uzun süre bekledikten sonra, nihayet kapının üzerindeki numaramız yandığında, yaşlı adamın açtığı kapıdan içeri girip, banka veznelerini andıran camlı bankonun arkasındaki koltuklara rahatsız bir biçimde oturduğumuzda,  öğrenciler ve uzak doğulular dışında oluşması zor bir kombinasyonun, o salonda yan yana gelmiş olmasıydı.

Biz kentte yeni yeni esamesi okunmaya başlayan Türkleri temsil ediyorduk. Hemen yanımızda ise kıyafeti, saçları ve şapkasıyla süzme bir Yahudi vardı ve bu sumocu cüssesine sahip bedenin altındaki sandalye gıcırdıyor, bıcırdıyordu.

Elektrik dairesindeki ya da gaz idaresindekinin aksine, yabancılar ofisindeki memurlar daima çok kibardır. Tıpkı evinize kadar zahmet edip, onlarca soru sorup, bunların cevaplarını elindeki forma dikkatle not eden yabancılar polisi görevlisi gibi; öyle ki onlarla işiniz bittiğinde, gözünüz kapalı her şeyin yolunda gittiğine yemin edebilirsiniz. Ben biraz daha tedbirliydim güya. Soruları yanıtlarken aklımda hep yıllarca Avrupa’da mülteci olarak yaşamak zorunda kalmış Nabokov’un sözleri olurdu: “Şu ya da bu millete fiziksel bağımlılık içinde bulunmamızın acısı, beş para etmez bir ‘vize’ ya da şeytani bir ‘kimlik kartı’ elde etmemiz ya da bunların süresini uzatmamız gerektiğinde, kendini iyiden iyiye belli ederdi; çünkü o zaman dilekçe sahibi kendini bürokratik bir cehennemin içinde buluverir, sıçan bıyıklı konsolosların ve polislerin masalarını dolaşan evrak dosyası giderek kalınlaşırken, o boynunu büküp beklemek zorunda kalırdı ve gidilecek ülke ne kadar küçükse, çıkardığı zorluklar o kadar büyük olurdu.”

Yine de bir kez bankonun arkasındakilerle konuşmaya başladıktan sonra, her şeyi unuturdum. Bu memurların işlevsiz robotlar olduklarını çok daha sonra, arka odalarda başka görüşmelere çağrıldığınız ve suçlular gibi çapraz sorguya maruz kaldığınız zaman anlıyordunuz.

“Niye  Macaristan’a geldiniz?

“Ev almak suretiyle milli birlik ve bütünlüğünüzü yok etmeye,  bu kutsal toprakları ele geçirmeye, kökünüze kibrit suyu ekmeye geldim… Ama zihnimin arka planında daha önce başları belaya girmişlerin deneyimlerinden devşirdikleri o ses durdururdu beni: İroni yapma, ciddiye alırlar!

Ama daha oralara varmadan önce, nihayet antreden görüşme salonuna alındığınızda, huzura kabul edilmiş olmanın verdiği gerginlikle, işlerin yolunda gitmesi -fotoğrafın kusursuz olması, parmak izlerinin kolayca alınması, evraklarda mide bulandırıcı bir sineğe rastlanmaması gibi- için sandalyede kasılmış bir bedenle otururken, kazara yanınıza düşmüş ve varlığıyla bütün salonu kaplayacakmış gibi duran adamı görünce, ister istemez ona biraz daha dikkatle bakma ihtiyacı duyuyordunuz.

Siyah fedora şapkası, lüleli saçları, siyah ceketi ve pantolonuyla bu kaşalot, ilk bakışta fark ettiğim kadarıyla 40 yaşın altında olmalıydı.  İngilizceyi, sonradan Sibel’in söylediği gibi, yayvan bir Amerikan aksanıyla (New York’muş) konuşuyormuş. Kendisiyle ilgilendiğimi fark ettiğinde, derhal menşeimi sordu. Türk olduğumu öğrenince, hiç üzerinde durmaksızın, sanki o soru bir sıçrama taşıymış gibi, kendilerinin buranın eski vatandaşları olduklarını, babalarının, dedelerinin bu topraklarda öldüklerini söyledi. Bana mı söylüyordu yoksa orada ilgilenmiyormuş gibi görünseler de her sözcüğe kulak kesilmiş Macar memurlara mı laf çalıyordu, orası belli değildi.

Adamın küstahlığı, ki bütün gövdesinden yayılan şeyi başka türlü tanımlayamıyordum, Amery’i ya da Arendt’i okumuş olmasından gelmiyordu. Daha çok New York’lu bir Yankee’nin sırtını dayadığı kof bir güç yanılsamasından ibaretti. Ama böyle durumlarda hep olageldiği gibi, kendi muzaffer duruşundan öylesine büyülenmişti ki – ya da benim şaşkınlığım onu öylesine eğlendirmiş ve bundan haklılığıyla ilgili öyle bir sarsılmaz inanç devşirmişti ki- sanki senli benli olmuşuz gibi, buraya yakın bir köye yerleştiklerini, bir gün gelip kendilerini ziyaret etmem gerektiğini söyledi ve uzattığım bir kağıda köyün adını yazdı: Bodrogkeresztúr.

Bu sırada ona bakan ve iç odadaki amiriyle görüşmeye giden memur dönmüş bir sonraki aşamaya geçmek istiyorsa, mutlaka yeni bir randevu alması gerektiğini anlatmaya başlamıştı.

“Nasıl yani!” dedi Yahudi. “İşte buradayım, evraklarım da yanımda. Yapıver şu işi de bitsin gitsin.”

“En erken haftaya bir randevu verebilirim” diyordu görevli.

New York’lu bastırıyordu: “Haftaya bir daha buraya gelemem. Şimdi yapmana engel olan ne?”

“Hiç değilse yarın gelin” diye yalvarıyordu adeta öteki.

O dev cüsse bize dönüyor ve bütünüyle alaya dönüşmüş sesiyle “Yarınmış!” diyordu.  “Bizim atalarımızdan kalma haklarımız var!”

Ona gülümserken, bankonun ardındaki adamı düşünüyordum. Acaba geçmişinde -diyelim o meşum 1944-46 yılları arasında- Macaristan’daki Yahudi mallarını yağmalayan, kamplardan kurtulup dönen Yahudileri bile tepelemekten çekinmeyen birilerinin vicdan azabı çeken torunu muydu? New Yorklu beni tamamen unutmuştu artık, ezilip büzülen adamı bir güzel haşlamaya devam ediyordu.

İşlerin sonu nereye vardı bilmiyorum. Eve döndüğümde adı geçen Bodrogkerezstúr’a internetten bakmıştım, burası II. Dünya Savaşı öncesi Yahudilerin yoğun yaşadıkları bir köymüş ve hemen hepsi toplama kamplarına gönderilmişler. Belli ki şimdi orada yeniden bir Yahudi cemaati  oluşturuluyordu. Bir keresinde Tokaj’a giderken köyün içinden geçtik. Her yer kar altındaydı ve ortada kimsecikler yoktu. Ama köyün çeşitli yerlerine asılmış İbranice dövizler hemen dikkat çekiyordu. Adamı bulmayı düşünmedim. Aşk için yola çıkıp fanatikliğe varmış bir cemaatle ne işim olabilirdi ki! Yine de, yabancılar ofisinde yaşadığım olay Macaristan’daki Yahudiler üzerine daha sık düşünmeme vesile oldu. Kenti adımlarken Gunter Demnig’in tökezleme taşlarını arar oldu gözlerim. Kazinczy Ferenc utca 7 numaradaki sinagogu fark ettim, Avas Tepesi’ndeki Yahudi anıtını aradım.

Budapeşte’ye gidişlerimden birinde, VII. Bölgedeki Klauzal Vasarcsarnok’un (Klauzal sabit pazarı) sırasında yeni açılmış bir kitapçıda İngilizce olarak yeni yayınlanmış tuğla (prestij diyorlar şimdilerde) gibi “An Illustrated History of The Jews in Hungary” kitabını gördüğümde çocukça sevindim. Daha şehri turlamaya yeni çıkmıştım, dönüşte alırım dedim kendi kendime, ama o dönüş iki yılı buldu. Neyse ki arada bir dostum, üşenmeyip kitabı uçakla getirdi. Şöyle bir karıştırdım ve kitaplığın bir köşesinde unutuldu. Ta ki virüs es verdiğinde Macaristan’a dönüp, Miskolc’den Budapeşte’ye taşınıncaya kadar. Bir yandan yeni evin işleriyle uğraşırken, hep olduğu gibi, kentin tarihini kurcalamaya başladım. İnsan nerede durduğunu bilmeli.

O sırada cumartesileri Flamingo bit pazarına gidiyorduk sabahın köründe. Oradan 20. yüzyıl başına kadar çizilmiş Budapeşte haritalarının olduğu bir kitap satın aldım: “1686-1896” Budapest Régi Térképeken” (Eski Haritalarda Budapeşte). Biz Terézváros bölgesinde oturuyorduk. 19. Yüzyılda Peşte’nin belki de en hızlı büyüyen bölgesiydi burası kitaptan anlaşıldığı kadarıyla, ama haritalardan daha sonra söz açarız.

Ayvalık’a dönüşte Macar Yahudilerinin tarihiyle ilgili kitabı okumaya başladığımda, Pannonia döneminden beri (M.Ö. 1700) bu topraklarda yaşadıklarını öğrendim. Üstelik yüzyıllar boyunca süren kesintisiz bir gelenek halindeki pogromlara rağmen: Haçlılar, Macarlar, Nemçeliler, Türkler, Macarlar, Nemçeliler,  Hırvatlar, Sırplar, Almanlar, Ruslar… Bizim oturduğumuz Terézváros Yahudi semtiydi. İsmini buradaki İngiliz Kral Hanı’ndan alan Kiraly (Kral) caddesini onlar kurmuştu.

19. Yüzyılın ortalarından itibaren asimile olarak Macarlaşmaya çalışmışlar, Macarca öğrenmek için okullar kurmuşlardı. Macaristan’ın ilk bankasını kurmuş, Macar sanayiinin temelerini atmış, Nyugati Pályaudvar’dan (Batı Garı) Vac’a uzanan ilk tren yolunun sermayesini koymuşlardı. Andrassy Bulvarı onların yüzü suyu hürmetine açılmıştı. Lipótváros ve Ujlipótváros semtleri de Yahudi sermayesi ve nüfusu olmadan bugünkü halinden çok başka olurlardı. 1848 Bağımsızlık Savaşı’nda Macarlarla birlikte çarpışmışlar, I. Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan ordusunda yer almışlardı. Bugün Macarların milli markaları olarak gördükleri birçok şey de Yahudilerin eseriydi: János Kotányi’nin kırmızı biberi, József Zwack’ın Unicum’u, Márk Pick’in salamları… Şehrin tarihinde kanları ve canlarıyla rol almışlar ama kan bağı engeline takılmaktan kurtulamamışlardı.

Her geçen gün daha da net ortaya çıkıyor. Milliyetçilik, insanlığın kokuşmuş hali.

Serhat Öztürk – Türkinfo

serhatozturkyazilari.com