Seyahatnamelerde Macaristan hatıraları

Seyahatlerin insanları değiştireceğine, toplumları birbirine yakınlaştırıp, ön yargıları ortadan kaldıracağına dair çok şey söylendi. Turizmin vardığı boyutlarla dünyadaki yabancı düşmanlığının geldiği noktayı birlikte düşünürsek, artık o kadar iyimser olmamız kolay değil.

Bir aydır, kabaca 19. yüzyılın ortalarından itibaren günümüze kadar yazılmış, içinde Macaristan’ın geçtiği Osmanlıca-Türkçe seyahatnameleri elden geçiriyorum. Yazılanların çoğu içe dönük bir bakışın eseri. Mohaç ve geçmişin şanlı günleri, onlarda olup da bizde olmayan ne var merakı, Tuna güzellemeleri ve Doğu nerede bitiyor Batı nerede başlıyor soruları arasına sıkışıp kalmış şeyler. Empatiden hayli uzak olduklarını bilmem söylemeye gerek var mı? Sanki karşı taraf binalardan, ışıklardan, ovalardan ve garlardan ibaretmiş gibi.

Hayrullah Efendi’nin 1863’te Avrupa’yı dolaştıktan sonra 1864’te sıcağı sıcağına kaleme alıp, yayımlanması izni için padişaha sunduğu “Avrupa Seyahatnamesi” ile açılıyor perde. Hekimbaşı, bilim tarihçisi ve devlet adamı olan Hayrullah Efendi’nin yazdıklarının temelini şu sorgulama oluşturuyor: Niçin ve hangi alanlarda gerideyiz? Ne yapmamız lazım? İnsanlarla tanışıyor, eğitimi inceliyor,  sosyal yapıyı etüt ediyor. Kitap asıl olarak Paris üzerine kurulu olsa da, seyahati sırasında Batı’yla ilk karşılaşması Peşte garında oluyor ve garın devasa boyutları karşısında hayrete düşüyor. O güne dek böyle büyük bina görmemiştir. Sonra istasyonunun restoranını görünce şaşkınlığı bir misli daha artıyor:

“Yüzlerce eşhas-ı zukür ü inas (kadınlı-erkekli şahıslar) takım takım oturup yemekle meşguller idi. Saatime baktım yediye gelmiş olmakla o zaman Avrupa’da gecelerin ihya olduğunu anladım. Zira o saatte bizim İstanbulumuzda umumen ahali birinci uykuyu bitirip, ikinci uykuya varmışlar idi.”

Hayrullah Efendi’yi şaşırtan bir başka husus da Macaristan kızlarının güzelliği olur. “İstanbul’da Macar delikanlısı meşhur olduğu gibi, karıları da burada makbuldür” diye not düşer.

Kentte kaldığı kısa süre içinde yaptığı tek şey hamamları ve Gül baba türbesini ziyaret etmektir. Tıpkı kendisinden sonra gelen birçoklarının yapacağı gibi.

Hayrullah Efendi’nin Batı’da gördüklerini memlekete getirme sevdasıyla yazdığı bu kitap ne yazık ki yayınlanmamıştır. Bir nüshası oğlu şair Abdülhak Hamit Tarhan’ın 1937’deki ölümünden sonra, evrak-i metrukesi arasında bulunmuş. Oradan Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi kütüphanesine intikal etmiş. Bir 65 yıl kadar da orada istirahat eyledikten sonra, yazılmasının üzerinden 138 yıl geçince, Kültür Bakanlığı tarafından nihayet basılmıştır.

1891’de, bu kez henüz 23 yaşındaki Ahmet İhsan (Tokgöz) çıkar sahneye: “Avrupa’da Neler Gördüm?” Neredeyse bir Phileas Fogg temposudur onunki. 15 Mayıs’ta İstanbul’dan hareket eder, İngiltere dahil on Avrupa ülkesinde çeşitli şehirleri gezer;  9 Ağustos’ta İstanbul’a dönmüştür bile. Peşte’ye ancak iki gün ayırmıştır. İlk günü serbest dolaşarak geçirir ve Buda tarafındaki bir hamamda yıkanır. Sonra bir bahçede oturup askeri mızıka dinler.  İkinci gün Margit adasını gezmek istiyordur ama treni kalkacaktır. Hayıflanarak yola koyulur ama Nyugati ile Keleti istasyonlarını karıştırdığı için treni kaçırır ve adayı görme şansı bulur.

Batı Garı, XX.yüzyıın ortalarımda

1911’de bir kez daha geçer Budapeşte’den. Aradan 20 yıl geçmiş Türk milliyetçiliği almış yürümüştür. “Tuna Üzerinde Bir Hafta” kitabında, Passau’dan başlayıp Çernavoda Romanya’da nihayet bulan Tuna gezisini anlatır. Budapeşte’den geçerken şehrin ışıklarına hayran kalır. Mohaç’da ataların zaferlerini yad eder. Daha sonra Türk edebiyatında başlı başına bir ırmağa dönüşecek Tuna nehri güzellemelerinin ilk örneklerinden birine de bu kitapta rastlarız -ama belli ki evveliyatı vardır: “Tuna denilince ben son derece heyecana giriftar olurum; çocukluk hatıraları tazelenir. (…) “Tuna’nın gitmesine ağlıyorlar, çünkü Tuna’nın gitmesi Rumeli’nin gitmesi demektir.”

Doğu nerede biter, Batı nerede başlar sorusuna takılanlardan biridir o da. Anlattığına göre Viyana’dan sonra yolcu kalitesi de personelin yolculara davranışı da değişir. Peşte’den hele Belgrad’dan sonra bu durum tahammül edilmez bir hal alır.  “O zarif ve latif gemi salonu 24 saat içinde süprüntü kefesine” dönüşür. Baedeker hayranıdır. Şehirlerle ilgili anlattıkları Baedeker’den alınmadır. 1911’de bir Budapeşte gezi rehberi yayınladığı söyleniyor. Türkçe’ye çevrilmemiş.

Servet-i Fünun edebiyatının önemli kalemlerinden hekim ve şair Cenab Şahabettin, Birinci Dünya Savaşı’nın son demlerinde 1917-18’deki gezi izlenimlerine dayanarak  yazmıştır “Avrupa Mektupları”nı. Hayrullah Efendi gibi onunki de, Avrupa’da bizde olmayan ne var’ın çetelesini tutmak üzerinedir. Bakışı genel meseleler üzerine yoğunlaşmıştır: İktisat, eğitim, ziraat…

Dili lezzetlidir, ama bir süre sonra bezdirir insanı. Bir belagat ormanında kaybolursunuz. Sisten sıyrılmış ikindi güneşinde geçer Macar ovasından. Tarlaların bereketinden etkilenir ve şöyle der: “Macarlar bizim sayemizde istiklal kazandılar.” Sonra sürdürür: “Macarlar her zaman bugünkü medeni ve umranperver Macarlar değildi. Öyle olsaydılar, şüphe yok ki, aramızda yarım asır kadar devam eden kanlı müsademeler vuku bulmazdı.” Budapeşte’ye gelince ilk iş Budin’i görmek üzere Tuna kıyısına koşar ve kenti kutsar: Tuna incisi!

Sayıklamalar ve şuursuzluk tarihi bundan sonra hız kazanarak sürecektir. Tuna’yla yolu kesişen seyyahlarımız, Sava ve Tisza nehirleri üzerinden de geçerler ama onlar kimsenin umurunda değildir. Tıpkı Anadolu’daki Kızılırmak, Yeşilırmak, Fırat ve Menderes nehirlerinin de kimsenin umurunda olmaması gibi. Nehrin nehir olarak bir önemi yoktur, onu anlarız bir süre sonra. Tuna diye bazen haykırarak, bazen fısıldayarak, bazen sayıklayarak anlatılan şey kapısından dönülen Avrupa’dır. İşte tam o kavşakta devreye girer Yahya Kemal. “Büyük maziyi” neredeyse çocukça bir çoşkuyla kestirmeden bugüne aktaracak, yenilmişlerin ağzına bir parmak bal çalacak “Akıncı” şiirini 1919’da yayımlar:

“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!

Bir yaz güne geçtik Tuna’dan kafilelerle.”

1921’de bu kez “Balkana Yolculuk” kitabında 1919’da attığı temelin çatısını kapatacaktır: “Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır, dağ varsa Balkan’dır.” Yahya Kemal’in bir Balkan göçmeni olduğu düşünülürse, bu satırlarda şaşılacak bir şey yoktur. Ama yazının devamı öyle gelmez:

“Gerçi Tuna’nın kıyılarından ayrılalı kırk üç yıl oluyor. Ama bilmem uzun yüzyıllar bile o sularla, o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi?” Kim bilir, belki de haklı olan odur. Yüzyıllar sonra bile unutulmayacağı savlanan o düşüşün son kalelerinden biri olan Plevne hikayesini ve marşını Cumhuriyet’in 50. yılında hala okulda hepimize ezberletirlerdi: “Tuna nehri akmam diyor…”

Türkçülüğün önde gelen simalarından İsmail Habib Sevük 1935’de yayımlanan “Tuna’dan Batıya” kitabında bu anlayışı ifradına vardıracaktır. “Madem ki her yerde kanımızı akıttık o zaman oralar bizimdir”, diye özetlenebilecek bir bakış açısıyla ilerleyen yazar, Doğu ile Batı’nın sınırını Buda ve Peşte arasına çizerek Osmanlı’yı yüceltmek için dolambaçlı bir teşbihe girişir ki, neresinden tutsanız elinizde kalır. Belki “teşbihte hata olmaz” lafı onun bu savrukluğu üzerine söylenmiştir. Ama o bunlara pabuç bırakacak adam değildir: “Mohaç bizim Avrupa ve Avrupa’nın biz oluşudur” der hemen sonrasında, çünkü Hıristiyanlar iki asır Türkün önünde eğilmişlerdir. Sonra iyice gemi azıya alır. Osmanlı’nın Buda kalesini kaybedişini şöyle anlatır: “Kale düşmüş, herkes ölmüş. Biz vermedik, verildiğini gören yoktur. Verilmeyen alınamaz; ölen vermeyendir; can verdik, kale değil: alamadılar, alınacak diri yoktu. Sadece girdiler.” Bugünkü Türk milliyetçilerinin abuklamaları nereden geliyor diye merak edenler için yazıyorum, yoksa üzerine konuşulacak şey değil.

Türkçüler böyleyken genç Cumhuriyetin sözcüsü Fatih Rıfkı Atay’da farklı mıdır durum? Hayır, o da tam gaz Tuna’nın şanlı tarihine abanır. 1937’de kaleme aldığı “Tuna Kıyıları” kitabında her ne kadar Macaristan’a uğramamış olsa da, Tuna üzerine yazdıkları burada zikredilmeye değer: “Osmanlı İmparatorluğu’nun derinliğine, genişliğine azametini tasavvur ediniz. Eğer bir gün Osmanlı Türklüğü’nün destanını yazmak isteyen bir şaire bu coğrafyanın içinden bir isim vermek isterseniz, Tuna’dan gayrısını seçebilir misiniz? Tuna Osmanlı Türklüğü’nün bağrından akar. Bu tarihi neresinden dinlerseniz, onun çağıltısını duyarsınız.”

Sonra, tam da bir süre önce Atatürk tarafından Balkan Paktı’nın imzalandığını hatırlar ve “Tuna’nın yeni kıymeti Balkan milletleri ile aramızda ebedi hatıra birliği olmaktır. Niçin onun suları üzerine eğilerek maziyi konuşmayalım” diye bitirir. Maziyi konuşma ihtiyacı imparatorluk bakiyesi Atay için anlamlı olsa bile, diğerlerine yapılan bu çağrı şuursuzluğun eşsiz örneklerinden biri değil midir?

1934 yılında “Avrupa’da Otomobil ile 9000 Kilometre” kitabının yazarı Ahmet Şükrü (Esmer) rol alır. Sıra dışı bir örnektir.  Colombia Üniversitesi’nden doktoralı bir hukukçu, öğretmen, gazeteci, yazar, milletvekili. Döneminin diğer yazarlardan farklı olarak geçip gittiği yerlerdeki gündelik hayata dikkat kesilir. Ama teması gereği, daha çok yollarla ilgilidir. Bir siyasi suikastin olduğu Viyana’dan geçerek gelir Budapeşte’ye. Kendi kaleminden dinleyelim: “Viyana’dan sonra Budapeşte bize çok şen şakrak bir şehir gibi gözüktü. Oteller ve lokantalar hıncahınç dolu. Her tarafta Çingene çalgısı. (…) Fakat bu şenliklerin arkasında gizli bir matem vardır. Her neden bahis açılsa, mükaleme (konuşma) döner dolaşır kaybedilen Macar topraklarına gelir. Bir lokantada içtiğiniz şarabı beğenseniz garson;

-En iyi Macar şarapları, bizden alınan topraklarda kaldı.

Romanya otellerinin nasıl olduğunu sorsanız.

-Bizim zamanımızdaki oteller daha duruyor, cevabını alırsınız.”

Ahmet Şükrü’ye göre Macaristan’da bir Budapeşte şehri vardır, geri kalan irili ufaklı bir takım köylerden ibarettir.  O da öncülleri gibi Batı’yla Doğu’nun sınırını Budapeşte’de, nehrin iki yakası olarak çizer ve elbette Tuna bahsi kaçınılmazdır. Almanya’da Tuna nehrinin doğduğu kaynağın başında dururken, nehrin büyüyerek katettiği bütün o yolu canlandırır hayalinde ve “Tuna alemi dolaştıktan ve Karadeniz’e döküldükten sonra, Boğazlardan geçip İstanbul’a da uğrayacaktır. Gözümüzün önünde kaynayan suya bizim kendi suyumuz nazariyle bakmağa başladık.” diye yazar.

Melih Cevdet Anday

Şair ve yazar Melih Cevdet Anday, Ahmet Şükrü’den 31 yıl sonra 1965’te varır Budapeşte’ye. Davetli olarak gittiği Sosyalist ülkelerde attığı turun son durağıdır Macaristan. Melih Cevdet de malum Doğu-Batı meselesiyle başlar Macaristan’ı anlatmaya: “Doğularına biraz küçümseyerek baktıkları söylenen Macarların, Batı karşısında kompleksli olduklarını anlayınca şaştım. Batıyı görmüş olmakla, Batıda bulunmuş olmakla övünmelerinden değil sadece; “Batıyı neden taklit etmeli efendim? Bizim benliğimiz yok mu?” diye tartışmalarından da çıkıyor bu.”

Sonra kendi kendine sorar: Bu Batı dedikleri yer neresidir? Sadece Fransa ile İngiltere olmasın?

Neyse ki bir süre önce Paris’ten dönen Pertev Naili Boratav ile karşılaşmıştır ve onun sözlerini anımsar. “Vallahi Fransa’da da değil. Orada da arıyoruz, bulamıyoruz.”

Belli bir program çerçevesinde, mihmandar eşliğinde dolaşır Melih Cevdet: Fabrika, işçi komünü, müze, artist atölyeleri, yetimhane gibi yerler vardır programda. Tutkulu bir sosyalist olarak her yerde bir güzellik bulmayı görev bellemiş gibidir. Sadece sanattaki realizm arzusu biraz gönlünü bulandırır. 1956 ayaklanmasının ise sözünü bile etmez.

Mina Urgan

Benzer bir tavrı ondan 23 yıl sonra, Berlin Duvarı yıkılmadan üç yıl önce Doğu Bloku ülkelerinde geziye çıkan Türkiye İşçi Partili İngiliz Edebiyatı Profesörü Mina Urgan’ın “Bir Dinazorun Gezileri” (1999) kitabında da görürüz. Yazık ki Budapeşte’de aldığı notlarını yitirmiştir yazar, bu yüzden hatırında kalan birkaç anekdotla yetinir şehri anlatırken. Konuştuğu Macarların, Sovyetler Birliği’ne karşı yoğun bir kin içinde olmalarına şaşar: “İşin ilginç yanı, Macaristan ekonomik açıdan en iyi gelişmiş, yaşanması en rahat ülke izlenimi veriyordu. Demir Perde’nin ortasında değil de Avrupa’daydık sanki. Yoksulluk izleri neredeyse hiç yoktu.”

Biraz uzun oldu biliyorum ama yol da bir hayli uzundu. Neyse ki nihayetine ererken hiç değilse Murat Belge’nin Macaristan ve Budapeşte üzerine yazdıklarından bahsetme şansına erişeceğiz. Belge’nin tavrı o güne kadar yazılanlardan epey farklıdır. Bunda Macarlarla ve Budapeşte’yle uzun yıllara dayanan bir ilişkisinin olmasının önemli payı vardır. Milliyetçilik ve sol muhafazakarlıktan uzak olmasının da. Ama en az bunlar kadar önemli olan kendi dışındakine bakma arzusu ve onu anlama merakıdır.

Kitabının isminden bile bellidir bu: “Başka Kentler, Başka Denizler” (2002). Yazdıklarının bir bölümü, turistik bir kent rehberi gibidir. Budapeşte’yi üç ana güzergaha böler ve bir tur rehberi gibi gezdirir okuyucuyu. Ama öte yandan anekdotlarla, resimden müziğe, sinemaya, siyasete anlattığı kültür tarihiyle katmanlı bir yolculuktur bu. İlk kez  Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra gelir Macaristan’a. Kentin mimarlık tarihini ve kent sosyolojisini iyi bilen Yahudi arkadaşı Janos Ladanyi ile dolaşma şansına erişir. Mina Urgan gibi o da Macaristan’ın diğer Doğu Bloku ülkeleri kadar arkaik görünmediğini saptar. Etkileri bugün hala süren devlet dairelerinin vahametinden söz eder. Adını Viyana’daki Helden Platz’dan alan Kahramanlar Meydanı’ndan bahsederken “Viyana’daki ağırbaşlıdır. Macarlar her zamanki gibi çok daha denetimsiz duygusal” saptamasında bulunur. Mutfak kültürüne bakar, “Macar yemeği özünde doğal olarak bir köylü yemeğidir. Sulu, besleyici, doyurucu, oldukça kaba saba ve gayet lezzetli”. Sonra dönemin Başbakanı Kalman Tisza tarafından “dostun düşmanın gözünü kamaştırmalı” diye tarif edilen “Bu kocaman parlamento da neyin nesi?” diye sorar kendine. Zaman içinde bunun şehri anlamak için sorulması gereken temel sorulardan biri olduğunu kavrayacaktır:

Macaristan Parlamento binası

“Budapeşte, Macar halkının kendi tarihiyle sorunlu ilişkisini yansıtan bir kent. Bu kentte gördüğümüz hemen hemen her şey, aslında göründüğünden daha yeni ama göründüğünden daha eski olmaya çalışıyor. Bu yeni binalar (ki çoğu görkemli olma çabasında) bir nedenle orada olmayan bir eskinin yerine ikame edilmiş durumdalar. (…) Ama sanki eksik olan yalnızca bu eski binalar değil. Onların eksikliği daha önemli bir manevi eksikliği, bağımsızlığın eksikliğini anlatıyor. Sanki Macarlar, yüzyıl dönümünün bu Budapeşte’sini, o ana kadar bir türlü olmayan bir şeyin eksikliğini nihayet gidermek için yapmışlar.”

Serhat Öztürk – Türkinfo

serhatozturkyazilari.com