Macar Korvina’ları

Takıntı hastalıklıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin arayıp bir sahaf bulmak da biraz öyle.  Oysa kitaplarla ilişki her zaman öyle olmak zorunda değildir. Sahaf gezmeden duramıyorsanız, bir hastalığa tutulmuşsunuz demektir. Ben de bu dertten muzdaripim. Miskolc’da iyi bit pazarları olsa da doğru dürüst bir sahaf olmadığı için, ne zaman yolum Budapeşte’ye düşse, kısıtlı vaktim de olsa, bir günümü, en azından o günün kallavi bir bölümünü sahaf dolaşmaya ayırırım. Tedavi olmak için.

Dışarıdan bakana biraz umutsuz görünür çabam, biliyorum. Çünkü kitapların çoğu Macarca ve ben Macarca bilmiyorum. Oysa benim için olsa olsa teferruattır bu: Conrad’ı, Zola’yı, Puşkin’i, Joyce’u, Mark Twain’i, Attilla Joszef’i, Berger’i, T.S. Elliot’u ve daha nicelerinin adını görürüm kitap kapaklarında. Kitapları elime alır ve burada nasıl basıldıklarına bakarım, karşılaştırmalı bir ev ödevi gibi. Bir dipnot olarak eklemeliyim öte yandan, henüz bir Cortazar, Perec, Gombrowicz görmüş değilim Macaristan’da.

Sahaf sahipleri ve onların elemanları da tuhaf bakarlar çoğunlukla bana. Almanca ya da İngilizce kitapların olduğu sınırlı rafların önündeyken değil, orada yeterince zaman geçirecek kadar bir şey bulamayıp da, Macarca kitapların olduğu bölümlere yöneldiğimde.

Böyle tuhaf bir anda buldum “Çok Yaşa” kitabını, iki arada bir derede kalmış, deve mi kuş mu belli olmayan o tuhaf sahafın Macarca rafları arasında. Oysa kitabın yarısı Türkçeydi ve tezgaha götürüp orada oturan şişman oğlana, fiyatını sorduğum zaman, sonradan öğreneceğim gibi, kitabın son sayfasını çevirip orada yazan fiyatı söyledi; ama bir yandan da bir tuhaflık hissetmişti bunda, çünkü kitabın fiyatı ucuzdu. Bunun üzerine kitabı ne zamandır aradıklarını -fiyatını yükseltmek için olmalı- ama bulamadıklarını, benim nerede bulduğumu sordu. Elimle gerilerde bir yeri işaret ettim. Parayı ödedim ve dükkandan çıktım.
Sıcak bir sonbahardı. Gözüm cadde boyunca uzanan ve Rakoczi’nin ruhuyla alakasız, pejmürde dükkanların vitrinlerinde, bir yandan sırt çantasına attığım kitabın ne menem bir şey olduğunu merak ederek, Sinagog’un olduğu köşeye kadar adımladım; bu bana soğuk bir birayı hak ettiğimi düşündürdü ve ben de hep yaptığım gibi bu memnuniyet verici düşünce tarzını benimseyerek Skal’ın önüne oturup, içerden 50’lik bir Dreher aldım ve yudumlamaya başladım.

“A Török Küldöttseg” idi kitabın başlığı (Çok Yaşa! Türk Heyetinin Ziyareti’nden Hatıra Kitabı). Dr. Erodi Bela, tarafından kaleme alınmıştı. Yılmaz Gülen tarafından Türkçeye çevrilen kitap 2001 yılında Türk Macar dostluğu hatırasına ve Macar devletinin 1000. ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700. yılına denk getirilerek yayımlanmıştı.

Bir tıpkı basımdı söz konusu olan sanki, ama ilk baskıda yer alan gravürlerden sadece kimi parçaların seçildiği düşünüldüğünde bundan söz edilemezdi. İlk kez 1877 yılında Budapeşte’de yayımlanmış bir kitaptan seçilmiş ve bu kez iki dilde (Macarca-Türkçe) basılmış bir kitaptı elimde tuttuğum.

Siyasal tarihle ilgili, pek de özel hamlelere sahne olmamış bir satranç hikayesiydi aslında kitap. Açılış, Osmalılar 1541’de Buda’yı ele geçirdiklerinde yapılmıştı – piyonu ileri sür! Buda’yı ele geçiren Osmanlı güçleri, içinde on binden fazla el yazmasının olduğu Corvina Kütüphanesi’ni kurmuş Macar Kralı Matyas’ın, öteki şeyleriyle birlikte, bir miktar kitabına da el koyup, Dersaadet’e taşımışlardı. Macaristan Tarihi kitabının yazarı Eckhart, Matyas dönemini şöyle anlatır:

“Memleket, krallık kudretinin burjuvaziden neşet eden bürokrasinin yardımıyla büyük feodal beyleri ezebilen modern milli devlet haline inkilap etmek üzereydi. Memleketin vaziyeti en ziyade Matyas’ın çağdaşı olan XI. Louis Fransa’sı ile mukayese edilebilir.

Kralın etrafını büyük rütbeli şahıslar değil, nedimler, dalkavuklar, hümanistler, muharrirler ve sanatkarlar çevirmekte idi. Matyas bu bakımdan devrinin hakiki bir çocuğudur. Birçok İtalyan muasırı gibi güzel bir kütüphane kurmuştu. Kütüphanesinin -Matyas’ın arması kuzgun olduğu için- Corvina’lar denilen kitapları, devrin en ileri İtalyan müstensihleri tarafından süslenmişti. Umumiyet itibariyle İtalyan tesiri Matyas devrinde, Rönesans hareketi içinde, zirveye ulaşmıştır.”

Osmanlı için böyle bir anlamı olduğundan kuşkuluyum. Daha çok ganimet kavramı altında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum o kitapların.

Zaman ilaç gibidir! Hep söyledikleri gibi. Eğer yeterince zamana bakabilme şansın varsa tabi.

Neredeyse 300 yıl kadar sonra 1840’larda, yükselen Macar milliyetçiliğinin önündeki düşman artık Osmanlı değildi. Onlar Habsburg’la ve Rusya’yla cebelleşiyorlardı. Kossuth, ikbali Viyana Sarayı’nda arayan Macar davet adamlarının aksine, milliyetçiliği ve bağımsızlık fikrini uzun yıllar diri tutmaya devam etti 1848’de para basmaya ve asker toplamaya kadar götürdü işi. Bu bağımsızlık demekti. Sadece bir yıl sonra, Avrupa’da devrimin ruhu ölmeye yüz tuttuğunda, Rus ve Habsburg orduları özgürlük yanlısı Macarları ezdi geçti. Tam olarak 13 Ağustos 1849’da.

Macarların büyük ulusal şairi Sandor Petöfi’nin şiirindeki gibiydi Macarlar’ın hissiyatı:

“Karpatlar’dan Aşağı-Tuna’ya kadar

Bir kızgın haykırış, bir fırtına var

Dağılmış saçları, kanlı alnıyla

Önünde yapyalnız duruyor Macar.”

Aslında yenilenlerin kaçışı o kadar da yalnız değildi. Çoğu Osmanlı topraklarına sığındı öncelikle ve oradan Avrupa’nın dört bir yanına, Habsburg’un mürteci elinin ulaşamayacağı yerlere yayıldı.

Lothmar Müller, kağıdın tarihini anlattığı müthiş kitabında “19. yüzyıl tarihçiliği, el yazmalarına karşı duyulan ilgiyi kurumsallaştırdı” diye yazar. Ama Abdülhamit’in Corvina’ları Macaristan’a iade etmek için bir heyeti yola çıkartmasının bununla ilgisi yoktur. Tıpkı ilan ettiği Meşrutiyet’in anayasal bir devlet kurmakla ilgisinin olmaması gibi. Güncel çıkarlara yönelik ucuz politikadır hepi topu. Akdeniz’e açılmak isteyen Ruslar Osmanlı’nın kuyruğunu sıkıca yakalamıştır ve uluslararası toplantılar falan da sonuç vermemiştir. Bu sırada 1877’nin hemen başında (93 Harbi başlamadan) bir grup Macar genci, Osmanlı meşrutiyetinin Habsburg üzerinde de bir etki yaratması umudu, Moskof’a karşı duyulan öfke/korku ve yakın geçmişin hatırasıyla, İstanbul’a kadar gelip serdar-ı ekrem Abdülkerim Paşa’ya bir tören kılıcı hediye ederler: Yanınızdayız!

Abdülhamit jeste jestle yanıt vermekte gecikmez. Mustafa Tahir Bey başkanlığında bir heyetin, hanidir Topkapı Sarayı’nda duran Matyas’a ait 35 cilt el yazmasını (ki bilinen bunlardan sadece 14’ü kralın kütüphanesine aittir. Daha önce Franz Joszef’e hediye edilen dört kitap ile birlikte sayı yarıdan bir fazlaya ulaşır. Öteki kitaplar listeye nasıl girmiştir bilinmiyor!) Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye götüreceği haberi hızla yayılır. Macaristan bu karşı jestle çalkalanır. Karşılama için çeşitli komiteler kurulur. Bunlar arasından seçilen bir grup, Budapeşte’den hareketle İtalya’nın Trieste kentine, el yazmalarını getiren Türk heyetini taşıyan vapuru karşılamaya giderler. Ama vapur limana yanaştığında, iki heyetin arasında bir telgraf durmaktadır. Habsburg, Osmanlı’nın blöfünü görüp eli artırmış ve el yazmaları Viyana atlanarak doğrudan Budapeşte’ye teslim edilirse, bundan doğacak sonuçların sorumluluğunun Babiali’ye fatura edileceği lisanı münasiple anlatmıştır.

Abdülhamit derhal çark eder. Mustafa Tahir Bey, Viyana’ya gidip orada ikinci telgrafı bekler. Kitaplar Viyana’da bırakılır ve teslimat oradan yapılır.

Ama Bizans’ta (Osmanlı’da) oyun bitmez, elbette. Vapura binenlerle aynı tarihte, 15 kişilik bir başka heyet Sirkeci’den Budapeşte’ye hareket etmiştir. Şeyh Süleyman idaresinde, öğretmenler, gazeteciler, bir mebus ve çoğunluğu Mekteb-i Sultani’li gençlerden oluşan bu ikinci heyet Rusçuk’a geldiğinde, Habsburg Abdülhamit’i bir kez daha uyarır. Neyse ki, Abdülhamit’in elinde, kısa süre önce, kısa süreliğine ilan ettiği Kanuni Esasi kozu vardır. Dışişleri, Viyana’ya cevabında:  Bu heyetin resmi bir sıfatı yok. Türk Kanuni Esasisi şahsi özgürlüklerin kısıtlanmasını yasaklıyor, kartını oynar. Binaenaleyh…

Heyet bir süre zorunlu durakladığı Rusçuk’tan sonra kendilerini karşılayan Macarlarla birlikte Bazias, Fehertemplom, Temeşvar, Nagykilinda, Szeged, Nagykörös, Cepled’e uğrayarak Budapeşte’ye varır. İstisnasız her geçilen durakta, ortama bir öfori hakimdir: Fehertemplom’da hanımlar arabaları çiçek yağmuruna tutarlar; Versecz’de, Delta’da konukları müzikle, havai fişeklerle selamlarlar. Szeged’de tren gece yarısı istasyona girerken 30-40 bin kişilik bir kalabalık “Yaşa!” çığlıklarıyla konukları selamlar. Aynı yerin katedralinde Hoca Mehemmed Efendi, kan bağının din bağından önemli olduğunu vaaz eder. Mohaç bir kardeş kavgasıdır ve önemsizdir aslında!

Budapeşte’de Hemşehriler Komitesi’nin konuşmacısı Arisztid Matyus daha itidallidir: Ortak milli özelliklerden kaynaklanan sempatinin menfaat birliği ile daha da kuvvetleneceğinden dem vurur. Türk heyetine atılan nutuklar, Türk heyetindekilerin attıkları nutuklar, ziyaretler, telgraflar, fener alayları, danslar, gezmeler ve yeni nutuklarla sürer gezi. Türk mebusu Hüsnü Bey “Macar milletinin daimi dostluğuna layık olabilmesi için Türk milletinin bütün gücüyle Avrupa medeniyeti yolunda ilerlemeye devam edeceği”nin altını çizer. Kanuni Esasi onu gerçekten etkilemiştir.

Okudukça daha da çok, gerçeküstü bir hikaye gibi.

İnsanlar ve umutları… Anayasa’yla hayatlarının değişeceğini düşünen ve Macaristan’a (dolayısıyla Batı’ya) yaklaşacaklarına inanan mebus, gazeteci ve din adamı… Anayasal bir düzene kavuşmuş bir imparatorluk vatandaşı gibi olabileceklerini uman, Habsburg ile Rusya arasında sıkışmış, eski düşmanlarından medet umar hale gelmiş, yeniden bir kardeşlik bağı tesis etmeye çalışan Macar insanları.

Buradan bakınca, şu söyleyebilir sanırım. Aslında hepsinin korktukları geldi başlarına. Abdülhamit bir yıl sonra Anayasayı rafa kaldırdı. Ondan beri de Anayasa konusunda Türkiye’de her iktidara gelen kafasına göre takıldı ve takılmaya devam ediyor. Macarlar Rusların hışmından kaçıyordu, önce Almanların, sonra Rusların derken AB ile yeniden Almanların patronajına savruldular ve hala akıntıya kürek çekiyorlar. Diyeceğim, şimdi ilk yazılışının üzerinden 140 yıl geçtikten sonra, kitabı okurken üzülerek gördüğüm şey, kuşaklar kuşaklar boyunca sürmüş kırık hayat hikayeleri. Tıpkı kendi hayatlarımız gibi.

Gün batarken, kim bilir kaçıncı Dreher ile birlikte, “Çok Yaşa”dan bir önce okuduğum kağıdın siyasal tarihini anlatan kitabı düşünürken buldum kendimi. Bir kere böyle düşünmeye başlayınca, elimde tuttuğum kitabın da, son beş yüz yılda, kağıdın tarihine ilişkin üç ayrı dönemi temsil ettiğini fark ettim. Korvina’lar, Matyas’ın kütüphanesinde yerini aldıktan bir süre sonra, ilk kağıt kralı, (II. Felipe) ortaya çıkmıştı Portekiz’de, modern anlamda kağıdın iktidarının başladığı yerdi orası. O zamanlar kağıt değirmenleri vardı Avrupa’da ve kağıdın hammaddesi olarak paçavra kulanılıyordu. Paçavra kıtsa, kitap da kıt oluyordu. Ama kağıt sektörünün motoru kitap değildi zaten, iskambil kartlarıydı.

1867’deki Paris Dünya Sergisi’nde tanıtılan odun öğütme teknolojisi sayesinde, odun paçavranın yerini almaya başladı ve onun gelişimi de 1880’ler de selülozun keşfiyle doruk noktasına ulaştı. “Çok Yaşa” kitabı bu yeni teknolojiyle basıldı ve o ziyareti Macar kamuoyuna duyuran ve onları “Çok Yaşa!” ruhuna hazırlayanda Vasarnapi Ujsag gazetesiydi. Zaten kağıdın yeni iktidarı artık  yüksek tirajlı gazeteler aracılığıyla şekillenmeye başlamıştı.

Şimdi kağıt bol, ama o, artık geleceği temsil etmiyor. En azından biz artık buna inanıyoruz. Çocukken, bir çocuk nesne olarak oradan buraya savrulmaya başladığımda, gerçek dostum bellemiştim kitapları. Konuşkan ama sessiz dostlar. Onların da çoğunluk yalan söylediklerini öğrendikten sonra da değişmedi bu dostluk. Yerlerine ne koyabilirdim ki? Biraz kuşkucu oldum zaman içinde elbette. Düşününce bu da yaşlanmanın doğasına dahildir zaten.

 

Serhat Öztürk – Türkinfo