2024. Kasım 23.
Türkinfo Blog Oldal 618

Budapeşte’yi nasıl bilirsiniz?

gulbabaGecen hafta rotayı Budapeşte’ye çevirdik. Ülkeye erken adım atmak için Macaristan Havayolları Malev’le İstanbul’dan yola çıktık. Boeing 737-400 uçaklarıyla yaptığımız seyahatte, kabin içindeki hizmet ve ikram hoştu. Özellikle business classta önde her iki taraftan birer koltuğun iptal edilerek uçağa biniş ve inişin daha rahat hale getirilmiş olması dikkatimi çekti. Gerçekten bu uygulama ön taraftaki anlamsız yığılmayı, tıkış tıkış olmayı hafifletiyor. Malev’le Budapeşte Havalimanı’na varıncaya kadar havada geçen kısa zamanımız harikaydı.

Gezi planımız da hazır olduğundan Macaristan’a ayak basar basmaz, şehri turlamaya başladık. Budapeşte’deki Türk seyahat acentesi Green Travel International’dan Osman Selimoğlu daha terminalde bize Macaristan’ın en maceralı hikayelerini anlatmaya koyulunca, keyfimiz ve heyecanımız katlandı. Osman, Budapeşte’ye gidenlere rehberlik ediyor. Özellikle Türk turistler onun rahle-i tedrisatından geçiyor, ama ne geçiş. Yaklaşık 10 yıldır Macaristan’da dilini, kültürünü hıfzetmiş. Ayrıca Macaristan’da çok sayıda da Türkoloji okumuş insan var. Onlar da rehber olarak imdadınıza yetişiyor.

Ancak, bir Türk’ün sizi Estergon Kalesi’ne götürmesiyle, Macar’ın rehberlik etmesi arasında dağlar kadar fark oluyor. Mesela, arabayı bindiniz, Estergon’a doğru yol alıyorsunuz. Araçta nasıl bir müziğin çalması sizi heyecanlandırır? Yanınızda Osman varsa, tok sesli bir Türk solistin Estergon Kalesi marşıyla kaleyi içerden bir kez daha fethini gerçekleştirebilirsiniz. Bizim Türk turistler çok akıllı ve zeki olduklarından ve de asırlar önce buraya gelmiş bulunmanın hazzıyla bazen Macar rehberlere de ukala tavırlarla soru soruyorlarmış. Bir Macar rehber kıza, yol kenarındaki bir kiliseyi gösterip sormuş bizim vatandaşın birisi; ‘Bu kilisenin adı ne?’ Rehber biraz düşünmüş ‘Joseph Kilisesi’ demiş. Biraz sonra bir kilise sorusu daha gelmiş. Rehber, ‘Siz İstanbul’daki her caminin adını biliyor musunuz?’ şeklinde soruya, soruyla cevap vermiş. Fakat, o da ne, yolun kenarında devasa bir kilise daha.

Bizim Türk yine kendini tutamayıp ‘Bu kilisenin adı ne?’ diye tekrar sormuş. Kız Joseph Kilisesi cevabını verince de; ‘Ya siz de hepsini Joseph’e mal ediyorsunuz? İki kilisenin adı Joseph olur mu?’ demiş. Rehber kız, ‘Lütfen beyefendi o birinci Joseph idi, bu ise II. Joseph Kilisesi, arada 500 yıl var.’ demiş ve bizimkini susturmuş. Aslında iki kilisenin adı Joseph değilmiş.

Yanınızda bir Macar rehber olursa, Gül Baba Türbesi’ni bir azizin yatırı gibi anlatır. Bizim Osman varsa, derviş gibi hikaye eder. Macar Budapeşte’nin tarihini ve geleceğini, Osman ise kendi geldiği zamanı ve geçmişini hikaye eder.

Güntay Şimşek – Sabah

Buda’dan Peşte’ye I.

dunaTuna Nehri’nin iki yakasındaki yerleşim alanlarından oluşan Budapeşte, Orta Avrupa’nın en alımlı kentlerinden biri Ortasından ırmak geçen Orta Avrupa kentlerinin çoğu gibi Budapeşte’nin “şato”su da kayalık bir tepeye tünemiş, aşağıda bulana durula akan Tuna’ya bakıyor. Strauss’un valslerindeki kadar mavi değil Tuna, hatta hiç değil. Belki akışı hâlâ hızlı ama suları çamur renginde.

İster istemez Nâzım Hikmet’in dizeleri düşüyor aklıma: “Gökte bulut yok / Söğütler yağmurlu / Tuna’ya rastladım / Akıyor çamurlu çamurlu.” Nâzım bu kente geldiğinde, Tuna’yla tanıştığında Macaristan halkı komünizme karşı ayaklanmamıştı henüz, görünürde her şey yolundaydı. Ama yalnızca görünürde. Stalin öleli bir yıl olmuş, insanlığın kurtuluşu uğruna işlenen cinayetleri, yapılan işkenceleri gün ışığına çıkaran Kruşçev raporu henüz yayımlanmamıştı.

Budapeşte sokaklarında Sovyet tanklarına karşı “Artık yoldaş değiliz!” diye haykırmıyordu insanlar. Evliya Çelebi de dolaşmıştı Buda kalesinden Macar ovasına bakıyorum. Yemyeşil ve düz uzayıp gidiyor göz alabildiğine. Bu ovayı sulayan ırmağın nice kentten, taş köprülerin altından geçtikten sonra Karedeniz’e döküldüğü geniş deltayı düşünüyorum.

Bir zaman olmuş Evliya Çelebi de dolaşmıştı oralarda. Ve gördüğü manzaradan etkilenip abartarak. Gemiyle inmek isterdim bu ırmağa, Karadeniz’e döküldüğü yere dek Orta Avrupa boyunca batıdan doğuya doğru kendimi suyun akışına bırakmak isterdim. Berlin Duvarı yıkılıp “Mittel Europa” dediğimiz kavram ortaya çıktıktan sonra, bir dönem Osmanlı egemenliğinde kalan bu coğrafyayla yeniden tanıştık çünkü, Tuna’nın suladığı ülkelerin kültür ve sanatlarıyla daha bir içli dışlı olduk, yazarlarını, ressamlarını keşfettik.

Duvar yıkılmadan önce TKP’nin merkez komite üyelerinin dışında pek kimsenin uğramadığı Budapeşte’de yaşayan Türklerin sayısı bugün 2 binden fazla. Evet, nice su aktı köprülerin altından, dünya değişti. Macaristan Avrupa Birliği’ne tam üye artık, liberal dünyanın bir parçası. Bizse hâlâ kapıda bekliyoruz. Egemenlik simgesi Aşağıda nehir gemileri bir gidip bir geliyor. Rıhtıma bağlı olanlar da var, turist gezdirenler de. Bir dönemin yandan çarklı gemileriyse bu yöreye, Karpatlar’dan Alpler’e dek uzanan bu uçsuz bucaksız topraklara “şato”dan hükmeden Habsburg Hanedanı gibi tarihe karışmış çoktan. Koskoca bir dünya, sarayları, orduları, tüm şatafatıyla sanki çamurlu suyun dibini boylamış. Bir zamanlar çifte monarşinin, yani Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun siyasi merkezi olan “şato”, işlevini yitiren nice saray gibi, turist kalabalığından başka kimsenin uğramadığı bir müze görünümünde. Kristal avizeli salonlarında soylular vals yapmıyor artık, yalnızca Macar ressamların tabloları sergileniyor.

Mohaç Savaşı’ndan sonra Osmanlı egemenliğine giren Budin, “şato” ve kalenin çevresindeki eski evlerle kiliselerden, bir de turistlere eşya satan dükkanlardan ibaret. Karşıda, çelik putrelli taş köprülerin altından akan Tuna’nın sol kıyısı boyunca lüks otelleri, art nouveau binaları, kalabalık caddeleri ve makas değiştirirken yalpalayan tramvaylarıyla Peşte yayılıyor. Konumu itibarıyla ırmağın iki yakasındaki yerleşim alanlarından oluşan Budapeşte, Orta Avrupa’nın en alımlı kentlerinden biri. “Tuna’nın İncisi” sıfatını fazlasıyla hak ediyor. Buda’dan bakıldığında ilk göze çarpan yapı parlamento binası. Yeni gotik üslubu, sivri kuleleri ve soğan biçimindeki kubbesiyle Westministre’ı andırıyor biraz. Hatta ona özenerek tasarlandığı da söylenebilir. 19’uncu yüzyılın sonlarında, Macaristan çokuluslu bir imparatorluğun parçası, daha doğrusu kurucu unsuruyken, mimar Imre Steindl tarafından inşa edilmiş. Ve 1896’da büyük meclis Macar devletinin kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla bu binada toplanmış. Bugün 10 milyon nüfuslu küçük ülkenin üzerinde bol bir elbise gibi duruyor.

NEDİM GÜRSEL

Macar yemeğine can dayanmaz

halaszleMacar yemeğine can dayanmaz Budapeşte gezisini anlatan yazımın ilk ikisinde Buda’ın asırlık sokaklarını, korumaya alınmış yüzyıllık evleri, Tuna’yı süsleyen köprüleri, Peşte’nin geniş caddelerini, her biri birer mimarlık harikası olan binalarını, meydanlarını anlatmıştım. Son yazıda sıra en heyecanlı konuya, yeme ve içmeye, lokantalara ve pastanelere geldi. Eğer Buda’yı, Peşte’yi ve Tuna Nehri’ni aynı kare içinde görmek isteseniz, kentin en yeşil bölgelerinden biri olan Gellert Tepesi’ne tırmanmanız gerekiyordu. Aslında yokuş, yeşillik, geniş virajlar çizen bir yoldu.

Ben arabayla çıktığım için, yürüyerek tırmanmanın ne kadar zor olduğu konusunda bir yorum yapamayacağım. Tepe dediysem yüksekliği topu topu 300 metreydi. Gellert Tepesi, Budapeşte sosyetesinin tercih ettiği semtlerden biriydi. Bunda sanırım muhteşem manzarası başrolü oynuyordu. Zirvedeki parktan görünüş gerçekten de muhteşemdi. Sol tarafta saray, katedral, kale duvarları ile Buda, sağ tarafta parlamento binası, geniş caddeleri ile Peşte ayaklar altına serilmişti. Tuna ise geniş kıvrımlarla, iki yakanın arasında nazlı nazlı akıyordu. Köprüler birer kolyeyi andırıyordu. Uzaklarda Magrit Adası’na ve Gül Baba Türbesi’nin olduğu tepeye pus oturmuştu. ‘Eteklerindeki her şeyi küçülten tepe, sadece kenti bütün büyüklüğü ile gösteriyordu…’ Tepe adını, Venedik Piskoposu Gellert’ten almıştı.

1000 yılında Macaristan’ın ilk kralı Szent İstvan, halkını Gellert’in de yardımıyla Hıristiyan dinine inandırmıştı. Kralın ölümünden sonra kentte Hıristiyan olmayan halk ayaklanmış, Gellert’i bir fıçıya koyup, tepeden aşağıya Tuna’ya yuvarlamışlardı. Sonraları tepenin yamacına, fıçının düşüp parçalandığı kabul edilen yere bir anıt yapılmıştı. Venedikli Gellert buraya dikilen heykelinde, elinde haçıyla Budapeşte’yi kutsuyordu sanki. TUNA’NIN ADASI Kentte görülmesi gerekli bir başka yerde Magrit Adası’ydı. Tuna’nın ortasında, bir mekiği andıran görüntüsüyle bu ada, ağaçlarla gölgelenmiş bir sığınaktı. Adaya Magrit Köprüsü’nden gidiliyordu. 11. yüzyılda burası dinsel inziva için kullanılıyordu. Dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek isteyenler buraya sığınıyorlardı. Bu sığınmacılardan biri de, adaya adını veren Kral IV. Bela’nın kızı Magrit’ti. Moğol istilasından korkan kral, bu tehlikenin geçmesi için kızını adak adamıştı. Moğollar gidince sözünün arkasında duran kral, kızı Magrit’i dokuz yaşındayken burada yaptırdığı manastıra kapatmıştı. Talihsiz kız ölünceye kadar bu adada kaldı. Kilise 1943 yılında Magrit’in azize olduğuna karar verdi. Söylentiye göre, daha sonraki yıllarda Osmanlılar bu adayı bir ‘safahat yuvası’na dönüştürdüler. 1896’da halka açılan ada, şimdi hafta sonu pikniklerinin yapıldığı, sağlık koşularının ve yürüyüşlerinin düzenlediği huzurlu bir parka dönüşmüştü.

Kentte son gittiğim yer Gül Baba Türbesi oldu. Türbe Gül Tepesi’nde, sekizgen bir yapıydı. Hemen yanında, Gül Baba’nın bir heykeli duruyordu. Belki de mevsimsiz gittiğimden etrafta pek gül fidanı göremedim. Bazı kaynaklar Gül Baba’yı şöyle tarif ediyorlardı: ‘Merzifonlu bir Bektaşi fakiri. Fatih zamanından beri her savaşa gönüllü girdi. Başına taktığı gülden, beline kuşandığı kılıçtan başka malı yoktu…’ Baba’ya saygılarımı sunup, tepenin dönemeçli dar sokaklarından tekrar Magrit Köprüsü’ne indim ve Budapeşte sokaklarını arşınlamaya son verdim. Gezinin en lezzetli bölümüne, yani yeme-içme kısmına gelirsek!..

Eğer kilo ve kolesterol sorununuz varsa Macar yemeklerinden uzak durmalısınız. Tatlar bizim damağımızın pek yabancısı sayılmazdı. Zaten 150 yıllık Osmanlı işgali ülke mutfağını etkilemişti. Balkan ve Orta Avrupa, özellikle Alman mutfaklarının etkilerini de görmek mümkündü. Aslında yemekler özenli, süsleme sanatına uygun yemekler değildi. Sulu, taşra işi ama oldukça lezzetliydi. Yani bol ekmek banacak cinstendi. Macarlar birçok ülkenin yaptığı gibi, turistler yiyemez diye yemeklerini modernleştirip, tatları bozmamışlardı. Yemeğin orijinali neyse öyle bırakmışlardı. Macar yemeklerinin değişmez malzemelerinin başında, paprika denen kırmızı biber geliyordu. Bu biberin kullanılmadığı yemek yok gibiydi. Paprika bildiğimiz türden ‘gavur acısı’ bir biber değildi. Acı paprika, ağızda rahatsız etmeyen hafif bir acılık veriyordu. Tatlı paprika ise yemeğe daha çok renk ve koku katmak için kullanılıyordu. Bu biberler aynı zamanda, turistlerin en çok rağbet ettikleri hediyelik eşyaların başında yer alıyordu. Küçük torbalar, seramik kaplar içinde, yanlarında tahtadan oyulmuş küçük biber kaşıklarıyla satılan paprikalar, turistler tarafından adeta kapışılıyordu. Darısı Kahramanmaraş’ın lezzetli biberine, Urfa’nın İsot’una demekten kendimi alamadım.

ANA MALZEMELER

Macar yemeklerinde biberden başka kullanılan ana malzemeleri şöyle sıralamak mümkündü: Yeşil biber, lahana, soğan, domates, domuz yağı, et, tavuk, hindi ve av etleri. Hemen hemen tüm yemekler, bu ana maddelerin çeşitli şekilde pişirilmesinden oluşuyordu. Macar yemeği denince hemen akla gelen gulaş, aslında çorba anlamında kullanılıyordu. Tavuklu, balıklı, etli gulaş bu mutfağın değişmez başlangıç yemeğiydi. Diğer önemli bir tüketim maddesi de kaz ciğeriydi. Sıcak ve soğuk olarak yediğim kaz ciğerlerinin, Fransa’da yapılanlardan daha lezzetli olduğunu söyleyebilirim.

Göl ve dere balıkları ise bana çok tatsız tuzsuz geldi. Bu balıklar daha çok, bol acı paprika ile yapılan çorbalarda kullanılıyordu. Yemeklerin hemen hepsi bol sulu ve sosluydu. Onun için insanın eli durmadan ekmek sepetine gidiyordu.

Etler genellikle, soğanla kavrulmuş patates veya şekerle tatlandırılmış ekşi kırmızı lahana eşliğinde servis ediliyordu. Macar salamı, biberli kalın sosisler, jambonlar da Macar mutfağının en lezzetli malzemelerini oluşturuyorlardı. Sabah kahvaltılarında tabağımı bu şarküterilerle doldurmayı asla ihmal etmedim. Budapeşte’de, Kehli adlı restoranda yediğim en ilginç yemek, ‘Velöş Csont’ denen ilikli kemik oldu. Masaya kızarmış ekmek ve dövülmüş, paprikayla renklendirilmiş sarmısak eşliğinde koca bir kemik geldi. Kızartılmış ekmeğe önce sarmısağı sürdüm. Sonra üstüne, kemiğin içinden çıkardığım ilikten bir miktar koyup afiyetle yedim. Ağır ama çok lezzetli bir yemekti. Macar lokantalarında porsiyonların çok büyük ve doyurucu olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum.

PORSİYONLAR

Eğer Fransa’da olduğu gibi giriş, başlangıç ve ana yemek yemeğe yeltenirseniz, masadan mide fesadına uğramış bir vaziyette kalkarsınız. Onun için bir ana yemekle yetinmenizi öneririm. Eğer birkaç kişi gittiyseniz, hepiniz ayrı bir yemek ısmarlayıp, paylaşabilirsiniz. Böylelikle bir çok yemeği tatmış olursunuz. Bir başka önerim de, bu ağır yemekleri öğle yemeniz konusunda olacak. Akşamları ise eğer bulabilirseniz, hafif yemeklerle geçiştirmekte yarar var.

Lokanta ve pastanelere gelirsek: Erzsebet Caddesi üstündeki New York Cafe, kentin en önemli kahvesi ve lokantası. 1894 New York Sigorta Şirketi’nin binası olarak yapılmış. Kahveye dönüştükten sonra aristokrasinin, sanatçıların özellikle yazarların vazgeçemediği bir mekan olmuş. Bir diğer önemli mekan da, yine geçen yüzyıldan kalan Gundel lokantası. Uzun önlüklü garsonların hizmet ettiği tarihi lokantada, Çigan müziği eşliğinde Macar mutfağının gerçek tatlarını bulabilirsiniz. Yemek sonrasında içine badem konulup üstü çikolata sosu ile kaplanan krepin -Gundel Palacsinta- mutlaka tadına bakmalısınız.

Mokus Caddesi’ndeki Kehli’de ise büyük porsiyonlarda otantik Macar yemeklerini tadabilirsiniz. Alışveriş caddesi Vaci’deki Fatal’da soğuk çilek çorbası ile tahta tabaklarda servis edilen ev yemeklerini öneririm. Eski Buda’da, Kale civarındaki Fortuna ve Alabardos’u da ihmal etmemek gerekir.

Son olarak kente gelen herkesin bir kere uğrayıp kahve içmesi ve tatlı yemesi gereken, asırlık Gerbeaud Pastanesi’nden söz edeceğim. Vörösmarty Meydanı’nda, İsviçreli şekerci Emil Gerbeaud tarafından kurulan bu pastane, şıklığı ile göz kamaştırıyor. Eğer buraya yolunuz düşerse, kestane püresi ile Dobos adlı pastadan yemeyi ihmal etmeyin. Budapeşte, önüne ardına gün eklenmiş bir hafta sonu için ideal adreslerden biri. Bir kenara not etmenizi öneririm.

Mehmet YAŞİN

Macaristan’da Gezi ve Kamping Yaşamı

hAvrupa’da Gezi ve Kamping Yaşamı Benzeri zor görülebilecek bu geziyi okurken; her ülkeyi kendiniz görmüş, her heykele kendiniz dokunmuş, her sahilde kendiniz güneşlenmiş gibi hissedeceksiniz. Gezgin’ den ve 1de1.com ‘dan sizler için… (Yazının Macaristan bölümü) Sabah saat 05:00 ‘te kalkıp araca otogaz alarak yola devam ettik. Viyana’ya uğramadan şehir dışından Budapeşte’ye doğru yolumuza devam ettik. Viyana – Budapeşte arası 250 kilometre olduğundan Avusturya hudutları dahilinde otoban kenarındaki parka girerek sabah kahvaltımızı yaptık. Parktaki ağaçlarda armutlar olmaya başlamıştı. Saat 08:30 ‘da Macaristan sınırına geldik. Pasaport kontrolünden sonra gümrükçüler yolumuza devam edebileceğimizi söylediler. Araçta herhangi bir arama yapmadılar. Araç için Macaristan otobanı haftalık yol kuponu aldık. Aracın sol üst kısmına yapıştırılan kupon için 1400 Forint ödedik.

Sınırdan Budapeşte’ye kadar olan 200 kilometrelik yol boyunca hiçbir yerleşim alanı görmedik. Budapeşte girişinde trafik durmuştu. Sol şeritten giden son model bir araç otoban koruluklarını aşarak ağaçlara yan yaslanmış durumdaydı ve aracın üst kısmı tamamen ezilmişti. Olay yerinde cankurtaran ve itfaiye bulunuyordu. Trafik yavaş yavaş akarken sağ tarafta “danışma” işaretini gördük. Saat 09:30 olmasına rağmen danışmada kimse bulunmuyordu. Yarım saat kadar bekledik. Internetten çıkardığım kampingin nerede olduğunu öğrenmek istiyordum. Hiçbir şey öğrenemeden ayrılmak zorunda kaldık. Artık anlayın nasıl bir danışma bürosu. Yalnız, Budapeşte’nin gezilecek yerlerini gösteren bir broşüre sahip olduk. Sorarak kampingi aramaya koyulduk. Kampingin şehir dışında olduğu, diğer kampinglerinde aynı konumda olduğunu söylediler. Budapeşte’de kalmak için iki kamping belirlemiştik. İlk olarak Budapeşte merkezden 40 kilometre uzaklıktaki Sztendere‘deki kampinge gittik.

Internette sahibi Eva ile yazışmıştık. Yazışmaları hatırladı ancak yazışmamızda belirttiği fiyatın üstünde teklifte bulundu. Fiyatı uygun bulmadık. Hem de şehir merkezinden çok uzaktaydı. Her gün tren çekilmezdi. Tekrar Budapeşte’ye gelerek Zugligeti Niche Camping‘e yerleştik. Üçümüz de çok yorgunduk. Kızım çadırı kurmaya yardım etmeden çimen üstünde uyumaya başladı. Eşim yemek hazırlığına girişti. Bugün havanın çok sıcak olması yorgunluğumuzu artırdı, sanki pestilimiz çıktı. Yemekten önce birer adet aspirin aldık. Yemek yer yemez uykuya giriştik. Ben yatmadan evvel uyku ilacı almayı tercih ettim. Niche Camping Adres : 1121 Budapeşte – HU Zugligeti ut. 101 Telefon : +36 2008346 e-mail : camping.niche@matavnet.hu Web : http://www.campingniche.hu/ Niche Camping Gecelik ücret; Kişi 850 Forint, Oto 750 Forint, Çadır 500 Forint (Büyük çadır 900 Forint’dir ), Elektrik 450 Forint Ölçüleri 2.000 x 1.800 mm olan çadırlar küçük ölçekli sayılmaktadır. Bizim çadırımız bu boyutlarda olduğundan 500 Forint’lik ödeme yaptık.

Kamping tamamen geniş yapraklı yüksek ağaçlarla kaplı, dolayısıyla gökyüzünü görme imkanınız yok. Kamping alanında yer bulmakta zorluk çektik. Zorla diğer çadırlar arasında bizlere yer açtılar. Birçok Avrupalı aile ve genç Budapeşte’yi görmek için buraya akın etmişler. Kampingde lokanta da var. Her zaman sıcak suyu akan banyo bulmanız mümkün. Her yer tertemiz. Haddinden fazla görevli hizmet işlerini yapıyor. İlk geldiğimde çadırı kurduktan sonra banyoya gittim. Yorgunluktan olsa gerek pantolonumu banyoda unutmuşum. Biraz sonra geldiğimde pantolon yerinde yoktu. Kamping müdüriyetine müracaat etmeme rağmen yazlık pantolon bulunamadı.

Niche Camping ve lavaboları Budapeşte’de ilk gün programsız olarak gezmeyi önerdiğimde aile fikrimi kabul etti. Görünüşe göre gezmek istiyordum. Daha doğrusu bu bir soluklanma kabul edilebilir. Budapeşte hakkındaki dokümanlar kızımın çantasındaydı. Zaman zaman dikkati çeken notları bizlere aktarıyordu. Bir ara, “Budapeşte’de her zaman yağış olur” cümlesini okudu. Ben de “Bu mevsimde yağış olur mu?” diye yanıt verdim. Sabah ilk olarak kalktım ve çay suyunu koydum. İstanbul’da olduğu gibi çay demlemiyoruz. Hem zaman alıyor hem de ayrı bir damak tadına varıyoruz. Kahvaltımızı kuş sesleri arasında gayet kuvvetli yaptık. Kahvaltı bittiğinde, yazın ortasında müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Yağmura karşı yanımıza şemsiye almamamızın cezasını daha ilk günden çekmeye başladık. Eğer bir kez daha Budapeşte’ye gidecek olursam, muhakkak şemsiye alacağım.

Elimizdeki notlara göre, Budapeşte’nin devamlı yağışlı olduğunu okumuştuk ama yazın en sıcak mevsiminde yağmur yağmasının imkansız olduğunu düşünerek şemsiye almamıştım. Dolayısıyla çadır içinde zaman geçirmeye çalıştık. Ama nasıl yağıyor, tarif etmek imkansız. Arada sırada şimşekler çakıyor ve ardından çok kuvvetli bir gök gürültüsü geliyor. Şansızlığın bu kadarına da pes doğrusu. Halbuki, bugün şehrin Buda kesiminde dolaşmak istiyorduk. Yağmur saat 14:00 ‘e kadar devam etti. Üşüdüğümüzden sıcak bir çorba içtik ve hemen yola koyulduk. Kampingin çıkışında 158 numaralı otobüslerin durağı bulunuyor. Kampingin olduğu bu hattaki en son otobüs durağı. Otobüs durakta bekliyordu. Kampta herkese otobüslerin hareket saatlerini bildiren ilan vermişlerdi. Vaktinde durağa gittik. Durakta hiç kimsede bilet olmadığından, Buda’ya kadar 10 kilometre yürüdük.

Bu arada hafif hafif yağmur yağmaya başladı. Moskova meydanına yürüdük. Yola çıktığımızdan beri İstanbul’a telefon açmamıştık. Gazete bayiinden telefon kartı alarak, Türkiye’deki tanıdıklar ile hasret giderdik. Eşimin “Şu an Budapeşte, Moskova meydanından telefon ediyorum” diye telefonda konuşmaya başlaması dikkatimi çekti. Yağmur devam ettiğinden kapalı bir yer aradık ve bulduk. Elbise, ayakkabı ve giyim eşyalarının satıldığı büyük bir mağaza olan Mammut‘a girdik ve birkaç şey satın aldık. Genelde fiyatların yüksek olduğunu söyleyebilirim. Burada bir işçi veya bir memur, aylık olarak takriben 85.000 Forint alıyor.

Mağazalarda mallar çok kalitesiz. Budapeşte, Moskova Meydanı Sakalları uzamış, hırpani tipli, yanında köpeği ile dolaşan pek çok insana rastlıyorsunuz. Ama katiyen dilenmiyorlar. Yani şarapçılar ve tinerciler haddinden fazla görülüyor, şehir merkezi olduğu için dikkatimizi çekti. Bu arada temiz giyimli, kravatlı beylerin de köpeklerini gezdirdiklerini görebilirsiniz. Herhalde burada köpekle birlikte yaşamak bir tutku.

On gün Budapeşte’de kalacağımızdan, haftalık seyahat kartı aldık. Bir kişi için haftalık seyahat kartı 1.950 Forint’tir. Bu kart ile geçerli olduğu süre içinde; metro, troleybüs, tramvay ve otobüse istediğiniz gibi biniyorsunuz. Zaman zaman kontrol memuru gelerek kartlarınızı kontrol ediyor. Seyahat kartlarını günlük, üç günlük, haftalık ve hatta yıllık olarak satın alabiliyorsunuz. Günlük bilet aldığınızda otobüse bindiğiniz araç girişindeki bilet iptal makinelerinden faydalanıyorsunuz. Otobüse girişte biletlerinizi muhakkak iptal edin. Kontrol geldiğinde cezalı duruma düşebilirsiniz. Budapeşte’nin trafiği çekilecek gibi değil, yollar çok kötü. Tahmin edebilim ki tüm araçların rotları bozuktur. Bu yollarda son model arabalara yazık oluyor. Eski model araçlar ise bu yollara alışmışlardır. Burada rot ve balans işi yapan bir iş yeri büyük paralar kazanabilir. Dünkü çok sıkı yağmurdan sonra bugün hava pırıl pırıl.

Hava güzel olduğundan, sabah kamping çevresindeki kuşların cıvıltısı, ormanı şenlendiriyordu. Hiçbir program yapmadan Buda’ya indik. 158 numaralı otobüsümüz Moskova meydanında son durak yapıyor. Erken saatlerde genellikle açık renk elbiseli insanlar bir yerden bir yere koşturuyorlar. İşlerine koşturan bu insanlar, sıkıntılı trafikte dolu otobüs ve tramvaylarda yol alıyorlar. Her şeye rağmen araçlar trafik kurallarına uyuyor. Şehir içinde turist aracı görmeniz imkansız. Araçta zaman kaybı ve park sorunu, kısa zamanda çok yer görmek isteyen turistlerin araçları ile gezmelerini engelliyor.

Budapeşte’deki Margit köprüsünün ortasından, sol ve sağ görüntüsü St. Matthias Kilisesi İlk olarak Margit köprüsünü gördük. Buda tarafında, yemyeşil çevrede, düzenli ağaçlar arasından geçerek St. Matthias kilisesine gidiyoruz. Turlara ait turist otobüsleri yol kenarında, gezi yapan turistleri bekliyorlar. Kilisenin kapısından girişte, iki kişi keman ile solo yapıyor. Yukarıya çıktığımızda turistlerin bolluğundan hayrete düştük. Matthias kilisesi muhteşem bir yapı ve çevre düzenlenmesi kilisenin ihtişamını bir kat daha artırıyor. 1471 yılında Kral Matthias ilk kez bu kilisede tacını giydiğinden, kilise Matthias ismi ile anılıyor. Kiliseye giriş kişi başı 500 Forint olup içerideki müzeyi de ücretsiz gezebilirsiniz. Meryem Ana kilisesi olarak ta bilinen kilisede çok kıymetli dini ve tarihi eşyaları yakından inceleyebilirsiniz. Tabii bu ayrı bir merak ve bilgi konusudur. Kilise girişinde Cuma günü kilisede yapılacak org konserinin ilanları bulunuyor. Kilisenin bir şapelinde de Osmanlı’dan kalma dev bir tespih bulunuyor. Ayrıca Macaristan Kraliyet ailesinin yeraltı mezarları da burada bulunuyor. Birkaç kilometre yürüdükten sonra “Kraliyet Sarayı” çevresine geliyoruz. Saraya teleferik ile çıkmak mümkün. Teleferik ile çıkış kişi başı 400 Forint. Turlar bu yolu kullanıyorlar. Biz, biraz yorucu olmasına rağmen ağaçlar arasından döne döne yukarı çıkıyoruz. Her yükselişte şehri panoramik olarak seyrediyoruz.

Kraliyet sarayının mimarisi gerçekten muhteşem. Sarayın orta kısmını dikdörtgen şeklinde bir meydan oluşturuyor. Çevre düzenlemesinde tarihi mekan ön plana çıkıyor. Sarayın çeşitli bölümleri müzelerden meydana gelmiş. Tarih Müzesi, İşçi Hareketi Müzesi ve Müzik Tarihi Müzeleri gezilebilir. [5] Yüzlerce turist çevrede fotoğraf ve film çekmekle meşguller. Gezilerini resimlendirmek arzusundalar. Tepedeki bu saraydan Tuna Nehri üzerindeki köprüleri ve Peşte’yi seyretmek çok zevkli oluyor. Tuna Nehri sapsarı rengi ile dikkat çekiyor. Nehir üzerindeki büyük ve küçük kapasiteli tekneler, hem yük taşımacılığı hem de turistik geziler yapıyorlar. Öğlen yemeğimizi; o da ton balığı ve kola, parkta oturarak yedik. Sayılı günler çabuk geçiyor. Hava bazen güneşli, bazen bulutlu oluyor. Yağmur yağdığında, muhteşem Budapeşte bir kimsesiz şehir halini alıyor.

Parklarda köpekleri ile bir ağaç altına sığınan alkolikler, evsiz barksız aileler insanı hüzünlendiriyor. Güneşli günlerde boylu boyunca banklara uzanmış insanlar zaman öldürüyorlar. Tüm kişiler parklarda boylu boyunca uzansalar da yeşillikler arasında sizlere de yer vardır. Parklarda yatan bu insanların bir çoğu hastalıklı ve yara bere içindeler. Çevrelerinden geçen insanlar ilgisiz ve umursamazlar. Muhteşem Budapeşte’nin insanlara sunabileceği bu görüntülerle sarsıcı duygulara kapılıyorsunuz. Akşam üzeri, çalışmayan veya emekli olan kişiler muhakkak, eğer varsa köpekleriyle parklara doluyorlar. Parkların çok bakımlı olduğunu belirtmek isterim. Bazen bankta iki yaşlı bay birbirlerine hararetli bir şeyler anlatıyorlar. Buadapeşte’deki süpermarketlerde kalitesiz ve çok pahalı mallar satılıyor. Marketler genellikle bomboş. Alım güçleri ekonominin hareketlenmesini etkiliyor.

Budapeşte’de en dikkat çekici unsur; her sokak ve caddede birkaç kitap satış evi bulunması. Kitapçılarda muhakkak birkaç kişi bulunuyor ve kitapları ayak üstü tetkik ediyorlar. Bazı kitapevleri ise, belirli bir türün kitaplarını satıyor. Özel konularda kitap satan bu kitapçıların da çok müşterisi var. Şehrin her yerinde bayan kuaförlerinin çokluğu göze batıyor. Kadınlar giyim ve bakımları ile kendilerine çok dikkat ediyorlar. Erkek berberi görmedim, varsa da çok az olsa gerek. Budapeşte gezimizde Margit ve Szechenyi köprülerinden sık sık geçtik. Szechenyi köprüsü çelik konstrüksiyon olup girişlerinde büyük boylarda mermerden aslan heykelleri var. Bu köprü bir mühendislik harikası. Onu gerçekten çok sevdim; her geçişimde onu sevdim, okşadım. Szechenyi Köprüsü’nün muhteşem gece görüntüsü Budapeşte’yi ikiye ayıran Tuna Nehri üzerinde dokuz adet köprü saydım. Nehrin üzerinden geçerken her iki yöne bakarak hoş görüntüleri keşfedebilirsiniz.

Hatta eşinizi de yanınıza alarak bir hatıra fotoğrafı çekmeniz mümkün. Vaci Utca’yı gezmek önemlidir. Burası şehir merkezi olarak biliniyor. Gençler Vaci Utca’yı çok seviyorlar. Bir yanda sokak çalgıcıları bir yanda sokak ressamlarının bulunduğu bir mekan. Bakımlı bayanlar bilhassa burada piyasa yapıyorlar. Çiftler akşam eğlence programlarını bu mekanda yapıyorlar. Budapeşte’nin açlık ve sefaletini bir an da olsa görmemek ve hissetmemek için önemli bir yer.

Vaci Utca Buda Kalesi, aslanlı köprünün tam karşısında. Buda Kale Sarayı’nın haşmetinden büyük zevk alacaksınız. Buda Kalesi, uzaktan Buda Kalesi, içeriden Karşı taraftaki Parlamento Binası da muhteşem görüntüsü ile ayaklarınız altında. Kraliyet sarayında fotoğraf makinesindeki son filmi çekmiştim. Fotoğraf makinesi filmi geri sarmakta direndi. Japon malı makineden ancak Japonlar anlar diyerek Japon aramaya koyuldum. Birinin Japon olduğunu hissettiğimiz üçlü gruba yaklaştık. Gruba yaklaşırken herhangi bir lisanı tercih etme aşamasındayken aramızda Türkçe konuşuyorduk; üçlü gruptan biri, “Siz Türk müsünüz? ” dedi. Bu üç kişiden biri Japon diğer ikisi de Macar olup Ankara Üniversitesinde Macar ve Türk Dili üzerine öğrenim görüyorlarmış. Biraz sohbet ettik. Fotoğraf makinesinin arızasını gideremediler. Sonra aşağıya indiğimizde bir Fotex mağazasının karanlık odasından filmi temiz olarak çıkardılar. Parlamento Binası’nın muhteşem görünümü Yine bir gün Peşte’de St. Stephan bazilikasına giderken; kızım karşıdan gelen iki kızdan birinin blue jeanini görerek ”Bu kotun aynısı ben de var” diye annesine söylerken, iki kız birden “Siz Türk müsünüz?” diye sordular. Kızların yanında aileleri yoktu, uzun boylu konuşmadık. Onlar da Budapeşte’yi gezmeye gelmişler. Bu iki olay dolayısıyla yabancı bir ülkede isterseniz yalnız kalmayabileceğinizi anlıyorsunuz.

St. Stephan Heykeli St. Stephan bazilikası herkesin bildiği basit bir kilisedir. Girişte ücret aldıklarından “herhalde bir özelliği vardır” düşüncesi ile önden eşimi içeriye yolladık. Girmesi ile çıkması bir oldu. “Kazıklandık” diye feryat ediyordu. Yine de buraya gelmemizin bir faydası oldu. Kilisenin girişinin üst tarafında altın harflerle yazılı Latince cümle günümüzün dinlenme anlarında fikir yürütmemizi sağladı. Kilisenin ihtişamına uygun deyim “Hayatın gerçeği insanın içindedir.” Anlamı hakkında fikir yürüterek iyi vakit geçirebilirsiniz. Akşam deyim yerinde ise turşu gibi kampinge döndük. Kampinge gelirken Moca kahve almıştım. Kahveyi içmeden evvel bir duş alıp çadırların yanına geldiğimde eşimin ve kızımın çadırda uyumaya başladıklarını gördüm.

Kahveyi içerken bir kaç not daha çıkardım. Ben de bir şey yemeden aspirin alarak erkenden uyumak için yatağa girdim. Niche Kamping, Zugliget caddesinin sonunda bulunuyor. Hemen kampingin yanı başında Buda’nın en yüksek tepesine çıkan teleferik var. Kamp yerini bulmak için teleferik istasyonu çok önemli bir mihenk taşı. Caddenin aşağısına doğru Amerikan, Kanada ve Cezayir konsolosluklarına ait malikaneler bulunuyor. Binalar ve binaların çevre düzenlemeleri çok güzel. Amerikan konsolosluğu, Parlamento Binası’nın bulunduğu meydanda. Binanın etrafı sivil ve resmi polis kaynıyor. Bu caddede araç geçişleri trafiğe kapalı. Kampingler için bir not düşmek istiyorum. Bir kere kamping, şehir merkezine yakın olmalıdır. Bu gezileriniz için zaman kazandırır. Ne kadar gecelik ücret ödeneceği de mühimdir. Ve daha da önemlisi sivrisineklerin olup olmadığıdır. Bu alternatiflere göre seçme olasılığı olduğuna dikkat edilmelidir. Peşte’de gezilecek yerlerden biri de Hösök Meydanı (Kahramanlar Meydanı) ve çevresidir.

Moskova meydanından otobüse binerek Nyugat‘e geldik. Oradan da metroya binerek Varosliget’e ulaştık. Bizler buraya gelirken hakikaten zorluk çektik. Yazı dizisinin mantığının dışına çıkmamak için anlatmıyorum ama Varosliget’e nasıl gidileceğini yazıyorum. Varosliget’te Güzel Sanatlar Müzesi, Modern Sanatlar Müzesi, Botanik Bahçesi ve hamamlar bulunmaktadır. En azından beş saatinizi alacak bir gezi alanıdır. Çok büyük parkında da dinlenme olanağı buluyorsunuz. Çimenlere sereserpe yatabilirsiniz. Hösök Meydanı İlgi alanım dolayısıyla; meydandaki zafer anıtlarını fotoğrafladıktan sonra Güzel Sanatlar Müzesi’ni ziyaret ettik. Müze binası dışarıdan görülmeye değer. Fakat iç kısımda sergilenen resimlerin, benim müzecilik kültürümle uzaktan yakından alakası yok. Alt katta Etrüsk, Grek, İtalyan ve Mekadonya kazılarına ait bulgular sergileniyor. Kazıları yapanlar hakkında uzun uzun bilgi verilmiş. Bir bölümde de Mısır’da yapılmış kazıların bulguları bulunuyor. Güzel Sanatlar Müzesi’nde bu tür sergilemenin olmasına mantığım erişmiyor. Bununla birlikte seramik ve tunç bulgular dikkat çekiyor. Bu arada bir iki tane kırık dökük heykel de bulunuyor. Diğer katlarda bazı Macar ressamlarının İsa ve havarilerine ait yüzlerce yağlı boya resim var. Güzel Sanat Müzesi’nin tam karşısında, meydanın diğer tarafında Modern Sanatlar Müzesi bulunmaktadır.

Eşim ve kızım çok yorgun düştüklerinden burayı tek başına gezmek zorunda kaldım. Bu müzede Pazusyl isimli bir ressam beni çok etkiledi. Bu ressamın ismini kafanızın bir yerine koyun. Bu kişi için kocaman bir alan ayırmışlar, burada yüzlerce eseri sergileniyor. Kara kalem ve çini mürekkeple çalışıyor. Dünyayı nasıl da güzel hicvediyor. Olmaz böyle şey. Bu tip sanatkarlar Dünyayı değiştirmekte etken olacaklardır. Modern Sanatlar Müzesi’nde, Rozsda (1913 – 1999) isimli ressamın da Macar toplumunda çok önemli yeri olduğunu eserlerinden anlayabilirsiniz. Bu kişi için özel çıkarılan kitabın “yok” sattığını öğrendik. Vitrinde bir kitabı kalmıştı. Rica etmemize rağmen satın alamadık. Meydanın bir ucunda Szechenyi kaplıcaları bulunuyor. Söylendiğine göre Avrupa’nın en büyük ve en sıcak (77 derece santigrat) termal banyoları buradaymış. Banyo ve kaplıcaları kullanmadık. Varosliget meydanına girişte Türk elçiliği bulunuyor. Bembeyaz binanın önünde Macar bir görevli nöbet tutuyor. Tüm Budapeşte’de birçok turizm bürosuna rastladık ama bu büroların hiçbirinde Türkiye’de tatil yapılması için bir broşür görmedik. Bu işlerin elçiliklerin görevi olması gerekmez mi? Budapeşte’ye gidince “Gül Baba” ‘ya gitmemek mümkün mü? Böyle düşünerek Török caddesinden yokuş bir yoldan yukarıya tırmandık. Gül Baba Türbesi oldukça yüksek bir yerde.

Buradan Parlamento Binası’nı görmek de mümkün. Türbenin etrafı çok güzel düzenlenmiş ve giriş ücretli. İstanbul’da yüzlerce benzer türbe gördüğümüzden içeri girmedik. Gül Baba Türbesi’ni gezdikten sonra Tuna Nehri’ni ayıran Margit adasına gittik. Hava yine kararmaya başladı, buna rağmen ada içinde ilerledik. Yine muhteşem bir park ile karşı karşıyayız. Macar’lar bu işleri çok iyi yapmışlar ve koruyorlar. Spor yapan gençler, şehrin dışında temiz hava soluyorlar. Park dönüşü gökyüzü boşalmaya başladı. Üzerimizdeki elbiselerin yedeği bulunmuyordu. Eşim çamaşır yıkamış ve asmıştı. Tüm çamaşırlar ıslanmıştı. Bu kampingde çamaşır makinesi kullandığınızda önemsiz bir miktar ücret ödüyorsunuz. Eşim Budapeşte’ye veryansın etti. Akşam yağmur dinmişti ama çamaşırlar su içindeydi. Sabaha kadar yağmur yağmadı ama ormanın nemi yüzünden çamaşırlar kurumamıştı. Üzerimize giyecek bir şey kalmamıştı.

Yoksa Budapeşte sevenlerinden hırsını böyle mi alıyordu? Budapeşte’de uygun olabilecek Eva’nın kampingi hakkında bilgi vermek istiyorum. Pap Sziget Kamping Adres : Pap – Sziget, 2000 Szentendre Pap Sziget e-mail : campinguin@matavnet.hu

Bu kamping, Budapeşte’ye gelirken Szentendre şehrinde nehir kenarında kalıyor. Budapeşte’ye 22 kilometre kala kampinge uğramakta fayda var. Yalnız, devamlı çalışan trenler ile Budapeşte’ye gideceksiniz. Kampingin ücreti bizim şartlarımıza göre, geceliği 24 DEM idi. Bizim Niche Camping’e gecede 30 DEM ödedik. Pap Sziget kampingi çok daha büyük ve kaliteli. Irmak kenarı olmasından dolayı belki sivrisinek vardır. Universum Camping isimli bir kamping yeri daha var ama yorgunluktan bu yeri aramamıştık (e-mail: vince01@mail.matav.hu).

Çadır kurduktan sonra yer değiştirmek pek mümkün olmuyor. Programımıza göre; Gellert tepesinden son bir defa Budapeşte’yi izledik. Muazzam panoramik görüntü ile vedamızı gerçekleştirdik. Ayrıca Gellert tepesinde 45 metre yükseklikte Özgürlük Anıtı bulunuyor. Tuna Nehri’nin ikiye ayırdığı Budapeşte’yi açık hava müzesi olarak değerlendirmek mümkün. Gezerken gördüğüm her şey benim için ilginçti. Bir sokak kapısının motifi, bir binanın cephe tasarımı, tarihi olan bir apartmanın girişinden mutluluk kapabilirsiniz. Bir de Vaci Utca’da bir yudum şarap içmişseniz, mutluluğu yakalamışsınız demektir. Muhteşem ve ihtişamlı Budapeşte’yi bir kez daha görmek üzere, hoşçakalın. Budapeşte’nin Viyana (Wien) yoluna girdiğimizde yağmur başlamıştı. Otoban üzerindeki benzin istasyonlarında otogaz olmadığını öğrendiğimizden benzin alarak yolumuza devam ettik. Macaristan hududundan çıkmaya az kala bir benzin istasyonuna uğrayarak son kalan Forint‘leri de kullandık.

Macarlar, istilacı kültürlerin izlerini taşımaktan gocunmuyor

bridgeBudapeşte’ye inişte havalimanında çarpıcı bir afiş karşılıyor insanı: “Tarih boyunca Romalılar, Hunlar, Moğollar, Osmanlılar ve Habsburg’lar planladıklarından daha uzun süre kaldılar Macaristan’da. Siz de Budapeşte’de fazladan birkaç gün niye kalmayasınız?” Pasaport kontrolü sıramın gelmesiyle gözlerimi afişten ayırabildim. Bu sefer pasaport görevlisinin yaka kartındaki isme takıldı bakışlarım. Adı Attila idi görevlinin. Hayır Türk değildi.

Macaristan’da her 10 isimden birisi Attila imiş, sonradan öğrendim. İlk bakışta “hamiyetsizlik” olarak algılanabilecek bu iki örnek, aslında Macaristan’ın genetik kodlarını deşifre edecek ipuçları taşıyor. Macaristan, ülkesini istila eden kültürlerin izlerini taşımaktan gocunmuyor, bilakis onlara sahip çıkıyor. Modern Macaristan, ne din büyüklerini çivili bir fıçı içinde Buda tepesinden Tuna’ya yuvarlayan Romalıları ne ülkeyi kasıp kavuran Moğolları ne de 160 yıl boyunca topraklarında hükümran kalan Osmanlı’yı yadsıyor. Sokak ve cadde isimlerine bakınca Türk, Moğol ve Roma isimlerine sıklıkla rastlayabiliyorsunuz. Sanırım yılda 35 milyon turist çekebilmesinin ardında yatan sebeplerden birisi de tarihiyle bu denli barışık olması. Macaristan’ın turizmdeki başarısı kesinlikle dikkate değer.

Bir yılda Paris’in 65 milyon, İstanbul’un 8 milyon turist çektiği düşünülürse, Budapeşte’nin başarısı daha net anlaşılır. Bu başarıda elbette Budapeşte’nin Avrupa’nın SPA merkezi olması özelliği ve daha çok kumarhane turizmi rol oynuyor olsa da şehrin taşıdığı tarihi izler ve ülke insanının savaşlarla dolu tarihiyle barışık yaşamasının etkisi yadsınamaz. Budapeşte, Tuna Nehri’nin iki yakasına uzanmış açık hava müzesi görünümde bir kent. 12. yüzyıla kadar Buda tepeleri ile Peşte ovaları iki ayrı şehir olarak kalmışlar. Osmanlı’nın “Nazlı Budin” dediği Buda, Tuna’nın doğu yakasındaki tepeliklere kurulu muhkem kalesi ile Peşte’ye kol kanat geriyor. Adını, Hun imparatoru Attila’nın kardeşi Buda’dan almış. Peşte ise hemen karşı yakada, Tuna’nın yeşil kıvrımlarını ufuk çizgisine kadar takip eden düz ovalar üzerine yerleşmiş.

Macarlar, 10. yüzyılda Hunları kovarak yerleştikleri Karpat havzasında, bütün istilalara karşın, bugüne kadar yaşayan baskın ırk oldular. Macarları bu istilalara karşı koruyan kralların heykelleri Kahramanlar Meydanı’nda bir arada sergileniyor. Kahramanlar Meydanı, yarım daire oluşturan iki ayrı sütunlar dizini ve ortada yüksek kaidesiyle dikkat çekiyor. Macar krallarının heykelleri ve kahramanlıklarını anlatan kabartmalar sütunların altında yer alıyor. Bu krallardan Francis Rakocsi, 1717 yılında Avusturya’ya karşı başlatılan isyanın başarısız olmasından sonra Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış, Sultan III. Ahmet’in Tekirdağ’da ona tahsis ettiği eve yerleşmiş ve ömrünün sonuna kadar orada yaşamış.

Bugün evinin ayakta kalan yemekhane bölümü Tekirdağ’da müze olarak muhafaza ediliyor. Ortadaki devasa kaidenin etrafında ise hepsi Tarkan filmlerinden çıkma bıyıkları ve kıyafetleri ile yedi Macar kabilesini temsil eden heykeller var. Kaidenin üzerinde ise iki şeritli kutsal Macar haçını tutan Cebrail meleği yer alıyor. Buda ve Peşte’nin Tuna ile aşkı Tarihte şehirlerin su kıyılarına kurulması sık rastlanan bir şey ama bir nehrin kenarına bu kadar özenle kurulmuş şehirlere pek o kadar sık rastlanmıyor. Almanya’nın güneyinde Schwarzwald (Karaorman) bölgesinden incecik doğan Tuna, 120 ırmaktan beslenerek on ayrı ülke topraklarından geçiyor ve Romanya’nın Sulina Limanı’ndan Karadeniz’e dökülüyor. Bütün bu yolculuğu boyunca, sadece Budapeşte’de Tuna’yı tam anlamıyla kavradığınızı hissediyorsunuz.

Buda tepesinden görünen manzara, şehrin zarafeti ile nehrin vakarının bütünlüğü, “Budapeşte, Tuna’nın hakkını vermiş” dedirtiyor. Buda tepeleri ile Peşte ovalarını ayıran Tuna’ya inat, birbirinden güzel köprüler iki yaka üzerinde nakış gibi işlenmiş. Köprülerin en görkemlisi, Zincirli Köprü, Macarca adıyla Szechenyi Lanchid. Macarların kısaca Lanchid dediği 1849 yılında yapılmış bu sanat abidesinin alamet-i farikası, köprünün girişlerini tutan ikişer aslan heykeli. Lanchid, güneyde Margaret ve Arpad köprüleri, kuzeyde ise Erzsebet (Elisabeth), Szabadsag ve Petöfi köprüleri ile sarmalanmış. Budapeşte’de eski şehir diye tanımlanabilecek merkezi bölge, mimari yapıların tek tek ve bir bütün olarak güzelliğiyle dikkat çekiyor. Peşte tarafının en görkemli yapısı 1884-1902 yılları arasında kurulmuş parlamento binası. Taş işçiliğinin en kıymetli örneklerinden birisi olan bu yapı, rengini kaybeden beyaz taşların bakımı gerekçesiyle tüm sene boyunca bir kısmı tadilat iskelelerine mahkûm durumda.

Dünyanın en büyük ikinci sinagogu Elisabeth Köprüsü’nün Peşte ayağından yürüyerek bizim İstiklal Caddesi tadındaki trafiğe kapalı Vaci Utca’ya dönüyorsunuz. Şehrin kalbinin attığı bu sokağa girmeyi geciktirme pahasına, dönmeden yolu takip edin ve New York’taki Emanuel Sinagogu’ndan sonra dünyanın ikinci büyük sinagogu Dohany/Nagy Sinagogu’nu ziyaret edin. 10 milyon nüfuslu Macaristan’da yaklaşık 100-120 bin Yahudi yaşıyor. New York’tan sonra İsrail dışındaki en büyük Yahudi nüfusunu barındıran Budapeşte’de altın, döviz ve değerli taş ticaretini ellerinde tutan Macar Yahudileri, aynı zamanda ülke siyasetinde de söz sahibi. Yahudiler, İsrail dışında sadece Macaristan’da aktif siyasetin içinde ve hükümet ortağı durumunda. Macaristan’da Yahudilere karşı bir anti-semitizmden bahsedilemezse de Macar ekonomisindeki rollerinden duyulan bir rahatsızlık söz konusu.

Batı’nın doğusu Gerçek Budapeşte’yi biraz daha yakından tanımak için merkezden, yerli halkın yaşadığı ikinci çembere doğru uzaklaşmak gerekiyor. Merkezdeki turistik yapılar ne kadar göz alıcı ise şehri çevreleyen uzak gettolardaki Sovyet döneminden kalma devasa kibrit kutusu binalar da o kadar iç karartıcı. 17.000 dolara yaklaşan kişi başı gayri safi milli hasılaya rağmen kimileri komünist rejimin sağlık ve eğitim sistemini özlemle anıyor olsa da azınlıkta oldukları için pek sesleri çıkmıyor. Budapeşte’nin arka sokaklarında dolaşırken ilginç bir yardımlaşma kültürüne de tanık olduk: İnsanlar senede bir defa kullanmadıkları masa, sandalye, buzdolabı gibi eşyaları kapılarının önlerine bırakıyorlar.

Çöpçüler on beş gün boyunca sokakları dolduran bu eşyalara dokunmuyor, ihtiyaç sahipleri bu eşyaları alıyorlar. Sürekli azalan yaşlı nüfus, devletin ilköğretim okullarını kapatmasına neden oluyor. 2050 yılında Macaristan nüfusunun 2 milyon azalarak 8 milyona inmesi bekleniyor. Budapeşte, Osmanlı hâkimiyetinden kurtulduktan sonra kendini tamamen “Batı’nın doğusu” olarak konumlamış durumda. Her ne kadar Budapeşte için “Doğu’nun Parisi” dense de o Batılı olmayı Paris olmaya yeğ tutuyor. Orta Asya’dan göçüp geldikleri söylenen Macarlar, Avrupa’nın başka hiçbir yerinde görülmeyen iki alışkanlıklarını hâlâ sürdürüyorlar. İyi at binmeleri ve yırtıcı kuş beslemeleri ile Avrupa’dan çok Asyalıya benziyorlar. Ama Tuna Nehri’nin iki yanına, ata biner gibi bacaklarını uzatan Budapeşte, bugünkü görünümüyle kesinlikle Avrupalı bir şehir.

Alparslan Akkuş

Pratik Macaristan bilgileri

hidakMacaristan; tarihi geçmişiyle büyüleneceğiniz, sanatın buram buram yaşayabileceğiniz, kaplıcalarında sağlık bulabileceğiniz keyifli ve eğlenceli dakikalar için sizi bekliyor.

MACARİSTAN BİLGİLERİ

Önemli şehirleri : Budapeşte, Debrecen, Miskolc, Szeged, Pecs, Kaposvar, Györ, Eger, Szekesfehervar, Kecskemet

Uçuş süresi : 2 saat. ( İyi yolculuklar.)

Para birimi : Forint

Yüzölçümü : 93.030 kilometrekare

Saat farkı : Saatlerinizi 1 saat geriye almayı unutmayın!

Resmi dil : Macarca, daha çok almanca ve turistik yerlerde genel olarak ingilizce bilinir.

Başkenti : Budapeşte

Sıcaklık : Ilıman bir iklimi olan ülkede yazlar geçer. Kışlar ise iç kesimlerde soğuk ve bulutludur. İlkbahar ve sonbahar gezmek için en ideal mevsimidir.

Nüfus : Yaklaşık 10.186.372 Vize : Türk vatandaşlarına vize gerekmektedir.

ÖNEMLİ TELEFONLAR Nasıl telefon edilir Türkiye’ye: 00+90+alan kodu+telefon numarası. Cep telefonlar çalışmaktadır. Türk konsolosluğu Andrassay utç 123 telefon: + 36 1 478 91 09
Telefon kodu : 36 Ambulans : 04 Polis : 07

NEREYİ GEZSEK?

BAŞKENT: BUDAPEŞTE
Budapeşte için söylenebilecek olan ilk şey tam anlamıyla bir sanat şehri olduğudur. Müzeler, operalar, galeriler, katedraller, görülmeye değecek bir çok yapı ile Budapeşte gezilmesi, görülmesi ve keşfedilmesi gereken bir şehir. Geçmişi, tarihi kalıntıları, 1300 yakın kaplıcaları, Buda ve Peşte olarak Tuna Nehri tarafından ikiye bölünen büyülü bir şehir.

Kahramanlık Meydanı: 1896 yılında kurulan bu meydanda, Budapeşte’yi kuran 7 Macar kabilesini temsil eden birer atlı heykelinin bulunması ve bu heykellerin görünüşlerinin dışında ilginç hikayeleri ile ayrı bir özellik katmaktadır Kahramanlık Meydanı’na…

Gellert Tepesi: Her ülkenin, her şehrin mutlaka manzarasını izleyebileceğiniz güzel bir tepesi vardır. Budapeşte’de ise muazzam Tuna Nehri’ni seyredebileceğiniz en güzel tepe; Gellert Tepesidir. Bu tepe adını, piskopos Gellert’ten alıyor. Tepeden manzarayı seyretmenin dışında burada bulunan Özgürlük Anıtı’nı görebilirsiniz. Özgürlük anıtı, Budapeşte’yi Nazilerden kurtaran Sovyetler Birliği anısına dikilmiştir.

ŞEHİR: SZENTENDRE Budapeşte’nin 19 kilometre kuzeyinde bulunan bu şehir, tarihi geçmişin dokularını taşıdığı kadar, tipik Akdeniz kasabaları havasındadır. Eski bir Sırp sehridir. Dar sokakları, dolambaçlı yolları, küçük evleri ile 19. yüzyılda bir çok sanatçıyı kendi içine çekmeyi başarmış bir şehirdir. Bir yanda tarihi dokusu, bir yanda Akdeniz havası içinde huzurla tatilinizi geçirebileceğiniz Macar şehirleri arasında yer alıyor.

ŞEHİR: ESTERGON Estergon, Budapeşte’nin 66 kilometre kuzeyinde yer almaktadır. Macaristan’ın ilk başkenti olan bu şehirde tarihle ilgilenenler için fazlasıyla cezbedici bir yer. Şehrin içinde bulunan yapılardan en dikkat çekici olanı; Esztergom Kalesidir. Bu kale yüzyıllarca Osmanlı imparatorluğuna ait olmuş bir yapıdır. Şu zamanlarda ise, müzeye çevrilen yapının, içerisini gezmek kadar kalenin tepesinden görünen Tuna Nehri manzarasıyla da insanları büyülemeye yetiyor.

NE YESEK? Macaristan gezinizde Macar yemeklerinin tadına bakmadan dönmeyin. Macar yemekleri için söylenebilecek ilk şey; yemeklerine fazlasıyla baharat ve acı koydukları olacaktır. Aslında genel anlamda düşünüldüğünde, Türk yemeklerinden çok fazla bir farkı yok gibi dursa da, yemeklerinin içine kattıkları değişik baharatlarla masalarına faklı lezzetler katmayı başarmışlardır. Macaristan mutfağında domuz etinden yapılmış olan bir çok yemekle karışılabilirsiniz. Ve sofralarından eksik etmedikleri bir diğer yiyecek ise, salatadır. Gulaş adı verilen yemekleri Macaristan’ın en özel yemeklerinin arasında yer alır. Dana etinden yapılan bu yemeğin içine katılan kimyon, salça ve defne yaprağı ile değişik bir lezzet ortaya çıkmaktadır. Macaristan’da yemek yemek için en iyi tercih; değişik tatlardan oluşan yemeklerin hepsinden ufak birer porsiyon sipariş edip, hepsinin tadına bakmak olacaktır.

Macar şarapları: Dünyaca ünlü olan Macar şarabı, bu bölgede yetiştirilen üzümlerden değil de daha çok, meşe fıçılarda bekletiyor olmasından dolayı bu kadar lezzetliymiş. Macar yemekleri kadar Macaristan’da bulunan mekanlarda çok gözdedir. Özellikle eşsiz Tuna Nehri kıyısında, oturacağınız herhangi bir mekanda ne yediğinize değil de Tuna Nehri’nin manzarasına dikkat edeceğiniz kesin…

Macaristan’da öğle yemeklerinde ya da akşam yemelerden sonra bir kahve içmek isterseniz; kesinlikle gitmeniz gereken yer; Vaci Utca Caddesi olmalıdır. Bu cadde bir zamanlar , Tuna Nehri’ne yakınlığı ile çok gözde bir yerdi. Fakat zamanla açılan yeni yeni mekanları ve bu mekanlarda yapılan servisler ile son derece ün salmış bir cadde olmaya başlamıştır. Akşam yemeklerden sonra, bir kahve içmek isterseniz Vaci Utca’ya gidin ayrıca kahvenin yanında enfes bir kek de ısmarlarsanız hiç pişman olmazsınız.

NE ALSAK: Macaristan’ da alışveriş için alabileceğiniz ürünlerin başında takılar ve süslü eşyalar geliyor. İncik boncuğa çok fazla düşkün olan Macarlar, kendi zevklerini ticarete de dökmüşlerdir. Özellikle Szentendre şehrinde kadınların kendi eleriyle yaptıkları takılar, objeler, dokumalar görmeye değer ürünler arasında yer alıyor. Macaristan’da alabileceğiniz bir diğer ürün ise; dünyaca ünlü Macar şarapları olacaktır. Macaristan için tarih ve kültür şehri dedik, bu özellikleri normal olarak alışveriş tarzlarına da yansıyor. Budapeşte’de bulunan “Ecseri” adı verilen alanda sayısız antika çeşitlerini bir arada bulabilirsiniz. Vaci Utca Caddesi: Macaristan’ın alışveriş adına en ünlü caddesidir. Budapeşte’de bulunan bu cadde, trafiğe kapalı olan bir caddedir. Budapeşte’nin alışveriş cenneti olarak nitelendirilen Vaci Utca Caddesi, son moda markalar, ışıltılı vitrinler ve yaz aylarında sokaklarda insanların nerdeyse iç içe yürüdükleri bir caddedir.

EĞLENCE ZAMANI Macaristan’da gece hayatı için, sade ve doğal bir eğlence hayatı olduğu söylenebilir. Daha çok Budapeşte de, bazı caddelerde barlar ve gece kulüplerini bulabilirsiniz. Ancak Macaristan’dan çok fazla hızlı bir gece hayatı beklemeyin. Eğlenmek için kendi kendinize güzel şeyler yaratabileceğiniz bir ülke… Tuna Nehri etrafında yapacağınız bir tekne turu, dünyaca ünlü kaplıcalarında sıcak suların içinde bir yandan ruhunuza bir yandan fiziğinize iyi gelen rahatlama yöntemleriyle de eğlenceli dakikalar geçirebilirsiniz.

MACARİSTAN’DA ULAŞIM Macaristan’da şehir içinde ulaşım için metroyu kolaylıkla kullanabilirsiniz. Macaristan’ın şehirlerine yolculuk etmek isterseniz, bunun için tren seçeneğini konforlu ve ucuz bir tercih olacaktır. İç: Macar şaraplarından iç. Gör: Gallert tepesindeki meşhur Kazanova’nın evini gör. Gez: Tuna nehri boyunca gez. Dinlen: Kaplıcalarında dinlen. Satın al: Macar porseleni satın al.

Bir Budapeşte gezisi ve yararlı bilgiler

Matyas-templomMacaristan, Orta Avrupa’da Türkiye’nin yedide biri kadar büyüklükte bir halk cumhuriyetidir. Macaristan Cumhuriyeti , Avusturya, Slovakya, Ukrayna, Romanya, Sırbistan, Hırvatistan ve Slovenya ile komşu olan, denize kıyısı olmayan, Avrupa Birliği üyesi bir ülkedir. Orta Avrupa ile Balkanlar arasında bir ovaya yayılan Macaristan, Türklerle tarihte ilk sahneye çıkışlarından beri yakın ilişkiler geliştirmiş oldukları bir ülkedir. İlk Türk boylarının yerleşmelerine bakacak olursak, M.S 374 yılında ilk Türk kavimlerinden olan Büyük Hun İmparatorluğunu Orta Asya bozkırlarından başlatmış olduğu büyük göç sonrası, M.S 378 yılında Batı Hun İmparatorluğu (Avrupa Hun İmparatorluğu) olarak ilk bu topraklarda kendini göstermeye başlamıştır. Bugün ki Macaristan toprakları içinde yer alan, Tuna nehri civarına yerleşen Hunlar ilk Avrupalı Türk devleti olmuşlardır. Hun İmparatoru “Atilla”, Macaristan’da en çok sevilen halk kahramanlardan biri olarak tarihteki yerini almıştır. Macaristan, Avrupa dillerinde “Hungary” (Hunların ülkesi) olarak anılmaktadır. İlerleyen tarihte diğer Türk İmparatorluklarından olan Avarlar (M.S 563) bu topraklarda yaşam sürmeye başlamışlar. Oğuz Boylarından olan Arpadlar ve son Türk İmparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu 150 yıl kadar Macarların (Hunların) topraklarına egemen olmuşlardır. Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hâkimiyetinden sonra 1686’da elden çıkmıştı. Türk idâresi sırasında, Karadeniz üzerinden Tuna yoluyla İstanbul’dan nispeten kolay ulaşılan bir beylerbeyilik merkezi olduğundan kolayca Türkleşmişti. Ticâret yollarının birleştiği bir yerde bulunan Budin ve Peşte, bir taraftan zengin bir ticâret şehri görünümü alırken, burada kurulan çeşitli vakıflar bu Orta Avrupa şehrine bir Osmanlı yerleşim merkezi manzarası vermişti. 1662 yılında burayı ziyâret eden Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde Budin ve Peşte’nin etraflı bir tasviri bulunmaktadır. Evliyâ Çelebi, Buda’da 25 câmi, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 2 hamam, 8 kaplıca, 9 han, 1 saat kulesi ve 1 bedesten bulunduğunu bildirmektedir. Bunların çoğu bugün ayakta değildir. Sokullu Mustafa Paşanın yaptırdığı Mustafa Paşa Câmii ve Türbesinin Mîmar Sinan’ın eseri olduğu bilinmektedir. İkinci Dünya Savaşında Budapeşte büyük bir hasar görmüştü. Fabrikaların ve meskenlerin neredeyse tamamı ya yıkıldı veya hasar gördü. Bütün köprüler yıkıldığı için ulaşım da durmuştu. 1945’te Sovyet orduları Budapeşte’ye girdiğinde nüfus dörtte biri kadar azalmıştı. Şehrin inşâsı yıllar sürdü. 1950’de çevredeki köy ve ilçelerin katılmasıyla genişletildi. Sanâyileşme tekrar başladı ancak çevre il ve ilçelere yayılması için de tedbirler alındı. Şehrin Tuna üzerinde her zaman önemli bir kavşak noktası olması, sanâyileşme öncesinde yapılan merkezî demiryolları ve Macaristan’a dağılan yolların merkezinde bulunması Budapeşte’nin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur. 1970’lerde şehir içi trafiğinin rahatlatılmasında önemli rol oynayan metro sistemi kuruldu. Temizliği, hızlı ve ucuz olmasıyla Budapeşte metrosu şehrin özelliklerindendir. Macaristan’ın en iyi okulları, Macar Bilimler Akademisi ve araştırma enstitüleri Budapeşte’dedir. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’dir. Bu isim üç şehrin birleşmesinden oluşmuştur. Budin, Peşte ve Obuda. Eski ve yeni şehirlerin birleşmesi ile Budapeşte ismini almıştır. Bu iki şehri Tuna nehri tam ortadan ikiye ayırmaktadır. Derler ki, “Tuna nehri sadece sevenlere mavi görünürmüş” Tuna nehrinin tam ortadan ikiye böldüğü Avrupa’nın en popüler başkenti Budapeşte sadece sevenleri değil herkesi kabul ediyor. Beni de bir gün kabul etti.. Yıllardır aklımda olan Budapeşte, MTK Budapeşte – Fenerbahçe Avrupa UEFA kupası eleme maçı ile gerçekleşiyordu. Hem maçı seyretmek hem de Budapeşte’yi görmek için yollara düştüm. Maç organizasyonu yapan bir acenta ile temasa geçip gerekli işlemlerimi hallettim ve Budapeşte Feryhegi havalimanına indiğimde ilk sürpriz beni Valizim geldiğim Swissair uçağından çıkmamıştı. Beni karşılayacakJbekliyordu kişinin alan dışında olması, nerede kalacağımı bilemeyişim, valizin tarifi dışındaki işlemleri geçiktirmişti. Yıllardır ilk kez bir hava alanından elimi kolumu sallayarak çıkıyorum. Çantamda, giyecekler, formam(maç için), fotoğraf makinem vs bulunuyordu. Budapeşte’de kalacağım dört gün boyunca sadece fotoğraf makinesinin yokluğunu hissettim. Gezdiğim bu Avrupalı Türk şehrini fotoğraf karelerine ekleyemediğim için üzgündüm. (Gezi anımdaki Budapeşte resimleri fotogezgin Timur Özkan’a aittir) Budapeşte, Macaristan’ın siyaset, fikir ve iktisat merkezidir. Tuna kıyısında büyük bir liman ve Avrupa’nın kavşak noktalarından biri olmuştur. Târihî gelişimin verdiği birikim sonucu nüfusun yarısı hizmetler sektöründe diğer kesimi de sermaye ve sanâyi alanındadır. Budapeşte coğrafî konumu, târihî eserleri ve diğer çekicilikleri ile Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biridir. Eskiden ekonominin merkezi Buda iken 19. yüzyıldan sonra ticâret etkinlikleri Peşte’ye kaymıştır. Büyük bankalar, ülkedeki yabancı şirketlerin çoğu ve en güzel mağazalar Peşte’nin Belvaros semtindedir. Buda, Peşte’ye oranla daha eskidir ve tarihi yapıların çoğunluğu burada bulunmaktadır. Peşte daha çok kentin modern yüzü, gelişen büyüyen tarafıdır. Yine de nehrin iki yakasının çok ortak özelliği var. Sokak aralarında rastlanan rahat mekanlarda hem turistleri hem de kent ahalisini memnun edecek eğlenceleri bulmak mümkün. Ayrıca düzenli yapıları ile dikkat çeken müzelerinden tutun da kentin her iki yakasına serpiştirilmiş çok sayıda heykelde Budapeşte’nin karakteristik özelliklerini görebilirsiniz. Peşte’de ki çarşı “Nagyvasarcsarnok” Türkçe anlamı ile ifade edersek Budapeşte’nin ilk kapalı pazarıdır. Kapalı bir mekana kurulmuş olan bu Pazar diğer yerlere göre ucuz olmasından dolayı “akıllı kadınların pazarı” olarak da biliniyor. Avrupa üyesi olması nedeni ile sokaklarda dolaştıkça o köhne binaların nasıl modernleştirilmeye çalıştığını gözlemleyebiliyorsunuz. Avrupa’nın bu popüler kentinin ne yöne değiştiğini anlayabilmek için ilk bakılacak yer “Roosvelt Meydanı” olmalı. Bundan çok değil 4-5 yıl öncesine geri gittiğimizde burası köhnemiş binaların bulunduğu, düzensiz bir yapılaşmanın kasveti altında ezilmiş bir mekan olarak bilinmekteydi. Bugün bu meydana baktığımızda Budapeşte’nin gelişimini gözlemleyebiliyoruz. Şehri kendi başınıza gezebilirseniz çok şey görebilme şansına sahip olursunuz. Budapeşte’de ulaşım oldukça kolay. ; Budapeşt Card ile tüm belediyenin hizmet verdiği araçlarına (metro, otobüs, troleybüs vs) bedava binebiliyorsunuz. Ayrıca, bu kart sahiplerine bazı müzeler bedava; bazı müzelerde ise %20 ile %50 arasında indirim uygulanıyor. ( Budapeşt kart 48 ve 72 saat geçerli olarak satılmaktadır. ) Müze gezmeyi seviyorsanız ve bir de yalnız dolaşıyorsanız bu kart çok ucuza mal olmaktadır… Bana göre, Budapeşte’de keşfe dalmanın en iyi ikinci yolu ise, Tuna nehrindeki bot gezileri olacaktır. Bot turu esnasında oturduğunuz koltuğun kenarındaki kulaklıklardan Avrupa dillerinde (Türkçe de dahil) gezdiğiniz mekanların tercümesi yapılmaktadır. Bu düşünce bile orada olmanın önemini hissettirtiyor. İki yaka, Tuna nehri üzerinden geçen 11 köprü ile birbirine bağlamış durumda. Bunların dokuzu arabalar için, ikisi ise metro ve tren ulaşımı için yapılmıştır. Tuna nehri gezisinde bir çok köprünün altından geçiyorsunuz. Bunların en ihtişamlısı olan “Zincirli köprü ve Aslanlı köprü” görülmeye değer. Ayrıca Parlomento binası da izleyebileceğiniz güzellikler arasında yer almaktadır. Kulaklıktaki anlatım zaten nereden geçiliyorsa o an oranın anlatımını yaptığı için anlaşılması da kolay oluyor. Tuna nehri üzerinde yaklaşık bir saat kadar mola verilen Margit adasında zamanımı bisiklet kiralayarak geçiriyorum. Böylece bu zamanda tüm adayı gezebiliyorsunuz. Botanik bahçesi görünümünde ki Margit adası bir park olarak korunmaktadır. Bu arada Budapeşte’nin ülkenin kültür ve sanat merkezi olduğunu söylemek yerinde olur. Burada 30’un üzerinde tiyatro bulunmaktadır. Ayrıca bu yıl dördüncüsü düzenlenen Tuna karnavalı, Vörösmarty Meydanı’nda dünyanın birçok kültürünü ağırlamanın haklı gururunu taşıyor. Bu meydana ismini veren romantik şiirin ünlü ozanı Mihaly Vörösmarty aynı yerdeki mermer heykeli ile tarihe tanıklık ediyor. Budapeşte gezi planı içinde olması gereken yerler; AQUİNCUM MUSEUM: Pazartesi hariç her gün 10:00-17:00 arası açık. Yaklaşık 2000 yıl önce inşa edilmiş olan bu tarihi yapı kesinlikle görülmeye değer. Özellikle mozaik ve taş oymaları ile büyüleyici.. VİDAMPARK: Budapeşte’nin en büyük eğlence parkı. Bütün bir yıl boyunca açık olan park, kış aylarında sadece belirli saatler arasında açık. MAGYAR ÁLLAMİ OPERAHAZ: 1184 tarihinde inşa edilmiş bu gösterişli yapı, Avrupa’nın en güzel operalarından biri. Odaları ünlü Macar ressamları tarafından dekore edilmiş bulunan 1200 kişilik kapasitesiyle Budapeşte’nin gözbebeği konumunda…. PESTİ VİGADO: 1865’de inşa edilen yapı Budapeste’nin ikinci önemli konser salonu olarak bilinmektedir. Haziran ile Eylül arası dünyanın dört bir yanından gelen birçok konser burada gösterime sunuluyor. ÁLLAT-ES NÖVENKERT: Kurulalı 100 yıldan fazla olan bu hayvanat ve botanik bahçesi Avrupa’nın üst düzey hayvanat bahçelerinden biri. Bütün bir yıl boyunca ziyaretçilerini bekliyor. GÜL BABA TÜRBE: Bu panoramalı türbenin lakabını başında taşıdığı güllerden aldığı söylenen Bektaşi dervişi Gül Baba, sanki durduğu köşeden kentin bugününü seyrediyor. 1 Mayıs’tan 31 Ekim’e kadar açık. Cumartesi-Pazar: 10:00-18:00 arası açık. VAROSLİGET: Budapeşte’nin tarihsel ve kültürel açıdan ikinci önemli parkı. 1 numaralı metro ile kolaylıkla ulaşabilirsiniz. FÖVAROSİ NAGYCİRKUSZ: Budapeste’nin bu ünlü sirki bütün yıl boyunca ziyaretçilerini bekliyor. MATYAS KİLİSESİ VE KALE: Buda tarafında, Kale Tepesine tırmanarak çıkabilir ve muhteşem manzaraya ortak olabilirsiniz. Oradan Matyas kilisesine yönelebilirsiniz. 16.yy mimari örnekleri taşıyan yapı bir süre cami olarak kullanıldıktan sonra 19.yy dan Habsburg ailesi tarafından şato olarak kullanılmış. GELLERT TEPESİ: Tuna Nehri’ni bütün görkemiyle izleyebileceğiniz en güzel tepelerden birisidir. Gellert Tepesi’nin ve burada bulunan Özgürlük Anıtı’nın yapılış hikayelerini, Tuna Nehri manzarası eşliğinde okuyabilir yada dinleyebilirsiniz. VATİ UTKA : Bu sokak için Budapeşte’nin alışveriş sokağı denebilir. Modanın tüm nimetlerini gözler önüne seren bir caddedir. Macarların meşhur yemekleri… Macaristan’ın genelinde yayılmış olan mutfak kültürüne, ilk baktığınızda fark edeceğiniz şey; Macarların acıya ne kadar düşkün oldukları olacak. Genelde Budapeşte’de sipariş ettiğiniz yiyecekler, büyük porsiyonlarda servis ediliyor. Av ve domuz etinden hazırlanan yemekleri Budapeşte’nin hemen her restoranında bulabilirsiniz. Ama Macarların salata kültürleri de oldukça zengin olduğundan bir vejeteryan olarak aç kalmamayı beceriyorum.Türkiye’de yediğimiz, mis kokulu taze meyve ve sebzeler masanızdan eksik olmayacak. Meşe fıçılarında bekletilerek hazırlanan dünyaca ünlü Macar şarabını tatmanızı öneriyorum. Budapeşte’de yemek yemek için tercihinizi Tuna Nehri’nin manzarasında şato restoranlardan yana yaparsanız eğer, unutulmaz anlar sizi bekliyor demektir. BUDAPEŞTE’DE ALIŞVERİŞ VE EĞLENCE Macarların incik boncuk sektörü fazlasıyla gelişmiş, el yapımı takılar ve dokumaları ilgi çekici olanlar. Sevdiklerinize Budapeşte’den getireceğiniz en güzel hediyelerden biri kuşkusuz Macar Şarabı olacaktır. Budapeşte, yöresel ezgilerine sıkı sıkıya bağlı bir şehirdir. Sokaklarda gezerken rastladığınız mağazalarda ki, çanak çömlek, nakış işlemeleri gibi yöresel ezgilerini taşıyan ürünlerden satın alabilirsiniz. Budapeşte, tam anlamıyla dinlenmek yeni yerler görmek için gitmeyi düşüneceğiniz bir şehir. Gece hayatının çok gelişmiş olduğunu söylenemez. Belki de kendi eğlencenizi kendiniz yarattığınız da daha çok eğlenebileceğinizi gösterebilmek için az sayıda bar ve diskosu vardır. Budapeşte’nin bazı caddelerinde bulunan barlar ve gece klüpleri (striptiz show) gidilmeye değerdir. Budapeste’nin gece hayatının genç bir ruha sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu arada şehrin en iyi eğlence olaylarını kaçırırım diye üzülmeyin. Çünkü bu tür olayları sokaklardaki reklam panolarından kolaylıkla öğrenebilirsiniz. Budapeste için hiç uyumayan şehir demek hiç de hata olmaz… Şehir içi ulaşımlarınızda metroyu rahatlıkla kullanabilirsiniz. Eğer tercihiniz, otobüsü kullanmaksa, gece 24:00 e kadar süren otobüs seferleri ile oldukça rahat bir ulaşım sağlayabilirsiniz. Taksiye binecekseniz muhakkak önceden bilgi edinerek pazarlık yapın aksi takdirde kazıklanacaksınız. Dört günlük Budapeşte izlenimlerim bu kadar mı? Tabi ki hayır satırlara dökebildiklerim sizlerle paylaşabildiklerim bu kadar. Bu arada maç 0-0 sona erdi :-))
Melih ERİŞ

Süslü Budapeşte II.

hosok tereZincirli Köprü’den geçip hemen Peşte’nin tarih sinmiş sokaklarına sapmadım. Acelem yok, vaktim çoktu. Kent nasıl olsa bir ahtapot gibi beni sarıp sarmalayacak, içine alacaktı. Önce sağa dönüp, bir süre Tuna kıyısında yürüdüm. Yeşillikler arasındaki Gellert Tepesi’ni, Buda’nın sırtlarını süsleyen görkemli sarayı seyrettim. Sonra gerisin geri dönüp, en büyük caddelerden biri Jozsef Attilla’dan yürüyüp, dar bir sokağa saptım. Birkaç metre sonra kendimi Vörösmarty Meydanı’nda buldum. Buraya, uzaktan gördüğüm küçük dükkanlar ve ızgaralardan yükselen kokular yüzünden sapmıştım. Aslında bu rastlantısal sapış iyi de oldu. Çünkü ülkenin en ünlü pastanesi Gerbeaud’u bulmak için, zaten burayı arayacaktım. Meydanı gezmeden önce, asırlık pastaneye oturup bir yorgunluk kahvesi içtim. Buradaki görüntüleri ve muhteşem tatları daha sonra anlatacağım.

Sızlayan ayaklarımı biraz teselli ettikten sonra, meydanda hediyelik eşya satan küçük dükkanların arasında dolaştım. Tabii ki ilgimi en çok yemek satan tezgahlar çekti. Sobaların üstündeki büyük kazanlarda Gulaş kaynıyor, dev tavalarda sebzeler sote ediliyor, ızgaralarda sosisler ve şişe geçirilmiş tavuklar, görüntüleri ve yaydıkları kokularla seyredenleri tahrik ediyordu. İradeleri zorlayan bir andı. Biraz sonra kendimi bir masada, yanında patates salatası bulunan büyükçe bir sosisin başında buldum. BİR TATLININ PEŞİNDE Hazım yürüyüşünü, birbirinden şık mağazaların süslediği Vaci Sokağı’nda yaptım. Bu sokakta kentin geçmişine ait pek iz yoktu. Her yerde bulunan cinsten bir alışveriş caddesiydi. Bir yan sokağa sapıp, mağazaların ışıltısından uzaklaştım.

Bir süre sonra Petöfi Sandor caddesinde yürüdüğümü anlayınca şaşırdım. 23 yıl önce kaldığım sokak önümde uzanıp gidiyordu. Önce etrafta belleğimde kalan kırıntıları aradım. Birkaç bina dışında pek bir şey hatırlayamadım. Kaldığım pansiyonun kapısında duraklayıp, yaşlı karı kocayı anımsamaya çalıştım.

Sonra caddenin başlangıcındaki Ferenciek Meydanı’na çıktım. Bir pastaneyi arıyordum. Az sonra elimle koymuş gibi buldum. Adını unutmuştum: Jegbüfe’ymiş. 23 yıl önce bir gün bu pastaneye gelmiş, bir tatlı yemek istemiştim. O zamanlar rejim henüz değişmemiş, servis sektörü bu kadar gelişmemişti. Herkes kendi işini kendi görüyordu. Tatlıyı alabilmek için pastanenin bir ucundaki kasaya gidip, tatlının adını söylemem, parayı ödemem ve fiş almam gerekiyordu. Sonra fiş tezgahtara veriliyor, istenilen yiyecek alınıyordu. O zamanlar ortalıkta dolaşan garson falan yoktu. Sıra bana gelince Macarca bilmediğim için kasada oturan adama tatlının ismini söyleyemiyor, bekleyenlerin tepkisinden çekindiğim için sıradan çıkıyordum. Üç gün hep aynı uğraşı vermiş ama o tatlıyı ısmarlamayı bir türlü becerememiştim. İşte şimdi fırsatı yakalamıştım. Pastaneye girip, pencere kıyısındaki bir masaya oturdum. Ne yiyeceğimi soran garsonu kolundan tutup tezgaha götürdüm. 23 yıldan beri hasretini çektiğim tatlıyı gösterdim. Sonra da afiyetle yedim. Öğrendiğime göre, 23 yıl sonra kavuştuğum ‘Kremeş Milföyü’ meğerse dünyanın en lezzetli milföylerinden biriymiş. Meraklılarına duyururum.

BİNALAR VE HEYKELLER

Sonra tekrar kentin sokaklarına daldım. Gezdikçe bu kentin, birçok Avrupa kentinden daha şık olduğunu gördüm. Bu 19. yüzyıl şıklığıydı. Okşayıcı ama biraz da abartılı bir şıklık. Murat Belge bu abartıyı şöyle açıklamıştı: ‘Macarlar 18. yüzyıldan başlayan birçok bağımsızlık mücadelesi verip bunlarda başarısızlığa uğradıktan sonra, 19.yüzyılın sonunda, Almanlar’ın gerisinde, ikinci sınıf insanlar olmadıklarını, kurdukları kentle kendilerine kanıtlamaya çalışmışlar. Şehrin binalarındaki görkemin -ve bir miktar hilenin- gerisinde, biraz da çocuksu olan ya da bugün öyle görünen bu gayret yatıyor. Onun için bu kentte tarih özel bir biçimde önemli…’

Binalara bakınca burada bir zamanlar mimarların, demircilerin, taş ustalarının, heykeltıraşların, yapı ustalarının kıyasıya yarıştıkları belli oluyordu. Binaların ön yüzleri heykeller, ferforjeler, rölyefler ve resimlerle öylesine güzel süslenmişti ki, bir binadan diğerine geçişim epey zaman alıyordu. Macarlar sadece binaları değil, geçmişe ait her şeyi korumuşlardı. Bunun en büyük kanıtı, kentin her yanını süsleyen heykellerdi. Her yaşayana bir heykel düşüyor desem abartmış olur muydum acaba? Heykeller sadece meydanları değil, parkları, evlerin ön yüzlerini, sütunları, köprüleri de süslüyordu. Bunlar sadece politikacılara, askerlere, ulusal kahramanlara ait değildi. Adını bilmediğim yazarlar, şairler, müzisyenler, bilim adamları da heykel olup geçmişten bugüne kalmışlardı.

Heykellere, muhteşem binalara baka baka, Nador Caddesi’nden Parlamentoya doğru ilerledim. Önce Etnografya Müzesi’ne girdim. Bu bina Parlamento için açılan yarışmaya sunulan projelerden biriydi. Görkemli bir yapıydı. Rönesans, Barok ve Klasisizm öğelerinin birleştiği bina, 1945 yılına kadar Yüksek Mahkeme olarak kullanılmıştı. Oradan çıkıp tam karşısındaki parlamento binasına yürüdüm. Tuna kıyısındaki bu bina, Almanya ve İngiltere’den sonra Avrupa’nın üçüncü büyük parlamentosuydu. Yirmi küsur yılda (1884-1906) inşa edilen bu gösterişli binanın uzunluğu 300 metre, en yüksek noktası 96 metreydi. 18 bin metrekarelik bir alanı kaplayan binada tam 700 oda vardı. Dış cephesini 300 heykelin süslediği bu binaya tam 27 ayrı kapıdan giriliyordu ve süslemeler için 40 kilo altın kullanılmıştı. Parlamentonun yanındaki küçük parkta bir banka oturup, biraz ilerimdeki Attilla Jozsef heykelini seyrettim. Macarların radikal şairi de benim gibi yorgun görünüyordu. Elinde şapkası ile basamaklara oturmuş, kim bilir hangi şiirinin hangi mısrasını aklına yazıyordu!..

Enerjimi yerli yerine koyduktan sonra, kentin kılcal damarları olan ara sokaklardan döne dolaşa Budapeşte’nin en gösterişli caddesi Andrassy’e çıktım. Burada da binaların hepsi özenli, görülmeye değer, süslü ve taş ustalığının en iyi örnekleriydi. Ama Murat Belge bu konuda insanın aklını karıştırıyordu. Belge, bu caddenin yapılışını anlatırken şöyle bir açıklama yapmıştı: ‘Bu caddeyi açmak için buralardaki bir yığın tek ya da çift katlı evi yıkıp yerine gösterişli binaları yapmışlar; ama görünüşe aldanmayın! Koca kesme taş gibi duran o şeyler aslında ustaca yapılmış sıvalar. Altında tuğla var…’ Benim bu sava pek inanansım gelmedi. Andrassy Caddesi’nin en görkemli binası olan Opera’nın önünde biraz oyalandım.

Macaristan’ın en ünlü mimarı Miklos Ybl tarafından 1875-84 yılları arasında yapılan bu binanın masrafları için, İmparator Franz Joseph tam bir milyon altın forint vermişti. Burada konser izlemek epey keyifli olurdu ama, oteldeki görevliler bir hafta boyunca hiç yer olmadığını söylemişlerdi. Yine de binanın kapısında uzun bir kuyruk vardı. Onlar neyi bekliyorlardı acaba? Kahramanlar Meydanı’na yaklaşırken gözüme büyükçe bir kitapçı çarptı. Kapısından dalıverdim.

Macarlar, bildiğim kadarıyla Avrupa’nın en çok kitap okuyan milletiydi. Benim gibi bir başka işiniz de kitap yayıncılığı olursa, buradaki meslektaşlarınızı kıskanmadan edemezsiniz. Kitabın ne kadar çok satın alındığının ipuçları kapıdan girer girmez görünüyordu. Müşteriler, tıpkı süpermarketlerde olduğu gibi kollarına birer alışveriş sepeti asıyorlardı. Bu sepetler biraz sonra kitapla doluyordu. Ama ülke AB’ye üye olduktan sonra pahalılık kitaba da yansımış, sepetler yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamıştı.

KAHRAMANLAR MEYDANI

Andrassy’nin sonundaki Kahramanlar Meydanı’nın (Hösök Tere) ortasında uzunca bir sütun, sütunun zirvesinde kanatlı Cebrail heykeli vardı. Meydanı çevreleyen yarım dairelerde ise Macar kralları yan yana dizilmişti. Krallara saygılarımı sunup, kalan son enerjimle Dozso György caddesine saptım, Szechenyi Hamamı’na doğru yürüdüm. Budapeşte, Avrupa’nın belli başlı kaplıca kentlerinden biriydi. Onun için kentin kaplıcaları çok ünlüydü. Osmanlılar da buraya birçok hamam yapmışlardı. Rudas, Racfürdo ve Sokollu Mustafa Paşa’nın yaptırdığı Kiraly o günlerden kalan hamamlardı. Hayvanat bahçesinin tam karşısındaki Avrupa’nın ilk hamamı Szechenyi geniş bir alanı kaplıyordu. Binanın avlusundaki sıcak su dolu havuzlar, şifalı sularının yanı sıra burada mayoyla oynanan satranç turnuvalarıyla da ünlüydü. Söylentilere göre bu havuzlar, sosyalizm devrinde rejim muhaliflerinin buluşma ve konuşma -gizli- yeri olmuştu. Kentin gerisi, en önemlisi yiyeceği, içeceği, lokantaları, pastaneleri haftaya kaldı. Kolesterol yüklü lezzetleri merak ediyorsanız haftaya buluşalım.

Mehmet YAŞİN

Ah Buda Ah Peşte:Tuna’nın Kraliçesi

parlamentBuda, Peşte ve Obuda şehirlerinin bir araya gelmesiyle oluşan Macaristan’ın başkenti Budapeşte, Tuna Nehri’nin iki kenarı boyunca uzanıyor. Şehrin siluetini oluşturan devasa yapıları, şehri ikiye bölen Tuna Nehri ve üzerindeki değişik tarzlardaki köprüleriyle, Orta Avrupa’da Prag’ın veya Viyana’nın gölgesinde kalmış ama en az onlar kadar mağrur duran, sevilesi, cana yakın bir şehir bence.

Budapeşte’ye varınca ilk gittiğimiz yer Kahramanl ar Meydanı’ydı (Hösök Tere). Sabahın çok erken saatleri olması nedeniyle meydan bomboştu. Yarım daire şeklinde dizili sütunların altında Türklere ve diğer ırklara karşı savaşmış Macar krallarının heykelleri ve heykellerin altında da kahramanlıklarını gösteren kabartmalar var. Ortadaki sütunda ise, yedi Macar kabilesini temsil eden heykeller ve onların üstünde de elinde kutsal Macar hacını tutan Cebrail meleğin heykeli var. Bu meydanın arka tarafı, Varosliget yani kent korusu, eğlenceli bir yer. Bu korunun içinde, Vajdahunyad Şatosu ve kışın buz pistine dönüşen bir göl, hayvanat bahçesi, lunapark ve birkaç müze bulunuyor.

Budapeşte, kaplıcalar-hamamlar şehri. Bu bölgede de muhteşem bahçesi ve barok tarzı mimarisiyle Szechenyi Gyogyfürdö (Szechenyi Hamamı), kentin en sıcak doğal su kaynağının üzerinde yer alıyor. Bu bölgeye şehir merkezinden sarı renkli metro hattıyla ulaşılabiliyor. Peşte bölümünde yer alan ve şehrin neresinden bakarsanız bakın görkemli bir tablo çizen Parlamento Binası Tuna Nehri’nin kenarında tüm ihtişamıyla şehre göz süzüyor sanki. Ülkenin en büyük binası olma unvanını da taşıyan, mimar İmre Steindl imzalı neogotik bina, öyle büyük ki (268 m uzunluğunda) tek bir fotoğraf karesine ancak şehrin tepe noktalarındayken sığabiliyor. 1884-1902 yılları arasında yapılan binanın 691 odası varmış.

Peşte bölümünün önemli bir caddesi olan Vaci Utca, trafiğe kapalı bir alan, sağlı sollu mağazaların ve kafelerin yer aldığı uzunca bir cadde. Erzsebet (Elizabeth) Köprüsü’nün Peşte ayağı tarafındaki cadde (Vaci Utca) boyunca yürürken yolun sonunda büyük bir hal binası var. Dışardan bakınca hal gibi olmayan çok güzel bir bina. İçiyse, biberlerin, etlerin vb. birçok gıdanın vitrinlerden sarkıtıldığı oldukça hareketli, keyifli, Macar halkının arasına karışıp günlük yaşantılarına girmek için güzel bir yer. Geri dönüp alt geçitten geçerek caddenin diğer tarafına geçince ise uzun yürüyüşe bir tatlı molası verilebilir. Çünkü caddenin bu bölümünün sonunda ünlü bir pastane var. Vörösmarty Meydanı’ndaki Gerbeaud (Jerbo) Kafe 1858’den beri hizmet veren Avrupa’nın en eski ve en büyük pastanesi imiş. İçi barok tarzı döşenmiş bu pastane, şehrin önemli buluşma noktalarından.

Düzlük bir alanda kurulu Peşte bölümünden sonra tepelik olan Buda bölümüne geçmek için Tuna üzerindeki yedisi trafiğe açık dokuz köprüden biri kullanılabilir. Biz Margit Köprüsü’nden geçip önce ortadaki adaya uğramaya karar verdik. Margit ve Arpad Köprüleri arasında kalan yeşillikler içindeki, Macar halkının havuz kenarlarında serinlediği ve güneşlendiği, içinden otobüs de geçen Margit Adası, tekne turlarının da uğrak noktalarından. Sanki şehir içinde bir sayfiye noktası gibi. Bisikletle gezenler, sere serpe çimlere uzananlar, yürüyüş yapanlarla dolu bir ada. Macar halkı spor yapmaya düşkün. Özellikle parklarda koşu yapan birçok kişi gördük. Sanırım hem erkek hem de kadınlarının güzelliğinde spora düşkünlüklerinin katkısı vardır.

Yaz sıcaklıklarının mevsim normallerinin çok üstünde olması, alışık olmadıkları sıcaklıklar sebebiyle midir bilinmez, Macar kadınlarının etek-şort boyları boy denemeyecek ölçülere varırken, metrolarda tişörtlerini açıp göbeklerini serinletmeye çalışan veya sokaklarda tişörtsüz gezen erkekler vb. birçok görüntüyle karşılaşmak mümkün.

Margit Köprüsü’nden devam edip Buda’ya doğru geçince başlıca dikkat çeken turistik mekânlardan Matthias Kilisesi, Kraliyet Sarayı ve Balıkçılar Burcu aynı tepe (Kale Tepesi) üstünde kurulmuş. Bu bölüm aynı zamanda UNESCO Dünya Kültür Mirasları Listesinde de yer alıyor. Matthias Kilisesi çatısı renkli seramik kaplı Macaristan’ın ikinci büyük kilisesi. 13. ve 15. yy.lar arasında yapılmış. Kanuni Sultan Süleyman burayı fethettiğinde burası bir süreliğine cami olmuş ve kendisi de burada namaz kılmış. Bugünkü neogotik tarzı ise 1896 yılında geçirdiği büyük restorasyonda verilmiş. Şimdi de restorasyonda idi.

Kilisenin önünden aşağıya doğru yürüyünce yol direk Kraliyet Sarayı’na çıkıyor. Macar ulusal sembollerinden olan Saray, 13.yy.’dan beri savaşlara ve işgallere tanıklık etmiş. Üç kere tahrip edilmiş ve o dönemin mimari tarzıyla yeniden yapılmış. Şimdiki neoklasik tarzı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmış. Peşte’deki Parlamento Binası nasıl Peşte’nin simgesi olarak her yerden görünüyorsa, Kraliyet Sarayı da Buda’da bu görevi görüyor. Sarayın bahçesinden Peşte manzarasına ve sadece aşıkların gözüne mavi görünen(!) Tuna’ya tekrar tekrar bakıp kiliseye doğru yürüyoruz.

Balıkçılar Burcu, 1800’lerin sonunda ortaçağdan kalma bir balık pazarına yapıldığı için adı da Balıkçılar Burcu olmuş. Tuna’ya ve Peşte’ye tepeden bakan yedi burç, merdivenleri, teraslarıyla etkileyici bir manzara oluşturuyor. Bizim yaptığımız gibi akşamüzeri gidip gün ışığında burçları görüp Peşte’ye bakıp meydanın arka tarafında bulunan Miro Kafe’ye gidilebilir. Bu kafe ilginç dekorasyonuyla hemen dikkati çekiyor. Eğri büğrü demirlerden renkli sandalyeleri, turuncu, lacivert duvarları ve hoş atmosferiyle yürüyüşe bir mola vermek için ideal. Akşamları canlı müzik eşliğinde yemek de yenilebilir. Örneğin, Macarların meşhur çorbası olan gulyaş içilebilir. Gulyaş için, bizim tas kebabının daha sulu hali denilebilir. Patates ve sığır etiyle hazırlanan çorba, küçük bir bakracın içinde servis ediliyor. Kıvamlı ve baharatlı kırmızı suyu olan güzel bir çorba.

Hava karardıktan sonra ise tekrar burçlara dönüp teraslarından muhteşem ışıklandırılmış Peşte’ye bir kez daha bakıyoruz. Yine Buda tarafındaki Gellert Tepesi ise şehrin diğer bir yükseltisi. Bu tepede, 14 m yüksekliğinde defne dalı tutan ve barışı simgeleyen bir kadın heykeli var. Bulunduğu bölgeden tüm şehri izlemek mümkün. Ama buradaki manzara daha çok yeşilliği çok az olan dümdüz Peşte’nin bina üstüne bina görüntüsünü veriyor. Margit Köprüsü’nden geçip sağa dönünce Török Ut (Türk Caddesi) boyunca ilerleyince Mescet (Mescit) Sokağı’nda bir tepenin üzerinde yer alan Gül Baba Türbesi de ziyaret edilebilir. Osmanlı’nın Macaristan’ı fethi sonrasında Buda’ya giden Gül Baba, yaşadığı dönemde Macar halkı tarafından sevilmiş ve saygı görmüş bir Bektaşi’dir. Ispartalı Gül Baba, üzerinde taşıdığı güllerden dolayı bu adla anılıyormuş. Osmanlının Buda Kalesi önündeki savaşlarında (1541) şehit düşen Gül Baba’nın türbesi Macarlar tarafından özenle ve saygıyla korunuyor.

Budapeşte’de ulaşım çok rahat. Deak Ter istasyonunda kesişen üç farklı metro hattı (Sarı, mavi, kırmızı) var. Dördüncüsü de yapılmakta. Tramvay, troleybüs ve otobüsler de var. 04.30 ile 23.00 arası çalışıyorlar.

www.geziyazilari.net/budapeste.htm

Tuna’nın kızı: Budapeşte

budapesteBuda ve Peşte, Tuna’nın ayırdığı iki güzel. Asırlık evler, sokaklar, binalar, birbirinden güzel köprüler, her meydanda, her köşede yükselen heykeller, geçmiş ve bugün, iç içe sakin ve sessiz akan zamanın tadını çıkartıyorlar.

Geçen hafta Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olan Budapeşte’de ilkbaharı yaşadım. Yarı dolu uçakta Budapeşte’ye doğru uçarken, 23 yıl öncesini hatırlamaya çalışıyordum. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesi’ndeydim ve TIR şoförleriyle ilgili bir röportaj için yollara düşmüştüm.

Karlı, çok soğuk bir mart ayıydı. Bütün Avrupa’nın buz tuttuğu bir kış olmuştu. Bulgaristan’ı geçmiş, Romanya’nın Arad kentindeki bir mobilya fabrikasında yükleme yapmıştık. Sonra şoför rotayı Budapeşte’ye doğru çevirmişti. Çünkü orada bir sevgilisi vardı ve onunla buluşacaktı. Öğretmenlik yapan kırmızı suratlı, etine dolgun kız, benim için kentin Peşte yakasında, ortalık yerdeki bir sokakta, bir pansiyon kiralamıştı.

Sokağın adı o günden beri nedense hiç aklımdan çıkmamıştı: Petöfi Sandor. Daha sonra bu adın, Macaristan’ın ünlü şairine ait olduğunu öğrenmiştim. Şoför ve sevgilisi, beni bir apartmanın dördüncü katında, yaşlı ev sahipleriyle tanıştırmışlar ve bir hafta sonra buluşmak üzere gitmişlerdi. Bana evlerinin odasını kiralayan karı koca, çat pat Almancadan başka dil bilmedikleri için, hiç kimseyle hiçbir şekilde iletişim kuramıyordum.

TEK VÜCUT

Uçakta işte o günleri hatırlamanın gayreti içindeydim. Sokakları, köprüleri, Tuna’yı gözümün önüne getirmeye çalışıyordum. O zamandan bu güne, Tuna köprülerinin altından çok sular akıp gitmiş, rejimler, yaşamlar, yasalar baştan başa değişmişti.

Budapeşte’nin şimdisi nasıldı acaba? Yanıma okumak için Brezilyalı ünlü müzisyen Chico Buarque’nin, ‘Budapeşte’ adlı kitabını almıştım. Niyetim her zamanki gibi, gittiğim kentte geçen bir romanı okumak, ondan kent hakkında ipuçları yakalamaktı. Kitabı bitirdiğimde bu kez yanıldığımı anladım. Buarque kitabında, başkalarının imzasıyla yazan bir yazarın Budapeşte’de geçen aşk hikayesini anlatıyordu. İsimsiz sokaklar, adressiz evler, güzel bir kadın, nefis bir aşk hikayesi… Muhteşem bir kitaptı ama, içinde Budapeşte’nin görüntüsü yoktu.

Ben yine de sokaklarda dolaşırken, Buarque’nin kahramanlarını görür gibi oldum. Tıpkı Prag’da Milan Kundera’nın aşklarını gördüğüm gibi. Budapeşte, Tuna’nın iki kıyısındaki iki kentin, sonradan kucaklaşmasıyla oluşmuş bir kentti. Buda tepede, Peşte ise düzlükteydi. Bu iki kent 1873 yılından beri ‘tırnakla et’ örneği tek vücut olmuşlardı.

1930’lu yıllarda Budapeşte’ye giden İsmail Habib Sevük bu ikiliyi şöyle tanımlamıştı: ‘Tuna’nın ayırdığı Buda ile Peşte, Haliç’in ayırdığı İstanbul ile Beyoğlu’na birçok taraflardan benziyor: Buda garpta, Peşte şarkta, Buda eskidir, Peşte yeni, biri asaletli biri mazisiz, şeref Buda’da servet Peşte’de, mabetle tarih Buda’ya bağdaştı, bankayla banker Peşte’de kaynaşıyor. Hep İstanbul’la Beyoğlu gibi…’

Eski Buda’da, Tuna’ya ve Peşte’ye kuşbakışı bakan tepedeki Hilton Oteli’nde kalıyordum. 1976 yılında yapılan bu otelde, tarihi kalıntılarla çağdaş mimari iç içe geçmişti. Otelin bulunduğu yerde, 1254 yılından itibaren bir kilise sonra da bir cizvit manastırı yer almıştı. Bina bu kalıntıların üstüne ve arasına inşa edilmişti. Kentin her yerinden görülen otel büyük tartışmalara yol açmıştı. Çok ilginç bir yapıydı ve odamın penceresinden kent muhteşem görünüyordu. Eski Buda’da, kentin uzak geçmişini görmek mümkündü. Turistlerin doldurduğu meydanı gotik kulesi, renkli tuğlalarla kaplanmış damıyla Kral I. Matyas’ın adını taşıyan katedral süslüyordu. Katedralin önündeki meydanda ise kenti veba salgınından koruması için yapılmış olan Kutsal Üçlü Anıtı yükseliyordu. Katedralin çevresini ‘Balıkçı’nın Burcu’ diye adlandırılan, kulelerle bezenmiş bir kale duvarı çevrelemişti. Bu duvarlar çevreye bir masal havası yüklüyordu. Tuna’nın en güzel görüntüsü buradan çekildiği için, surların üstünde ellerinde fotoğraf makineleri olan turistler -çoğu Japon’du- koşuşturup duruyordu.

ASIRLIK EVLER

Meydandan uzaklaşınca sokaklar tenhalaşıyordu. Kuruluşu 13. yüzyılın sonlarına dayanan semtteki evlerin hemen hepsi koruma altına alınmıştı. Duvarlarına çakılan plakalardan çıkardığım kadarı ile evler 1700’lü yıllardan kalmaydı. İki en fazla üç katlı olan binaların ön yüzleri resimler, heykel ve rölyeflerle süslenmişti. Demir çemberli kapıların ardındaki avluların bazılarında dükkanlar, kahveler, lokantalar sıralanmıştı. Bir zamanlar soyluların ve tüccarların evlerinin bulunduğu ‘Lordlar Sokağı’ndan bakıldığında ise Buda’nın yeni ve çirkin yüzünü görmek mümkündü.

ZÜMRÜT GERDANLIK

Sakin sokaklarda dolaşırken dikkatimi kuş sesleri çekti. Kendileri görünmüyordu ama dört bir yandan sesleri yükseliyordu. Çeşit çeşit kuş sesiydi. Sonradan bu seslerin hiç dinmediğini keşfettim. Sakalar susunca, floryalar şakıyor, karanlık basınca da çalı bülbülleri devreye giriyordu. Aydınlıkla birlikte tekrar sakalar şarkılarına başlıyordu. Meydandan aşağıya döne döne inen merdivenler, önce bir meydana ardından da Zincirli Köprü’ye (Szechenyi) ulaşıyordu.

Bu köprü Tuna’nın üstündeki köprülerin en güzeliydi. Zümrüt taşlarla süslenmiş bir gerdanlık gibiydi. Köprüye adını veren Kont Istvan Szechenyi, ülkenin en sevilen ve sayılan kişilerinden biriydi. Köprünün yapılış öyküsü şöyle anlatılıyordu: Genç Szechenyi bir kış günü Viyana’daki babasının ölüm haberini almıştı. O zamanlar Tuna’da karşıdan karşıya portatif köprülerle geçiliyordu. Ama hava rüzgarlı olduğu için portatif köprü kaldırılmıştı.

Szechenyi karşıya geçebilmek için bir hafta beklemek zorunda kalmıştı. İşte bu olaydan sonra Tuna’nın üstüne sabit bir köprü yaptırma fikrini aklına koymuştu. Bunun için tüm Avrupa’yı gezdi. Sonunda Adam Clark adlı bir mimarla anlaştı. Kente bu önemli eseri kazandıran Szechenyi, 1860 yılında gözaltındayken intihar etti. Bu hazin olaydan sonra oğlu Ödön İstanbul’a gidip, Osmanlı devletinden iş istedi ve ‘Seçenyi Paşa’ adıyla İtfaiye teşkilatının başına geçti. Köprünün karayla birleştiği noktalardaki heybetli aslan heykelleri, Zincirli Köprü’ye ayrı bir güzellik ve asalet katıyordu. Çiseleyen yağmura aldırmadan köprünün yaya yolundan Peşte’ye doğru yürüdüm. Ortalık yerde durup, hızlı hızlı akıp giden çamurlu suları, akıntıya kapılmış martıları seyrettim.

Tuna bu kentin her şeyi demekti. Kenti ‘Tuna Kraliçesi’ olarak tanımlayan İsmail Habib Sevük, onu şöyle anlatıyordu: ‘Avrupa’nın en büyük suyu burada, kavisleri açık bir S harfi gibi ferah bir kıvraklıkla uzanıyor. Koca nehir hiçbir şehre böyle göğsünü gererek ve belini bükerek neşeli neşeli sokulmadı ve hiçbir şehir de onu burası gibi candan kucaklamamıştır. Tuna Belgrat’ı görür, fakat Belgrat Sava’ya bakar. Tuna Viyana’yı dolanır, fakat Viyana Tuna’ya sadece eteğini iliştirmiştir. Halbuki Budapeşte’de, nehirle şehir, aşıkla maşuk gibi sarmaş dolaş olmuştur…’ Niyetim karşı kıyıdaki Peşte’de, adressiz ve telaşsız bir yürüyüşle kentin kılcal damarlarına, ruhuna nüfus etmekti. Kentin beni sarmalamasını, içine çekmesini, geçmişiyle tanıştırmasını, bugüne döndürmesini istiyordum. Bunu heykelli meydanlarda oturarak, binalara dokunarak, insanları izleyerek gerçekleştirebilirdim.

Kent, gezmek isteyenlere otobüs, tramvay, metro gibi olanaklar sunuyordu ama ben yürümeyi tercih ediyordum. Budapeşte’de yürürken kendimi hep bir müzede dolaşıyormuş gibi hissettim. Bu kentin -bütün kentlerin- tadına ancak yürüyerek varılabilirdi, ben de öyle yaptım. Sokaklar, muhteşem binalar, anılar haftaya kaldı. Kaldığım yerden gezintiye devam edeceğim. Sizi de bekliyorum.

Mehmet Yasin

16,474FansLike
639FollowersFollow