2025. Eylül 12.
Türkinfo Blog Oldal 616

György Lukács

Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir.

d. 13 Nisan 1885, Budapeşte – ö. 4 Haziran 1971, Budapeşte, Macaristan, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da komünist öğretim gelişmesini etkilemiş olan Macar Marksist düşünür ve edebiyat eleştirmeni. Sanatçıların siyasal denetim altına alınmasına karşı çıkarak hümanizme dayalı bir Marksist estetik kuramı geliştirmiş ve Marx’m sanayi toplumundaki yabancılaşmayla ilgili kuramına katkıda bulunmuştur. Varlıklı bir Yahudi ailesinden geliyordu. Budapeşte Üniversitesi’nde hukuk ve felsefe öğrenimi gördü. İlk eleştiri yazıları, tiyatro üzerineydi. Bir süre, Macaristan’ın Avrupa’ya açılması gerektiğini savunan Nyugat dergisinde yazdı. Eleştirmen olarak ün kazanmasını sağlayan, denemelerini topladığı A lélek és a Formák (Almanca bas. Die Seele und die Formen, 1911; Ruh ve Biçimler) 1910’da yayımlandı.

Daha sonra Almanya’ya giden Lukács, 1910-14 arasında Berlin ve Heidelberg üniversitelerinde Yeni-Kantçı felsefecilerden Simmel Windelband ve Rickert’in derslerini izledi. Max Weber ve Ernst Bloch gibi düşünürlerle yakınlık kurdu. 1916’da, Hegel’in felsefi sisteminin etkisini taşıyan roman türünü destandan farklılığı temelinde inceleyen Die Theorie des Romans’ı (1920; Roman Kuramı, ) yazdı. Sonraki yıllarda Marksizmi benimseyen Lukacs 1918’de Macaristan Komünist Partisi’ne girdi.

1919’da Bela Kun’un önderliğinde kurulan kısa süreli Sovyet Macaristan Cumhuriyeti’nde kültür ve eğitim komiserliğini üstlendi. Sosyalist yönetimin yıkılmasının ardından Viyana’ya gitti. On yıl kaldığı Viyana’da Kommunismus dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı, aynı zamanda Macaristan yeraltı hareketiyle ilişkisini sürdürdü. Berlin’de yayımlanan Geschichte und Klassenbewusstsein (1923; Tarih ve Sınıf Bilinci) adlı yapıtında Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşlerini geliştirdi ve sanatta biçimin gelişimini sınıf mücadelesi tarihine bağlayarak edebiyat kuramının da temellerini oluşturdu. Blum takma adıyla yazdığı ve Macar toplumunun özelliklerinden yola çıkarak siyasal mücadele olanaklarının değerlendirdiği “Blum Tezleri” Macar Komünist Partisi’nin 1929’daki kongresi ve Komintern tarafından reddedilince, buradaki görüşlerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Sonraki edebiyat eleştirilerinde de 19. yüzyılın önde gelen gerçekçi burjuva romancılarına duyduğu yakınlık nedeniyle resmi Sovyet öğretisi toplumcu gerçekçiliği savunanların eleştirilerine hedef oldu.

1929-33 arasında Berlin’de yaşadı. Bu ara da 1930-31’de kısa bir süre Moskova’daki Marx-Engels Enstitüsü’ne devam etti. 1933’te Berlin’den ayrılarak çalışmalarını Felsefe Enstitüsü’nde sürdürmek amacıyla yeniden Moskova’ya gitti. 1945’te Macaristan’a dönerek parlamento üyesi ve Budapeşte Üniversitesi’nde estetik ve kültür felsefesi profesörü oldu. 1956’da İmre Nagy hükümetinin kültür bakam olarak Macar Ayaklamnası’nın önemli kişilerinden biriydi. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra tutuklanarak Romanya’ya sürüldü. 1957’de önceki görev ve konumlarından uzaklaştırılmış olarak Budapeşte’ye dönmesine izin verildi. Daha sonra bütün zamanını felsefe ve eleştiri alanındaki çalışmalarına ayırdı. 30’dan fazla kitabı, yüzlerce deneme ve ders notu bulunmaktadır. Lukács, döneminin siyasal gelişmeleri yüzünden sık sık eleştirilere uğramış ve görüşlerini reddetmek zorunda kalmışsa da, günümüzde Marksist felsefe ve estetik kuramını en önemli adlarından biri kabul edilir. Marksist edebiyat anlayışının temel yapıtlarından sayılan kitapları daha çok roman turu , özellikle de 19. yüzyılın gerçekçi romanları üzerinedir.

Essays über Realismuz (1948; Gerçekçilik Üzerine Denemeler), Der russische Realismus in der Weltlite ratur (1952; Dünya Edebiyatında Rus Gerçekçiliği) ve Deutsche Realisten des 19. Jahr hunderts (1952; 19. Yüzyıl Alman Gerçekçileri) bunlar arasındadır. Lukács’ın öteki önendi yapıtları arasında Lenin (1924; Lenin’in Düşüncesi, 1979), A törttinelmi reg (1947; Almanca bas. Der historische Roman, 1955; Tarihsel Roman), Die Eigenart des Asthetischen (1962; Estetik, 1978, 1988) ve Der junge Marx (1965; Genç Marx) ile Goethe, Hegel ve Thomas Mann üzerine kitapları sayılabilir. Lukács’ın 19. yüzyıl gerçekçi romancılarını inceleyen bazı yazıları Türkçede Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı (1969, 1986) ve Avrupa Gerçekçiliği (1977, 1987) adlı kitaplar içinde toplanmış, gerçekçilik üzerine incelemeleriyle siyasal yazılarını içeren bir derleme de Birey ve Toplum (1978) adıyla yayımlanmıştır.

Bir Sürgün Havarisi : Yılmaz Gülen’e ağıt

atillaBudapeşte’de bir dost

Satırlardan gülerdi

Bir cennet gurbetçisi

Sürgün sürgün içinde

Her günü yeniden bilip

Hep yeniden içerdi

Bir Sürgün Havarisi

Yılmaz Gülen’e ağıt

Budapeşte’de bir dost

Satırlardan gülerdi

Bir cennet gurbetçisi Sürgün sürgün içinde

Her günü yeniden bilip

Hep yeniden içerdi

Ne sonucu kalmıştı

Orak-çekiç cennetin

Ne de artık sebebi

Ben tanıdığım yıllar

Bir kültür, bir neferdi

Yılların erittiği beden

Türkiye özlemleri

Ana dilinden ses

Kardeş dilinde hece

Doğurdu metinleri

Bir kalemle bir kâğıt arası ömür

Şimdi ölümsüzlük cenneti.

Dursun AYAN 21/Nisan/2009 Ankara

Berlin’den geriye kalanlar ve Macar-Türk ortak yapımı bır film…

IstanbulEllili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi…

Kocaman bir festival boyunca neler oldu? Şemsiyemi kaybettim, ertesi gün yağmur yağdı. Atkımı kaybettim, ertesi gün hava soğudu. Bunlar tabii ki benim kişisel sorunlarım. İzlediğim ama size aktarmadığım filmler de var, canınızı sıkmayayım, sizi sinemadan soğutmayayım diye. Ama arada öyle kötü filmler ortaya çıkıyor ki, ‘sinemayla bütün ilişkimi kessem mi’ diye düşündüğüm bile oluyor. Her zaman olduğu gibi benim sevdiğim filmlerden Alin Taşçiyan hiç hoşlaşmadı, onun sevdiklerinden de ben nefret ettim. Bu yaklaşık on beş yıldır böyle olduğu için şaşıracak bir şey yok. Ancak son izlediğimiz filmi benimle beraber Esin Küçüktepepınar’ın da hiç sevmediğini belirteyim. Malum 2-1 durumları.

On gün Berlin’de kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmenin de büyük sakıncaları var. Berlin’de kaldırımdan caddeye indiğiniz anda bütün arabalar duruyor, kral sizsiniz. Bu bir süre sonra alışkanlık yapabilir. Sen Türkiye’ye dön, ilk gün karşıdan karşıya geçmek için Cinnah Caddesine adımını at, anında bir arabanın altında kal. Mezar taşına ‘Berlin’e gitmişti, dönünce böyle oldu’ yazsınlar. Berlin’den İstanbul 2010’a Dilekçe Berlin’e geldiğim günden beri İstanbul 2010’a bir dilekçe yazmayı düşünüyordum, kısmet bu güneymiş. 2010 Projesine ben de baş vurmak istiyorum ama Berlin’de Festivale takılıp kaldım. Son baş vuru tarihi de 20 şubat mıymış, neymiş, zaman daralıyor. Benim önereceğim projenin adı ‘İstanbul’ ama bu proje özellikle İstanbul 2010 için üretilmiş değil. ‘İstanbul’ bir uzun metrajlı film projesi, yapımcısını yıllardır tanırım. Macaristan Yapımcılar Derneği Başkan Yardımcısı Laszlo Kantor, ciddi bir adamdır, bu güne dek birçok önemli filme imza atmıştır. ‘İstanbul’ Macaristan, Hollanda ve Almanya ortak yapımı olacak. Belli olmaz Türkiye’den de belki İstanbul 2010 katılır yapımcı olarak. Öncelikle belirtmek isterim ki, bu dilekçeyi yazmama karşın bu projeden hiçbir kişisel çıkarım yok. Teyzemin oğlunun da bir çıkarı yok, zaten teyzemin oğlu da yok. Bu önemli açıklamadan sonra filmin konusuna gelelim: (Senaryo gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış, haberiniz olsun) Ellili yaşlarını sürmekte olan bir kadın var, kocası ve iki çocuğuyla beraber yaşıyor. Bir gün hınzır koca yirmili yaşlarda bir kıza aşık oluyor ve kadını terk ediyor. Zavallı kadın bunalıma giriyor, bir süre sonra bir değişiklik olsun diye Türkiye’ye tatile gidiyor, İstanbul’da sıradan bir Türk erkekle tanışıyor, adam inşaat işçisi. (Uğur Yücel bu rolde kesinlikle harikalar yaratır) Birbirlerine aşık oluyorlar, kadın İstanbul’da kalıyor. Geri dönmeyince ailesi meraklanıyor ve polise baş vuruyor. İnterpol kadının İstanbul’da olduğunu ailesine bildiriyor. Kocası İstanbul’a gitmek istemiyor, kadını geri getirme görevi oğluna veriliyor. Oğlan İstanbul’a geliyor ve annesinin çok mutlu olduğunu, geçmişe bir sünger çekmek istediğini fark ediyor, Bütün öyküyü anlatırsam filmi kimse izlemez, burada keselim. Nasıl? İyi öykü değil mi? Böyle bir filmin bütçesi taş çatlasa bir-iki milyon Eurodur, zaten %60- 70’i de şimdiden sağlanmıştır. Az biraz bir paraya bu filme ortak olabilir İstanbul 2010. Şimdi siz diyeceksiniz ki filmde Amerika ile ilgili bir şey yok. Çok haklısınız, gerçekten filmin en büyük eksikliği Amerika. Amerika’yı ben de çok önemsiyorum. Bildiğiniz gibi Avrupa’dan giden insanlar Amerika’yı yarattı. Dolayısıyla Avrupa Kültür Başkenti olabilmenin yolu Amerika’dan geçer. Filmde doğal olarak Macar ve Türk oyuncular görev alacak ama Amerika faktörünü göz ardı etmeyerek bazı değişiklikler yapabiliriz. Örneğin Macar hanım Budapeşte’den önce New York’a uçar, sonra İstanbul’a gelir. İstanbul’a gelirken de uçakta bir Amerikalıyla tanışır filan falan. Kurmaca film değil mi? Parayı verdik mi senaryoyu istediğimiz gibi değiştiririz. Yazının akışına bakarak bu projenin hayal ürünü olduğunu düşünebilirsiniz ama iki gözüm önüme aksın ki bu proje gerçek. Biri Laszlo’ya destek olmalı, elinden tutmalı. Eğer isterseniz kanıt olarak size Laszlo’nun fotoğrafını yollayabilirim, boyu biraz kısa, kafasında da saç yok ama ne yapalım. Karşınızda bir Hollywood yıldızı yok ki.

FİPRESCİ ÖDÜLÜ Berlin Film Festivalinin son günlerinde bir film daha izledim. Biliyorsunuz her izlediğim filmi sizlerle paylaşmıyorum ama bu filmin bir özelliği var. Oldukça anlaşılmaz bir ‘Şey’. Bu nedenle filmden aklımda kalanları, daha doğrusu tuttuğum notları size iletmek istiyorum. Filmin adı Hüzünün Sütü, Peru yapımı. Filmde neler yok ki? Yaşamındaki mutsuzluğu, bir anlamda lanetlenmişliği anne sütünden aldığını düşünen, duvar diplerinden yürümezse koybolmuş ruhlar tarafından kaçırılacağına inanan bir genç kız, hiç gülmeyen bu genç kızın vajinasına soktuğu patates, filmin başında ölen ama bir türlü gömülemeyen yaşlı bir kadın, birkaç eğlenceli ve çok otantik düğün sahnesi, ikinci kattan atılan bir piano, oyuncuların mırıldandığı bol miktarda şarkı. İşte böyle ‘tuhaf’ bir fim. Kanımca ya bu film ya da Katalin Varga adlı yine çok tuhaf bir Romanya yapımı Uluslararası Film Eleştirmenleri (FİPRESCİ) Ödülünü alır. Herhalde.

AHMET BOYACIOĞLU – Radikal

Nermin Abadan, Türkiye ve Macaristan arasinda ilginç bir hayat öyküsü

Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar. Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı. Macaristan’da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan’da bir kızı olur. Kızına Nermin adını verir.. Nermin büyümekte, Mustafa Kemal’in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir’de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer. 14 yaşındaki Nermin, Macaristan’da paralı olan öğrenimini sürdüremez olur. Mustafa Kemal’in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği’ne başvurur. Ona bir pasaportla birlikte, eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında o mektubu gösterecektir. Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar. Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir. Öykü uzun… Küçük Nermin, İstanbul’da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal’in parasız kıldığı eğitim olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirir. Gazetecilik yapar. Türkçe’nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye’ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır. Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar. Tükenmez bir enerji ve heyecanla, gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye’yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal’i savunur, savunur, savunur… Bir oğlu olmuş, adını da Mustafa Kemal koymuştur… Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize… Ve sözlerini şöyle noktaladı: – Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır… Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: “Bu sözleri, parası olanlara Bilkent’i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz…” Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca’nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not… Tıpkı giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal’in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI, Cumhuriyet gazetesi, 1992

Nigar Hanım – İlk kadın şairlerimizdendir. Macar asıllı Osman Paşanın (Farkas Sándor) kızıdır

“1896 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Macar asıllı 1848 Macar İhtilali mültecilerinden Osman Paşadır. Asıl adı Farkas Sandur’dur. Kırım savaşı sırasında Osmanlı ordusunda yaverlik yapmış sonra müslüman olmuş, osmanlı Nihalî adını almıştır. Nigar Hanım yazılarını babasının ismini kullanarak Nigar Binti Osman imzasıyla yazardı. Osman Paşa kızına zamanın Ebüllisanı olarak tanınan (dil babası) Şükrü Efendi’yi hoca olarak tutmuştur. Nigar Hanım Şükrü Efendi’den, Türkçe, Arapça, Farsça dersleri almıştır. Osman Paşa, Nigar hanımı daha sonra Kadıköy’deki Fransız okuluna gönderdi, burada Fransızca öğrendi, özel öğretmenlerden de Almanca, Yunanca öğrenmiş tüm bu dilleri bilmesi o ülkelerin edebiyatını izlemesini sağlamıştır.

Öndört yaşında şiir yazmaya başlamıştır. İlk şiirini erkek kardeşinin bir araba kazasında ölümünden sonra yazmıştır. Nigar Hanım şiirleri zamanın gazetelerinde dergilerinde yayımlanmıştır. Bu şiirler Birinci Efsus, İkinci Efsus, Aks-i Sadâ adındaki kitaplarda toplamıştır. Fitnat hanım divan edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazmıştır. Batı edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazmıştır. Batı edebiyatını kültürünü çok iyi bilmesi nedeniyle batıdaki edebi gelişmeleri, edebiyat akımlarını yakından izleme olanağı bulmuştur. Fakat batıdaki bu gelişmelerden yeniliklerden etklilendiğini söylemek zordur. Anlatım ve dilindeki sadelik aramak boşunadır. Biçim ve dilde her zaman eskiye bağlı kalmıştır. Bununla birlikte N.Kemal, Abdülhak Hamid ve Recaizade Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Cenâb Şehabeddin’den etkilenmiştir. Şiirlerinde genellikle hüzün ve acı vardır. Özel yaşamında mutsuz olması eşinden ayrılmak zorunda kalması şiirlerindeki lirizmi öne çıkaran nedenlerdendir. Zamanın şairlerinde görülen anlatımda ürkeklik, kadın kişiliğini yok sayma Nigar Hanımda da görülür. Üretken bir kadın olan Nigar Hanım makaleler, şarkılar, oyunlar ve şiir çevrileri yapmıştır. Nigar Hanım’ın en ünlü bilinen eseri Aks-i Sadâdır.Bu kitaptaki şiirler,konu anlatım ve şiir tekniği açısından önceki şiirlerinden daha iyidir. Şiirleri ünlü besteciler tarafından bestelenmiştir. Nigar Hanım’ın eserleri : Efsus(Yazlık, şiirler 1.cilt 1886 2. Cilt 1890), Niran (Ateşler, şiirler 1896),Aks-i Sada (Yankı, şiirler 1900) Safahat Kalb (gönül Safhaları, düzyazı halinde aşk mektupları 1901), Elhan-ı Vatan (Vatan Nağmeleri, yazıları 1916) Girive (tepe, dram 3 perde 1912) Batı şiirinden yaptığı çevriler, ölümden sonra yayınlanan Nigar binti Osman, Hayatının Hikâyesi (günlük biçimi anılar 1959) Nigar Hanım 1 Nisan 1918 yılında İstanbul’da öldü. Rumeli hisarındaki Kayalar mezarlığında gömülüdür.

Kép: wikipédia

Dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık

Dünyaca ünlü tarihçimiz Halil İnalcık, 26 Mayıs 1916 da İstanbul da dünyaya geldi. Çocukluğu hep savaş yıllarında geçen İnalcık, 1924 yılında, ailesiyle birlikte Ankara ya yerleşti ve ilkokulu burada, Gazi İlkokulu nda bitirdi. Babası Seyit bey ailesini bırakıp Mısır a yerleştiği için Halil İnalcık ı annesi büyüttü. Ortaokulda yatılı olarak Sivas Öğretmen Okulu na verilen İnalcık, 1932 yılında ise Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu na nakledildi. Burada, fizik dalında Nusret Kürkçüoğlu, edebiyat dalında ise edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı gibi ünlü hocalardan ders aldı. 1935 de, öğretmen okulundan mezun olduktan sonra, Atatürk ün tarih tezini bilimsel temellere dayandırmak için kurduğu Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ne başladı. İnalcık, üniversite eğitimi sırasında da dönemin önemli isimlerinden der aldı. Bunlar arasında Fuad Köprülü, Şemsettin Günaltay, Muzaffer Göker, Yusuf Hikmet Bayur gibi isimleri sayabiliriz. Ortaçağ tarihi derslerini aldığı Köprülü, İnalcık üzerinde büyük bir etki bıraktı ve meslek yaşamı boyunca kendisine örnek oldu. İnalcık, 1940 yılında mezun olduktan sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi nde kaldı ve Yakınçağ Tarihi Bölümü nde asistan oldu. Bu arada Şevkiye Hanımla evlendi ve 1948 yılında Günhan adlı çocukları dünyaya geldi.

Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı doktora tezini iki yıl içinde tamamladı ve doktora payesini aldı. İnalcık ın İstanbul arşiv belgelerinden derleyerek hazırladığı bu çalışması, Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlandı. Belgelere dayanarak hazırlanmış bu tez büyük ilgi uyandırdı. Öyle ki o sırada dekan olan Enver Ziya Karal ı Bulgar elçiliğinden bir heyet ziyaret etti ve bu tezin Bulgar tarihine yaptığı katkılardan dolayı tebriklerini sundu. Bu da, İnalcık ın ileride birçoklarının kabul edeceği tarafsız ve doğru tarih yazımı konusundaki hassaslığına bir örnek oluşturdu. Bu tezi için şunları söylüyor İnalcık: Arşivlerde 1432 yılına, II. Murat devrine ait bir tımar defteri buldum. Bu, arşivimizdeki en eski defterdir. Onu 1954 te neşrettim. Bu Arnavutluk a ait bir defterdi ve Arnavutluk tarihine yönelik çok önemli sorunları çözmemize yardımcı oldu. Ben eğer şöhretli bir tarihçi olmuşsam, bunu Türk arşivlerine borçluyum.

Bu arşivler çok mühim ve çok zengindir. Sosyal bilimlerle uğraşan Türk bilim adamları bu arşivler sayesinde önemli çalışmalar yapabilirler ve Türkiye nin sosyal bilimlerdeki başarısı bizi Fransa nın yanına yerleştirir. Fakat zaman zaman arşivlerimizin yönetiminde anlaşılmaz bir düşünce hakim oluyor. Vesikaların tamamını alamayacağımız söyleniyor. Son olarak, 1989 yılında defterlerin fotokopilerinin tam olarak çıkışı yasaklandı. Bugün bunların ancak üçte birini alabilirsiniz. Eskiden bu kural geçerli olsaydı ben Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı tezimi ortaya çıkaramazdım. Bu vesikaların açıklığı sayesinde bütün dünya çarpıtmalardan kurtulmuş hakiki tarihimizi öğrenecektir. Vaktiyle, Köprülü nün Dışişleri Bakanı olduğu zamanlarda tam açıklık vardı. Macarlar kendileri ile ilgili defterlerin fotokopilerini aldılar ve Macarca ya tercüme ettiler. Macarlar bugün kendi kayıtlarında Türkler aleyhine olan bölümleri düzeltiyorlar. Macar tarihini yalnızca Macar vesikaları ile yazarsanız çok düşmanca sonuçlara varırsınız, ama Türk vesikalarını da kullanırsanız daha dengeli bir tarih ortaya çıkar. Bunu böyle yapmamak bizi Türk tarihinin gerçeklerini öğrenmekten alıkoyar. İnalcık, tarihçilik anlayışını Fransız Annales ekolu doğrultusunda tanımlar ve çalışmalarını temelde bu bağlamda sürdürür. Bunun en önemli örneğini 1977 yılında Fernand Braudel Araştırma Merkezi nde Immanuel Wallerstein ın düzenlediği uluslararası bir konferansta sunduğu bir bildiride görmek mümkündür. İnalcık, bu bildiride Annales yönteminin Osmanlı ekonomik ve sosyal tarihine bakışta kökten değişiklikler getirebileceğinden nasıl yararlı olabileceğinden söz eder. UNESCO nun çıkarmayı tasarladığı Dünya Tarihi adlı kitapta kendisine görev verilmesi, onun tarihçiliğine olan uluslararası saygının bir işareti sayılabilir. İnalcık, Türk tarihçilerine şu öğütlerde bulunuyor: Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar. Halil İnalcık ın iyi bir tarihçi olmasındaki en önemli nedenlerden biri de bildiği yabancı dillerdir şüphesiz.

İngilizce, Almanca, Fransızca yı çok iyi okuyabilen İnalcık, Arapça ve Farsça yı da kullanabiliyor ve bir sözlük yardımıyla okuyabildiği diller arasına İtalyanca yı da katabiliyor. Bu, kaynakları araştırmaları için kullanmamasına ve yabancı dillerde yayın yapmasına olanak sağlıyor. İnalcık, sayıları yüzleri geçen makale ve kitaplarıyla dünya tarihçiliğinde seçkin bir yer yapmıştır. Başarısının göstergeleri aldığı ödüllerin çok üzerinde. Bunlar arasında Rockfeller Vakfı, Türk Tanıtma Vakfı, ODTÜ Mustafa Parlar Vakfı, Sedat Simavi Vakfı, Dışişleri Bakanlığı Yüksek Hizmet, Kültür Bakanlığı Sanat ve Kültür Büyük Ödülleri sayılabilir. İnalcık ın başarılarının bir başka göstergesi de aldığı fahri doktora payeleri. Boğaziçi, Uludağ, Selçuk, Atina, Kudüs İbrani ve Bükreş üniversitelerinden doktora payeleri onun başarısının uluslararası platformda da takdir edildiğini gösterir. İnalcık, 1986 da Amerikan Akademisi ne, 1993 te British Academy e üye seçildi ve böylece uluslararası alanda seçkin bir yer alan ilk tarihçimiz oldu. İnalcık, iyi bir araştırmacı olmasının yanında yetiştirdiği öğrencilerle de Türk tarihçiliğine değerli katkılarda bulunuyor. Türk tarihçiliği gelişiyor. Geçmişte iki büyük üstad var: Fuad Köprülü, Ömer Lütfü Barkan. Bu iki usta Türk tarihçiliğine getirdikleriyle bir yön vermiştir. Bugün tarihimizi onların yolunda iyi inceleyebilmek için, Osmanlıca ya hakim olmak, bunun yanında batı tarihçiliğini iyi izlemek gerekir.

Bana, siz bütün kariyeriniz boyunca ne yaptınız diye sorarsanız şunu söyleyebilirim: Bütün çabalarım Türk tarihçiliğini modern tarihçilik düzeyine çıkarmaktır. Benim tarih anlayışım devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaktır. Bizim tarihçiliğimiz ise bu konulara yeni yeni ilgi duyuyor. İnalcık, 1972 de otuz yıl ders okuttuğu Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi nden emekli olunca, Chicago Üniversitesi tarih bölümüne davet edildi. Burada on beş öğrenci yetiştirdikten sonra 1986 yılında ikinci kez emekli oldu. Halil İnalcık, çok çeşitli üniversitelerde sürdürdüğü meslek yaşantısına 1993 yılından itibaren Bilkent Üniversitesi nde devam ediyor ve bu üniversitede lisansüstü bir tarih bölümü kurmaya çabalıyor. Dört uzmanla birlikte hazırladığı eseri An Economic and Social History of Ottoman Empire bugün dünya üniversitelerinde el kitabı haline gelmiştir. İnalcık bu eserle, Osmanlı Türk tarihinin medeni yüzünü dünyaya tanıtmakla övünüyor.

Türkolojinin öncülerinden Ármin Vámbery

wikiwand.com

Ármin Vámbery Macaristan’ın Dunaszerdahely şehrinde 19 mart 1832’de doğdu.

Türkolojinin dünya çapında tanınan bilim adamıydı. Orta Asya’yı boydan boya dolaştı, Orta Asya halkları ve kültürleriyle ilgili kitaplar yazdı.

Çocukluğunda dil öğrenmeye çok yatkın olduğu anlaşılan Ármin Vámbery gençliğinde birçok Avrupa dilini ve aralarında Türkçenin de olduğu Asya dillerini öğrenmişti.

1857 yılında 4 yıllığına İstanbul’a gitti. Orada bulunduğu yıllar içinde Türkçe ve Türk kültürü üzerine bir çok makale yazdı ve Türkçe’yle Macarca’nın akraba diller olduğu tezini geliştirdi.

1861’de Macaristan’a geri döndüğünde bir sonraki büyük projesi hazırdı: Orta Asya’ya seyahat edecek ve Macarların kökenlerini, anayurtlarını araştıracaktı. Ármin Vámbery bu tehlikeli yolculuğu bir derviş kılığında gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. 1861’de bir kervanla birlikte Erzurum üzerinden Tebriz’e gitti.

Sonra da Hazar denizi üzerinden Buhara’ya doğru ilerledi. Bir süre Semarkad şehrinde kaldı, ardından da Tahran’a geçti.

1864’de Budapeşte’ye geri döndü. Bu yolculuk bir bilim adamının Türkçe’nin değişik boylarının konuşulduğu ülkelere yaptığı ilk geziydi. Yolculuğu hakkında yazdıkları ve gözlemleri Orta Asya’yla ilgili pek çok yeniliğin ortaya çıkmasını sağladı.

Yaşadığı dönemde Türk dünyasının ve Türkçe’nin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak ün saldı. Macar Bilimler akademisinin üyesiydi. Gerçek bir Türk dostuydu. Tek çocuğu olan sevgili oğluna Rüstem adını vermişti.

1913’de Budapeşte’de öldü

Türkinfo

Can Togay, Bir hayattan manzaralar…

Can Togay daha çok Almanların tanıdığı bir oyuncu, yönetmen ve şair… TKP kökenli, mülteci bir ailenin oğlu. Soğuk Savaş yıllarının zorunlu yolculuklarının tanığı… Bu, yakında Türkçe de basılacak olan şiirlerine yansıyor. Togay’ın bir düşü de anne ve babasının öyküsünü sinemaya aktarmak.

Can Togay Türk asıllı Macar yönetmen, oyuncu… Avrupa’daki ününden sonra 1980’lerden sonra pasaportuna sahip olduğu Türkiye’de de tanınmaya başladı. 1993’te Erden Kıral’ın yönettiği “Mavi Sürgün”de başrol oynadı.
1994’te Yavuz Özkan’ın “Bir Sonbahar Hikâyesi” filmindeki rolüyle ödüller kazandı. 2000’de Mustafa Altıoklar’la “Fosforlu Cevriye”de, 2007’de Berkun Oya’yla “İyi Seneler Londra”da çalıştı. Son dönem Macar sinemasının en iyi örnekleri arasında kabul edilen, İstanbul Film Festivali ve Ankara Macar Filmleri Haftası’nda büyük beğeni toplayan “Gözden Irak Bir Kış”la da yönetmen koltuğuna oturdu.
Togay bu kez sinemayla değil, şiirleriyle okur karşısına çıkıyor. Şiirlerinden sızansa mülteci bir ailenin çocuğu olmakla başlayan yaşam öyküsü: “Ayaklarım altında bir kentin molozları. / Bir duvar, duvarın dibinde bir ağacın kökü. / Bu duvar benim, benim bu kök”. TIPKI BİR GAR…
Can Togay’ın yazgısı, o daha doğmadan, hayatını “Su Başında Durmuşuz” adlı otobiyografik yapıttan öğrendiğimiz annesi Gün Benderli ve babası Necil Togay’ın 1951 yılında, Nâzım Hikmet’e özgürlük mitinginden sonra, siyasi nedenlerle Türkiye’den ayrılmalarıyla yazılmaya başlar. Paris, İsviçre, Frankfurt ve Berlin’den sonra 10 Ağustos 1952’de Budapeşte Doğu Garı, bu yazgının, sonraları dizelerde ve filmlerde yer bulacak duraklarıdır.
Radyoda çalışmaya başlayan aile, bir yandan Macarcayı bir yandan Macar kültürünü öğrenmeye çalışırken “demir yumruk idaresi”ne karşı, 1956 ayaklanmasının ön hazırlıklarının ve dalga dalga yayılan öfkeli halk hareketlerinin tırmanışa geçtiği 1955 yılında oğulları Can doğar. Nâzım Hikmet doğum üzerine gönderdiği kartpostalda Gün Benderli’ye “Oyunbozanlık ettin, oğlan doğurdun. Şimdi kimi alacağız Memed’e?” diye soracaktır.
1956’da Sovyet rejimine karşı yürütülen ayaklanma ve sonrasında yaşanan gelişmeler sekiz yaşında “yollar çetin bu yerlerde / yollar çetin, özgürlüğün peşinde.” dizeleriyle biten ilk şiirine yansır… Doğu Almanya’ya taşınmanın eşiğindeki o günleri de unutmaz. “Başka bir diyara taşınmak üzereydik” der “Soğuk Savaş göçünün yeni durağı Doğu Almanya’ydı. Bu benim için yepyeni bir dünya ve benimsemem gereken yeni bir dil demekti.”

ALMANIMSI DUYGUSU…
Doğu Almanya günleri Togay için benimsenmesi zor bir dönüşümdür. Sürgündeki aile dostlarıyla buluşmalar, şiirlerle kesilen hararetli siyasi tartışmalar, Nâzım Hikmet’in aile ve çevre üzerindeki etkisi, o dönemin ilk zamanlarına damgasını vurur. Gündelik yaşama alışınca, Almanya’da çocuk tiyatrosunda oynamaya başlar.
Bu, duygusal şiir günlerinden, mesafeli Brecht günlerine, yeni bir serüven demektir. Macaristan’a geri dönüşte, 60’lı ve 70’li yıllarda ülkede şiir büyük değer görmektedir. Fransız sembolistlerinin yanı sıra Macar şiirinin en büyük isimleri Attila Jozsef ve Ady Endre’nin şiirleriyle tanışır.
Ancak zamanla, dönemin baskıcı iktidarına da meydan okuyan alternatif bir şiir anlayışının peşine düşer. Bu arayışlar yalnız şiirde, edebiyatta değil, oyunculukta da sürer. Péter Halasz yönetimindeki alternatif tiyatro topluluğuna üye olur.

SİZ BU İSİMLE…
Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu giriş sınavlarını kazanır ancak kendisine söylenenleri unutmaz: “Siz bu isimle Macar tiyatro ya da film oyuncusu olamazsınız!” Bunun üzerine, İngilizce-Almanca dil ve felsefe alanını seçerek eğitimine devam eder. Aynı yıllarda, şiirle ilişkisinde yeni bir dönem anlamına gelecek olan bir karşılaşma yaşar ve T.S. Eliot’u keşfeder. Kendi şiirlerinde Eliot’un kahramanlarını da ağırlayacaktır:

“…Çan sesleri duyuluyor uzaktan. / Yabancılar polisinden gelirken, / altı ay daha uzatılmış bakışlarım, / aşıp köprünün taş korkuluklarını / benden ayrılıp Sen nehrine atıyor kendini. / Ve orada şırıl şırıl akan nehirle birlikte / bir meçhule ilerlerken, körlemesine / yokluyorum önümdeki yılları, / ıslak ıslak parlayıp ağıma düşecek / kıpır kıpır anları…”

İYİCE BİR GERİNİP…
Seksenli yıllarda ancak sahip olduğu Türk pasaportu sayesinde doktora tezini yazmak için Fransa’dadır. Ardından Sinema ve Tiyatro Yüksek Okulu Film Yönetmenliği bölümünün yeniden öğrenci alacağını duyar ve Macaristan’a geri döner. Sınavı kazanır, Zoltan Fabri’nin öğrencisi olur. Bundan böyle bütün yaşamını sinema dolduracaktır.
Togay, çok yönlü kişiliği ve ilgileri nedeniyle sinema dışında birçok muhalif etkinlikle de uğraşır. Örneğin Yahudi soykırımının yıldönümünde, öldürülerek Tuna’ya atılan Macarlar için, Peşte’de nehir kıyısına ayakkabılar yerleştirerek bir anı-sergi hazırlar.
Can Togay’ın yaşam serüvenine eşlik eden şiirleri Türkiye’de okurla buluşmaya artık hazır. Bu buluşmanın Togay için önemi büyük. Macar edebiyat çevrelerinden aldığı olumlu eleştirilerden çok, çeviri projesinin önemli olduğunu söylüyor: “Ne diyeyim? Türk adıyla yazdığım Macarca şiirlerimin Türkçeye çevrilmesi hayatın ilginç bir cilvesi. Kökenim ve eğitimim arasındaki kültür ve dil uçurumuna, bu tahta aracılığıyla bir köprü kurulabilir belki. Çevirilerin büyük bölümünde, köklerimden kopup hayatımı, Türkiye’den ve öz kültürümden uzak yaşamamda en çok payı olan annemin emeğinin olması da bu manzarayı tamamlıyor”.

Berlin’de yaşayan Can Togay, Macaristan’ın en önemli uluslararası merkezlerinden birinin, Collegium Hungaricum’un başında. Yoğun Berlin temposu onu sinemadan ayırmamış. Yazın bir kısa film çeken Togay şu anda,”Balaton’da Alman Birliği” adıyla “en yoğun film projem” diye tanımladığı bir multimedya sergisi üzerinde çalışıyor. 60’lı, 70’li, 80’li yılların amatör filmlerinde Doğu ve Batı Almanya yurttaşlarının yaşantılarını, Macaristan buluşmalarını ölümsüzleştirmenin peşinde. “Aslında her zaman annem ve babamın yaşadıklarını konu alan bir filmin düşünü kurdum. Bu filmde onların rol almasını nasıl da isterdim” diyor. İlk bölümü İstanbul’da geçen “Avrupa’da Bir Çocukluk” adlı senaryosunun üzerinde çalışmayı da sürdürüyor. Togay hep düşlerinin peşinde. Bir hayatı birçok dille anlatmak için… Binlerce, on binlerce yola dalmaktan korkmadan, yolunu hiç kaybetmeden.
Sevgi Can Yağcı . Cumhuriyet

Tímea Baksa: “Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven bir kızın hikâyesi bu”

Türkiye’yi kendi memleketinden daha çok seven, kalbi Türkiye’de, bedeni Macaristan’da bulunan yabancı bir kızın hikâyesi bu. Uzun zamandır yazmak istediğim, fakat kimseye anlatamadığım bir hikâye. Bizde bir şarkı vardır, ”Tek bir kişiye bile anlatamam, o halde herkese anlatmalıyım” diye, ben de şimdi bunu yapacağım. Sıradan bir aileden geliyorum, sıradan bir geçmişle. Küçükken herkes bu çocuk avukat olacak diye söylüyordu, hep birilerle kavga ettiğim, haksızlığa dayanamadığımdan dolayı. Avukatlık olmadı, ama öğretmenlerim daha ilkokulda iken dil yeteneğine sahip olduğumu fark ettiler. Liseyi sınıf birincisi olarak bitirdim, gazeteci olmak istedim, fakülteye giriş puanları o sene fena yüksekti, yapamadım, sınavda kaldım. Rus ve İngiliz Dili ve Edebiyatı fakültesini kazandım, bitirdim, öğretmenlik yapmaya başladım da bu benim mesleğim değil diye bıraktım.

Daha yüksek okuldayken, yurttaki ev arkadaşımla bir gün canımız sıkıldı, müzik dinleyelim dedik, kız da ‘baksana, bu kaseti hediye ettiler de hiç dinlemedim, deneyelim mi’ dedi, denedik. Tarkan’ın kasetiydi. Bir acayipti. A-Acayipti diyelim. Ben daha önce Türkiye ile fazla ilgilenmedim, fazla bilgim yoktu. O kaseti dinlerken bir şeyler olmuş ama… Dilin söylenişi, sözcükler, telaffuz bana büyü gibi geldi, sanki çok yetenekli, olağanüstü bir hokkabazın sihrinin altında kalmış gibiydim. Ben bu dili öğrenmek istiyorum dedim… O kadar kolay olmuyor ki ama… Olmuyor, çünkü Macaristan’da Türk dili nasıl olsa, hiç bilinmez.

Üniversitedeki Türk Dili fakültesi minicik bir yer, üstelik hocalar da çok yardımcı olmadı, şaşırtıcı, ama benim dil öğrenme hevesime pek sıcak bakmadılar. ‘Kitabımız yok, sadece fakültede okuyanlara eğitim veririz, yardımcı olamayız’… Kitap yok, sözlük de küçücük, kurs da sadece başkentin tek özel Türk okulunda var da, ben başkentten 350 km uzak oturuyorum… Peki, ne yapayım? Turistlere hazırlanmış minicik bir kitapçık aldım, gramerin temellerini o kitaptan öğrendim. İnternetten İngilizce hazırlanmış sayfalardan testler çözdüm. İngiltere’den Teach Yourself Turkish isimli bir kitap ısmarladım.

MSN’de Türkler’le tanışmaya başladım. Türklerle kaynaşmaya başladıktan sonra ülkenin kültürüyle de tanışmış oldum, Türkiye içine çekti beni. 2005’te Antalya’ya uçtum, otel rehberi olarak çalıştım. Üç ay geçirdiğim Antalya’da hiç yabancılık çekmedim… Sokaklarda ilk dolaştığım gün “memleketime gelmiş gibiyim!” dedim. Hakikaten öyle bir duyguydu. Pek konuşamadım ama. Türkçeyi okuyarak, yazarak öğrendiğimden dolayı çekiniyordum konuşmadan. Ya yanlış söylersem, gülecekler, aptal bir yabancı diye… Çalıştığım turist ofisindeki Türk iş arkadaşlarım sağ olsun, Türklerin hiç öyle olmadığını kanıtladılar. Bakkalda, sokaklarda, pazarda söylediğim Tarzanca cümleler insanları güldürttü, ama herkes çok sevindi. Elimde sözlükle şirketin İngilizce bilmeyen şoförleriyle konuşmaya başladım.

Hiç unutmayacağım o günleri, Erol abinin bana o şirin Karadeniz telaffuzuyla “bacım” demesini, köşedeki minik restoranın yardımsever, saatlerce gazete okuduğumuz, sımsıcak günlerde buzlu su içtiğimiz iki garsonunu, ilk izlediğim Tarkan konserini…. Daha Antalya’dayken bir iş arkadaşım sürekli bir şarkı söylüyordu. Çok fena bir sesle, hem de rock, aman Allah, nefret ediyordum şarkıdan. “Bir kere orijinalini dinlesene ya, sonra eleştiri yap” dedı o da, ben de haksız olmak istemedim, dinledim. Macaristan’a döndükten sonra hemen Wikipedia’ya o rock grubun maddesini yazıverdim. Fotoğrafın kullanabilme hakkı için grubun menajeri olan H. beye e-mail attım şuyum buyum diye, adam bana cevap yazdı “yalancısın sen yabancı değilsin Türksün, bir yabancının Türkçesi böyle olamaz” diye.

Çok güldüm ben yazdıklarına (çok da gurur duydum beni Türk zannetmiş diye), yazışmaya başladık, sonra da beraber bir proje gerçekleştirdik: grubu Orta Avrupa’nın en büyük festivaline getirdik. Festivalden bir ay önce İstanbul’da buluştuk. Barda oturuyoruz, bir arkadaşım, ben ve grubun davulcusu. Aniden biri yanımıza fırlanıyor, kotlu, tişörtlü. Masadaki patates kızartmasını bir avuçlayıp iki saniyede yok ediyor ve üstelik durmadan konuşuyor. Aylardır yazıştığım H. beydi. Hiç de menajer, iş adamı gibi görünmüyordu. Sevimli, konuşkan, komik; sanatçıları kadar, acayip sevimli bir şekilde zırdeli ve çok zeki, aklı başında bir adam olarak tanıdım ben onu. Sonra rock grubu Budapeşte’ye geldi, samimi, deli çocuklar, arkadaşlarla gezdirdik onları, festivale verdikleri konseri izledik, bir hafta sonra arkadaşça ayrıldık. Sonra Almanya turnesine davet edildim. Bu eylülde nihayet para biriktirdikten sonra İzmir’i dolaştım, çok sevdiğim, internette tanıştığım arkadaşım Öykü’nün ailesiyle kaldım, Türk insanların ne kadar sıcakkanlı, misafirperver olduğunu bir kez daha yaşadım. Üstelik bayramda geldim, İzmir’in kurtuluşunu beraber kutladık, o güzel şehir Ata’mın resimleriyle doluydu…. Keşke daha kalabilseydim desem, ama zor.

Türkiye’de kalabilmek için iş bulmak lazım, vatandaş olmadan, Türkiye’de ikamet etmeden de iş bulunmuyor ama… Şeytan halkası diyorlar bizde…. Birisi olmadan öbürü de olmuyor, öbürü olmadan birisi de olmuyor… Hayaller kaldı geriye, ve Macar bir kızın hasret çeken Türk kalbi, Türkiye’de.

Ahmed Adnan Saygun ve Béla Bartok

Ahmed Adnan Saygun, 7 Eylül 1907 günü İzmir’de doğdu. Babası Nevşehir’den İzmir’e göç etmiş olan matematik öğretmeni Celal Bey’di. Celal Bey müspet ilimlerin yanı sıra imamlık yapacak kadar da din bilgisine sahip bir fikir adamıydı. Din üzerine ilk bilgilerini babasından alan Adnan Saygun, üç yaşında Arapça okuyup yazabiliyordu. Dört yaşında İzmir’de İttihat ve Terakki mektebinde ilk okula başladı. 3. sınıfta iki bilinmeyenli denklemleri çözebiliyordu. Aynı tarihlerde Balkan Savaşı (1912 – 1013) devam etmekte ve İzmir’e akın akın gelen göçmenler camilere yerleştirilmektedir. 1914’te 1. Dünya Savaşı çıktığında Adnan Saygun yedi yaşındadır, bugün hala unutamadığı ilk şarkılarını ve “Yol göründü ey gaziler…” gibi seferberlik türkülerini öğrenmektedir. Müttefiklerin İzmir’i bombalaması, sedyelerle gelen yaralılar ölmek üzere olan bir sürü çaresiz insan… Onun ölümle ilk karşılaşması bu acı tablolardır.

1919 yılında İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiş halde. Herkes perdeleri, kepenkleri kapalı evlerinde oturuyor. Karşılarındaki Rum mahallesinde kiliseye doluşan palikaryalar, ellerinde palalar, bıçaklarla geziyorlar. Evlerinin arkasındaki taşocağına Yunanlıların attıkları yaralı insanların acı çığlıkları bugün hala kulaklarındadır. Onun çocuk ruhunda derin izler bırakan bu acı günlere ait bir anısını bir teyp kaydından aynen aktarıyorum: “Evimizin arakasındaki taş ocağının sırasında fırın vardı. Sabah çıkan ekmekten alabilmek için gece yarısı üçte kuyruğa girip saatlerce beklerdik. Ben küçük olduğum için beni hep arkaya iterlerdi. Bir gün ne yapıp edip sıranın en önüne geldim. Sabah fırıncı ekmekleri küreğiyle çekerken, küreğin sapı şiddetle burnuma çarptı. Kendimi kaybettim. Ayıldığım, elim, yüzüm kanlar içindeydi. Ekmeklerimi koltuğuma sıkıştırıp eve yolladırlar. Aynı gece yanımızdaki Yahudi mahallesinden bir Yahudi ekmek kuyruğundan dönerken o yaralı ve ölü dolu çukura düşmüş. Sabaha kadar feryat etti. Can derdinden kimsenin bakacak hali yoktu…” ilk olarak Çanakkale savaşları sırasında adını duyduğu Mustafa Kemal, bu karanlık işgal günlerinde bayraklaşıyor, milletin umudunu bağladığı önder, Kurtuluş Savaşı kahramanı olarak yüceliyordu. Artık, okul çıkışı söylenen marşlarda, “ binler yaşa Sultanım”, “satvetinle, şevketinle Padişahım çok yaşa”nın yerini, ilk müzik öğretmeni olan İsmail Zühtü’nün bestelediği “ Ben bir Türk’üm, dinim cinsim uludur” gibi milli heyecan veren marşlar alıyordu.

Türklük bilinci uyandıkça Yunan baskısı artmaktaydı. Milli Kütüphanede çalışan babasını tutuklayan Yunanlılar, ancak kitaplığın adı “şehir kütüphanesi” olarak değiştirildikten sonra onu serbest bıraktılar. Milli olan her şey yasaklanmaya çalışılıyor ama, fırtına kopmuş bir kere. İzmir’de herkes Anadolu’daki savaşın sonucunu heyecanla bekliyor. Mustafa Kemal kurtuluşun sembolü. “O benim için bir ilahtı” diyor Saygun. “ O zamanlar Türkiye demek Mustafa Kemal demekti. Öl dese hepimiz öleceğiz…” Saygun’un büyük kurtarıcıya bu inancı ve sevgisi ilk operası “Özsoy”dan başlayıp, son eserlerinin en büyüklerinden biri olan “Atatürk ve Anadolu’ya Destan”a kadar çeşitli eserlerinde en güçlü ifadesini buluyor. Saygun müziği bir ırmağa benzetiyor. Önce bir su akıyor. Çeşitli küçük kollar onunla yavaş yavaş birleşiyor, su büyüyüp ırmak oluyor. Çağlayanlar halinde patlayıp dökülüyor, büyük sulara kavuşuyor. Bu benzetme Adnan Saygun’un yalnız eserleri için değil, kendi yaşamı için de geçerlidir. Artık yavaş yavaş dünyayı kucaklayan bu ırmağın beslendiği kaynaklara geri dönelim. Yıl 1899. Adnan Saygun’un ilk müzik öğretmeni İsmail Zühtü, İzmir Sanayi Mektebinde okuyor. Yani bu günkü adıyla Meslek Lisesi. Eski Islahhane olan Sanayi Mektepleri, yetim çocukları meslek sahibi haline getirmek üzere Mithat Paşa tarafından kurulmuştu. Venedik’ten gelip Saray’da müzik hocalığı yapan, daha sonra Abdülhamit tarafından İzmir’e sürülen üç müzisyenden bu ikisi bu okulda müzik dersleri vermekteler.

Müslüman olup Türk adı alan bu müzisyenlerden Hidayet Bey memleketine geri dönüyor. Asıl adı Alexandro Voltan olan Macar Tevfik Bey daha önce Tuna valiliği sırasında Mithat Paşanın yanında bulunmuş. İsmail Zühtü meslek olarak öğrendiği kunduracılıktan çok müziğe meraklı. Bu Macar Tevfik Bey’den piyano ve armoni dersleri alıyor, mezun olunca önce bir mobilya mağazasında satış memuru olarak işe başlıyor. Fakat devam edemeyip, kendisini tamamıyla musıkiye veriyor. Seslendirilme imkanı varmış yokmuş aldırmadan çeşitli besteler yapıyor. Bunların arasında sonatlar, Hamidiye Zırhlısı için bir senfonik şiir, bir senfoni ve Abdülhak Hamit’in “Tezer” adlı oyunun opera halinde getirilmesi var. 1913 yılında İsmail Zühtü, Adnan Saygun’un babası Celal Bey’in aracılığıyla İzmir İttihat ve Terakki Mektebinin Musıki öğretmenliğine atandı. Okulda kurduğu koroda küçük Adnan’da var. Önce mandolin çalmasını öğrenmiş bulunan küçük Adnan daha sonra büyük bir virtüöz gibi ud çalıyor. Saygun sınıflarını geçtiğini, ama iyi bir öğrenci olmadığını söylüyor. Sevdiği dersler matematik, edebiyat ve müzik…

Kendi kendine ilerlettiği Fransızcası ile eline geçen kitapları tercüme etmeye girişiyor, bir yandan da babasının ve başka yazarların din üzerine yazdıklarını ve söylediklerini karşılaştırıyor, kendine göre bazı sonuçlara varmaya çalışıyor. Bir gün camide vaaz veren hoca, yalan söyleyenlerin alevler üstünde yürüyüp, dillerinden asılacağını, sakatların tanrı tarafından cezalandırılmış kullar olduğunu söyleyince, 12 yaşındaki Adnan itiraz ediyor ve hoca ile teolojik tartışmaya girişiyor. Cemaatinde katıldığı itirazlarla camiden atılması üzerine bir daha gitmiyor. Bu arada Macar Tevfik Bey ile başladığı piyano dersleri onu sarmıştır. Gece gündüz başından ayrılmadığı piyanosunda eline geçen bütün notaları yutar gibi çalmakta, ilk beste denemelerine girişmektedir. Saygun’un 12 yaşında bestelediği ilk şarkı: “Maderle peder olup bahane/sevketti kaza beni cihane…” Daha bu ilk satırlarda onun ömrü boyunca işleyeceği yaratılış ve insan kaderi temalarının çekirdeğine rastlamak mümkün değil mi? Saygun ilk işine 1920 yılında yani 13 yaşındayken başlıyor. 1. Beyler sokağındaki Milli Sinemada filmlere piyano ile müzik eşliği yapması yanı sıra, gişede bilet satmak, projeksiyon yönetmek gibi sinemanın diğer işlerine de bakıyor.

Milli Sinema, Saygun’un babası Celal Bey tarafından, yine kendi çabalarıyla kurduğu Milli Kütüphane’ye gelir sağlamak amacıyla işletiliyordu. İzmir Sanayi Mektebinde matematik öğretmeni olan Celal Bey’in kitap halinde basılan değerli araştırmaları arasında “diyanet açısından Atatürk İnkılapları”, “İlmihal” (din kurallarını öğretmek için yazılmış kitap), “riyaziyatta” (matematik bilgisi) “sıfırın kıymeti ve ehemmiyeti” bulunmaktadır. Öğretmen maaşıyla ailesini zorlukla geçindirebilmesine aldırmadan, Mlle Amalié Bonal’i özel öğretmen olarak tutarak, Saygun ve ablasının çocuk yaşlarında Fransızca öğrenmelerini sağlamıştı. İşgalin sona ermesiyle, İzmir’den kaçan bir Rum ailenin piyanosunu almasını tavsiye eden bir dostuna, “ben kimsenin malına el koymam” cevabını veren Celal Bey, daha sonra binbir güçlükle para biriktirerek, çocuklarına bir piyano satın almıştı. Celal Bey garip bir önseziyle, büyük bir yaratıcının babası olmanın sorumluluklarını yerine getiriyordu. Ölmeden oğlunu büyük bir sanatçı olarak alkışlamak mutluluğuna ermiştir. 12 yaşında piyanosuna kavuşan Saygun, onu yaratıcılığın doruklarına götüren uzun yolculuğuna başlamıştı. Bir iki yıl sonra piyano çalmak yetmiyor, kompozisyon yapmak, büyük formlara gitmek istiyor. Armoni öğrenmek gerekli. Ama ne öğretecek kimse, nede öğrenecek kitap var. Bir armoni kitabından bahsediyorlar. O sıralarda yapılan Elhamra Sineması bekçilerinin İstanbul ile ilişkileri var. Onlara rica ediyor.

Güç bela kitap İstanbul’dan getiriliyor. Hemen tercüme edip ilk denemelerine başlıyor. Bu arada 15 yaşında liseyi bitirmiştir. Baba Celal Bey endişeler içinde. Bir meslek sahibi olması gerek. Müzisyen ya kahvede, ya da gazinoda çalar, başka şey yapmaz.”sen meslek sahibi ol, bunu da bırakma, ister piyano çal, ister beste yap… Bunları kendin için yap, ama mutlaka bir mesleğin olsun…” diyerek onu uyarmaya çalışıyorsa da boşuna. Adnan şiddetle direniyor. Hocası İsmail Zühtü “Bunun kafasını kessen, içinden Wagner’in kanı çıkar” demekte. Bunun üzerine babasının arkadaşları araya giriyor ve bir türlü meslek sahibi olmak istemeyen bu çocuğa bir geçim kaynağı, onu müzikten koparmayacak bir iş bulmaya çalışıyorlar. 1923 yılında postanede gişe memurluğu başarısız meslek denemelerinden biri. 9 ay sonra bunu su şirketinde memurluk ve baharatçı dükkanında baharat şişeleri doldurma işleri takip ediyor. Bu iş gayretlerinin yanı sıra 1923’te İzmir’e gelen Hüseyin Sadedin Arel ile iki ay kadar armoni çalışıyor. O günleri Saygun şöyle anlatıyor: “Bir yıl sonunda ben 15-20 çeşit iş yapmıştım. Her girdiğim yerden ayrılıyordum. Bana nota satan bir dükkan açması için babama rica ettim. Babamın arkadaşları benden umutlarını kesmişler, yazık bu çocuktan artık hayır gelmez diyorlar. Babam üniversiteye girmem için ısrar ediyor, gitmem diyorum. Nota ve kitap satmak için direniyorum. Babam çaresiz. Sonunda İzmir’de Beyler Sokağı’nda bir dükkan açtık. Ben, nota almak isteyenler dinlemek, denemek isterler, piyano da çalmak gerek, diye piyanomu da dükkana getirdim. Artık kendi dünyama kavuşmuştum. Sabah 7’de geldiğim dükkanda gece yarılarına kadar piyano çalardım. Gelenlere de ne isterlerse yok derdim. Kalkmazdım bile piyanodan. İşte ilk kompozisyonlarımı ben o günlerde yaptım…

Dükkan 1924’te açıldı ve 1925’te iflas ederek kapandı.” 1924’ten beri ilkokul hocalığı görevini de sürdüren Saygun 1926 yılında Ankara’ya gidip Musıki Muallim Mektebinde sınava girerek İzmir Lisesi’ne müzik öğretmeni tayin ediliyor.aynı zamanda Milli Kütüphanede kitap memurluğu görevini yapmaktadır. Bu fırsattan yararlanarak kitaplıkta müziğe ait ne varsa tarayıp, bir yıl içinde 31 ciltlik La Grande Encyclopédie’deki tüm müzik maddelerini Türkçe^ye çevirir, bunları 6 ciltlik bir kitapta toplar. Ayrıca Wagner’in hayatını, Richter’in ve Jadassohn’un armoni ve kontrpuan kitaplarını tercüme eder. Bunların yanı sıra kitaplıkta ilgisini çeken ne varsa okumaktadır. Kur’an-ı Kerim’den sonra İncil’i de okuyan Saygun, önceleri Hz. İsa’dan etkileniyor. Fakat İsa’nın kendisine dert yanan Samirriyeliere umursamaz bir dille “ben kendi koyunlarımı güderim” cevabı, onu düş kırıklığına uğratıyor. Başta Eflatun ve Aristo olmak üzere temel felsefi görüşleri inceliyor. Hummalı bir arayışla kendi iç alemini anlamaya çalışıyor. Bu dönem onun “hiçe-i mutlak” diye adlandırdığı dönemdir. Ölümden sonra hiçbir şey olmadığına inanmaktadır. Kulaklarında çocukken goygoyculardan dinlediği ilahilerle, Yunus Emre’nin “Divan”ını okuduktan sonradır ki sorularının karşılığını bulmuş olarak duruyor, yeniden Tanrı kavranma ve huzura kavuşuyor. Yedi yaşında ölümün kol gezdiği savaş yıllarında içinde uyanan isyan duyguları, Yunus’un “Divan”ı ile yatışıp, İlahi Aşk ile duruluyor. Saygun “benim yazılarımda baştan beri aşk motifi yatmaktadır. İnsanların birbirini sevmek yerine en büyük vahşeti yapmaları, dost ve kardeş olacaklarına birbirlerini boğazlamaya çalışmalarına karşı duyduğum dehşet, müziğime en çok yansıyan duygularımdadır” demektedir.

Adnan Saygun’un müzik sığınağı olarak kullandığı dükkanında 17 yaşında bestelediği ilk piyano parçalarından birini, bestecinin 70. doğum gününün kutlanması töreninde bizzat kendisinden dinlemek fırsatını bulmuştuk. O küçük formda Saygun’un bugün aynı çizgide devam eden, vakur kişiliğinin filizlendiği görülmektedir. Hiç kimseye benzemeyen bambaşka bir müzik. Batıdaki meslektaşlarının imkanları, kaynakları, eğitim şartları ile kıyaslanacak olursa Saygun’un bestecilik öyküsü bir mucizedir. İlk senfonisini 19 yaşında lise öğretmenliği görevi sırasında yazmaya başlayan Saygun’un esin kaynağı bir tek plak var. Schubert’in “ 8. bitmemiş senfoni”si… Ondan başka hiçbir senfonik eseri duymamış, dinlememiş. 1-2 yıl önce yani 16 yaşında Goldmark’ın “saba kraliçesi” operasından bir plakta bariton aryasını dinlerken kahkahalarla gülüyor. Bu tarz şan ilk defa dinlendiğinde ona pek garip gelmiş. “Bitmemiş Senfoniyi tekrar tekrar dinleyip, hiçbir enstrümantasyon bilgisi olmadan bir senfoni yazmaya başlıyor… Hocamız bu senfonisi hakkında bakın neler söylüyor: “Bugün bakıyorum kendime göre aramalar yapmışım.

Schubert’in taklidi değil de içinde Beethoven’in 5. Senfonisi’ne benzeyen bir şey var”. Saygun’un bugüne kadar en çok sevdiği besteci olarak kalan Beethoven ile henüz müziğini bile tanımadan onunla ilk senfonisinde karşılaşması bir tesadüf değildir. Beethoven’in yalnızca 5. Senfonisi’nde işlediği “ölüm karşısında insanın kaderi” teması aslında Saygun’un müziğinde en sık rastlanılan bir duygu ve düşüncedir. İlk eserleri “Ağıtlar” ve “Duyuşlar”dan başlayıp, “Yunus Emre” oratoryosunda “İnsan üzerine deyişler”de yepyeni boyutlar kazanır, sonuçta “Gilgameş” operasında doruğa ulaşır. 1928 yılında devlet bursu ile Paris’e gönderilen Saygun’un en çok ilgilendiği besteciler, Bach, Beethoven ve Wagner’dir. Atatürk’ün resmi ise her an yanındadır. Paris’te öğrencilik yıllarında müzeler, galeriler, kiliseler, konserler bütün zamanını doldurmaktadır. Piyanodan sonra org ta çalmaya başlar. Böylece Hıristiyan kültürünün temeli olan kilise müziğini yakından tanır. Müziğin yanında plastik sanatlarla da ilgilenmektedir.

O yıllarda Paris’te eğitim gören Türk ressamlarından Halil Dikmen, Refik Epikman, Hamit Görele yakın arkadaşlarıdır. Daha önce Türkiye’de dostluk kurduğu Burhan Toprak ile ortak bir ilgileri vardır: Yunus Emre… Burhan Toprak’ın yazdığı iki ciltlik “Yunus Emre” kitabı üzerinde konuşup tartışırlar. Yabancı bir kültür ortamının bütün cazibesine rağmen duygu ve düşünceleri kendi toprağından öz benliğinden kopmamaktadır. Bu özellik Paris’te öğrencilik yıllarında bestelediği ve Op. 1 sıra numarası verdiği Divertimento adlı orkestra eserinde de dikkati çekmektedir. 1930 yılında bestelenen “Divertimento” 1931 de hem Paris’te, hem de Varşova’da senfonik orkestralar tarafından seslendirilmiştir. “Divertimento” sekiz ölçülük tenor saksofon tarafından sunulan bir tema üzerine kurulmuş, tek bölümlük bir eserdir. Görünüşü sonat formu olmakla birlikte, bütün yazı aynı zamanda bir dizi varyasyonlardan meydana gelmektedir. Konservatuardaki öğretmenlerinden Eugene Borell, “Bu eserde senin memleketinin havası var, bunu hep muhafaza etmelisin” demiştir. 1931!de Türkiye’ye dönen Saygun’un Fransa anılarından en canlı kalanlarından ikisi, Lamoureux Orkestrası’nın Ravel’in yönetiminde “Bolero”yu ilk seslendirişi ile Wagner’in “Tannehauser” operasının Paris operasında sahnelenişidir. Saygun’un Fransa’dan Türkiye’ye döndüğü yıllarda Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı devleti’nden farklı yapısına, yeni topluma bir milli şuur kazandıracak milli kültüre sahip olması için devletin yeni kültür siyasetini bizzat kendisi düzenlemektedir. Müzik, Atatürk’ün en çok ilgi gösterdiği kültür alanlarının başında geliyordu.

Döner dönmez Musıki Muallim Mektebi’ne hoca olarak atanan Adnan Saygun o günleri şöyle dile getiriyor: “1933 yılı idi. Atatürk’ü, Büyük Nutuk’u söylerken Ankara’da radyodan dinledim. Güzel sanatlardan bahsediyordu. Bu benim yolumdu. Bana yol gösteriyordu. Hem dinliyor, hem ağlıyordum. Türklük ve milli şuur zirveye çıkmıştı. Cumhuriyet olmasa, “Yunus Emre”yi, “Kerem”i, “Köroğlu”nu yazar mıydım? Belki yazardım. Ben, çok sesliliğe Cumhuriyetten önce yöneldim. Beni, bu yola getiren Türklük şuurunun uyanması ve kendi iç alemimdir”. 1934 yılında İran Şahı Türkiye’yi ziyarete geldiğinde,i Atatürk için yeni Türk toplumunun temeli olan inkılapların tanıtılması bakımından önemli bir fırsat ortaya çıktı. Atatürk büyük önderlere özgü önsezisi ile amacına ulaşmak için en etkili gücü, müziği kullanmak niyetindeydi. Konusunu bizzat kendisi vererek bir opera bestelenmesini istedi. “Özsoy” adı verilen bu opera, Türk Milleti’nin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi. Böylece komşu ülke ile dostluk bağları pekiştirilirken, Cumhuriyet Türkiyesi’nin de temel değerleri tanıtılacaktı. İran şahının gelmesine tam bir ay vardı. Münir Hayri Egeli tarafından yazılan libretto, Saygun tarafından kısa zamanda bestelendi. Sıra provalara gelmişti. Riyaseti Cumhur Orkestrası Şefi Zeki Üngör çalışmalarda gereken yardımı göstermiyordu. Bir operayı teşkil edecek solistler ve koro elemanları yoktu.

Provaları yakından takip eden Atatürk, Türk Ocağındaki locasından Zeki Beyin genç Saygun’a çıkarttığı zorluklara bizzat şahit oldu. Öfkelendi. “Bu bir devrim hareketidir” diyerek Zeki Üngör’ü orkestranın başından uzaklaştırarak, şefliğe genç Saygun’u getirdi. Orkestranın yaylı sazlar grubu İstanbul’dan Cemal Reşit Rey’in kurmuş olduğu yaylı sazlar orkestrası ile takviye edildi. Borulu sazlar grubu da Ankara’daki asker bandolarından sağlandı. Koro Ankara Kız Lisesi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Gazi Terbiye Enstitüsü Beden Terbiyesi Bölümünden nota bilmeyen öğrencilerle kuruldu. Solistler Nimet Vahit, Nurullah Taşkıran, Semiha Berksoy ve Halil Bedii Yönetken idi. Saygun, “O heyecan içinde Özsoy’u değil bir ayda, 15 günde yaz deseler yazacaktım” demekte. Temsil büyük bir başarı ile gerçekleşiyor. Atatürk kıvançlı ve gururlu. “İşte gerçek müzik devrimi budur” diyor. Özsoy’un başarısı üzerine Atatürk, Saygun’dan ikinci bir opera bestelemesini istiyor. Konu yine Atatürk’ün, insanı yeniden yaratma fikri, bir büyük önderin yeni bir ulusu yaratışı, yeni Cumhuriyet insanının doğuşu, Saygun’un eşsiz müziği ile “Taşbebek”te ifadesini buluyor. Saygun genç yaşta bestelediği bu iki ilk Türk Operası Atatürk Musıki devrimlerinin ev somut örnekleri olarak, kültür hazinemizde şerefli yerlerini almışlardır. Saygun hocalığın ve şefliğin yanı sıra Türk Halk Müziği üzerinde araştırmalar, incelemeler de yapmaktadır. Artık hedef saptanmış, amaç belirlenmiş, sıra konunun en ince ayrıntılarına dek irdelenmesine gelmiştir. Bir Macar müzikologun Türk Halk Müziğini Arap ve İran kökenli gösteren makalesini okuyunca Mahmut Ragıp Gazimihal ile birlikte kendisine yazmaya karar verirler ve müziğimizin özgün karakterini detaylı bir biçimde anlatırlar.

Adnan Saygun’un yazısı ile çok ilgilenen Bela Bartok, Halkevlerinin daveti üzerine 1936 yılında Türkiye’ye gelir. Birlikte Anadolu’yu karış karış gezip, son derece ilkel ve zor şartlarda araştırmalar yaparlar. Bu yolculuk Bartok’un ölümüne dek süren bir dostluğun kurulmasına sebep olur. Bu araştırmalar Saygun tarafından “Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları” başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır. Bartok ve Saygun’un kültürde ulusallığı öngören bu önemli çalışmaları, konferanslar, tebliğler, raporlar halinde sürerken, Ankara’da evrensel müzikçiler bir konservatuar kurulmasının hazırlıklarına girişmişlerdir. Bu iş için danışman olarak Türkiye’ye getirilen Paul Hindemith hem ulusallık kavramına hem de Bartok’a şiddetle karşıdır. Bartok’u küçümser, çevresine halk müziği modasının geçtiğini, artık ulusal müziğin yerini evrensel müziğin alması gerektiğini öğütlemektedir. 1936’da Ankara’da Konservatuar Hindemith’in görüşleri doğrultusunda kurulur. Genç yaşta parlak başarıların yanı sıra büyük Atatürk’ün de takdirini kazanan Saygun etrafında, bir kıskançlık ve fesat çemberi kurulmaktadır.

Kulağındaki bir rahatsızlık üzerine tedavi için İstanbul’a giden Saygun’un yerine, Riyaseti Cumhur Orkestrasının başına Alman Ernst Preatorius getirilir. Alman lobisi diye bilinen Grup Ankara’daki bütün kültür kuruluşlarında kilit noktalara gelmeye başlamıştır. Bu sıralarda Atatürk İlerleyen rahatsızlığı nedeniyle Dolmabahçe’de istirahatta olduğundan kendi amaçlarının ana hedeflerinden saptırıldığını görebilecek durumda değildi. 1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle büsbütün yalnızlığa itilen Saygun, küçük memuriyet görevlerinin yanı sıra olgunluk dönemi eserlerinin ilki olan “Yunus Emre” oratoryosunu bestelemekteydi. “Yunus Emre”nin yazılışı tamamlandığında Saygun 35 yaşındaydı. Kendi düzenlemesine göre, 26. eseriydi. İlk defa 1946 yılında Ankara’da seslendirildiğinde, Saygun 10 yıllık bir gözden düşme döneminden sonra yeniden olağan üstü bir zafer kazanıyor, ünü artık yurt dışına taşıyordu. “Yunus Emre” Avrupa’da ve Amerika’da 5 ayrı dilde bir çok kereler seslendirildi. Yalnız Saygun’un değil, Cumhuriyet dönemi Türk Musıkisinin de en çok tanınan eseri haline geldi.

Çocukluk sırasından goygoyculardan dinlenilen bir ilahiye duyulan ilgi, yaşamın acılarına, insan varlığının esrarına, ölüm karşısında çaresizliğe “Yunus Emre Divanı”nda gençliğinde bulduğu karşılıklar, Tanrı’yı evrensel aşkın esası olarak görmek, olgunluk çağında Türk-İslam dünyasından insanlığa bir kader ortaklığı ve sevi çağrısı olarak ifadesini bulmuştu. “Yunus Emre”den sonra, “Kerem”, “Köroğlu”, “Gilgameş” gibi üç büyük opera, “Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan” gibi anıtsal bir koral eser, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler birbirini kovaladı. Bugün Saygun tüm eserleriyle büyük insanlık ummanına karışan ulu bir ırmak gibidir. Ama bu ulu ırmağın başlangıcı da bütün büyük ırmaklar gibi, çocukluktan gençliğe büyüyen küçük birikimlerden meydana gelmektedir.

YURT DIŞINDA SESLENDİRİLEN ESERLERİNDEN ÖRNEKLER Op. 1: Divertimento (küçük orkestra için, ilk eseri-1930). · Fransa, (1931) · Polonya, (1933) · SSCB (ilk seslendiriliş). Op. 10: İnci’nin kitabı (Orkestra Düzenlemesi-1984). · Belçika, · Almanya, · İsviçre, · İngiltere. Op. 26: Yunus Emre (Oratoryo-1942). · Paris, Lamaureux Ork. – Şef: A.A. Saygun, (1947), · New York, NBC Ork. – Şef: L. Stokowski, (1958), · Budapeşte, – Şef: M. Erdelyi, · Avusturya Radyo Senfoni Ork. –Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Macar Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Berlin Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Azerbaycan Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek. Op. 27: 1. Yaylı çalgılar kuarteti (-1947). · Paris (1954). Op. 29: 1. Senfoni (-1953). · Avusturya Radyo Sen. Ork. –Şef: F. Litschauer – 1954 · Paris, ORTF – Şef: Hikmet Şimşek, · Bavyera Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Macar Filarmoni Ork. – Şef: Franz Allers, · Hollanda Radyo Senfoni Ork. – Şef: M. Erdelyi, · İngiltere Northern Sinfonia Ork. – Şef: David Halsam, · Berlin Senfoni Ork. – Şef: Alan Francis. Op. 30: 2. senfoni (-1958). · Berlin Radyo Senfoni Ork. – Şef: H. Şimşek. Op. 31: Solo Viyolonsel için Partita · West Virginia-America – Solen Dikener (2003). Op. 34: 1. Piyano Konçertosu (-1958). · Paris Colonne Ork. – Şef: A.A. Saygun – Solist: İdil Biret. İlk seslendirilişi -1958. · Moskova Sovyet Sinema Ork. – Şef: Niyazi Tagizade – Solist: Igor Zukov. · Utrecht Senf. Ork. – Şef: F. Soudant – Solist: Jan Gruithuyzen (konser İstanbul’da gerçekleşti), · Tokyo Filarmoni Ork. – Şef: Aritoni – Solist: Gülsin Onay. Op. 35: 2. yaylı çalgılar Kuarteti (-1957). · New york (1958) Julliard Quartet (ilk seslendiriliş). Op. 39: 3. Senfoni (-1960). · Azerbaycan Devlet Filarmoni Ork. – Şef: A.A. Saygun. İlk seslendirilişi (-1963). · Moskova Devlet Sinema Senfoni Ork. – Şef: Niyazi Tagizade, · Flaman Radyo Senfoni Ork. – Şef: Doneux, · Sovyet Devlet Senfoni Ork. – Şef: Feodor Glusçenko – !987. Op. 44: Keman konçertosu (-1967). · Almanya Ausburg Sen. Ork. – Şef: Zanotelli – Solist: Suna Kan, · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Veronika Dudarova – Solist: Mikhail Sekler. Op. 53: 4. Senfoni (-1974). · Almanya Bergen Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Finlandiya, Helsinki Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Bakü Senfoni Ork. – Şef: Gürer Aykal, · Avusturya Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek. · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Veronika Dudurova. Op. 57: Ayin Raksı (orkestra – 1975) · Moskova Devlet Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Bremen Radyo Senfoni Ork. – Şef: Hikmet Şimşek, · Romanya Radyo Senfoni Ork. – Şef: Cristescu, · Akdeniz Gençlik Ork. – Şef: Mikhael Tabachnik (İstanbul) Op. 59: Viyola Konçertosu (-1977). · Londra Filarmoni Ork. – Şef: Gürer Aykal – Solist: Ruşen Güneş. Op. 71: 2. Piyano Konçertosu (-1995). · İzmir Devlet senfoni Ork. – Şef: Tadeus Strugala – Solist: Gülsin Onay – 1988 (ilk seslendirilişi).

BESTELERİ (BURAYA YALNIZCA SAYGUN’UN OPUS NUMARASI VERDİĞİ BESTELER ALINMIŞTIR)

Op.1: Divertimento……….Orkestra için………………………..1930,

Op.2: Suit………………..Piyano………………………………..1931,

Op.3: Ağıtlar:…………….tenor ve solo erkek korosu…………..1932,

Op.4: Sezişler…………….iki Klarnet……………………………1933,

Op.5: Manastır Türküsü….koro ve orkestra……………………..1933,

Op.6: Kızılırmak Türküsü…soprano ve orkestra………………..1933,

Op.7: Çoban Armağanı……koro…………………………………1933,

Op.8: Klarnet, Saksofon, piyano ve vurma çalgılar için müzik….1933,

Op.9: Özsoy……………..Opera…………………………………1934,

Op.10: İnci’nin Kitabı……piyano………………………………..1934,

Orkestra düzenlemesi………..1944,

Op.11: Taşbebek…………opera…………………………………1934,

Op.12: Sonat……………viyolonsel ve piyano………………….1935,

Op.13: Sihir Raksı……….orkestra……………………………….1934,

Op. 14: Suit……………..orkestra………………………………….1936,

Op.15: Sonatina…………piyano…………………………………1938,

Op.16: Masal……………ses ve orkestra………………………..1940,

Op.17: Bir Orman Masalı…orkestra için bale müziği……………1943, Op.18: Dağlardan Ovalardan…koro……………………………..1939,

Op.19: Eski Üslupta Kantat………………………………………1941,

Op.20: Sonat………………keman ve piyano……………………1041,

Op.21: Geçen Dakikalarım….ses ve orkestra……………………1941,

Op.22: Bir tutam keklik……koro………………………………..1943,

Op.23: Üç türkü…………..bas ve piyano……………………….1945,

Op.24: Halay…………….orkestra………………………………1943,

Op.25: Anadolu’dan………piyano………………………………1945,

Op.26: Yunus Emre………oratoryo…………………………….1942,

Op.27: 1. kuartet…………………………………………………1942,

Op.28: Kerem……………opera…………………………………1952,

Op.29: 1. Senfoni…………………………………………………1953,

Op.30: 2. Senfoni…………………………………………………1958,

Op.31: Partita…………..viyolonsel……………………………..1954,

Op.32: Üç ballad………..ses ve piyano………………………….1955,

Op.33: Demet…………..keman ve piyano………………………1955,

Op.34: 1. Piyano Konçertosu…………………………………….1958,

Op.35: 2. Kuartet…………………………………………………1957,

Op.36: Partita……………keman………………………………….1961,

Op.37: Trio………………obua, klarinet, arp…………………….1966,

Op.38: Aksas Tartılar Üzerine 10 Etüt…..piyano………………..1964,

Op.39: 3. Senfoni…………………………………………………1960,

Op.40: Modal Solfej………………………………………………1967,

Op.41: 10 halk türküsü………bas ve orkestra……………………1968,

Op.42: Duyuşlar…………….üç kadın sesi korosu………………1935,

Op.43: 3. Kuartet…………………………………………………1966,

Op.44: Keman Konçertosu………………………………………1967,

Op.45: Aksak Tartılar Üzerine 12 Prelüd…..piyano…………….1967,

Op.46: Nefesli Çalgılar Beşlisi…………………………………..1968,

Op.47: Aksak Tartılar Üzerine 15 Parça…..piyano………………1967,

Op.48: Dört Lied…ses ve piyano (orkestra içinde düzenlenmiş)..1977,

Op.49: Dictum…………….yaylı sazlar orkestrası………………1970,

Op.50: Üç Prelüd………….iki arp………………………………1971,

Op.51: Küçük Şeyler………..piyano…………………………….1956,

Op.52: Köroğlu…………….opera………………………………..1973,

Op.53: 4. Senfoni…………………………………………………1974,

Op.54: Ağıtlar II…………..tenor,koro,orkestra…………………1975,

Op.55: Trio………………..klarinet, obua ve piyano……………1975,

Op.56: Ballad……………..iki piyano……………………………1975,

Op.57: Ayin Raksı…………orkestra……………………………..1975,

Op.58: Aksak Tartılar Üzerine 10 Taslak……piyano……………1976,

Op.59: Viyola Konçertosu………………………………………..1977,

Op.60: İnsan Üzerine Deyişler I…..ses ve piyano………………1977,

Op.61: İnsan Üzerine Deyişler II…ses ve piyano……………….1977,

Op.62: Oda Konçertosu………yaylı çalgılar……………………1978,

Op.63: İnsan Üzerine Deyişler III……..ses ve piyano…………..1983,

Op.64: İnsan Üzerine Deyişler 4………ses ve piyano…………..1978,

Op.65: Gılgameş…………….opera……………………………..1970,

Op.66: İnsan Üzerine Deyişler 5……ses ve piyano……………..1979,

Op.67: Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan…solistler,koro ve ork…1981,

Op.68: Dört Arp İçin Üç Türkü………………………………….1983,

Op.69: İnsan Üzerine Deyişler 6……..ses ve piyano……………1984,

Op.70: 5. Senfoni…………………………………………………1985,

Op.71: 2. piyano Konçertosu…………………………………….1985,

Op.72: Orkestra için Çeşitlemeler……………………………….1985,

Op.73: Poem………………..üç piyano için…………………….1986,

Op.74: Viyolonsel Konçertosu…………………………………..1987,

Op.75: Kumru Efsanesi…………..bale müziği…………………1989.

KİTAPLARI

1. Türk Halk Musıkisinde Pentatonizm……………………..1936,

2. Gençliğe Şarkılar….Halkevi ve Mektepler için………….1937,

3. Rize, Artvin, Kars Havalisi Türkü, Saz ve Oyunlar Hakkında Bazı Malumat…………………..1937,

4. Halk Türküleri: Yedi Karadeniz Türküsü ve bir Horon…..1938,

5. Halkevlerinde Musıki……………………………………..1940,

6. Yalan (Sanat Konuşmaları)……………………………….1945,

7. Lise Müzik Kitabı I-II-III…. (Halil Badi Yönetken ile birlikte)…………………………1955,

8. Karacaoğlan…..(Yeni Bilgiler-Bir Rivayet-Melodiler)…..1952,

9. Musıki Temel Bilgisi I – 1958,.II – 1962,.III – 1964,.IV – 1966,

10. Mod öncesi Ezgilerin Sınıflandırılması………..…………1960,

11. Toplu Solfej……………………..….I – 1967………. II – 1968,

12. Töresel Musıki………………………………..……………1967,

13. Bela Bartok’s Folk Music Research in Turkey Budapeste…1976, 14. Atatürk ve Musıki: O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra….1982.

ÇEVİRİLERİ 1. E.F. Richter: Armoni ve Kontrapuxkt……………………1923,

2. S. Jadassohn: Armoni ve Kontrapuxkt……………………1924,

3. Albert Keim: Wagner’in Hayatı ve Eserleri………………1924,

4. La Grande Encycloopedie: Tüm müzik terimleri……..1925/26,

5. Charles Koechlin: Kontrapuxkt…………………………..1931,

6. Ludwig van Beethoven: Carnet Intime (özel notlar)……..1938,

7. André Gédalge: Traite de la Fugue (Füg El Kitabı)………1941,

Not: Bu çeviri kitaplar basılmamıştır. Basılmış olan telif eserlerin büyük bir kısmının ise mevcudu tükenmiştir. Yeni baskıların yapılması gerekmektedir.

BİLDİRİLERİ (3 DİLDE 10 DOSYAYI KAPSAMAKTADIR)

1. Paris’te, “La Musique Anatolie et se Relation Historique” (Anadolu Musıkisi ve Tarihi Bağlantıları)………………1946,

2. Unesco Toplantısında, “Le Divers Aspects de la Musique Turque” (Türk Musıkisinin Değişik Özellikleri)…………………..1947,

3. Liege’de, “L’Origine de la Ceremon Funebre de Moharrem” (Muharrem Ayinleri Ağıtları’nın Kaynağı………………1957,

4. Beyrut’ta, “Essai sur le Makam” (Makam Üzerine Deneme)………………………………………………….1957,

5. Tahran’da, “L’Education Musicale des Enfants en Orient” (Doğu Ülkelerinde Çocukların Musıki Eğitimi………….1967,

6. Budapeşte’de, “Structure Tetracordale de la Fonction de la Messe” (Tetrakordal Yapı ve Mess’in Görevi)…………..1882.

YAZILARI (“MUSIKİ DEVRİMİ” BAŞLIKLI YAZILARINDAN BAZILARI)

1. Gençliğin Terbiyesinde Musıki

2. Musıki Terbiyesi ve Radyo Neşriyatı

3. Metinlerin Tercümesi Meselesi

4. Radyoların Batı Musıkisi Neşriyatı

5. Halkevleri ve Musıki

CUMHURİYET TARİHİNİN SESLENDİRİLMİŞ İLK OPERASI

1934 “Özsoy”, Cumhuriyet tarihimizin, seslendirilmiş ilk operası olması, bizzat Atatürk tarafından, Adnan Saygun’a sipariş edilmesi ve Musıki devriminin ilk örnek eseri olması bakımından büyük tarihi öneme sahiptir. Gerek form, gerekse içerik açısından, Atatürk’ün kurduğu yeni ulusun kültür politikasının ve ortak manevi değerlerin en somut örneği olan “Özsoy” ne yazık ki, 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi ve Atatürk’ün huzurunda verilen ilk temsilden sonra tozlu raflarda unutulmuş, ancak 1981’de Ata’nın 100. doğum yılı kutlamaları sırasında, Ankara Devlet Operası tarafından tekrar sahnelenmiştir.

1982’deki birkaç temsilden sonra, 20 senedir yine unutulan “Özsoy”, Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, her fırsatta arkasına sığınarak kendilerini savunmaya çalışan, Cumhuriyetin müzik kurumları operalar, konservatuarlar ve orkestralarımızın bu bağlılığı, bir gösterinin dışına çıkmamış, hiçbiri bu büyük esere, Atatürk’ün bu yüce emanetine sahip çıkmayı aklından bile geçirmemiştir. Bu tutum, cumhuriyetin Atatürk devrimlerinin yarattığı diğer Türk eserleri için de söz konusudur…

“Özsoy” üç perdelik, dramatik türde bir operadır. 27 yaşındaki Saygun’un 2 ay gibi akıl almaz kısa bir sürede müziklerini bestelediği “Özsoy”un uvertürünün daha ilk akorlarında, bestecinin çok sağlam ve özgün müzik karakterinin, şaşırtıcı olgunluktaki ilk izlerini görüyoruz. Saygun’un müziğinde, daha sonraları rastladığımız halk Musıkisi (modal) elemanlarının getirdiği, yoğun ve karmaşık armoni yapı bu eserde yoktur. Buna karşılık, tonal musıkinin vardığı en yüce doruk olan, Wagner’in müziğinde rastladığımız yoğun derinlik ve güçlü müzikal ifade, adeta Saygun’da yıllar sonra tekrar vücut bulmaktadır. 19.yy. romantik akımın esası olan ve Wagner’in bıraktığı noktadan, yeni sesler ve renklerle geliştirerek, adeta yeni bir doruğa taşımıştır. Özsoy’un uvertürünün, sade melodik ve yoğun anlam yüklü yapısı, hem bir geleneğin devamı, hem de o geleneğe açılan yeni ufkun müjdecisi özelliğini taşımaktadır. Librettosu Münir Hayri Egeli tarafından yazılan Özsoy’un ana fikrini bizzat Atatürk vermiştir.

Perde açıldığında sahnede gözüken halk ozanlarının tiradı, Atatürk’ün ulus, din, devlet konularındaki görüşlerine ışık tutmaktadır. Bazı örnekler: “Ben ne puta tutkunum, ne de yare vurgunum Elimde destanımla, yalnız hakka bakarım Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım, Gönlü açık olanlar, beni elbet severler.” dizelerinde, Asya Türkleri’nin, eski inancı, Şamanlıktan, hak (Tanrı ve Adalet) dini İslam’a geçiş vurgulanmakta, son dörtlükte ise, tasavvuf felsefesinin büyük ozanı ve Saygun’un dünya görüşünün, gerçek rehberi Yunus Emre’ye bir gönderme vardır. Gönül gözünün açık olması, deyimi, tasavvufta, ilahi aşkın tanımlanmasıdır. Tiradın devamında, yeni ulusun, kültür yapısının betimlenmesinden kaynaklanan, Batıdan veya Doğudan değil, kendi tarihimizden alınacağı dile getirilmektedir: “Ben, ne Homeros gibi; hayali yavuzlar; Tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır, Ne de eski Fin’lerin, Kalavala’sı gibi, insanlarla, cinlerin döğüşünü süslerim hayal enginlerinde… Ben Firdevsi değilim, Kendi dar anlayışımdan, güzel renkli savaşlar yaratıp, ininde uyuyan arslanları kamçılamam…

Ben vatan yavuklusu ozanım, Öz tarihi söylerim, olmuşu iletirim, İşte böyle beylerim.”… Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda kaleme alınan bu satırlarda da görüldüğü gibi, iman ve vatan, yeni ulusun iki ana unsurudur. Toplumun ilerlemesi, çağdaşlaşması için baş vuracağı öz kaynakların, kendi geçmişinde var olduğu ve oradan hareket edilmesi gerçeği bakın nasıl anlatılıyor: “Tarih diyor ki bize, Uygarlıklar ırmağı brakisefal soyda buldu, özlü kaynağı. Bu soy, Asya’dan çıktı, dört bir yana dağıldı. Bu tarih, yükselişin, başlangıcı sayıldı Avrupa, Anadolu, İran ve Orta yayla uygarlığa girdi Bakın, bu büyük soyla zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma, duran düşer, ilerden başkasına inanma”…

Dağılmış Türk boylarını bir araya toplamayı başarmış olan Hakan Feridun’un temsil ettiği kişilik, dağılmış Osmanlı İmparatorluğunu, yeni bir ulusta birleştiren Atatürk’ten başkası değildir. Bu birlikteliği sağlayan ortak değerlere, Hakan Feridun, ki oğlunun dünyaya gelişinin kutlandığı gece, yapılan dualarda örnekler veriliyor: (KORO) “Hep kollar göğe kalksın, yere kapansın dizler Sizinle bir olalım, dua edelim bizler…” (HAKAN FERİDUN) “Tanrım bu güzel geceyi, En güzel umutlarla doldur, nurunla doldur. Sen ey ışık kaynağı, dileklerin yapıcısı, Umutlarını sana bağlayanların koruyucusu, Ulu Tanrı, Yüce Tanrı Çok cahiller, seni gökte arar, yerde ister Sen inananların gönlündesin Ulusumuzu daima aydın ufuklara yönelt Tanrım”… “Sen inananların gönlündesin” sözleri, İslam’ın en gerçekçi, en doğru tanımlaması olduğu gibi, laik düşünceyi, zaten kendi içinde barındırdığının en açık örneğidir. Yani iman, insanın, kendi vicdanı ile Tanrı arasında bir bağdır… Hakan Feridun’un ikiz oğulları, TUR ve IRAÇ’ın temsil ettiği “Özsoy”, Türk ve İran halkının kardeşliğini temsil etmektedir. Kutlama gecesinde, yavrulara, kaderleri için temennilerde bulunan “felekler”, bakın bu kardeşliği nasıl dile getiriyorlar: 2. Felek: “Bu yavrular ve onların özsoyu çoğalsın, boyları en eşsiz yurdu bulsun, yer yüzünün en güzel yurduna sahip olsun”. 3. Felek: “Her ne vakit el ele verip tutuşsunlar, yeryüzü ışık dolsun, sulh, bereket ondan doğsun”. 4. Felek: “Bu yavruların, çağlar boyu sürüp gidecek soyları, hiçbir zaman unutmasınlar, kardeş olduklarını ve her zaman, yüz yılların gerisinde kalacak olan bu anı hatırlasınlar”. 6. Felek: “Bu çocuklar yaşlanacaklardır elbet. Ancak ne zaman soyları, derin derin üzerlerine çökecek, karanlık bulutlardan sıyrılır ve yeni bir nur başlarsa, bunlar kaybedecek aksaklıklarını, yeniden genç olacaklar ve böylece kaderleri, soylarının yenilmez bahtına bağlanacak”… Atatürk’ün, İran’la dostluğa ne kadar önem verdiği, bu satırlarda dile getirilirken, İran Şahının ziyaretine gösterdiği özel ilgi, 2 ayda bir opera hazırlanmasının imkansızlığını bildiği halde, bu konuda ısrar etmesinde de görülmektedir. Şimdi finale, Hakan Feridun’un çocuklarının adını koyduğu bölüme bakalım: “Sen ey nur topu çocuk, senin adın TUR olsun, Kutlu rengin mavi, esin ay, yoldaşın kurt olsun… Sen ey sevgili çocuk, senin de adın IRAÇ olsun, Nurun yeşilden çıksın, güneş seninle parlasın, Yoldaşın arslan olsun ve her ikiniz de, cesaretin, erliğin rengi olan al ile, parlaklığın rengi, beyaza sarılın”…

Feridun, IRAÇ adını koyduğu oğluna “nurun yeşilde çıksın, güneş seninle parlasın, yoldaşın arslan olsun” derken, İran’ın ortak manevi değerlerini ortaya koyuyor ve bayraklarındaki sembolleri anlatıyor. Her iki oğlunu, cesaretin, erliğin, temizliğin sembolü, Türk bayrağında birleşmeye çağırıyor… Dünya Musıki tarihinde, büyük bir devlet adamı ve büyük bir sanatçının birlikte yarattığı, belki de tek opera olan “Özsoy”a sahip çıkmak, Atatürk’e ve onun Cumhuriyetine sahip çıkmak demektir.

16,474FansLike
639FollowersFollow