2025. Eylül 12.
Türkinfo Blog Oldal 615

Berlin 1989: 20 yıl geçti bile

Soğuk savaşın bitmesi ile Batı demokrasisi ve piyasa ekonomisi göreceli bir zafer kazandı. Fakat tarih durmadı. Yeni sorunlar ve daha iyisini arayışlar devam ediyor. Değişim durmuyor, değişim değişmiyor. Buna rağmen bazıları için değişmeyen bir görüş açısı var: ‘Böyle gelmiş böyle gider’. Hâlâ buna inananları Pink Floyd bir şarkısında tanımlıyor: ‘Olsa olsa duvardaki tuğlalardan birisiniz’

Brüksel- “Bu duvar halkımızı kapitalizmin oyunlarına karşı korumak için var. Ajanların, kaçak malların, yabancı paranın girmesini engelliyoruz. Komünizmin kesin zaferine kadar da gerektiği sürece bu duvar var olacak. Ekonomimiz dünyada ilk ona girdi, toplumumuz mutlu, devletimiz güçlü”

Tam bir yıl önceydi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bir yıl önce. Yıl 1988, Kasım ortası. Yer Doğu Berlin. Brüksel Üniversitesi’nin bir akademik gezisi. Ev sahibimiz Demokratik Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Kasvetli bir binada, kibar bir diplomat grubu ile tartışıyoruz. Kenti ikiye bölen duvarın işlevi “içeriden dışarıya geçişleri engellemek değil” diyorlar. Duvarın “dış mihraklara karşı bir meşru müdafa önlemi” olduğunu savunuyorlar.

Duvarın önü ve arkası
İçimizdeki en Marksist bakış açıları bile tatmin olmuyor. Moskova’daki Sovyet rejiminin Doğu Avrupa’da demokratik her kıpırdamaya şiddetle karşılık verdiği biliniyor. Savaş sonrası Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçanların sayısı 3 milyonu aşınca 1961 yılında bir Ağustos gecesi dikilen duvar, her eklenen tuğlada arkada kalanların umutsuzluk görüntüleri, duvar dibinde vurulanların fotoğrafları, geçmeyi başaranların tünelleri… Herkes tünelin hapishanenin ne tarafına doğru kazıldığını biliyor.
Ayrıca o gün hepimiz son yetmişiki saatte ne gördüğümüzü biliyoruz. Doğu Almanya topraklarından etrafı tel örgülerle çevrili durulması yasak bir otoyoldan önce Batı Berlin’e ulaşmıştık. O zamanlar Doğu Almanya içinde bir ada gibi kalan küçük toprak parçasındaki bir kentti burası. Caddeleri, insanları, renkleri ve Türk mahallesiyle olağan bir Batı Alman kenti. Ortasında ve çevresinde ise uzun bir duvar. Batı’nın evleri ve sokakları cephesi renkli resimlerle kaplı duvara dayanıyordu. Duvarın arkası ise boşluk,
sonra bir duvar daha, tel örgüler ve Doğu Berlin’in ıssızlığı. Friedrichstrasse de böyle uzanıyordu Batı’dan Doğu’ya.

Checkpoint Charlie sınır kapısından Doğu’ya geçerken bugün turistik anıt olan ünlü levha: “Dikkat, ABD bölgesini terk ediyorsunuz!”. Sonra boş, pencereleri tuğla örülü bir bulanık bir cadde. Metruk bir metro istasyonu. Aşağıdaki geçen hat artık Batı’ya devam etmiyor. Bir kapı aralığında bizi bulan mihmandar ile bir süre sonra modern bina blokları, anonim meydanlar, bej-gri insanlar ve haki güvenlik güçleri dolu bir kentten ilk izlenimler. Daha önce gördüğüm Doğu bloğu ve Sovyet kentleriyle aynı estetikteki anıtlar, devlet simgeleri ve sokakta kendini hissettiren siyasal düzen. Her fırsatta açık bir görüş alışverişi aradığımız öğrenciler, akademisyenler, tezgâhtarlar, yaşlılar, gençler ve diğerlerinin kaygılı gözleri. Sözlerle uyumsuz vücut dilleri. Birçok farklı ülkeden katılımcının olduğu bir akademik gezi grubunda, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye deneyimi sahibi olarak, sanırım biraz daha iyi anlayabiliyordum Doğu Berlinlileri.

Ne kadar farklı bir dünyaydık o zaman. II. Dünya Savaşı’nın son bulmasına atıfta bulunan “40 yıl önceydi” başlıklı sergiler, konferanslar, yayınlar ve belgeseller yeni geride kalmıştı. Gündemde “20 yıl geçti bile” sloganı altında Batı Avrupa’da 1968 olayları ve toplumsal dönüşümünün anılması vardı. Ortama soğuk savaş düzeni egemendi. Soğuk savaşın içinde doğmuş, dünyayı öyle anlamış, eğitimimizi o düzenin kodları, analiz şablonları ve siyasal refleksleri ile sürdürmekteydik. Küresel düzen Batı, Doğu ve Bağlantısızlar arasında üçe bölünmüştü fakat asıl eksen Batı ve Doğu arasındaydı. Uluslararası ilişkiler, ekonomi ve insan coğrafyası buna göre şekillenmekteydi. Bu iki kutuplu dünyanın ortasıydı Berlin.
Duvar yıkılmadan bir yıl önceki ziyaretimizde hiç değişmeyecek gibi gözüken bir düzene tanık olduk. Sonraki bir yıl içinde ise tarih aniden hızlandı:

1989: ‘Annus miraculis’ (*)
15 Ocak: Prag. Çekoslovakya. 1968 Sovyet şgalinin yıldönümünde sokak gösterileri. Özgürlükçü hareketin liderlerinden Vaclav Havel tutuklanıyor.
19 Ocak: Doğu Almanya lideri Erich Honecker: “Elli veya yüzyıl sonra, duvar hep yerinde olacak”
22 Ocak: Polonya lideri General Jaruzelski, rejime karşı on yıldır mücadele veren yasadışı muhalefet hareketi “Solidarnosc” (Dayanışma) sendikası lideri Lech Walesa ile demokratik
reformlar için anlaşıyor.
16 Şubat: Sovyetler Birliği içinde Lituanya bağımsızlık ilanı hakkı talep ediyor.
8 Mart: Macaristan’da parlamento Komünist düzen anayasasını değiştiriyor.
2 Mayıs: Macaristan Avusturya ile sınırındaki tel örgüleri söküyor. “Demir Perde”de ilk açılım. ABD Başkanı George Bush: “sıra Berlin’de”.
5 Haziran: Belirleyici dönüm noktası. Polonya’da serbest seçimler. Solidarnosc’un Komünist Parti’ye karşı ezici zaferi. Dünya’da ise ana gündem maddesi Pekin’de şiddetle bastırılan Tianenmen öğrenci gösterileri.
16 Haziran: Macaristan. Budapeşte. Sovyetler’e karşı 1956 başkaldırısının lideri Imre Nagy’nin yenilenen cenaze töreni.
14 Temmuz: Paris. G7 zirvesi kararı. AT Komisyonu eşgüdümünde Macaristan ve Polonya’da demokratik dönüşüme ekonomik destek.
7 Temmuz: Romanya. Bükreş. Varşova Paktı zirvesi. Gorbaçov “yoldan çıkan” pakt ülkelerine askeri müdahaleyi meşru gören Brejnev Doktrini’ni geçersiz ilan ediyor.
27 Temmuz: Moskova. Sovyetler Birliği Baltık devletleri Estonya ve Lituanya’ya özerklik tanıyor.
11 Eylül: Yaz boyu Macaristan’a yığılan 60 bin Doğu Alman turiste Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya iltica yolu açılıyor.
27 Eylül: Yugoslavya. Belgrad’ın uyarılarına rağmen Slovenya federasyondan ayrılma girişimini başlatıyor.
1 Ekim: Prag’a yığılmış olan 8 bin Doğu Alman turist özel trenlerle Doğu Almanya üzerinden Batı’ya iltica ediyor.
7 Ekim: Doğu Berlin. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin 40. yıldönümü kutlamaları. Askeri geçit törenini komünist lider Honecker konukları SSCB lideri Gorbaçov ve diğer Doğu Bloğu başkanlarıyla birlikte izliyor. Gorbaçov “Çok geç kalanlar hayat tarafından cezalandırılırlar” açıklamasını yapıyor. Bu arada törenleri izleyen Doğu Almanlar bağırıyor: “Gorbi, bize yarım et!”. Polonya lideri Jaruzelski Gorbaçov’un kulağına eğiliyor: “Sona geldik”. “Evet” diyor Gorbaçov.
9 Ekim: Leipzig. Doğu Almanya. Sokak gösterileri: “biz halkız”.
18 Ekim: Doğu Berlin. Erich Honecker onsekiz yıldır yürüttüğü Komünist Parti genel sekreterliğinden istifa ediyor.
4 Kasım: Doğu Berlin. Bir milyon kişi rejime karşı yürüyor.
9 Kasım: Komünist Parti Politbürosu pasaport alabilen yurttaşların serbestçe seyahatlerine dair bir karar alıyor.
Saat 18.53: Basın toplantısında bu kararın hemen yürürlüğe girip girmeyeceğini soruluyor. Parti sözcüsü tereddütle “ sanırım hemen” diye geveliyor.
Saat 20.00: Doğu Alman televizyonu ülkenin sınırlarının ertesi gün açılacağını duyuruyor.
Saat 23.00: İnsan kalabalıkları Batı Berlin’e açılan sınır kapılarına dayanıyor. Çoğunun pasaportu yok.
Saat 24.00: Sınır kapıları açılıyor. Doğu Berlinliler kitleler halinde Batı’ya akıyor. Görevliler kimlik denetimini bir süre sonra bırakıyor. Duvarın öteki tarafında da saatlerdir süren gösteriler bayrama dönüşüyor. Tarih bir an için duruyor, soluklanıyor.
Sonra Almanya birleşti. Doğu ve Avrupa ülkeleri ve Baltık devletleri özgürlüklerine kavuştu. Walesa ve Havel gibi bir zamanların “vatan hainleri” devlet başkanı oldu. Tüm bu ülkeler AB ve NATO üyesi oldular. Sovyetler Birliği dağıldı, Ukrayna’dan Orta Asya’ya bir dizi bağımsız devlet Dünya siyasal atlasına yeni renkler kattı. Yugoslavya dağıldı. Slovenya hızla AB üyesi olurken diğerleri uzun süre iç savaşa battı. Bugün ise AB üyeliği yolundalar.

Berlin: Dünya kenti
9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan 1989 gecesinden sonra Batı’yı keşfeden Doğulular arasında genç bir fizikçi olan Angela Merkel de vardı. Bugün Almanya eski yaralarını büyük ölçüde sarmış bir dünya ekonomik gücü. Berlin ise bu muazzam tarihsel değişimin simgesi olmaya devam ediyor. Bir zamanlar Bismarck’ın bir kıta imparatorluğu başkenti olarak seçtiği, çağdaş tiyatronun kurucularından Brecht’ten, Berlin Filarmoni’nin efsanevi şefi Karajan’a Avrupa kültür yaşamının önemli isimlerine mekân olmuş bir kent. Checkpoint Charlie artık Berlin’in en şık ve tarihi semtine geçiş noktası. Müzeler, mağazalar, kitapçılar, sanat galerileri, parklar, lüks oteller, lokantalar ve kafeleri ile Berlin küçük bir ölçekte de olsa neredeyse New York, Paris veya Londra ile yarışıyor.
Kentin ortasında Avrupa’nın en tarihi meydanlarından biri olup da, en eski binasının yirmi yıllık bile olmadığı Potsdamer Meydanı var. Burası 1920’li yıllarda trafik lambalarının dünyada ilk defa kullanıldığı yoğun bir kent merkeziymiş. Berlin 1945’de Hitler’in başkenti olmanın diyetini öderken, Potsdamer Platz ve çevresi bombalarla dümdüz olmuş. Bugün ise, modern mimarinin cesur örneklerinin sergilendiği, cam avlulu ve ışığın hâkim olduğu binalardan ve alışveriş merkezlerinden oluşan bir semt.
Potsdamer Meydanı’nın hemen yakınında, taş blokların labirent düzeninde yayıldığı “Soykırım Anıtı” geniş bir alana yayılıyor. Daha ötede tarihi cephesi içinden muazzam bir cam kubbe ile yükselen yeni meclis binası. Hıristiyan Demokratların Konrad Adenauer Vakfı’ndan, Willy Brandt heykelinin insanları selamladığı Sosyal Demokrat Parti (SPD) genel merkezine, Bergama’nın peşinde olduğu Pergamon müzesinden, AB Komisyonu bilgi bürosuna, mimari yaratıcılıkta çoğu kente uyum sağlamaya çalışan büyükelçiliklere ve bir zamanlar Mustafa Kemal Paşa’nın veliaht Vahdettin ile konakladığı Adlon Oteli’ne birçok geçmiş ile geleceğin birbirine karıştığı mekân aynı çevrede konuşlanmakta.

Değişmeyen değişim
Başka bir soğuk savaş günleri anısı Moskova’da 1985 yılının bir kış gecesinden esiyor. Kızıl Meydan yakınlarında bir nükleer fizikçi ve eşiyle sohbet. “Sovyetler Birliği sanıldığından çok daha güçlüdür. Yoldaş Sakorov muhalefet yapmakla doğru yapmıyor. Yeni lider Gorbaçov da bu sistemin bir eseridir ve Batı’da sanıldığının aksine düzeni değiştirmek için değil, güçlendirmek
için çalışıyor” diyorlar. Ayrılırken bir de önerileri oluyor. “Bu akşam şu ilerideki sokaktaki Özbek lokantasını gidin. Doğuda yaşayan sadık bir Sovyet halkıdırlar ve yemekleri pek lezizdir”.
Soğuk savaşın bitmesi ile Batı demokrasisi ve piyasa ekonomisi göreceli bir zafer kazandı. Fakat tarih durmadı. Yeni sorunlar ve daha iyisini arayışlar devam ediyor. Değişim durmuyor, değişim değişmiyor. Buna rağmen bazıları için değişmeyen bir görüş açısı var: “böyle gelmiş böyle gider”. Hala buna inananları Pink Floyd bir şarkısında tanımlıyor: “Olsa olsa duvardaki
tuğlalardan birisiniz”.
(*) Latincede ‘mucize yılı’

Radikal

Bekir Sıtkı Çobanzade

1893 yılında doğdu. İlk ve orta tahsilini Karasupazar’da yaptı. 1909 yılında liseyi okumak için İstanbul’a geldi. Burada Arapça ve Fransızca’yı öğrendi. 1915’te Odesa’ya giderek Slav dillerini öğrendi. 1916’da Budapeşte Üniversitesi’ne gitti. Burada Codeks Cumanicus’u inceledi. 1920’de bu üniversitede doktor ünvanını aldı.

1920’de Kırım’a döndü. Değişik okullarda Kırım Türkçesi ve edebiyatı dersleriyle Türkçe’nin Mukayeseli Grameri konusunda dersler verdi.

Bu dönemde “Yanı Çolban”, “İleri” ve “Okuv İşleri” dergilerinde ilmi makaleler yazdı. Değişik üniversitelerde profesör, dekan ve rektör olarak çalıştı.

1926 yılında Baku’da toplanan I.Türkoloji Kongresi’nde “Türk Lehçeleri Arasında Karşılıklı İlişkiler” ve “Türk Tatar Dillerinde İlmi Terminoloji Meydana Getirme” konularında önemli tebliğler verdi. Sovyetler Birliği Yeni Alfabeler Merkez Komitesi, Azerbaycan Terminoloji Komitesi gibi komisyonlarda çalıştı. Türk lehçelerinin alfabesi, imlası ve terminolojisi konularında pek çok çalışmalar yaptı.

Almanca, Fransızca, Arapça, Macarca, Çekce ve Lehçe’yi çok iyi biliyordu. Türk şivelerinin hemen hepsiyle ilgili eserler verdi. 1939 yılında Sovyet yönetimi tarafından öldürüldü.

ESERLERİ:

“Rusya Tatarlarının Kültür Hayatının Gelişmesi Üzerinde Bir Deneme” (1915), “Türk Edebiyatında Yeni Akımlar” (1916), “Kırım Tatarcası’nın Grameri Hakkında İlmi Bir Deneme” (1924), “Kumukların Dili ve Sözlü Edebiyatı Üzerine Etüdler” (1926), “Nevai’nin Dili Üzerine” (1926), “Türk Tatar Diyalektolojisi” (1927), “V. Tomsen” (1927), “Azerbeycan Türk Edebiyatı’nın Yeni Dönemi” (1930), “Azerbeycan Türk Dilinin İlmi Grameri” (1930), “Yabancı Dil Öğretiminin Temel Metodu Meseleleri” (1932), “Özbek Dilinin Öğretiminin Temel Metodu” (1932), “Karaçay Balkar Dili Üzerine Notlar” (1932), “İbni Mühenna’nın Türk Grameri” (1933), “Kitab-ı Dedem Korkut’un Edebi Lengüstik Tahlili” (1935) gibi eserleri bu gün hala ilmi değerini muhafaza etmektedir.

“Yaz Akşamı Üy Altında”, “Tuvdım Bir Üyde”, “Oy Suvuk Şu Gurbet”, “Ah Tabılsam”, “Suv Anası”, “Tunay Taşa”, “Anam”, “Bulutlar” gibi şiirlerinin de bulunduğu “Boran” isimli şiir kitabı 1927 yılında basıldı.

Şairin şiirlerinden bir kısmı, Abdullah Latifzade’nin şiirleriyle beraber bir kitap halinde Eşref Şemizade tarafından (1971) de neşredildi.

Biyografi.net

Dört asır arayla iki büyük zafer

Yıldönümleri bugünlere tesadüf eden; 1526’daki Mohaç Savaşı Avrupa tarihini değiştirdi, 1922’deki Dumlupınar Muharebesi de bu toprakları Türklerin anavatanına dönüştürdü

1526 yılında Kanuni Süleyman Han’ın orduları, Avrupa’nın kudretli krallığı Macaristan’ı ortadan kaldırdı. Daha evvelki bir ant-laşma gereği Avusturya Büyük Dükü Ferdinand, Macar Kralı’nın kız kardeşi Anna ile; Macaristan Kralı Layoş da Ferdinand’ın kardeşi Maria ile evlenmişlerdi. Bu çifte düğün gereği, hangi hükümdar erken ölürse taç öbür tarafa miras kalıyordu. Türk hakimiyet telakkisinde yeri olmayan bir kurumdur fakat Avrupa tarihinde geçerli bir siyasi veraset biçimiydi.
Tabii Avusturyalılar 1526 Ağustos’unda kralın ölmesine rağmen Macaristan’ı sahiplenemedi. Burada bir noktayı daha belirtmek gerekir; Avusturya Büyük Dükalığı mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Ama bu ülkeye bağlı Bohemya ve Macaristan’ın Germen İmparatorluğu ile alakası olmadı. Avusturyalılar Türk fethinden sonra, Macaristan olarak sadece bu krallığa bağlı olan bugünkü Slovakya’yı miras diye ele geçirdiler ve Macar tacını bu küçük ülkenin başkenti olan Pressburg veya Bratislava’da giydiler.

En objektifi Macarlar
İmparator II. Joseph gibi bazı hükümdarlar Macar tacını giymemekte ısrarlı davrandı; nedeni Macar asillerinden olan “diyet” meclisinin karar ve istişaresini dinlememektir. Macarlar da II. Joseph’e taç giymemesinden dolayı “şapkalı kral” derlerdi.
Ta 1686’da Budin elden çıkana kadar Avusturyalılar -daha doğrusu Almanlar- ile Osmanlı Türk İmparatorluğu arasında Macaristan için mücadele eksik olmamıştır. Macar krallığını resmen ortadan kaldıran Kanuni Süleyman hayatını yine Zigetvar’da eski Macaristan toprağına ait fakat Avusturyalıların elinde bulunan bu kalenin fethi ile noktaladı. 1526 Mohaç Meydan Savaşı, Osmanlı ordusunun çok az kayıpla bir günde karşı tarafa
20 binin üzerinde kayıp verdirerek nihai zaferiyle sonuçlandı. Kral Layoş da savaşta hayatını kaybedenler arasındaydı.

Savaşta yeni bir safha
1526 Mohaç ve 1686 Budin savunması arasındaki 160 sene sadece bu iki memleket (Macaristan ve Türkiye) için değil, bütün Avrupa tarihi için çok önemlidir. Çatışma o gün savaş alanında bitmiş değil, tarihçiler arasında da devam ediyor. Osmanlı tarihini en objektif ve tarafsızca derinlemesine yorumlayanlar Macar tarihçilerdir. En kaba Katolik yorumlara da yine bu ülkede rastlanmaktadır. Birinci gruba örnek, Türk tarih kaynaklarına ve belge ilmine en büyük hizmeti yapan ve bir başlangıç kuran Layoş Fekete’dir. İkinci grubun en etkin kişiliği de 20’nci yüzyıl Macar ulusal tarihçiliğin ağır toplarından Iulia Szegfü’dür.
Türkiye tarihinin aynı günlere tesadüf eden evvelki zaferi Malazgirt’tir. Bu savaşın, Anadolu’nun kapısını Türklere vatan olarak açtığı malum ve şunu söylemek lazım, bir koca ülkenin etnik yapısının değişmesinin en son örneğidir; hiç şüphesiz ki etkileri hâlâ devam ediyor.
1526’nın 29 Ağustos’undaki Mohaç zaferi Avrupa tarihinin değiştiği bir olay, Türklerin imparatorluğunun zirve noktasıdır. Hemen hemen dört yüzyıl sonra 1922’deki Dumlupınar zaferi ise Türklerin Küçük Asya’daki anavatanlarını savunmalarının zaferidir, bu dört asırda bir dünya imparatorluğu kesin çizgileri ile bir anavatana dönüşmüştür. Bunun üzerinde durmalıyız. İmparatorluklar devri bitmiştir, bu çağ anavatanların çağıdır; federasyonlar da bitmiştir. Birinci Cihan Savaşı sonrası yeni kurulan dünyada 30 Ağustos zaferi siyasi bakımdan fevkalade önemlidir.
Askeri bakımdan Sakarya Savaşı ile Dumlupınar Başkomutanlık Muharebesi arası, bütün Türk savaş tarihinin en önemli dönüşümünü temsil eder. Makyavelli’nin “Prens” adlı eserinde de önemle belirttiği gibi; Roma orduları ile Türk ordusu arasındaki fark “ricat” yani çekilme konusundadır. Romalılar hücum gibi çekilmeyi de bilirlerdi, ona göre Türkler hücum ve kuşatmada çok daha maharetlidir fakat ricat bilmezler, ki doğrudur. İzladi derbendinde (15. asır), 1683 Viyana kuşatması sonrasında ve 1912 kışında Balkan Savaşı’nda bu görülmüştür. Ricat yani geri çekilme olayını bir panik ve bozgun değil, bir askeri taktik ve savaş tekniği haline dönüştüren Kurtuluş Savaşı’nın başkomutanı ve komutanlarıdır. Dumlupınar ve
30 Ağustos’ta bu görülmüş ve savaş tarihinde yeni bir safhaya geçilmiştir.

Topkapı Sarayı ve Ayasofya’da yeni buluntular

İstanbul’un merkezi Ayasofya ve Aya İrini kiliseleridir. Aya İrini eski bir kilisedir, lakin Iustinian devrinde yeniden inşa edildi, biçim ve üslup değişiklikleri geçirdi. Fetihten sonra da camiye çevrilmeyen nadir kiliselerdendir.
Aya İrini’nin güneybatıya düşen ve Ayasofya’ya bakan tarafının zaman içinde bazı tahribat gördüğü hep söylenirdi. Eskiden bu büyük kilise Ayasofya ile organik bir bağ içindeydi. Günlük hayatta “ilahi hikmet” ve “ilahi barış” kiliselerinin iç içe olması kadar olağanı da yoktur. Topkapı Sarayı’nı çeviren Sur-u Sultani bu iki kilisenin arasını bölmüşse de, Aya İrini’nin idare olarak bile Ayasofya Müzesi’ne bağlı olması bu gerçeğin bir göstergesidir.
Son aylarda İstanbul Üniversitesi Bizans Sanatı Tarihi öğretim üyesi Dr. Feridun Özgümüş ve Dr. Hayri Fehmi Yılmaz burada kazı çalışmalarına başladılar. Ortaya çıkan kalıntılar Aya İrini’nin bitişiğinde piskoposluk sarayı olduğunu gösteriyor. Bu saraya külliyeyi ziyarete gelenlerin kaldığı bir han diyenler de var. Belki iki işlevi birden görüyordu ama bulunan piskoposluk sarayı kalıntıları ve avlu, kilisenin iç mimarisiyle de uyum gösteriyor ve belli ki bugün konserlerle tanıdığımız Aya İrini, geçmişte Bizans ruhbanının toplantı ve ruhani meclisinin bulunduğu bir mıntıkaydı. Ayasofya ile de mimari geçiş ve bağı kuvvetliydi.

Gençlerimizin kusuru
Son iki yıl; gerek Marmaray kazılarının Yenikapı bölümü, gerekse Sur-u Hümayun içindeki, özellikle Aya İrini’nin yanındaki yüzeysel temizlik ve kazı başlangıçları Bizans dönemi Konstantinopolis’inin tarihini aydınlatacak görünümler ve ipuçları vermeye başladı. Daha evvel Ayasofya’nın müdürü Feridun Dirimtekin’in başlattığı ve yarım kalan kazı, bu sefer devam edeceğe benziyor ve Topkapı Sarayı alanının da Roma Bizans dönemine uzanan mevzii kazıların yapılması kaçınılmazdır.
Bazı ezberlerin değiştirilmesi gerekir. Cumhuriyet döneminde Bizans döneminin tahribi değil, imkan nispetinde araştırılması söz konusudur. Ama Bizans ilminin ve sanat tarihinin filolojik bir eğitimle ve metodik olarak başlatılamadığı da bir gerçektir. Bu da cumhuriyet rejiminin ve politikasının değil; dilbilim, tarihi metin tetkikinde merak ve gayret seviyesi düşük olan gençlerimizin kusurudur.

İlber Ortaylı- Milliyet

Nemeçsek’i Anımsamak…

palsokFerenc Molnar’ın 1906’da kaleme aldığı, “çocuk klasikleri” kategorisinde değerlendirilse de, aslında bu türün hemen her kitabı gibi büyüklere derslerle dolu “Pal Sokağı Çocukları” romanındaki, o çelimsiz, sarışın çocuğu anımsamak…

Ortaokul çağlarındaki çocukların, iki çete -ya da “ordu”, kulüp- halinde birbirlerine karşı verdikleri amansız mücadeleyi anlatır roman. Bu eksende, çocukların o muhteşem dünyasından çizgilerle, bize bir karakterler geçidi sunar Molnar. Liderlik, cesaret, disiplin, ihanet, mertlik, kollektif ruhu, gurur, dostluk, “düşman” da olsa değerlerini savunana, arkadaşlarını satmayana saygı, “yandaş” hale gelse de, “hain”i küçümseme… Evet, bir sağlam karakterler geçididir “Pal Sokağı Çocukları”. Ama, Nemeçsek, kendisini diğerlerinden farklı kılan bir özelliğe sahiptir: Oyunu çok ciddiye almak ve hayatını adamak.

Arkadaşlarının gözünde -ordularındaki tek er odur, ondan başka herkes rütbelidir- bölme ya da çarpmadaki ‘bir’ sayısı gibidir Nemeçsek olsa da olur, olmasa da. Ama o, toplama ya da çıkarmadaki ‘bir’in sorumluluğunu taşır. “Düşman”, bilyelerini zorla almaya geldiğinde, iki arkadaşlarının kaçmasıyla beşten üçe düştüğünde sayıları, “Ben de tabanları yağlasaydım, o zaman iki kişi kalırlardı,” diyecektir. “On kişi de olsalar engelleyemeyecekleri”ni bildiği yağmacıların karşısına, yalnızca kendisi için bir anlam ifade eden duyguyla, “üç, ikiden fazladır” diye dikilendir Nemeçsek. Herkes bırakıp gitse, o, ‘bir’ olarak teslim olmayacaktır güçsüzlüğüyle alay edilse bile…

Ah Nemeçsek, seni aptal çocuk… Kazanma ihtimalin sıfıra yakın işte, kaçsana, kaçıp gitsene sen de, kendini kurtarsana… Aklını Nemeçsek, aklını kullansana…

“Düşman”ın üs olarak kullandığı Botanik Bahçesi’ne gizlice sızıp bir ağaca bildirilerini asmak gibi çılgınca bir planın gönüllülerindendir Nemeçsek. Öyle ya, madem ki onlar “Pal Sokağı Çocukları”nın kalesine girip bayraklarını çalmışlardır, buna karşılık vermek şarttır! Gözcüler tarafından fark edilip kuşatıldıklarında, korkuyla saklandıkları yerde bile gülmeyi ihmal etmez. Tehlikenin farkında olmadığından mı? Yoo, onun da diğer arkadaşları gibi ödü kopmaktadır. Ama, bir işe gönüllü olmanın, başına gelecekleri de ahlayıp vahlamadan kabul etmek olduğunu bilendir Nemeçsek. Gene de paylanacaktır zavallı, “nazik koşulları yeterince ciddiye almadığı” gerekçesiyle.

Nemeçsek, Nemeçsek… hayat ciddi bir şeydir çocuğum. Bunu bildiğini, kendini umursayarak göstersene, ayağını yere basıp kendini sakınsana… Aklını Nemeçsek, aklını kullansana…

Botanik Bahçesi harekâtı, “bizimkilerin” çok acı bir gerçeğe tanık olmaları sonucunu verecektir. Bir arkadaşları, “hain”dir. “Düşman”ın, Nemeçsek ve arkadaşlarının egemenliği altındaki stratejik oyun alanını, koca arsayı ele geçirme heveslerini gerçeğe dönüştürmelerinde yardımcı olacak, “kale”yi içten sabote edecektir. Nitekim, derhal harekete geçer. Arsanın yanındaki bıçkıevi/kereste deposunun bekçisi Slovak Yano’ya, çocukları arsadan kovması için tam üç sigarayı rüşvet olarak verir ve gidenlerin yerine kendileri gelince, istediği kadar sigara alabileceğini garanti eder. Bu pazarlığı gizlice izleyen biri vardır ama. Nemeçsek, deli gibi koşuşturur dört yana, “komutanları” Boka’yı arar. “Hain”in varlığı ve kimliği ikisinin paylaştığı bir sırdır çünkü, iyice emin olmadan diğer arkadaşlarına söylememişlerdir. Aksilik işte, o başlarının üzerinde dönen felaketi haber vermek için Boka’yı ararken, arsada, Nemeçsek’in üye olduğu bir başka “örgüt”ün Macun Kulüp’ün de toplantısı vardır. Kulüp üyeleri, Sekreter Nemeçsek’e seslenir, toplantıya katılmasını isterler. Oysa, kaybedecek zaman yoktur, onları dinlemez Nemeçsek. Bu disiplinsizliği, en onur kırıcı cezaya çarptırılmasına neden olur. Tutumunun, Macun Kulüp’e okul idaresinin “vurduğu darbe”den kaynaklandığı düşünülür ve “korkak” ilan edilir, adı, Kulüp’ün defterine tamamen küçük harflerle yazılır. Bunu bildiği halde, “tüm arkadaşlarının yazgısı, arsanın geleceği” uğruna damga yemeyi, “kariyer”ini çiğnemeyi gözünü kırpmadan üstlenendir Nemeçsek.

Bak Nemeçsek, bazı kurallar vardır ki, o kuralları koyanları kurtarmak için bile çiğnenemez. Bak Nemeçsek, bazı anlar vardır ki, daha büyük hedefler için çabalamaktansa, küçük tekkenin çorbasını yeğlemelidir insan. Başkaları için, elinin altındaki nimetten olmasana… Aklını Nemeçsek, aklını kullansana…

“Düşman” bir gün bir bakar ki, “Pal Sokağı Çocukları”ndan çalınan bayrak, koydukları yerde yok. Yerdeki yabancı ayak izleri, şaşırtıcı küçüklüktedir. Kim olabilir? Kim, “düşman” elindeki bayrağı onur sorunu yapıp, geri almak için üssü basmaya cesaret edebilir? “Hain” şaşkındır, “olamaz” der, “onların içinde böyle yürekli biri yoktur”. Altında toplandıkları ağaçtan iner Nemeçsek. “Var!” Hiçbir başarıyı kendine mal etmeyi bilmeyendir Nemeçsek, kimsenin haberi olmadan, kimse tarafından görevlendirilmeden başardığı şeylerin altına imzasını “kollektif” diye atandır. Şöyle izah eder orada bulunuşunu: “Benim gibi basit bir erin bile bunu yapması, ‘Pal Sokağı Çocukları’nın gözünü budaktan sakınmadığını gösterir.” Her şeyi paylaşmakla da yetinmez, kendisine pay almadan arkadaşlarına verir. Önemli olan, “Pal Sokağı Çocukları”dır onun dışında bir Nemeçsek yoktur.

O kitabın adı niye “Nemeçsek” olmasındı Nemeçsek? Kim farkına varacak, romandaki bir sürü isimden birinin. Sana, yazılacak bir başka romanda rol bile vermezler, öyle siliksin ki. Adının altını çizsene, yaptıklarını da, yapılanları da sahiplensene, piyasanı yaratsana, kendini önemsesene, öne çıksana… Aklını Nemeçsek, aklını kullansana…

Bu kahramanlığının karşılığını görür elbet Nemeçsek. Suya atılır. Üşür, çok üşür. Derken, kesin bir hesaplaşmaya karar verilir. “Düşman”, kaleyi fethetmek üzere saldıracağı günü ve saati bildirir. Büyük savaş randevusu! Savunma hazırlıkları yapılırken, Nemeçsek’in ayakta duracak hali yoktur. Zatürree, zaten zayıf olan vücuduna öldürücü darbeler indirmeye başlamıştır. Bir adam gelir arsaya. “Hain”in babası. Oğlu, ihaneti nedeniyle arkadaşları tarafından dışlandığını söylemiştir ve onun böyle bir şey yapacağına inanamayan adam, gerçeği öğrenmek istemektedir. Eğer ihaneti doğruysa, oğlunu şiddetle cezalandıracaktır. Kesin yanıtı verebilecek tek tanık, Nemeçsek’tir. Diğerlerine o söylemiştir böyle bir şey olduğunu. Sorulur. Adamın kaygı dolu gözlerine bakarak, kendisini yalancı konumuna düşüren yalanı söyleyebilendir Nemeçsek: “Hayır, oğlunuz hain değil!” Ve yere yığılırken, alaylı, hakaret, itham yüklü sözler çarpar kulaklarına…

Hiç öğrenemeyeceksin Nemeçsek, ne zaman yalan ne zaman gerçek zarar verir insana. Bir yolunu bulup, hep kendini zora düşüreni yapıyorsun. Neyi nerede söyleyeceğini bir sakınma refleksine dönüştürsene, “dürüst adımı küçük harflerle yazdılar” üzüntüsünden kurtulmaya baksana… Aklını Nemeçsek, aklını kullansana…

Savaş sürerken Nemeçsek ölüm döşeğindedir. Yapayalnız, kahrediyor. Kahrediyor, eriyip gidişine değil, arkadaşları savaşırken kendisinin yatağa çakılmasına, orada olamamasına. “Düşman”ın bitirici hamlesini yapmaya doğru durdurulamadan ilerleyen iriyarı lider, birden kendini yerde buluyor. Son gücünü kullanarak arsaya gelen mucize fedakârlığıdır, hayatını hiçe saymadır Nemeçsek. “Kale” kurtulmuştur. Sonra, ölür Nemeçsek. Ölür!

Ah Nemeçsek, seni aptal çocuk… Arkadaşların çok üzüldü sana. İtibarını da iade ettiler. “Düşman”, saygı duruşu yaptı ardından. “Komutan”ın ağladı. Akşam, her akşam gibi, evlerine döndüler ama n’aber? Derslerini aksatmadılar. Büyüyünce ne olacaklarını hep düşündüler. Onlar biliyorlardı bu yaşananların çocukluk çağı oyunlarından olduğunu. Oyun be Nemeçsek, oyun. Sen, bugünün ötesinde bir yarın olduğunu hiç anlayamadın, aklına bile getirmedin küçük sersem. “Büyüyünce ne olacağım” kaygısı hiç geçmedi kafandan, onun için planlar yapmadın. Hayatın gerçeklerine ters düştün arkadaşlarından, oyununuzdan, kalenizi savunmaktan başka şeyi görmedi gözün. Her çocuk, böyle grup oyunları oynar elbet, ama bu, gerçek dünyadaki geleceğini, bugünü iyi yaşamasını unutturur mu yavrum? Ha, iyi ki göremedin, o arsaya inşaat yaptılar. Ölümüne savunduğun “kale”, yıkıldı bir günde, n’aber? Başkalarına, savunduğun değerlere, arkadaşlığa, paylaşmaya adadın kendini ve büyüyemeden öldün gittin işte… Kim anımsar seni, kim umursar ki zaten ölene kadar rütben bile olmadı, arkanda bir dikili ağaç bırakacak kadar bile yaşamadın be çocuk.

Büyüseydin ya Nemeçsek, oyuna kendini bu kadar kaptırmasaydın ya… Kendini biraz düşünseydin, sakınsaydın… Aklını Nemeçsek, aklını kullansaydın. Biliyor musun, sen hep çocuk kaldın ve artık bunu değiştirmek için çok geç küçük budala…

Kayıp Mezarlar; Büyük Hun İmparatoru Atilla´nın mezarı nerede?

Nemrut Dağı´nda Commenege Kralı Antioch´un, Macaristan ovalarında ise Büyük Hun İmparatoru Attila´nın mezarları gizli; Kayıp Mezarlar İnsanlık tarihine damgasını vurmuş büyük liderlerin çoğunun mezarlarının yeri belli değildir.

Perikles´in, Sokrat´ın, Sezar´ın, Cengiz Han´ın, bazı önemli Mısır firavunlarının, Hz. İsa´nın, Kleopatra´nın ve daha sayısız tarihi ismin nereye gömüldükleri belli değildir veya özellikle gizlenmiştir. Anadolu´da da böyle gizli mezarlar var; en önemlilerinden birisi ise Nemrut Dağı´nda saklı; Commegene Kralı I. Antioch´un mezarı bulunamıyor ve Avrupa fatihi Büyük Attila´nın mezarı da bulunamıyor. Başkent Ankara´nın 400 km. güneydoğusunda, Anti-Torosların ucunda, 2.500 m. yüksekliğinde koni biçiminde, volkanik bir dağ vardır. Dağın adı Nemrud Dağı veya Nemrud´un Dağı´dır. Dağ göründüğü kadar konuksever değildir, kapalı bir bölgede, çelişkili bir iklimdedir. Gündüz sıcaklığının 40 dereceyi aştığı bir günün gecesinde, soğuktan donabilirsiniz. Nemrud´da gölge verecek bir ağaç ve bir su kaynağı yoktur, zirve bazen çok sert rüzgarlı, bazen sağnak yağmurlu, bazen kör edici bir toz fırtınası altında ya da karlı ve buzludur. Bunlara karşın, son yıllarda, ülke turizminin odak noktalarından birisi haline gelen Nemrud Dağı´nda belki dünyanın en güzel gündoğumu ve günbatımı izlenebilir, doğanın inanılmaz renklerle süslü mega-showlarından birisi oradadır… Dev anıt-mezar…

2000 yıl önce yaşayan, Commanege Kralı I. Antioch´un yükselişi, Büyük İskender´e benzetilebilir hatta ondan daha öteye geçerek, İskender´in yapamadığını yapmış ve üçer metre yüksekliğinde heykellerin çevrelediği dev bir mezar-anıtı yaptırmıştır. Antioch, kralın özel adlarından biridir, MÖ 1.Yüzyıl´da Antioch´un krallığı düzenli ama önemsizdi. Commanege Krallığı, Batıda Roma İmparatorluğu´nun, doğuda Part Krallığı´nın arasında tampon bir bölgeydi. Roma generali Pompei, uzun barış görüşmeleri sonucunda, ancak MÖ 64´de Antioch´la bir anlaşma yapabildi. Kısacası, Antioch ve Commanege Krallığı´nın tarihteki yeri ve ünü, Nemrud Dağı tapınağı kadar önemli olamamış ve tanınamamıştır. Antioch´un mimarları ve işçileri dev kaya kütlelerini yontarak kuzeye, doğuya ve batıya bakan üç büyük avlu veya teras inşa ettiler. Teraslara 7-8 m. boyunda dev heykeller konuldu, Antioch kendisi ve yakınları için bir tanrılar galerisi yani Panteon yaptırmıştı. Tanrı heykellerinin bulunduğu terasların çevrelediği zirve göksel tahtın simgesiydi yani büyük tanrı Zeus´un ve Kral Antioch, Nemrud´un tepesinde kendi krallığını, tanrıların ülkesi biçiminde ölümsüzleştirmeyi amaçlamış ve başarmıştı. Herşey yerinde ama Kral nerede?

Kaçınılmaz olarak, yüzyıllar geçerken heykeller yıkıldılar, bazıları yok oldu, bazıları ise tanınmaz hale geldiler, yerde duran heykel-tanrı başları bugün durmaktadır. Buna rağmen, arkeologları mutlu edecek kadar kalıntı durmaktadır ve bu şekilde tapınağın genel planı çizilebilmiştir. Doğu terasında, Pers stili görkemli bir ateş-sunağı vardır, ortada tanrıların babası Zeus´un yeri, onun sağında bereket tanrıçası, solunda kendisinin de tanrı olduğuna inanan sakallı Antioch vardır, yanlarında ise Apollo-Mitra ile Herkül-Artagne´nin heykelleri yer alır. Diğer teraslarda da, çeşitli Yunan ve Pers tanrıları görülür, Antioch´un rahipleri teraslarda her ay ayinler yaparlar, kurbanlar keserler, şarkılar söylenir, dans edilirdi. Batı terasındaki tanrı heykellerinin arasında yine Antioch vardır ama bu kez sakalsız olarak. Buraya kadar herşey normal ve tapınak orada duruyor ama Antioch nerede? Commenege Kralı I. Antioch´un anıt-mezarı nerede? Tüm Nemrut Dağı, onun için yapıldığı halde Kral´ın kutsal mezarı nereye saklı? Yirmi yıl süren çaba…

Bazı arkeologlar yaşamlarını mezarı bulmaya adadılar, New York´lu arkeolog Theresa Goell, Dr. Friedrich Doerner ile beraber 1953-1973 arasında 20 yıl süreyle Nemrut´da kazılar yaptı. Goell´in çizimleri hala bütünüyle yayınlanmış değildir ama hemen tüm tapınağın orjinal halini resimlemeyi başarmış, yazıtları deşifre etmiş, heykelleri tanımlamış ve bir Yunan horoskopunu (Astrolojik gök haritası) tanımlamıştı. Ve horoskopta 7 Temmuz MÖ 62 veya 63 yılı tarihlenmişti. Ama, Theresa Goell ve ekibi tüm çabalarına rağmen Antioch´un mezarının girişini bulmayı başaramadılar ve arkeolog 1985´de 84 yaşında öldüğünde hayal kırıklığı içindeydi. Dağı tümülüsünün sert kaya çekirdeği kazılırken Goell, kuşkuluydu ama girişin buradan olacağına inanıyordu ama höyüğün altına doğru yapılan tüm tünel kazma çabaları boşa gitti.

Küçük taşlardan oluşan çığlar, uğursuzca peşpeşe geliyor ve tünel kazılamıyordu. Höyük yumurta büyüklüğünde milyonlarca taştan oluşmuştu ve içine girmeye çalışmak dev bir kum tepesini kürekle boşaltma çabasına benziyordu. Sonunda pes edildi ve Antioch´un gizemi çözülemedi. Mezar bir gün bulunacak! Yeni bir maceraya henüz girilmedi, Theresa Goell gerekeni yapmış ve tüm enerjisini doğu terasına harcamıştı ama acaba tercihi doğru muydu? Geride daha iki teras vardı, mezar onların birisinde olamaz mıydı? Antik dünyada, güneşe ibadet ritüelinin kökeninde, doğunun aksine batı ölümle simgelenir, bütünleştirilirdi. Alışıldığı gibi, bir kentin batı kapısı gömü oluşumunun girişi olmalıydı. Öyleyse Antioch, batı yönüne mi gömüldü? Hangisi olursa olsun, ortada şeytani bir yanıltmanın izleri görülüyor. Fakat, henüz teknolojinin son ürünleri Nemrut´a ulaşmış değil ve uygun gün geldiğinde süper teknoloji Nemrud Dağı´nın ters yüz ederek sakladığı gizemi ortaya çıkaracak ama o güne kadar da mezarı ve Antioch´u göründüğü kadarıyla kimse rahatsız edemeyecek.

Attila´nın mezarı da bilinmiyor; İkinci kayıp mezar Büyük Hun İmparatoru Attila´ya ait. Evet, Attila´dan, 5. Yüzyıl´ın başlarında tüm Avrupa´yı titreten Attila´dan söz ediyoruz. Attila, beraberindeki Asyalılar ve Slavlardan oluşan dev bir ordu ile, Roma İmparatorluğu parçalamayı başardı, dev imparatorluğu öylesine hırpalamıştı ki, ardından gelen Alaric zayıflayan Roma´yı fazla zorlanmadan yıktı. Yirmi yıl boyunca Attila, Orta Avrupa´da oturarak Hazar Denizi´nden başlayıp, Ren Nehri´nde biten dev bir imparatorluğu yönetti. MS 451´de Attila, Tuna´dan, Galya´ya uzanan bir harekata başladı. İçlerinde batılı Hıristiyanların, Balkan uluslarının ve hatta Batı Anadolu´dan gelenlerin bulunduğu birleşik ordular oluşturdu. Attila, eğitimli bir asker veya bir general değildi ama doğal kurnazlığın doruğunda usta bir taktisyendi. Nitekim, Galya´da ummadığı bir direnişle karşılaşınca kendisini ve ordularını hiç zorlamadı, bu işi sonraya bırakarak yavaş yavaş geri çekildi ve bir yıl bekledikten sonra İtalya´ya yöneldi. Kuzey İtalya´ya bir kasırga gibi girerek, Padua, Verona ve Milano başta olmak sayısız yerleşim merkezini neredeyse haritadan sildi. Venedik´e ulaştığında, halk kenti terketmişti ve Attila´dan çok önce kurulmuş olan antik Venedik tarihten silinmek üzereydi ve sıra Roma´ya gelecekti.

Ama nedeni hala bilinmiyor Attila son anda durdu ve ordusunu Po Ovası´na yayarak Papa ile görüşmeyi kabul etti. Tarihin en önemli görüşmelerinden birisi, Po Irmağı kıyısında sıcak bir yaz günü yapıldı, iki adam buluştuklarında Papa´nın yanında sadece ilahi söyleyen birkaç rahipten başka kimse yoktu. Neler konuşuldu, birbirlerine neler söylediler? Bunu kimse bilmiyor ve bilemeyecek ama Attila´nın tavrını değiştirmesi etkilendiğinin kanıtı. Vatikan kaynaklarına göre, Papa Attila´ya, Roma´yı yok ettiği takdirde ruhunun ölümsüz olamayacağını söylemişti. Belki de, Papa bu dev birleşik ordunun daima ona bağlı kalmayacağını söyledi. Şu veya bu, sonuçta Attila ertesi gün karargahını topladı ve hızla geri çekilirken rivayete göre; “Tanrı´nın Annesi´ni barış içinde bırakıyorum.” dedi. Roma Elçisi, cenazenin tanığı oldu; Attila poligamdı, sayısız karısı vardı ve sonraki kışın başında yeni bir evliliğe karar verdi. Gelin, başdöndürücü bir güzelliği olan İldico adlı bir Alman kızıydı. Düğün törenini, ordularını yöneten komutanları toplayıp baharda çıkacakları savaşın kampanyasına rastlattı. Düğün gecesi tam bir safahat yaşandı, Attila o kadar çok içmişti ki, birkaç kez burun kanaması geçirdi ve sabaha karşı gelinin çığlıklarına koşanlar Attila´yı ölü buldular; büyük bir olasılıkla kanamadan boğularak ölmüştü. Roma kroniklerinde yazdığına göre Meryem Ana, Roma´yı kurtararak Attila´yı cehenneme yollamıştı, Roma´da bayram ilan edildi, günlerce kutlamalar yapıldı. Attila´nın cesedi geleneksel yas dönemi sırasındı cenaze hazırlıkları yapılıyordu. Sonrasını Roma elçisi Priscus´un ağzından dinleyelim; ” Geleneklerine göre, Attila´nın saçlarının bir kısmını kestiler, korkunç savaş yaralarıyla dolu yüzünü örttüler. Bütün büyük komutanlar ağlıyordu ama bu ağlayış kadınca bir sızlanma ve gözyaşı değildi, acımasız ama mert olan bu korkunç savaşçılar kendi kanlarını akıtarak yas tutuyorlardı… Ovanın ortasında dev bir ipek çadır yürüyordu, çadır sayısız arabanın üzerine kuruluydu ve Attila´nın cesedi çadırın önüne yatıyordu, cansız yatarken bile saygı duyuluyor, korku veriyordu. Seçkin Hun süvarileri çevresindeydiler sanki Roma hipodromunda yapılan muhteşem bir araba yarışındaydık ama burada hiç insan sesi yoktu. Koca ovada kimse konuşmuyordu, sadece tekerlek gıcırtıları, nal sesleri, at kişnemeleri, silah şakırtıları ve perde perde yükselen yas ilahileri, cenaze şarkıları duyuluyordu, yüzbinlerce insanın liderlerine böylesine bir saygı gösterdiği hiç görülmemişti. Yas töreninin ardından “Strava” adı verilen sızlanma ve inleme töreni yapıldı. Irk, inanç ve dil farklılıklarına sahip bu kadar çok insanın çeşitli duygular içinde olmalarına rağmen tek bir noktaya böylesine odaklanması inanılmazdı. Hun geleneklerine göre sonra, eğlence başladı; ölümü eğlenerek kutluyorlardı ve eğlence sırasında gömü yapılacaktı. Aslında eğlence, gömüyü saklamanın bir yoluydu, geceyarısı Attila önce altın bir tabuta kondu, altın tabut gümüş bir tabuta, ikisi birden sonunda demir bir tabuta kondu. Bu uygulama ancak çok büyük krallar için yapılırdı, demir kralın fethettiği ülkeleri, altın ve gümüş ise onun şerefini, gücünü ve imparatorluklarını simgeliyordu.

Attila´nın düşmanlarından alınan silahlar, sayısız mücevher ve takı tabutun yanına kondu, bir kral için gereken herşey ona sunuldu. Artık sıra onu insanların merakından uzak tutmaktaydı. Tüm bu hazırlığı yapanlar ve tabutla, eşyaları mezara taşıyanlar boğazlandılar, çalışmalarının karşılığı mezarın gizli kalması için hayatları alınarak ödenmişti. Sadece hemen ölmeleri için çabuk davranıldı…” Priscus bu kadar yazıyor; bilindiği kadarıyla tarihte çok az kral veya imparator bu kadar zenginlikle beraber gömüldü. Başka kaynaklara göre, tüm Avrupa´yı yağmalayan Hunlar´ın elindeki zenginliği ölçmek bugün dahi mümkün değil. Tabutu ve hazineleri mezara ***ürüp, gömenlerin öldürülmesi çok eski bir Asya geleneğiydi. Gerek Türk-Moğol İmparatoru Cengiz Han, gerekse de Çin İmparatoru Qin Shi Huang Di bilinen iki örnektir, her ikisi de böyle gömüldüler, Çin İmparatoru´nun mezarı bir raslantıyla bulundu, çevresi ölülerle doluydu, Cengiz Han´ın mezarı da Attila´nın ki gibi bulunmuş değil. Aradan 15 yüzyıl geçti ve Attila hala bir yerde yatıyor ve keşfedilmeyi bekliyor. Nerede olabilir? Gizli mezar, Macaristan´da mı? Şimdi soruları sıraya dizelim; öncelikle Attila´nın son karargahının nerede olduğunu bilmemiz gerekiyor. Düğün acaba orada mı yapıldı? Eğer öyleyse ölümden sonra nereye gidildi, ne kadar yol alındı, gömü eğlencesine kadar süren yas dönemi kaç gün sürdü? Ve nerede durulup, eğlenceye ve gömü törenine geçildi?

Elçi Priscus, cenazeyi ziyaret ettiğini yazıyor, orada bulunan basit bir ahşap yapıdan da söz ediyor, ama nerede? Hiçbir iz kalmadı mı? Priscus´un yazılarında bir tek ipucu var; Romalı elçi, Tigas, Tiphesas ve Drekon nehirlerini geçtiklerinden söz ediyor ama nereden geçtiler? Birçok tarihçi, Priscus´un geçtiği ana ırmağın Macaristan´daki Tisza Irmağı veya Theiss olduğu düşüncesinde ve Attila´nın karargahının Körös´un kuzeyindeki stepte olabileceğini ve Tisza oradan geçiyor. Burası bugünkü Budapeşte´nin doğu bölgesinde yer alıyor. Priscus´dan yapılan sonraki alıntılarda isimlerin hatalı kopya edildiği de düşünülüyor. Ortak görüş Budapeşte bölgesinde ama bu yetersiz çünkü orası çok büyük bir yer… Bugüne kadar Attila´nın mezarını bulmak için hiç resmi bir araştırma bilindiği kadarıyla organize edilmedi. Ama bunu yapmak zaten imkansız gibi, ot tarlasında bir toplu iğneyi aramaya benziyor. Demirperde döneminde bu hiç düşünülemezdi, şimdi daha kolay ama nasıl ve kim tarafından aranacak?

Nazi Almanyası egemenliğinde, gizemli konuları araştırmakla görevli bir SS grubunun, Attila´nın mezarı başta olmak üzere, bazı gizemleri araştırdığı söylentileri savaştan sonra duyulmuştu ama hiçbir kanıt ele geçirilemedi. Hepsi bu kadar; göründüğü kadarıyla kazara bulunmadığı takdirde Attila´nın ölümlü kalıntısı ve hazineleri yerinde kalacaklar. Bir minik olasılık daha var; gizli hazine avcılarının mezarı bulup, soymuş olmaları ve Attila´nın tabutunun ve de hazinelerinin şu anda bilinmeyen bir antika tutkunu milyarderin gizli yerinde saklı olmaları… Attila´nın mezarı için bunu düşünebiliriz ama Nemrut Dağı´ndaki Antioch´un mezarının en azından Cumhuriyet döneminde soyulmadığını biliyor gibiyiz… Ama, yine de aklımıza getirmeden edemiyoruz… Acaba?

Kaynaklar: * “Throne Above the Euphrates” Theresa Goell; National Geographic Magazine, 119. cilt, No:3-Mart 1961 * “The Age of Attila” Ann Arbor; Michigan Üniversitesi Yayınları, 1960 (Priscus çevirileri için) * “History of Attila and the Huns” Oxford Yayınları, Clarendon Press, 1948

“Sağırlar Kenti”

tarikela“Çok eski zamanlardan birinde, yüce dağlar arasında gizlenmiş şirin bir kent varmış. Bu kentin sakinlerinin hepsi sağırmış. Her işlerini normal olarak görebilen bu insanların tek kusuru sağır olmalarıymış ve bu nedenle de çok zor anlaşırlarmış. Günlerden bir gün, bu kentte yaşayan insanlardan birinin keçileri kaybolmuş. Keçilerin peşinde dolaşırken, tarlasını süren bir köylü ile karşılaşmış. Selam vermiş: “Merhaba dostum. Bu taraflarda üç keçi gördün mü?” Tabii bu yöredeki tüm insanlar gibi, ikisi de sağırmış. O nedenle birinin ne dediğini öbürü anlayamıyormuş: ”Ne istiyorsun?” diye bağırmış tarlasını süren köylü. “Bu tarla benim malım. Taa şu ağaca kadar”. Eliyle uzaktaki bir ağacı göstermiş. Keçilerini arayan adam ise kendi sorusuna yanıt aldığını zannederek gösterilen yöne doğru gitmiş. Tesadüf bu ya, keçiler de gerçekten o taraftaymış. dönüşte tarlasını süren köylünün yanında tekrar durmuş: ”Sağ ol kardeşim. Bana büyük bir iyilik yaptın. Bu iyiliğin nedeniyle sana şu ayağı aksayan keçi yavrusunu hediye ediyorum” deyip yavruyu göstermiş. Köylü ise korkmuş. Keçi sahibinin kendisini suçladığını sanmış. “Yemin ederim ben senin keçilerini hiç görmedim. Bu keçi yavrusuna dokunmadım bile. Nasıl zarar verebilirim? Topallıyorsa suç bende değil!” Karşılıklı bağırmaya başlamışlar, ama biri ötekinin ne dediğini duymadığı için anlayamıyormuş. Derken atlı bir adam görmüşler ve durdurup ondan arabuluculuk yapmasını istemişler. “Olay şöyle oldu” diye başlamış keçilerin sahibi. “Benim keçilerim kaybolmuştu. Ben de onları aramaya başlamıştım. Bu adam bana keçilerin ne tarafa gittiğini gösterdi. Dönerken ben de şu yavru keçiyi ona armağan etmek istedim. Ama bunu az buluyor, daha büyüğünü istiyor.” Köylü de şunları söylemiş: ”Ben burada sakin sakin toprağımı sürüyordum. Sonra bu adam çıkageldi. Bu toprağın kimin olduğunu sordu. Bende şu ağaca kadar benim dedim. Sonra o yöne doğru gitti. Dönerken üç tane keçi vardı yanında. Bunlardan birinin ayağı topallıyor. Benim ona zarar verdiğimi sanıyor, beni suçluyor. Bunlardan birine bile elimi sürmüşsem tanrı en büyük cezayı versin bana! Sana yalvarıyorum, şu atından in de bu adamı ikna et” deyip atın dizginlerini tutmuş. Bu sefer de atlı sinirlenmiş. Bağırmaya başlamış: ”Ne diye çekiyorsun atımı! Bu at benim. Daha ufacık taydı aldığımda, elimde büyüdü! Sana ne diye vereyim!” Sonra üçü birden itişip kakışmaya başlamışlar. Bir süre sonra nihayet kadıya gitmeyi akıl etmişler. Üçü de sırayla olayı kendince anlatmış. Kadı başını sallamış. Ama tabii o da kentin bütün sakinleri gibi sağırmış. “Madem üçünüz birden ayın artık hilal olduğunu söylüyorsunuz, demek ki yarın bayrama başlayabiliriz.” Üç kavgacı birbirine bakmış. ”Barışmazsak kadı üçümüzü de falakaya yatıracak galiba” diye düşünmüşler ve sessizce dağılmışlar.

Masallar diyarı Bazen yaşadığım bu kentin sokaklarında alışveriş ederken, otobüslerinde yolcular arasında, dost sofralarında, derneklerinde, partilerinde, resmi kurumlarında, kendimi bu “Sağırlar Kenti” masalında hissediyorum. Eh ne de olsa bir Uygur masalı, atalarımızdan yadigar. Ama şimdi ben kentimizin sağırlar diyalogları üzerine iç karartıcı, negatif örnekler vermek yerine, çocukluk günlerimin sımsıcak masallarından söz etmeye daha bir meyilliyim bugün.

Çocukluk günlerimizin masalları rüyalar gibiydi. Masallarda zaman, mekan mefhumu yoktu. Gerçek hayatta olmaz dediğimiz umutlar, arzular gerçek oluyor, yapılan haksızlıklar cezasız kalmıyor, iyiler mutlaka sonunda kazanıyordu. Masallar dünyasında eşyanın bir canı oluyor, insanlar yapıp ettiklerinle kah bulutların üzerine çıkıyor kah yerin yedi kat dibine geçebiliyordu. Develer tellal, pireler berber iken ormanlar kıralı aslan tilkinin oyununa gelebiliyordu. Çirkin kurbağa, prensesin öpücüğü ile güzel bir prense dönüşebiliyor, yoksul ve yetim külkedisi prensin karısı olabiliyordu.

Kış masalları Masal dediğin bir kış görselidir aslında. Şirin bir odada çatır çatır yanan odun sobasının üzerinde baba mısır patlatır ya da kestane pişirirken, anne yün hırka örmekte, dede gazete okurken çocuklar da yer minderinde bağdaş kurmuş can kulağı ile ninenin masallarını dinlemektedirler. İlkokul okuma kitaplarında yer alan bu görsel, kentte yaşayan ben yaştakilerin bazılarının evinde olmayan, ama sınıftaki birçok çocuğun kendi yaşadığı hayatın bir fotoğrafıydı.

Bizim evde de gümüş yaldızlı odun sobası yanardı kışları. Üzerinde de annem mısır patlatır ya da kestane pişirirdi tamam ama masal anlatan babaannemiz ile dedemiz bizle birlikte yaşamazdı. Biz modern çekirdek aile olarak anne baba ve çocuklardan müteşekkildik. Ama yine de şanslıydık. Bayramları babaannemizi ziyarete gittiğimizde biz torunlarına göçmen sobasında (kuzine) patates közlerken, keşkekli ekmek pişirirken anlattığı Keloğlan ve Edi ile Büdü masalları hala hatırımdadır.

Geçende kitapevinde bakınırken Doğan Kardeş Çocuk Kitapları bölümünde “Yaz Masalları” kitabına gözüm ilişti. Yanında Sonbahar, Kış ve İlkbahar Masalları kitapları vardı. “Her Güne Bir Masal” kitabının yazarı sevgili Tarık Demirkan, bir de her mevsime ayrı ayrı masallar derlemiş. Çocuklar gibi sevindim. Gibi diyorum çünkü artık büyüdük! Çocuk sevinçlerimiz, çocuk meraklarımız, çocuk heyecanlarımız, çocuk hayallerimiz bir bir söndü. Çocuklar gibi sevinmemin asıl nedeni de kitabın yazarından ötürü: Her 10 yılda bir kesintiye uğrayan dost görüşmelerimizden sonra kitapevi raflarındaki kitaplar aracılığı ile daha sık görüşmüş gibi olmak çok keyifli.

Geçtiğimiz hafta Tarık Demirkan İzmir’deydi. İzmir Sanat’ın bahçesinde öğrencilik yıllarının dava arkadaşları ile bir arada olmaktan müthiş bir heyecan duyduğunu söylüyor ve İzmir’in hayatındaki önemini anlatıyordu. Dünün gençleri bu günün olgun kişileri olarak geçmişi yad edip, memleketin bu günkü ahvali ve yurt dışından görünen manzarası üzerine fikir alışverişi yapıldı. Telefonlar, e-posta adresleri alındı verildi. Gürültüyle kucaklaşılıp sessizce ayrılındı.

1980 öncesi İzmir’de tanıdığım, 10 yıl aradan sonra Londra’da komşu olduğum Tarık inanılmaz enerjisi, hayata bağlılığı engel tanımaz üretkenliği ile beni hep şaşırtmıştır. Sevgili Tarık Demirkan normal bir insanın hayatında asla karşılaşamayacak, ancak masal kahramanlarının başına gelebilecek türden bir geçmişe rağmen bu gün inanılmaz bir performans ile eserler üretmeye son hızla devam ediyor.

Tarık Demirkan, 1980 öncesi üniversiteli bir genç olarak İzmir’in ilerici yurtsever gençlik hareketlerinde ön saflarda koşarken aldığı bir kurşun yarasının ayaklarına verdiği ağır kaybı hiçbir dönem diline almadı, yapacağını yapmaktan hiçbir şeyi kendisine engel olarak görmedi. Gerçekten insanı şaşırtmaktan öte gıpta edilecek, gurur duyulacak bir yetenek. O dönemlerin içinden veya kıyısından geçen birçok kişinin bu gün hala şu ya da bu şekilde öğünerek ya da yerinerek pirim yapmaya kalktıkları davalar üzerinde takılıp kalmayan Tarık Demirkan, ta o günlerden beri ileriye hep ileriye yönelik üretmeye, tekerlekleri sürmeye yönelik hayallerinin peşinden koşmuştur.

Koşmaya da devam etmektedir. Siyasal mücadeleleri ve politik kişiliği ile Tarık, bekli de hayallerinin zenginliği sayesinde umudunu yitirmedi ve masalların büyüsüne inandığı içindir ki çocuk kitaplarına yöneldi. Yalnızca çocukların değil biz büyüklerin de tahayyüllerini zenginleştiren ve uğrunda peşinden gideceğimiz hayaller kurduran masalların sihirli sözlerine ihtiyacımız var. Hayal etmek, gerçekleşmesini istemek, gerçekleşmesi için mücadeleye inanmak ve engelleri aşmak. İstersek olur. Bu mümkün!

Her Güne Bir Masal, Derleyen ve çeviren: Tarık Demirkan (Sayfa 19, Sağırlar Kenti) Tarık Demirkan kimdir? Gazeteci, yazar, çevirmen. Çocuklar için “masallar”, büyükler için “meseller” yazdı, yazılanları Türkçe’ye çevirdi. “Her Güne Bir Masal”, “Dünya Hayvan Masalları”, “Dünyanın En Güzel Masalları”, “İlkbahar Masları”, “Yaz Masalları”, “Sonbahar Masalları”, “Kış Masalları”, “Pal Sokağı Çocukları” çocukların en sevdiği kitaplar oldu. “Macar Turancıları”, “Bitirilmemiş Devrim Diye Diye” gibi telif eserlerin yanı sıra, “Hunlar ve Attila”, “Doğu Avrupa’da Özelleştirme”, “Doğu Avrupa Devrimleri”, “Doğu Avrupa Halk Demokrasileri Tarihi”, “1913 Anadolu” kitaplarını da Türkçe’ye kazandırdı. Budapeşte Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Dünya Ekonomisi Bölümü’nde doktorasını sundu. Televizyonculuk, radyoculuk yaptı. 1957 yılında Karadeniz’in küçük bir kasabası olan Bartın’da başladığı yaşam macerasını, sırasıyla İzmir, Budapeşte, Londra ve İstanbul’da sürdürdü. Şu an Budapeşte’de yaşıyor, serbest gazetecilik yapıyor. BBC Radyosu Türkçe yayınlarına ve CNN Türk’e yaşadığı bölgeden haberler aktarıyor. Bir Macar radyosunda Orient Ekspres adıyla Doğu – Batı kültürel ilişkilerini ele alan ve Türk Müziğini tanıtan bir program hazırlayıp sunuyor. Evli, hayatının en güzel masalı olarak tanıttığı 9 yaşında bir kızı var.

Fergül Yücel 02.08.2009 kentyasam.com

Bir sergi, bir kitap: ‘Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler’ – Şefika G. Kamcez

Geçtiğimiz aylarda Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret edenleri burada bir sürpriz bekliyordu. Türk-Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler adını taşıyan derli toplu ve başarılı bir sergiyle, aynı adlı bir kitap. Kitapta temel olarak Camlı Köşk’te 2 Mayıs-5 Temmuz 2009 arasında açık kalan sergide yer alan unsurlar, Türk Macar ilişkileri fonunda, sondan başa doğru bir zamandizinsel sıra ile anlatılıyor. Böylece tarih boyunca Türk Macar ilişkilerini, tarihi ya da sanatsal değeri olan objelere bakarak görsel bir zenginlik içinde okumak olanağı doğuyor. Yani siyasi tarihe paralel olarak sanat tarihi de gözler önüne seriliyor. Bilindiği gibi Macarlar ve Türkler’in (bin yıllık eski tarih bir yana bırakılırsa) tanışıklığı Mohaç Savaşı’ndan sonra Osmanlıların Macaristan’a yerleşmesiyle başladı.

Daha sonra çeşitli dönemlerde, Osmanlılar Macar ulusal kahramanlarına kucak açtılar. Kitap boyunca sezdirildiği gibi Türk-Macar ilişkileri bütün bu dönemler boyunca hep bir dostluk havasında geçti. Kitap günümüzdeki Budapeşte Lóránd Eötvös Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümünün kuruluşuyla başlıyor. Avrupa’da Slav, Latin ve Germenler arasında sıkışmış olan Macarlar öteden beri kendi kökenlerini araştırmaya önem vermişlerdir. Bu çalışmaların sonuçlarından biri olarak, dünyada ilk Türkoloji bölümü 1870’de Budapeşte Üniversitesi’nde bir disiplin haline gelmişti. İkinci bölümde Atatürk döneminde Macaristan’ın Türk inkılâbına bakışı ve heyecanla karşılayışı ele alınıyor. Daha sonra biraz daha geriye gidilerek, 1848-1849 Macar özgürlük savaşçılarından Polonyalı general Bem’in (Murat Paşa) Rus ordusuna yenilip Osmanlı Devleti’ne iltica ettikten sonraki yaşamı ele alınıyor. Osmanlılar tarihte birçok kez olduğu gibi yine bir Macar özgürlük savaşçısına, Murat Paşa’ya da kucak açmışlardı. Sergide orijinali görülebilen ve Sultan Abdülhamid’e Macaristan’dan gönderilen armağan sandığın mahiyeti bol fotoğraflı olarak anlatılıyor. Macar halk sanatında önemli yeri olan ahşap boyamacılık örneği bu av sandığının içi de çeşitli sanat ürünleriyle doludur. Osmanlıların 16. yy.’da fethettiği ve marşlara, şarkılara ilham olmuş Estergon Kalesi’nin sancağına da kitapta yer veriliyor. 16. yüzyıldan kalma, artık parlaklığını oldukça yitirmiş olmakla birlikte, canlı kırmızı renkte olduğu anlaşılan bu sancak 3.20 metre boyunda ve ipek dokuma. Avusturya-Macaristan imparatorunun İstanbul’u 1. Dünya Savaşı yıllarında (1918) ziyareti ayrı bir başlık oluşturuyor. Kitapta anlatılan belgelerde bu ziyaretle ilgili karşılama töreninden yenen yemeklere kadar birçok bilgiyi bulmak mümkün. 1.Dünya Savaşı dönemiyle ilgili olarak, İttifak Devletleri’ni ifade etmek üzere yapılmış çekmeceli ahşap kutu ve anı albümü, hem sergide hem kitapta önemli bir yer tutuyor. Dönemin sanat anlayışını da ortaya koyan bu kutu, padişah V. Mehmet Reşat’a armağan olarak sunulmuştu.

Dolmabahçe sarayı içindeki Abdülmecit Efendi Kütüphanesi’nde yer almaktadır. Bilindiği gibi hem Osmanlılar hem de Macarlar İttifak Devletleri arasında yer alıyordu. Daha sonra 93 Harbi olarak bilinen savaşın öncesinde Macarların Türklere verdiği destek anlatılıyor. Bu kapsamda Dr. Béla Erődi’nin18 Kasım 1876 tarihinde Macar Muharrirleri Cemiyeti’nde yaptığı konuşmaya değiniliyor. Elbette ünlü Macar besteci Béla Bartók’un Anadolu’daki türkü derlemeleri ile Türk ve Macar müzikleri arasındaki kimi melodik benzerlikler de kitapta önemli bölümlerden birini oluşturuyor. Bartok 1936’da Adnan Saygun’un davetlisi olarak Anadolu’yu gezmiş, incelediği 90 ezgiden 20’sinin Macar müziklerine çok benzediğini bulmuştu. Bu kitapla daha önce Türk Macar Dostluk Derneği’nin yayınladığını gördüğümüz Türkçe-Macarca çift dilli kitaplara bir yenisi eklenmiş oluyor. Macaristan’la ticari ilişkisi nedeniyle Macarca öğrenmeye çalışan bir arkadaşım en büyük yararı çift dilli kitaplardan gördüğünü söylemişti. Zira, ders aldığı kişinin öğrettiği Macarca standart Macarca olmadığından, başına birkaç tatsız ve komik olay gelmiş Macaristan’da. Ancak ben kendi adıma Macarca bilmediğim için kitabın Macarca bölümleri hakkında bir fikir edinemediğimi belirtmeliyim. Ancak en azından Türkçe bölümlerinin büyük bir bilimsel titizlikle hazırlandığını söyleyebilirim. Bu bol resimli ve temiz baskılı kitap, konuya ilgi duyanlar ve sergiyi kaçıranlar için biçilmiş kaftan. ………………………………

Türk – Macar Tarihi İlişkilerinden Kesitler: Fejezetek A Török – Magyar Kapcsolatok Törteneteböl TBMM Milli Saraylar Yayınları Hazırlayan: T. Cengiz Göncü İstanbul 2009, 20×27.5 cm, 303 sayfa

Şefika G. Kamcez

Yüzyılın çalkantılarının sembolü bir Macar

Bolivya’da geçen günlerde darbe hazırlığı yapan bazı radikal sağcıların güvenlik güçleri tarafından kaldıkları otelde öldürüldükleri açıklandı. Haberi daha da ilginç kılan baskında öldürülenlerden birinin Macar olmasıydı. Dünyanın iki farklı coğrafyasını birleştiren gelişmeleri Macaristan’dan Tarık Demirkan anlatıyor:

Orta Avrupa’nın Macaristan’ını, Latin Amerika’nın Bolivya’sıyla dünya haber bültenlerinde yan yana getiren acaba nedir? İşte şimdi anlatacağımız öykü, küreselleşen dünyamızda her şeyin birbirine nasıl süratle bağlandığının ilginç bir örneği. Latin Amerika’nın 8 milyon nüfuslu ülkesi Bolivya’da geçenlerde Cumhurbaşkanı Evo Morales hükümetine darbe hazırlıkları yapan bazı radikal sağcıların güvenlik güçleri tarafından öldürüldükleri açıklandı. Sosyalist cumhurbaşkanına radikal sağcılar suikast hazırlıyorlardı. Bu haber, Latin Amerika’nın çalkantılı siyasi gelişmeleri içinde belki fazla bir ilgi uyandırmayabilirdi. Ama ilginç olan, bu baskında öldürülenlerin ikisinin Macar, birinin de İrlandalı olmasıydı. Evo Morales’e karşı suikast ve darbe hazırlıklarını organize ederken öldürüldüğü iddia edilen ekibin lideri Eduardo Rozsa Flores’ti. Dünyanın iki farklı coğrafyasında bulunan Macaristan ve Bolivya işte onun şahsında buluşmuşlardı. Bolivya’da bir otelde güvenlik güçleri tarafından öldürülen Eduardo Rozsa Flores’in hayat öyküsü aslında yirminci yüzyılın son çeyreğinin tüm önemli gelişmelerinin bir özeti gibi.

Eduardo, Macar Yahudisi ressam bir babanın ve İspanyol asıllı öğretmen bir annenin Latin Amerika’daki evliliklerinin çocuğuydu ve Bolivya’da doğmuştu. Aile 1970’li yıllara kadar Şili’de yaşamış, Salvador Allende’ye karşı yapılan kanlı darbenin ardından, binlerce diğer mülteci gibi Avrupa’ya kaçmıştı. Bolivya ve Macaristan vatandaşı olan Eduardo, Budapeşte’de üniversiteyi bitirdikten sonra gazeteciliğe başlamıştı. O yıllar Doğu Avrupa’da güç dengelerinin hızla değiştiği yıllardı. Berlin Duvarı yıkılmış, Yugoslavya parçalanma sürecine girmişti. Bu dönüşüm Eduardo’nun dünya görüşünü de değiştirecekti. Bir zamanlar kendini, babası gibi komünist olarak tanımlayan ve çocukluğunda Şili’de duvarlara Allende’yi destekleyen sloganlar yazmakla övünen Eduardo artık anarşistti.

Yugoslavya’da savaş muhabirliği yapıyor, İspanyol gazete ve dergilerine Sırpların acımasız savaşı üzerine haberler geçiyordu. Ama Eduardo’nun hamuru, dünyaya sadece seyirci olmak için yoğrulmamıştı. Sırp milislerinin gaddarlığına tanık olduğu bir gün, kalemi bırakıp eline makinalı tüfek aldı. Hırvatların yanında, Sırplara karşı savaşan uluslararası bir tugay kurdu. Ve savaş bittiğinde Eduardo artık Hırvat ordusunun bir binbaşısıydı. Savaştaki üstün hizmetleri nedeniyle Hırvatistan vatandaşlığıyla da ödüllendirilerek, Hırvat ordusunu bırakıp Macaristan’a geri döndü. Aradan geçen yıllar, onun dünyasını yine değiştirmişti: Eduardo artık Müslüman olmuştu. Savaşın tarif edilemez acımasızlığını taşıyamayan yüreği, onun anlatımıyla, her zaman olduğu gibi yine ezilenden yana tavır almıştı. Bu yüzden Bosna’da Müslümanlara yapılanlar nedeniyle Müslüman olduğunu söylüyordu. Eduardo Rozsa Flores Macaristan’da küçük bir köye yerleşip, erken emekliliğini yaşamaya başladı. Müslümanlığın yanı sıra, artık radikal sağcı olduğunu da söylüyordu. Küçük bir bağda şarap yetiştiriyor, blog yazıyor, şiirlerini yayınlıyor, kendi hayatını ve Yugoslav iç savaşını konu alan filmler çeviriyor ve Macar Müslümanlar cemiyetinde çalışıyordu.

Ama dünyadaki çalkantılar onun ruhunda da fırtınalar estirmeye devam ediyordu. Latin Amerika’da Sosyalist hareketlerin başarısı, onun hayatı için ilginç bir final hazırlıyordu: Che Guevara hayranı bir komünist olarak ayrıldığı Latin Amerika’ya Sosyalist düşmanı bir radikal sağcı olarak dönecekti… Nerden geldiği bilinmeyen bir teklif, onu Bolivya’da Evo Morales’e karşı askeri bir ayaklanma, bir darbe hazırlamak için Latin Amerika’ya sürükledi. Ve ardından da yanındaki çekirdek kadrosuyla birlikte, aynen çocukluk kahramanı Che Guevera gibi, büyük bir ihtimalle ihanetler sonucu öldürüldü.

Oradan oraya sürüklenerek tamamladığı yarım yüzyıla bile varmayan hayatında, üç ülkenin de vatandaşı olmuş, ama yerküreyi memleket olarak görmüştü. Büyük devletler arasındaki dev kapışmalarda seyirci olmayı reddeden bir karakterdi Eduardo Rozsa Flores. Başına buyruk kişiliği, tam da bu nedenle ünlü Macar film yönetmeni Jancso Miklos’un dediği gibi, yüzyılımızın çalkantılarının bir sembolüydü. Ölümü ardından, yaşadığı küçük köyde Müslüman, Hıristiyan ve dinsizlerin ortaklaşa düzenlediği mütevazı bir törenle anıldı.

Tarık Demirkan – BBC

Béla Lugosi: Drakula’yı canlandıran ölümsüz aktör

Doğum adı: Béla Ferenc Dezső Blaskó Diğer adları: Arisztid Olt Doğum tarihi: 20 Ekim 1882 Doğum yeri: Lugos Avusturya-Macaristan (şimdiki Lugoj Romanya) Ölüm tarihi: 16 Ağustos 1956 (73 yaşında) Ölüm yeri: Los Angeles California ABD Önemli rolleri: * Kont Dracula – Dracula * Dr. Vitus Werdegast – The Black Cat * Ygor – Son of Frankenstein Béla Lugosi (d. 20 Ekim 1882 – ö. 16 Ağustos 1956)Macar tiyatro oyuncusu ve korku filmi aktörüdür. Bram Stoker’ın klasikleşmiş vampir öyküsü Dracula’nın 1927 tarihli Broadway prodüksiyonunda ve ardından çevrilen 1931 tarihli film versiyonunda oynadığı Kont Dracula rolü ile ün kazanmış sonraki kariyeriyle sembolleşmiştir.

Gençliği Lugosi Paula de Vojnich ile fırıncı olan István Blasko’nun dört çocuğunun en küçüğü olarak o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içindeki Lugos’da (şimdi Romanya’daki Lugoj) doğdu. Asıl adı Béla Ferenc Dezső Blaskó idi. Katolik bir aile içinde büyüdü. Lugosi oyunculuk kariyerine tiyatroda başladı Shakespeare oyunlarında ve başka önemli rollerde oynadı. Macar sessiz filmlerinde Arisztid Olt takma adıyla rol aldı. I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya-Macaristan ordusunda piyade teğmen olarak görev aldı. 1917’de Ilona Szmick ile evlendi ancak eşinin ailesiyle yaşadığı siyasi fikir ayrılıkları sebebiyle 1920’de boşandı. İlk Filmleri Lugosi ilk olarak 1917 tarihli Az ezredes (İngilizce ismi The Colonel (Albay)) isimli filmde rol aldı. Almanya’ya gitmeden önce Macaristan’da 1917 ile 1918 arasında on iki filmde oynadı. Béla Kun’un kurduğu Macar Sovyet Cumhuriyeti’nin 1919’da yıkılmasının ardından sol görüşlü kişiler ile sendikacılar korumasız hale gelmişti. Bir oyuncu sendikasının kuruluşunda yer almış olan Lugosi’nin de filmlerde oynaması yasaklandı. Almanya’da sürgündeyken az sayıda ancak iyi tepkiler alan filmlerde oynadı. Bunların arasında kötü şöhretli Yahudi aktrist Dora Gerson ile birlikte oyadığı Karl May’ın romanlarından uyarlanmış Auf den Trümmern des Paradieses (Cennetin Eşiğinde) ve Die Todeskarawane (Ölüler Kervanı) gibi filmler de vardı. Lugosi Ekim 1920’de Amerika’ya yerleşmek amacıyla Almanya’yı terk etti ve aralık ayında yasa dışı yollardan New Orleans’a girdi. Mart 1921’de Ellis Island’da yasal kontrole tabi tutuldu. Amerika’ya vardığında boyu 185 m. ağırlığı 82 kg. olan Lugosi bir süre işçi olarak çalıştı. Daha sonra New York’taki Macar göçmenlerinin kurduğu tiyatroya girdi.

Amerika’daki ilk önemli rolünü 1923’te J. Gordon Edwards’ın yönettiği The Silent Command (Sessiz Emir) melodramında Edmund Lowe ve Carl Harbaugh ile birlikte oynadı. Lugosi 1929’da San Francisco’lu zengin bir dul olan Beatrice Weeks ile evlenip üç gün sonra boşanınca Hollywood sosyetesinde ve skandallarında yer buldu. Weeks’e göre Lugosi’nin Clara Bow ile ilişkisi vardı. Bram Stoker’ın Dracula romanından Hamilton Deane ve John L. Balderston tarafından yapılan tiyatro uyarlamasında Lugosi başrolü aldı. Horace Liveright’ın yapımcılığını üstlendiği oyun başarılı oldu. Sahnedeki eleştirel övgü alan oyunculuğuna rağmen Lugosi Universal Pictures oyunun haklarını satın alıp 1930’da bir film prodüksiyonu üzerinde çalışmaya başladığında Drakula rolü için ilk düşünülen aktör değildi. Sürüp giden söylentilere göre Universal’in Drakula rolü için ilk tercihi sessiz film aktörü Lon Chaney’di ancak Chaney’in yapımdan hemen önce ölmesi sebebiyle rolü Lugosi aldı. Aslında Chaney’in Metro-Goldwyn-Mayer ile 1925’ten beri devam eden uzun süreli bir sözleşmesi vardı ve stüdyo aktörün Universal’in yapımında rol almasına olumlu bakmıyordu.

Filmi yöneten Browning Chaney ile pek çok projede birlikte çalışmıştı hatta Chaney’in son beş filminin dördünü yönetmişti. Bu durum da Universal’in ilk tercihinin Chaney olduğu iddiasını destekliyordu. Ancak Browning filmi çekmesi düşünülen asıl yönetmen olan Paul Leni’nin ölümü üzerine son anda verilen bir kararla yönetmen seçilmişti. Gerçekte Universal’in rol için ilk tercihi muhtemelen stüdyonun 1928 tarihli filmi The Man Who Laughs’daki rolüyle beğeni toplayan Conrad Veidt’ti. Dracula filminin 1931’deki başarısının ardından Lugosi Universal ile sözleşme imzaladı. 26 Haziran 1931’de de Amerikan vatandaşlığını elde etti. 1933’te üçüncü eşi Lillian Arch ile evlendi. Bela G. Lugosi adında bir oğulları olan çift 20 sene sonra 1953’te boşandı. Tek Rip Roller Lugosi Dracula ile aynı yıl çekilen Frankenstein filminde oynamayı kabul etmedi. Ağır makyaj ile oynanacak olan ve çok az diyaloğa sahip canavar rolünde oynamak istemediği için filmin yönetmeni James Whale tıpkı daha sonra Bride of Frankenstein filmindeki Dr. Pretorius rolünde olacağı gibi Lugosi’nin rolünü Boris Karloff’a verdi. Söylentilere göre aktör ile yönetmen arasında canavarın nasıl yorumlanması gerektiğine ilişkin görüş ayrılığı vardı. Lugosi canavarın Shelley’nin kitabındakine daha yakın bir çizgide diyaloğa sahip olacak şekilde yorumlanması gerektiğini düşünüyordu.

Son dönemde ortaya çıkarılan bir kupür albümünde Lugosi’nin filmde Boris Karloff ile birlikte rol alacağı belirtiliyordu. Bu durum Lugosi’nin filmde canavarı değil Dr. Frankenstein’ı canlandıracağını düşündürmektedir. Ancak yine aynı albümden anlaşıldığı üzere canavarı oynayacak olan Lugosi kendinde yeterli fiziksel kuvveti bulamadı ve stüdyodan başka bir rol istedi. Böylece Frankenstein canavarı rolü Karloff’a verilirken Lugosi de Murders in the Rue Morgue filminde rol aldı. Frankenstein rolü ile bir anda yıldızlaşan Karloff ileriki yıllarda Lugosi’nin en büyük rakibi olacaktı. İkili The Black Cat (1934) The Raven (1935) Son of Frankenstein (1939) (ve ufak cameo rolleriyle yer aldıkları Gift of Gab (1935) gibi pek çok Universal filminde birlikte rol aldı. Rollerinin büyüklüğünden bağımsız olarak afişlerde Lugosi’nin ismi her zaman Karloff’un ardından ikinci sırada yer aldı.

Lugosi’nin Karloff’a karşı tavrı hakkında çeşitli söylentiler vardır. Kimine göre Lugosi Karloff’un uzun süreli başarısını ve korku filmleri haricinde de roller alabilmesini kıskanıyordu. Başka söylentilere göre ise iki aktör en azından bir süre için iyi arkadaş olmuşlardı. Karloff’un bir röportajında belirttiğine göre Lugosi birlikte oynamaya başladıkları ilk dönemde ona güvenmiyordu. Ancak zaman geçtikçe araları düzeldi ve birlikte dostça çalışmaya başladılar. Çok az makyajla ve ağır aksanlı doğal sesiyle canlandırdığı Drakula rolünün ardından Frankenstein rolünü oynayamayan Lugosi daha sonraki kariyerinde Murders in the Rue Morgue The Raven ve Son of Frankenstein gibi Universal yapımı filmler ile White Zombie gibi bağımsız korku filmlerindeki kötü adam karakterlerinden ibaret olan birbirine benzer rollerde oynadı. İmajının bir parçası haline gelen aksanı aynı zamanda oynayabileceği rolleri de kısıtlamaktaydı.

Lugosi’ye The Black Cat (1934) ve The Invisible Ray (1936) filmlerinde kahraman rolleri ile bir macera serisi olan The Return of Chandu’da romantik bir rol verildi ancak üzerindeki tek tip karakter etkisi bu rollerde başarılı olmasını engelledi. Kendisi gibi Macar asıllı olan Peter Lorre ve Paul Lukas’ın aksine Lugosi’nin aksanı oldukça belirgindi ve bu durum da ona çok çeşitli rollerin teklif edilmesini engelliyordu. Kariyer Gelişimi 1930’ların ortasında Lugosi’nin kariyeri birkaç sebepten dolayı kötüye gitti. 1936’da Universal’ın yönetimi değişti ve İngiltere’de korku filmlerine getirilen bir yasaklama sonucunda stüdyo bu filmleri prodüksiyon takviminden çıkardı. Lugosi kendini korku harici filmlerin çekildiği B filmi departmanında buldu. Burada sadece isminin popülerliği için kendisine verilen ufak rollerde oynadı. Universal’ın büyük filmlerde daima rakibi Karloff’u seçmesi sebebiyle Lugosi kariyerindeki düşüşü durdurabilmek ve başrol oynayabilmek için Nat Levine Sol Lesser ve Sam Katzman gibi bağımsız yapımcıların tekliflerini kabul etmek zorunda kaldı. Bu düşük bütçeli korku filmlerinde rol alması Lugosi’nin o dönemde oynadığı roller bakımından Karloff kadar seçici davranamadığını göstermekteydi. Kendsine sanatsal olarak bir fayda sağlamayan bu filmler aktörün en azından maddi açıdan daha rahat etmesini sağlıyordu.

Yine de 1938’de tek çocuğu Bela George Lugosi doğduğunda o sırada tiyatroda çalışmakta olan Lugosi hastane masraflarını ödeyebilmek için Aktörler Fonu’ndan borç almak zorunda kalmıştı. 1939’da Universal’ın Son of Frankenstein filmiyle birlikte kariyerindeki ikinci önemli şansı yakaladı. Bu filmde ağır makyajlı ve sakallı olarak kurnaz kambur Ygor rolünde oynadı. Lugosi aynı yıl büyük bir yapımda da rol alma şansını elde etti. Greta Garbo’nun rol aldığı MGM tarafından çekilen komedi filmi Ninotchka’da düz bir karakter rolü olan sert bir komiseri canlandırdı. Bu küçük ama prestijli rol aktörün kariyerinde bir dönüm noktası olabilirdi ancak Lugosi aradan daha bir yıl geçmeden yeniden Hollywood’un Sefalet Sokağı’na dönmüştü ve Sam Katzman’ın filmlerindeki başrolleri oynamaya başlamıştı.

Korku komedi gerilim ya da gizem türlerindeki bu B filmleri Monogram Pictures tarafından gösterime sürülmekteydi. Universal’da ise Lugosi yardımcı rollerde yer alıyor ve bu tür roller için verilen en yüksek ücreti alıyordu. Örneğin The Gorilla filminde Patsy Kelly’nin komedi ortağı olarak rol aldı. Lugosi muhtemelen askerlik görevi sırasındaki yaralanmalarının sonucu olarak ağır ve kronik siyatik hastalığına yakalandı. Önceleri kuşkonmaz suyu gibi doğal ağrı kesicilerle idare edebilirken daha sonraları doktorlarının verdiği afyonlu ilaçları kullanmak zorunda kaldı. Ağrı kesici ilaçlara özellikle de morfin ve metadona olan bağımlılığı arttıkça kendisine yapılan rol teklifleri de azalmaya başladı. Lugosi 1943’te Universal yapımı Frankenstein Meets the Wolfman filminde sonunda Frankenstein canavarı rolünü oynadı (serinin bir önceki filmi olan The Ghost of Frankenstein’da canavarı oynayan Lon Chaney Jr’ın seslendirmesini Lugosi yapmıştı çünkü bu filmde Ygor’un beyni canavara aktarılmıştı).

Lugosi filmde artık diyaloğu olan Ygor’un aklına sahip ama kör olduğu için el yordamıyla hareket eden canavarı canlandırdı. Ancak filmin gösterime giren halinde canavarın tüm konuşmaları ve kör olduğuna dair bölümler çıkartılmıştı. Bu yüzden filmde canavar bir sakat gibi hareket etmek ve ses çıkaramamasına rağmen dudaklarını oynatmak gibi anlamsız hareketler yapıyordu. Lugosi bu filmin ardından 1948’de Abbott and Costello Meet Frankenstein filminde yeniden Drakula’yı canlandırdı. Bu filmin çekileceği dönemde Lugosi’nin ilaç bağımlılığı o kadar yayılmıştı ki yapımcılar onun hayatta olup olmadığından emin değillerdi ve bu rol için ilk önce Ian Keith ile anlaşmışlardı. Abbott and Costello Meet Frankenstein Béla Lugosi’nin son “A” filmi oldu. Bundan sonra Lugosi az bilinen düşük bütçeli filmlerde gittikçe daha da azalan sıklıkta rol aldı. 1950’lerin başında bazı özel gösterilerde yer aldı ve İngiltere’deki bir oyundaki rolü de dahil olmak üzere çeşitli sahne çalışmaları yaptı. İngiltere’de bayağı bir komedi olan Mother Riley Meets the Vampire(diğer adlarıylaVampire over London ya da My Son the Vampire) isimli filmde de rol aldı. Amerika’ya döndükten sonra verdiği bir televizyon röportajında Lugosi “Artık korkunç adam benim” sözleriyle birlikte daha fazla komedi filminde yer almak istediğini açıkladı.

Bu sözler üzerine bağımsız yapımcı Jack Broder Lugosi’ye bir cengelde geçen Bela Lugosi Meets a Brooklyn Gorilla filminde rol verdi. Bir başka komedi rolü ihtimali de Red Skelton’ın CBS’deki programında yayınlanacak bir skece Lugosi’yi davet etmesiyle ortaya çıktı. Lugosi bu skeç için rolünü ezberlemişti ama canlı yayın sırasında Skelton doğaçlama yapmaya başlayınca kafası karıştı. Bu olaya Martin Landau’nun Lugosi’yi canlandırdığı Tim Burton’ın Ed Wood filminde de yer verildi. Filmde olayın hangi komedyenin programında geçtiği belirtilmedi ama olaylar gerçekleştiği şekilde akratıldı. Lugosi hayranı olan film yapımcısı Ed Wood fakirlik sınırında yaşayan unutulmuş Lugosi’yi hayatının sonlarına doğru yeniden buldu ve Glen or Glenda ya da Dr. Frankenstein benzeri deli bir bilim adamını canlandırdığı Bride of the Monster gibi filmlerde başrol oynamasını sağladı.

İkinci filmin yapım sonrası çalışmaları devam ederken Lugosi bağımlılığından kurtulmak için tedavi olmaya karar verdi ve filmin Page Rankömiyer gelirinin onun hastane masraflarını karşılamak için kullanılacağı söylendi. Kitty Kelley’nin yazdığı Frank Sinatra biyografisine göre Sinatra Lugosi’nin sağlık sorunlarını öğrenince ona maddi destek sağladı ve aktörü hastanede ziyaret etti. Sinatra’yı tanımayan Lugosi bu olay karşısında oldukça şaşırmıştı. Plan 9 from Outer Space filminin ilk DVD’lerinde yer alan doğaçlama bir söyleşide Lugosi 1955’te tedavi merkezinden nasıl çıktığını anlatır. Lugosi bu söyleşide ayrıca The Ghoul Goes West isimli yeni bir Ed Wood filminde rol alacağından bahseder. Bu film Wood’un The Phantom Ghoul ve Dr. Acula gibi gerçekleşmeyen pek çok projesinden biriydi . Wood bu proje için ünlü Drakula kostümünü giymiş olan Lugosi’nin bir banliyö mezarlığında ve Tor Johnson’ın evi önünde doğaçlama görüntülerini kaydetti. Bu görüntüler daha sonra Plan 9 from Outer Space filminde kullanıldı.

Lugosi 1955’te beşinci eşi Hope Linninger ile evlendi. Tedavisinin ardından son filmini 1955’te çevirdi. Bel-Air Pictures tarafından çekilen The Black Sleep isimli bu film 1956 yazında Lugosi’nin de katıldığı pek çok özel tanıtım gösterimleriyle United Artists tarafından gösterime sokuldu. Lugosi bu filmde de hiç diyaloğu olmayan dilsiz bir adamı canlandırıyordu. Ölümü ve Ölüm Sonrası Rolleri Lugosi 73 yaşındayken 16 Ağustos 1956’da Los Angeles’daki evinde bir kanepede yatarken öldü. Söylentilere göre öldüğü anda elinde Ed Wood’unfilm projelerinden biri olan The Final Curtain’ın senaryosu vardı. Lugosi oğlunun ve beşinci eşinin isteği üzerine ünlü Drakula kostümlerinden birini giymiş olarak Culver City California’daki Holy Cross Mezarlığı’na gömüldü. Genel kanının aksine Lugosi bu elbise içinde gömülmeyi vasiyet etmemişti. Béla Lugosi Jr daha sonra defalarca bu fikrin kendisine ve annesi Lillian’a ait olduğunu belirtti. Lugosi’nin rollerinden biri de ölümünden sonra gösterime giren Ed Wood filmi Plan 9 from Outer Space’deydi. Bu filmde Lugosi’nin daha önce çekilmiş görüntüleri bir dublörün görüntüleriyle birleştirilerek kullanıdı. Ed Wood bu görüntüleri finansal destek bulamadığı için iptal ettiği bir film projesi için çekmişti.

Wood Plan 9’ı çekerken senaryoyu Lugosi’nin bu görüntülerini içerecek şekilde yazdı ve gerekli ek görüntüler için bir dublör kullandı. Lugosi’den daha zayıf olan bu dublör göründüğü her sahnede Lugosi’nin Abbott and Costello Meet Frankenstein filminde yaptığı gibi gözlerinden aşağısını peleriniyle kapattı. Etkileri 1979’da Lugosi – Universal Pictures Davası’nın sonucunda Kaliforniya Yüksek Mahkemesi Bela Lugosi’nin kişilik haklarının telif hakları gibi mirasçılarına aktarılamayacağına hükmetti. Mahkeme bir ünlünün şöhretinden ve görsel imajından kaynaklanan hakların kişinin ölümüyle birlikte sona ermiş olacağına karar verdi. Tim Burton’ın 1994 yapımı biyografik filmi Ed Wood’da Lugosi ile Wood’un ilişkisi de anlatıldı. Filmde Lugosi’yi canlandıran Martin Landau yardımcı erkek oyuncu dalında Akademi Ödülü kazandı. Lugosi’nin oğlu Bela G. Lugosi filmi daha görmeden babasının filmdeki varlığına itiraz etti. Ancak Landau ile yaptığı uzun görüşmeler sonrasında Landau’nun şirketinde filmi izledi ve Landau’nun filmdeki oyunculuğuyla babasını onurlandırdığını söyledi.

Lugosi aslında filmde canlandırıldığı kadar çok küfretmiyordu ve Plan 9 filminin afişinde ilk sırada değil konuk yıldız olarak Tor Johnson ve Vampira’nın ardında yer almıştı. Yine Ed Wood hakkındaki The Worst (En Kötüsü) isimli müzikal için Amerikalı mizahçı şarkı yazarı ve yazar Josh Allan Friedman Bela Lugosi ve Bela’s Funeral Dirge (Bela’nın Cenaze Ayini) isimli iki şarkı hazırlandı. Lugosi’nin adı ayrıca The Kinks’in Celluloid Heroes isimli şarkısında da yer aldı. 1979’da gothic rock grubu Bauhaus Bela Lugosi’s Dead isimli bir şarkı yaptı. Voltaire’in Vampire Club isimli şarkısında “Bela Lugosi yaşan bir ölüdür” sözleri yer aldı. Alman müzisyen Bela B. de sahne ismini Lugosi’den ilhamla seçti. Sanal bir müzik grubu olan Mistula’nın bir üyesine Bella Lugosi adı verildi. 2006’da İngiliz rock grubu The Jalapeños “Go Ape!” isimli albümde “For Bela” ve (Ed Wood filmleri hakkındaki) “Hubcaps Over Hollywood” isimli şarkılara yer verdi. Bu albümün kapağında aktörün bir resmini kullanmak için Lugosi Jr.’a başvuran grup bunun için ödeme yapılması gerektiği cevabını aldı. Hollandalı müzik grubu Outerspace Overdose da Pull the string albümlerindeki Disco Bloodbath isimli şarkıda Lugosi’nin Glen or Glenda filmindeki repliklerini kullandı.

Lugosi’nin üç filminden parçalar kült televizyon dizisi Mystery Science Theater 3000’da yer aldı. The Corpse Vanishes 105. bölümde The Phantom Creeps serisi programın 2. sezonu boyunca Ed Wood yapımı Bride of the Monster 423. bölümde kullanıldı. Sledge Hammer dizisinin de Last of the Red Hot Vampires isimli bölümü Béla Lugosi’ye saygı bölümü olarak hazırlandı. Bölümün sonuna Mr. Blaskó’ya adandığı yazıldı. Lugosi’nin Dracula tasviri Susam Sokağı’ndaki Count von Count karakterinin esin kaynağı oldu. 2001’de BBC Radyo 4’te Lugosi’nin üzerine yapışmış olan tek tip rollerden kurtulma çabasını anlatan There Are Such Things isimli bir radyo oyunu yayınlandı. Oyuna Dracula Cemiyeti tarafından en iyi dramatik sahneleme dalında Hamilton Dean Ödülü verildi. Lugosi’nin 1931 tarihli Dracula filminde giydiği pelerinlerden biri Universal Stüdyoları’nda halen saklanmaktdır. Aktör Hollywood Yıldızlar Geçidi’nde bir yıldıza sahiptir (6340 Hollywood Bulvarı). Ayrıca bir heykeli Budapeşte’deki Vajdahunyad Kalesi’ne dikilmiştir.

Macarların milli gururu “Dosi”

Küçük İngiliz safkan tay, o açık arttırmada başka kimsenin ilgisini çekmemiş ve birkaç bin Euro gibi, yarış atları piyasasında bedava sayılabilecek bir bedelle Macar’ın elinde kalmıştı.

Geçenlerde on yaşındaki kızım, “Baba, hafta sonunda at yarışına gidelim” dediğinde şaşkınlıktan yüzüne bakakalmıştım. Evet, atları çok sevdiğini biliyordum, ama at yarışları hobilerimiz arasında değildi ve kızımın bunu sıradan bir hafta sonu programı gibi söylemesini garipsemiştim. Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalı ki, gülerek “Neden öyle şaşırdın? Hafta sonu Dosi Avrupa’nın en iyi atlarıyla yarışacak ve elbette yine kazanacak!” dedi. Evet, Dosi’yi, Macarların övünç kaynağı yarış atının öyküsünü elbette biliyordum. Amatör bir şekilde yarış atlarıyla da ilgilenen bir Macar yatırımcı, İngiltere’de bir açık arttırmada görmüştü Dosi’yi.

Küçük İngiliz safkan tay, o açık arttırmada başka kimsenin ilgisini çekmemiş ve birkaç bin Euro gibi, yarış atları piyasasında bedava sayılabilecek bir bedelle Macar’ın elinde kalmıştı. Macar yatırımcının kızının Overdose adını verdiği, ama daha sonra halkın dilinde adı “Dosi” diye kısaltılan tay, tam bir masallardaki çirkin ördekti! Uzun biçimsiz bacakları, kaslı sayılmayacak gövdesi, kocaman başı, yani hiç güven vermeyen vücudu zaman içinde değişmiş ve ortaya fırtına gibi koşan bir at çıkıvermişti. Dosi birkaç koşuda sıradan bir at olmadığını kanıtlamıştı! Kimlerle koşarsa koşsun, en az 3 boy farkla kazanıyordu! Yarış başladığında hemen öne geçiyor ve sonuna kadar da kimsenin kendini geçmesine izin vermiyordu! Macaristan’daki birkaç koşuda dikkatleri üzerine çeken harika at, ardından da sırayla Avrupa’nın derbilerinin birinci ismi oldu! On yedi büyük yarışta start aldı ve on yedisini de kazandı! Bu arada atın değeri de, birkaç bin eurodan bir milyon euroya fırlamıştı. Yorumcular Dosi’nin koşu stilini analiz etmeye, rakip atların çalıştırıcıları da Dosi’ye karşı önlemler almaya çalışıyorlardı. Ama Dosi sadece yarış sahalarında ve at severler arasında gündeme damgasını vurmakla kalmamıştı. Harika at iki komşu ülke olan Macaristan ve Slovakya arasında da tartışmalara yol açmıştı.

Macarlar harika “Macar atıyla” gurur duyadursun, Slovaklar da Dosi’yi sahiplenmeye başladılar. Ünlü tayın diğerlerini fersah fersah geride bıraktığı bir yarışın ardından Slovak basını “Slovakya’nın ünlü atı Dosi yine birinci” manşetini atınca, “Dosi kimin?” tartışması iki ülke kamuoyunu karşı karşıya getirdi. Slovaklar, “At bizimdir” tezlerini, Dosi’nin sahibinin Slovakya vatandaşı olmasına bağlıyorlardı. Evet bu doğruydu, ama atın sahibi Macar asılıydı. Macaristan’da yaşıyor ve yatırımlarını Macaristan’da yapıyordu. En önemlisi de, Dosi Macaristan’daki bir harada tutuluyor ve yarışlara burada hazırlanıyordu. Yani, ulusal gururlarına çok hassas Macarlara göre Slovaklar, bir tür rakı olan “palinka” ya da ünlü şarap markası “Tokaji” gibi şimdi de bir başka Macar markasını, Dosi’yi sahiplenmeye çalışıyorlardı.

İşte, kızım tarafından bana hatırlatılan ve sonunda bizim de gittiğimiz Budapeşte koşusu da böyle bir ortamda gündeme gelmişti. Macarların ulusal duygularının göklere çıkarılmasında ilginç bir yöntem de rol oynamıştı: Budapeşte derbisi, isteyen herkesin ücretsiz girip seyredebileceği ulusal bir etkinlik haline getirilmişti. Radyolar, televizyonlar, gazeteler, bültenler günlerce Dosi’yle başlayıp, Dosi’yle bitmişti. Sonunda bu yarışı da, beklendiği gibi, 4 boy farkla, harika at Dosi kazandı. On beş bin kişinin hınca hınç doldurduğu Budapeşte hipodromunda, yarışın sonunda, Dosi, sırtında mutlu jokeyi ve yanında sahibiyle şeref turu atarken, Macarlar da dünyayı dize getirmişçesine kıvançlıydılar! Çevreyi kuşbakışı gören basın locasının yanında, VIP tribününde, kerli ferli beyler ve operaya gider gibi giyinmiş süslü hanımlar vardı. VIP tribünündeki siyasetçilerin, işadamlarının, Macar sosyetesinin ve biraz aşağıdaki çoluk çocuk, genç yaşlı halkın temsilcilerinin gözlerindeki ışıltı aynıydı. İşte bir kez daha Macar ulusunun adının Avrupa gündemine yazdırılmasına tanık olmuşlardı.

Sevinçlerinin nedeni buydu Dosi’ye gelince: O kadın erkek, genç yaşlı, zengin fakir demeden bir ulusu bütünleştiren bir sembol olduğunun farkına bile varmadan, yerden bir tutam ot koparmaya çalışıyordu. Yarışı en önde bitirmenin ardından bunu hak ettiğini düşünüyor olmalıydı.

Tarık Demirkan – BBC

16,474FansLike
639FollowersFollow