2025. Ekim 25.
Türkinfo Blog Oldal 615

Çevirmenle yazarın kesişen yolları…

Attila Bartis’in kaleminden karşılaşmamız… Köprü Köprü, aralarında bağ olmayan şeyleri birbirine bağlayan yapıdır. Bunun için icat edildi. Peygamber misali, suyun üzerinde ayaklar ıslanmadan karşıya geçmek için. Tarih, kurulan, havaya uçurulan ve sonra yeniden kurulan köprülerin öykülerinden başka bir şey değildir. Başka deyişle, patlatılmış köprüsü olmayan bir coğrafyanın tarihi de olamaz. Böyle bir coğrafya varolmadığına göre, insanlık tektir ve birbirine bağlıdır. Bir köprü var, Avrupa’yı Asya’ya bağlıyor. Bu köprüden ilk geçişimde ağlamıştım. Neredeyse yirmi yıl olmuş. O zamanlar Tuna’nın üzerinden geçmek bile unutulmaz bir deneyimdi. Örneğin, iki komşu ülke olan Romanya ve Bulgaristan arasını, Giurgiu’da köprüden geçerek katetmek, tam dokuz saat sürmüştü. Dolayısıyla Boğazda, iki kıta arasında külüstür bir otobüsün gümbürtüsü eşliğinde ilerlerken, kâğıt mendil paralamak için sağlam bir nedenim vardı. Şunu da söyleyeyim, yirmi yıl sonra ağlamadan durabileceğim, o zamanlar aklıma gelmezdi. Giurgiu’dan bir buçuk dakikalık mesafenin, dokuz saatten daha az sürebileceği aklıma gelmezdi. Kızıl yerine kara mürekkeple tarih yazılabileceği aklıma gelmezdi. Aslında bugün aklıma gelenlerin hiçbiri, yirmi yıl önce aklıma gelmezdi. Bunları anlatıyorum çünkü bir süre önce bu köprüden yeniden geçtim. Birçok başka yazar gibi ben de konuk olarak davetliydim. Söyleşilere, gala yemeklerine katıldım, belediye başkanlarıyla saatler süren fuzuli konuşmalar yaptım, üniversite öğrencileriyle içtenlikle sohbet ettim. Farklı olanı görmek ve benzer olanları göstermek için çağrılmış bir konuktum; adeta canlı bir köprü. Yarının Avrupalı Türkiyesinde, Avrupalı bir Macar yazar. Yaşanmış yüz elli yılı hatırından hiç çıkarmayan bir Macar yazar. O yüz elli yılı, Macar olmayan okurlar için açıklamak gerekir. Türkler bu süre boyunca topraklarımıza egemen oldular. Muhteşem krallarımız onları her zaman yenmiştir ama bu muhteşem krallarımızın sayısı çok değildi. Mohaç’ta bir bir harcanmışlardı. Bugün Mohaç kenti, Avrupa Birliği’nin Tuna’daki sınır limanıdır ama bunu Avrupalılar ya da Türkler bir yana, Mohaçlıların kendisi bile bilmez. Yine buradaydım işte; pembe bir otobüsle, köprü olmaya geldim. Eğiliyorum, buyurun üzerimden Avrupa’ya geçin. Buraya bu yüzden geldim. Derken son gün, akşam yemeğinde bana, yani bir köprüye hiç de gerek olmadığı anlaşıldı. Köprüye, varoluşsal öneme sahip şeyler birbirinden farklı yerlerdeyse gerek duyulur. Burayı bizim oradan ayrı kılan şeyler elbette önemli ama farklılıklar yaşamsal bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, insanların kaderini yazan mürekkeptir ve anladım ki mürekkep, her iki ülkede de aynı. Romanımın Türkçe çevirmeni Sevgi Can Yağcı ile sıcak bir sohbete dalmışız. Birlikte sözcükler arıyoruz. Her iki dilde de ortak olan sözcükler. Örneğin Tabut. Nasıl da denk düşüyor. Sonra bu sözcüklerle İkimizin dilinde de anlamlı cümleler kurarken buluyoruz kendimizi. Sözcükler ana dilden, annesinin ölümüne ulaşıyor. Benim annemin ölümünden bir süre önceymiş. Her iki anne de keman çalıyor. Bu da büyük bir rastlantı. Kim inanır, Boğazın iki yakasında iki anne, ikisi de keman çalıyor ve çocuklarını büyütemeden göçüp gidiyor. –Senin baban da benimki gibi yazar mı? Senin için bir kitap mı yazdı? Tabii ki, yazar babalar genellikle kitaplarından birini çocukları için yazar. Bu bildik bir şeydir. Belki vicdani bir şey. – Babamın benim için yazdığı kitap Taşlar ve Otlar. Seninki Kardelen mi? Oysa burada bizimkine göre daha fazla taş ve daha az kardelen var. Bir yerlerde bir şeyler belli ki birbirine karışmış. ­­­­- Cezaevinden çıkınca mı yayımladı? O da benim babam gibi yedi yıl boyunca siyasi hükümlüydü öyle mi? Yani Küçük Asya’da da Avrupa’daki gibi mi sorgulanıyor insanlar? Burada da tırnaklar aynı şekilde mi sökülüyor? Kan beynine aynı şekilde mi sıçrıyor? Evet aynı şekilde.

2010-10-13
Sevgi Can Yağcı

Estonya’daki dağ köyü ve Macaristan’daki şato

Uyarı: Bu yazı kan ve domuz gibi hayli ‘alerjik’ öğeler içermektedir. Midesi kaldırmayacakların okumaması tavsiye olunur!
Beş ay içinde dört ayrı seyahate bölerek yaptığımız ‘Karavanla Avrupa’ projesi bitti. Yarın (cuma) Budapeşte’den memlekete dönüyoruz. Doğu Avrupa’nın altını üstüne getirdik. 10 ülkenin barlarından üniversitelerine kadar birçok yerine girdik. Ama bizde en fazla iz bırakan, evlerine konuk olduğumuz aileler oldu. Sanırım bu, teğet geçmek ve içine girmek arasındaki farktı. Bir yerin insanlarını tanımadan orayı yalnızca teğet geçiyorsunuz. Turist olmak da böyle bir şey. Biz turistin ötesine geçmek için ‘oralı’ların yaşamlarına süzüldük.

***
İşte size birkaç anekdot:
– Şubat ayı… Karavanımızla Letonya’dan Estonya’ya gidiyoruz. Hava eksi 25 derece. Hedefimiz Estonya-Rusya sınırında bir köyde yaşayan İgor’un evine ulaşmak. İgor evini tarif edemediği için (öyle küçük bir yerde yaşıyor ki harita üzerinde mevcut değil) bizi sınırı geçtikten 2 km sonra bir şehir tabelasının altında karşılayacak. Ancak o da ne? Sınıra 100 km kala bizim benzin göstergesi alarm veriyor. Tek bir benzin istasyonu yok. Sınırı geçer geçmez yolda kalıyoruz. İgor’u arıyoruz. Karların ortasından çıkıp geliyor. Elinde bir şişe votka ve tütsülenmiş et ile. Meğer ‘Estonya usulü karşılama’ böyle olurmuş.

– Karşılamanın ardından benzin bulup yola devam ediyoruz. Bir saat sonra İgor’un evindeyiz. Ev dediğime bakmayın, ormanın ortasında küçücük bir kulübe. İgor Rus bir kızla evlendiğini, onu ikna etmek için evin içine tuvalet bile yaptığını anlatıyor. Akşam için ise bize bir ‘ziyafet’ hazırlamış: domuz sarma, domuz kanında pişmiş sosis ve domuz jölesi! Güzel yapıldığında sevdiğim halde bana bile bu kadarı fazla!

– Nisan ayı… Sofya’daki arkadaşımız Maria bize işten tanıdığı bir aileyi ayarladı. ‘Adam Birleşmiş Milletler’de çalışıyor, kadın ise mühendis’ diye anlatıyor. Gözümüzün önüne varlıklı bir ev geliyor profilleri duyunca. Taksiyle yarım saat Sofya’nın dışına çıkıyoruz ve dev komünist binaların ortasında duruyoruz. Bakımsız bir bahçenin içinden geçip boyaları dökülmüş bir binanın içine giriyoruz. Ev 35 metrekare. İçinde bir küçük tezgahtan ibaret olan mutfağın bulunduğu karanlık bir salon ve küçük bir oda var, başka bir şey yok. Ve orada BM görevlisi ile mühendis karısı, bir çocukları, bir köpek ve bir kedi yaşıyor. Burası Bulgaristan!

– Geçtiğimiz hafta… Budapeşte’de bir eve davetliyiz. Bu kez ne ev sahiplerini tanıyoruz, ne de arada tanıdık var. Taksiye atlıyoruz. Şoför bizi Buda tarafına götürüyor. Şehrin pahalı ve lüks olan kısmı. Bir süre sonra etraf gittikçe yeşilleniyor. Neredeyse orman başlamışken duruyoruz. Dar ve şiir gibi bir yoldan yürüyoruz. Ve aman Tanrım! Üstü sarmaşıklarla kaplı bir şato çıkıyor karşımıza. Evin sahibi bizi kapıda karşılıyor. Meğer burası bir şövalyenin şatosuymuş. Önce kendi yaptıkları şarabı ikram ediyorlar sonra da şatonun kulesine çıkarıp nefis bir Peşte manzarası izletiyorlar.

Yeme içme notları
– Polonya’ya giderseniz piragi yemeden dönmeyin. Bizim çiğ böreğe benziyor ama fırında pişiriliyor. İçine çeşitli malzemeler konabiliyor. Sadece piragi yapan yerler var. İyisini bulursanız bu harikulade tadı unutamazsınız.
– Çek Cumhuriyeti’ne gidince bira içmeden olmaz. Mutlaka Pilsner Urquell’i deneyin.
– Bulgaristan’ın en iyi tarafı yemeklerinin sağlıklı ve hafif olması. Özellikle de Schopska salatası!
– Romanya’da geleneksel yemek deyince bizim yemekleri saymaya başlıyorlar. Sarma, pilaki… Onlara kulak asmayın. Bu ülkede yiyebileceğiniz en iyi ve ilginç şey ayı eti! Yalnız çok pişmiş istemeyin, tadı tuzu kaçıyor.

Yasal Uyarı: TurkMedya internet sitelerinde yayınlanan haberler ve köşe yazılarının tüm hakları TurkMedya Yayın Grubuna aittir. Kaynak gösterilerek dahi haberin veya köşe yazısının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz.
Sadece alıntı yapılan haberin veya köşe yazısının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Akşam

Macar dağcıdan hayat dersi

Onu ilk olarak nerede, hangi haberde ya da belgeselde gördüğümü hatırlamıyorum.

Oysa Macaristan’ın en iyi ve en ünlü dağcısı olarak, çok kez ekranlara çıkmış olmalı.

Ona dair hatırladığım ilk kare, 2010 yılı başlarında, Slovakya’da bir eğitim tırmanışı esnasında bir grup Macar dağcının geçirdiği kaza haberiydi.

Bir hastane koğuşunda soluk yüzlü bir adam.

Uzun kır saçları yastığa dökülmüş. Bir bileğine serum takılı. Diğer eli sürekli hareket halinde, sakin bir sesle kameraya olanları anlatıyor.

Söyledikleriyle, ses tonu ve vurgusu arasında derin bir çelişki var. Anlattıklarının sanki başka birine ait önemsiz bilgiler olduğunu sanıyorsunuz önce, ama ağzından dökülen cümleler unutulacak gibi değil:

“Doktorlar bacağımın kesilmesini önerdiler. Aslında kurtarılabilir belki. Küçük bir umut hala var, ama tedavi yıllar boyu sürebilirmiş. Uzun uzun düşündüm ve kararımı verdim. Bacağım kesilecek…”

Söyledikleri, o an ekran başında olan herkesi oraya kilitliyor. Pür dikkat onu dinliyoruz.

“Ben dağcıyım! Hayatımın anlamı bu! Yıllarca tedavilerle, hastanelerle uğraşamam. Koğuştan koşuşa, doktordan doktora gidemem. Ayrıca iyileşmesi umudu da çok az. Olması gereken neyse o olacak. Hayat devam edecek. Ben tek bacakla da zirveleri fethederim, göreceksiniz!”

Zsolt Eröss, Macaristan’ın en ünlü dağcısıydı.

Himalayaların zirvesine Macar bayrağını ilk diken dağcı

Onu tanıyanlar, iyi bir dağcıda olması gereken her şeyin onda mevcut olduğunda hemfikirdiler.

Soğukkanlılık, dikkat, asla tükenmeyen bir inat ve kararlılık ve fiziki dayanıklılık. Gençliğin verdiği uçarılık yıllarını da geride bırakmıştı. Artık verebileceği çok şeyinin olduğu olgunluk dönemine giriyordu.

Hocalık yapıyor, dağcılık aşkını başkalarına aşılıyor, gençlere, yeni kuşaklara bir dağcının nasıl olması gerektiğini, pratikte öğretiyordu.

“En önemli kural: Zirvelere saygı duymak zorundasınız! Çünkü herkes hata yapabilir.”

Bu cümleyi onun yaşadığı kazadan çok önce bir röportajda söylediğini öğreniyorum. Belki de geleceği hissetmek, böyle bir şey olmalı.

Ve kaza anı…

Üç kişilik ekipten en büyük zararı, grup lideri olan o gördü. Ansızın bastıran çığla birlikte yüzlerce metre sürüklenip, ekipler tarafından kurtarıldıklarında, diğerleri kazayı hafif yaralarla atlatırlarken, onun bir bacağında neredeyse sağlam kemik kalmamıştı.

Aradan yedi ay geçti.

Medya Macaristan’da da, her ülkede olduğu gibi, gündelik kahramanlarını yaratmaya devam etti.

Usta dağcı unutuldu

Macaristan’ın bunaltıcı sıcakları sona erip, hayat normale dönerken, birden, bir ekranda yine onunla karşılaştım.

Artık hastanede değildi.

Zsolt Eröss düşlerini hayata geçirmek için yola çıkmaya hazırlanıyordu. Macaristan’ın ünlü dağcısı, Himalayalara geri dönüyordu. Eylül ayında gerçekleştireceği “Himalayalarda sekiz bin metrelik yüksekliğe tırmanma projesi” için, Alplerde kendini deniyordu.

Elinde bastonuyla, hafif aksayarak nefes nefes tırmandığı bir kayaya oturdu. Sanki dünyanın en normal işini yapıyormuş gibi takma bacağını çıkardı.

Alt kısmını işaret ederek:

“Bak, şurası sallanıyor. Bunun tam olarak oturması lazım. Yoksa enerjimin büyük bir kısmını bunu dengelemek için kullanacağım. Oysa doruklarda bütün gücünüze ihtiyacınız vardır. Enerjinizin en küçük kırıntısını bile israf etme lüksünüz yoktur.”

Kırlaşmış uzun saçlarının çevrelediği yüzüne bakıyorum.

Aynı soğukkanlı tavırlarla, aynı bilgelikle, hayatının anlamı olarak gördüğü dağcılığı anlatıyor.

Fethedilecek zirveler

Oysa tutkuyla bağlı olduğu bu spor, ondan bir bacağını insafsızca aldı.

O, düşlerinin peşinde bu haliyle de koşmaya devam ediyor.

Onun soyadı, yani Eröss, Macarcada “güçlü” anlamına geliyor.

Onu izlerken, “güçlü” olmanın, aslında, insanın hayatla olan bağının bir yansıması olduğunu fark ediyorsunuz.

Size güç veren hayatla ilintili tutkularınız ve bu tutkuları serbestçe yaşamanıza imkan veren özgürlük…

Eğer bu ikisi varsa, aynen dağcı Zsolt Erös gibi, herkes hayatta düşlerinin peşinden koşabilir.

Çünkü hayatta herkesi fethedeceği zirveler bekliyor.

Tarık Demirkan/ BBC

‘Macarım diyene Macar vatandaşlığı!

Televizyonda konuşan yaşlı adamın söylediklerine kulak veriyorum:

”Ben Macarım ve işte Tanrıya şükür seksen sekiz yaşında yeniden Macar vatandaşıyım.”

Yüzü kırışıklıklarla dolu. Ama gözlerindeki pırıltı, bu yaşadığı anın onun için ne kadar önemli olduğunu hissettiriyor.

Derin bir nefes alıyor, oturduğu koltukta iki eliyle sarıldığı bastonunu hafifçe yere vuruyor. Yakın çekime geçen kamera, yaşlı adamın gözlerine yaklaşıyor.

Bakışlarındaki ilginç değişimi izliyoruz. Doğrudan kameraya bakıyor:

”Evet, ben Macarım, Bundan seksen sekiz sene önce Macaristan’da doğdum. Beş farklı ülkenin kimlik cüzdanını taşıdım, beş ayrı ülkenin vatandaşı oldum, şimdi altıncı değişiklik, tanrıya hamdolsun, yeniden Macar vatandaşlığı olacak.”

Biraz önce heyecanla parıldayan gözlerine, şimdi muzip bir ifade yerleşiyor.

”Altı ülke dediğime bakmayın. Ben aslında askere gitmenin dışında köyümü hiç terk etmedim. Benim köyüm bazen o ülkeye, bazen bu ülkeye bağlandı.

Yaşlı dedeyi hayatının son demlerinde bu kadar mutlu eden gelişme Macaristan’da çıkarılan yeni yasa uyarınca gündeme gelen çifte vatandaşlık konusu.

Macar hükümeti, yıllardır tartışılan konuyu nihayet sonuca bağladı ve ülke dışında yaşayan soydaşlara eğer isterlerse Macar vatandaşlığı verilmesi konusunda karar aldı. Ve bu konuyu düzenleyen bir yasa çıkardı.

Macarca bilen herkese Macar vatandaşlığı

Buna göre, etnik olarak Macar kökenli olduğunu kanıtlayan, bunu kanıtlayamasa da Macar olduğunu söyleyen, Macarca bilen herkes, başka bir ülkenin sınırları dâhilinde yaşasa bile Macar vatandaşı olabilecek.

Bunun için yaşadığı ülkede Macar büyükelçiliklerine ya da konsolosluklarına başvurması gerekiyor. Bu başvuruların Macaristan’da yapılması da mümkün. Vatandaşlık büroları bu konuda hizmet verecek.

Ama vatandaş olabilmek için başvurmak yeterli değil. Daha sonra bu konuda yapılacak bir sınav da var. Vatandaşlık sınavı denilen bu sınav elbette Macarca ve Macaristan tarihi, Macaristan’daki vatandaşlık hak ve yükümlülükleri gibi sorular içerecek.

Macar hükümeti tarafından çıkarılan bu yeni yasa, Birinci Dünya savaşını kapatan Trianon barış anlaşmasının, Macar ulusuna indirdiği derin darbeyi hafifletmeye yönelik.

Çünkü üzerinden seksen küsur yıl geçse de, Macar toplumsal hayatında bu anlaşma hala kapanmayan bir yara gibi.

Türkiye için Sevr anlaşması ne ise Macaristan için de Trianon anlaşması o demek. Ülke o zaman topraklarının üçte ikisini ve nüfusunun da üçte birini yitirmiş.

Bu anlaşmanın etkileri giderek azalsa da asla tamamen ortadan kalkmamış. Bugün Macaristan’ın nüfusu on milyon, ama hala komşu ülkelerde iki milyona yakın Macar yaşıyor.

İşte televizyonda konuşan yaşlı dede de, bir yaşayan tarih gibi bu süreci kanıtlıyor.

Avusturya Macaristan imparatorluğu sınırları içinde doğmuş. Ardından Macar, ardından Hırvatistan vatandaşı olmuş, sonra bir ara tekrar Macar vatandaşı sonra Yugoslavya vatandaşı, Yugoslavya dağılınca da yeninden Hırvat vatandaşı… Ve şimdi Macar vatandaşı…

Oysa, “köyümü hiç terk etmedim” diyor…

İşte İmparatorlukların ve devletlerin hiç sona ermeyen paylaşım savaşlarında Orta Avrupalı insanların kaderi bu. Sonbahardaki yaprak misali o tarafa bu tarafa savruluyor, fırtınanın geçmesini bekliyorlar.

Macarların yeni vatandaşlık yasasının bir kesimin acılarını dindirdiği açık. Ama acaba sorunları çözmeye yetecek mi?

Ne yazık ki, bu soruya evet demek mümkün değil.

Yeni çözümler her zaman yeni sorunları da bünyesinde taşıyor.

Macar azınlığa sahip komşu ülkeler, kendi topraklarında birden çok sayıda Macar vatandaşının belirivermesine pek sıcak bakmıyorlar. Örneğin Slovakya, Slovakya’da yaşayan ve Macar vatandaşlığına geçecek olanların Slovakya vatandaşlığını kaybedeceklerini açıkladı.

Romanya ve Sırbistan ise bunu sorun yapmayacak.

Ocak ayına kadar hazırlıklar sürecek ve 1 Ocak 2011’den itibaren vatandaşlık işlemleri başlayacak.

Bakalım nüfusu birden artan Macaristan Orta Avrupa’nın hassas dengelerini nasıl değiştirecek?

BBC/ Tarık Demirkan

Zararına sattık uçakta koltuk dolmadı ve battık

Macaristan, Ukrayna ve Slovenya’nın önde gelen operatörlerinden Karya Tur’un iflas ettiğini doğrulayan şirket ortaklarından Özgür Ekinci, “Artan rekabet bizi bitirdi. Kiraladığımız uçaklarda koltukları dolduramadık. Zararına satış yaptık, dayanamayıp iflas ettik” dedi.

MACARİSTAN’ın önde gelen Türk tur operatörü olan Karya Tur’un önceki gün faaliyetlerini durdurduğunu açıklamasının ardından Akdeniz Bölgesi’ne Karya Tur ile Slovakya, Polonya, Macaristan ve Ukrayna’dan gelen yaklaşık 3 bin 600 turist için kriz masası oluşturuldu. Karya Tur’un sahibi Hakan Ekinci’nin kardeşi ve şirket ortağı Özgür Ekinci, “Piyasa koşulları ve artan rekabet bizi bitirdi. Kiraladığımız uçaklarda koltukları dolduramadık. Direndik, zararına satış yaptık ancak dayanamayıp iflas ettik” dedi.
Otellerle bağlantıdayız
Macaristan turizm pazarına 3 yıl önce giren ve oradan Türkiye’ye en fazla turist getiren Türk firması Karya Tur’un şu andaki tek sıkıntısının kalan müşterilerin ülkelerine götürülmesi olduğuna dikkat çeken Özgür Ekinci, şöyle konuştu: “Otelciler ve yetkili birimlerle koordineli olarak çalışıyoruz. Kriz masasıyla irtibat halindeyiz. Turizm il müdürlüğüyle devamlı görüşüyoruz. Otelcilerin mağduriyetleriyle ilgili de görüşmeler yapıyoruz.”
Koltukları dolduramadık
Özgür Ekinci, yaşadıkları sürece ilişkin şunları söyledi: “Piyasa koşulları ve artan rekabet bizi bitirdi. Bu iş öyle bir iş ki, günlük. O gün yapamazsanız parasını ödedeğiniz şeyi geri almanız mümkün değil. Kiraladığımız uçaklarda koltukları dolduramadık. Biz de ilk zamanlar direndik ve zararına da olsa satışlar yaptık. Ancak daha fazla dayanamayıp faaliyetlerimizi durdurduk.”
Kötü niyet aramayın
Karya Tur’un aracılığıyla Türkiye’ye tatile gelen müşterilerinin büyük çoğunluğunun dün (bugün) ve bugün (yarın) dönüşe geçtiğini de vurgulayan Özgür Ekinci, şunları dile getirdi: “Macarların tamamının bu sabaha kadar gitmesini hedefliyoruz. Slovaklar da bugün dönecek. Kalacaklar için ise yetkili kuruluşlarla çalışıyoruz. Önümüzdeki 10 gün içinde dönmüş olacaklar. Olayda kesinlikle kötü bir niyet aranmasın.”

Arkalarını topluyoruz

KARYA Tur’un sahibi Hakan Ekinci’nin kendisine ulaşamadığını ancak avukatlarıyla görüştüğünü anlatan AKTOB Başkanı Sururi Çorabatır, şunları söyledi: “Avukatlarına da söyledim. Hakan Bey çıksın herkesin karşısına ‘iflas ettik, yaşananlar için özür dileriz’ desin. Ama telefonları kapatma, nerede olduğunu söylememe bunlar ayıp şeyler. Ne kadar parayı batırdılar bilmiyorum ama arkalarını biz topluyoruz. Tek düşüncemiz Türkiye’nin imajı.Türk turizmi için ana pazarlar arasında yer alan o ülkelerde bu olayın kötü lanse edilmesi hiç iyi olmaz.”

Antalya otelcileri işe sahip çıktı

AKDENİZ Turistik Otelciler Birliği(AKTOB) Başkanı Sururi Çorabatır, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ve Antalya Valiliği’nin yanı sıra Mostravel, Tez Tur, Anex, Odeon ve Sky Havayolları’nın konuya büyük destek verdiğini söyledi. “Antalya otelcileri bu işe çok güzel sahip çıktı” diyen Çorabatır, “Karya Tur’la Antalya’ya tatile gelen 3 bin 640 kişiyi tespit ettik. 1784 kişi Ukrayna, 1045 kişi Slovakya, diğerleri Polonya, Macaristan Rusya ve Belarus’dan. 106 tane tesiste kalıyorlar. 1500 kişi 10-11 Temmuz’da ülkelerine dönmüş olacak” dedi.

Alanya’da zarar 1 milyon dolar

ANTALYA’nın Mahmutlar Beldesi’nde Karya Tur tarafından getirilen Ukrayna, Slovak, Macar, Polonya ve Moldova uyruklu 12 ayrı otelde yaklaşık 500 turistin bulunduğu tahmin ediliyor. Mahmutlar Belediye Başkanı Ali Çelik, Alanya genelinde yaklaşık 1000 turistin şu anda mağdur durumda olduğunu belirtti. Mahmutlar Otelciler Derneği Sözcüsü Ali Tevaküt de, “Bizim oteller olarak zararımız 400 bin dolar. Alanya genelinde ise 1 milyon dolar zarar var. Otelciler olarak bizler de mağduruz” diye konuştu.

Hürriyet

Gizemli adamın romanı: Macar-Tefrika-i Müteferrika

muteferrıkaSolmaz Kamuran’ın yeni Kitabı Macar – Tefrika-i Müteferrika İnkılap Yayınlarından yayımlandı. Solmaz Kamuran’la yeni romanını konuştuk. Romanda Galata bir Topkapı gravürüyle eski bir şehre ait sanılan minyatürün izini sürerek başlıyor her şey. Minare çizimleri ve Macarca yazılar eşliğinde keşfedilen bir Osmanlı yazması iki hamburger bir kola parasına satın alınıyor.

Aslında alınan soluksuz geçecek paha biçilmez bir macera. Bir anne kız dünya kurulalı beri sorulan ama cevaplanamayan bir soruyla karşı karşıya buluveriyorlar bir anda kendilerini:

“Kader geminizin rotasını kendiniz belirleyebilir misiniz?”

1600’lü yılların sonları. Kolozsvarlı bir genç, Avrupa’daki güç savaşlarının sert esen rüzgârıyla doğduğu topraklardan koparılarak içinden deniz geçen şehre kadar sürükleniyor. Günbegün değişen şartlar ve yaşanılan onca acı ve yoksunluğa rağmen içinde büyüttüğü hayalini ise hiç kaybetmiyor; düşünülen ve yazıya dökülenleri kâğıda basabilmek… Altıncı romanı olan Macar’la Solmaz Kâmuran, bu kez okurlarını hayalle gerçeğin dansettiği bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Etkileyici bir kurgu ve kıvrak bir dille anlattığı bu yolculukta; kimi zaman on sekizinci yüzyıl Orta Avrupa’sının şehirlerinde dolaşacak, savaş meydanlarının dehşetiyle sarsılacak, bir sarı bukle eski bir aşk şiirindeki “cim” harfini hatırınıza getirecek ve hüzünleneceksiniz. Bir Macar, Osmanlı’ya matbaayı getiren bir İstanbul sakini ve nihayet bir Osmanlı İbrahim. Ama pek çok dikkat çekici özelliği olan şahsiyetlerle dolu Osmanlı tarihi.

Birçok ilgi çekecek başkaları da varken neden ille de İbrahim Müteferrika?

İbrahim Müteferrika’nın hayatı hakkında ne yazık ki pek az bilgi var, gerçi yeni bazı belgeler çıktı ama yine de bunlar şaşırtıcı derecede kısıtlı. Benim için gizemliydi, merak ettim bu adamı. Zaten ben her romana bir merakımın peşinde giderim. Müteferrika’nın peşinde koşarken ondan vazgeçemez hale geldim ve neredeyse on yıl kadar onunla yattım kalktım, çok şükür başladığım işi de tamamlayabildim sonunda. Onella ile Hayyam’ın merak ettiği gibi defterin içindeki satırlarda hayal gücüyle gerçeklik hangi oranda birbirine karışmıştı? Aslında dikkatli okuyucu bunları ayırt edebilir, satırların arasına pek çok ipucu koydum.

Bir de bu bir roman, üstelik kurgusunu yaratabilmek için yıllarca düşündüğüm bir roman, gizemli bir adamı gizemli bir hikâyeyle anlatmaya çalıştım Defterdekileri yazanın da aslında siz olduğunu varsayarsak bu sorunun cevabı değişecek mi? Ne kadarı sizin hayalinizin ürünüydü ne kadarı Müteferrika’nın hayatından alınmıştır? Defteri yazanın ben olduğumu var saymak mı?

Tabii ki ben yazdım her şeyi. Dediğim gibi bu bir roman. Ne kadarı gerçek ne kadarı hayal zor bir soru. Şu kadarını söyleyeyim Müteferrika hakkında bilinenler neredeyse bir A4 sayfasına sığar, ama ben hakkında yazılmış tüm kitapları okudum ve belgeleri inceledim, yaşam biçimi ile öğrendiklerimi kendi mantık ve sezgilerimle birleştirdim ve kendi İbrahim’imi yarattım, bence o böyle biriydi.

Bu romanın geçtiği mekânlarda yaşadınız mı hiç? Macar asıllı İbrahim Müteferrika Macaristan’da nasıl tanınıyor?

Evet, birkaç defa Macaristan’a ve Romanya’ya gittim, onun doğduğu şehirde dolaştım, oradaki okulları ve kiliseleri ziyaret ettim, hocalarla rahiplerle konuştum, onu hissetmeye çalıştım, çok faydası oldu.

Müteferrika Macaristan’da ilgili kişiler tarafından çok iyi biliniyor, ama onlarda da belge sıkıntısı çekiliyor. Romanınıza biyografi diyebilir miyiz?

Hayır, ben biyografi değil roman yazıyorum, biyografi olsa üzerine biyografi yazardım.

Esin kaynağınız İbrahim Müteferrika’nın gerçek hayatı mıydı? Yoksa yazmak istediğiniz bir dönem romanını en iyi onun dilinden anlatabileceğinizi mi düşündünüz?

Ben sadece bir matbaacı değil gerçek bir entelektüel olan ve kendi kimliğinde doğu ve batıyı birbirini yok etmeden taşıyabilen değerli ve kederli bir erkeğin hikâyesini yazdım. Onu anlatırken onu buralara sürükleyen olayları da atlayamazdım. Macarların özgürlük hasretini, yaşadıkları memleket hasretini es geçemezdim. Bir hayatı aktarırken o hayatın tüm unsurlarını olmasa da o hayatın içinde yer aldığı bütünü anlatmak gerektiğine inanıyorum, ama yine de bence bu romanda içsel yolculuk oldukça büyük bir yer tutuyor.

Romanınıza matbaayı İstanbul’a getiren, dolayısıyla kitapların dünyasına önemli hizmeti geçmiş bir şahsiyete Türk yazı dünyasından önemli bir yazarın teşekkürü gözüyle de bakabilir miyiz?

Bir anlamda evet, vefa borcu diyelim. Doğrusu onun hakkında bir roman yazmak bana nasip oldu diye çok seviniyorum. Onu yazarken bir yazarın sıkıntılarını da yazabildim, bu da bir çeşit iç dökme oldu benim için.

İnsanların defter yazarak içlerindeki bir diğer kişiliği ortaya çıkarmasını yararlı buluyor musunuz? Yaşadığı zamanın yükünü hissederek üzerinde taşımış önemli kişilikler açısından bakılınca bu, gelecek nesillere bilgi aktarımı bakımından çok da yararlı görünüyor değil mi?

Böyle şeyler yarar mantığıyla yapılamaz, bu içten gelen bir şeydir, bir tutkudur, sevgidir… Bilgi aktarımını düşünmez yazı yazan biri, onları kimin okuyacağını da… Başlangıçta iş çok bireysel ve içseldir, ancak basıldıktan sonra paylaşım başlar. Romanlar ister istemez dönemleriyle ilgili bilgileri taşırlar ama asıl amaç bu değildir, bu kendiliğinden olur. Yazı yazmanın terapik bir yönü de vardır, doğru ama hiç kimseye haydi otur da yazı yaz içindeki öbür kişiliği bul denilemez, denilse de buna herhalde ancak gülünür.

Pekiyi sizin elinize geçen böyle bir defter var mıydı gerçekten, bir müzede rastlamış bile olsanız? Yoksa tamamen kurgusal bir nesne miydi defter?

Hayır, bu romanın kurgusunu ben on yıla yakın düşündüm ve her şeyi de elimden gelen en büyük özenle yaptım, ama iyi oldu ama kötü, ben o özeni gösterdim. Tarihi romanların kurgusunda okura anlatılacakları anlatmak üzere bir mizansen hazırlamak açısından hep bir harita bulunması, bir yerlerden bir kroki ele geçmesi, bir el yazmasının peşine düşülmesi, yıllar önce yazılmış bir günlüğün ya da defterin ortaya çıkması gibi unsurlar var.

Yazarlar tarafından bu tür anlatımın tercih edilme nedenleri nelerdir?

Hayalinizin kanatları sizi nereye kadar taşırsa oraya kadar gidersiniz, hakkında fazlaca bilgi olmayan birini daha rahat anlattım bu yöntemle ve bir de iç dünyasını üçüncü ağızdan anlatmak istemedim, kendi anlatsın istedim. Dediğin gibi unsurları kullanan yapıtlar var ama sayılarının çok da fazla olduğunu sanmıyorum, bence akılda kalan yapıtlar oldukları için böyle sordun.

Kitabı yazmadan önce Balkan şehirlerine yapmış olduğunuz seyahatler var sanırım araştırma ve hazırlık aşamasında. O seyahatlerden bahsedelim mi?

Evet, dediğim gibi birkaç defa gittim bana çok yararı oldu. Ben zaten doğu Avrupa’yı ve Balkanları çok severim; hem kültürünü hem insanlarını hem de edebiyatını.

Osmanlı’nın gerileme ve çöküş döneminde sık sık el değiştiren Balkan şehirleri gerçekten hüzün verir mi size? Oralarda gezerken şehrin kırık dökük hikâyelerinden etkilenir misiniz?

Veriyor tabii ama ben bu hüzne Osmanlılık açısından bakmam. Yönetenler ve yönetilenler açısından bakarım ve sıradan denilen insanların her devirde nasıl iktidarı elinde tutanların peşinde yok olup gittiklerini düşünür kederlenirim. Çok güzel yerlerdir oraları, ama iş doğanın güzelliğiyle bitmiyor, yaşam kalitesi çok önemli. İnsan hayata bir kere geliyor, bu her şeye boş verelim demek değil. Andrea Malraux’nun bir sözü var çok sevdiğim, “Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey bir hayat değildir.” İşte bu her şeyi en çarpıcı biçimde özetliyor.

Osmanlı’nın eski parlak günlerinin heyecanına kapıldığınız olur mu?

Hayır, o parlaklığın altında yatan kahırları ve kederleri görünce pek etkili olmuyor doğrusu. Ben roman yazıyorum ve insanların ortak özelliklerinin üzerinde durmayı severim, doğal özelliklerinin şu sıradan denilip üstünde durulmayan, küçümsenen özelliklerinin. Bence insanı insan yapan aslında bunlardır. Osmanlı’nın şaşaasından çok nasıl kötü yönetildiğini görmek daha etkileyici…

Genel olarak Macarlar için Osmanlı’yla yaşamaktan mutlu bir halk diyebilir miyiz?

Romanın pek çok yerinde bunun işaretleri verilmiş gibi geldi bana. Ben bu romanda tam da bunun tersini anlatmaya çalıştım, bir insan yurdundan koparılırsa, kendi kimliğinin dışında biri olmaya zorlanırsa, anadilini konuşamazsa, inancını özgürce yaşayamazsa, azınlık olarak addedilirse nasıl mutlu olabilir… Macarlar ne yazık ki tarihleri boyunca güçlü imparatorlukların arasında pinpon topuna dönmüşler ve çok çile çekmişler. Avrupa’da Bir Macarlar bir de Polonyalılar çok ağır bedeller ödemiştir özgürlük peşinde. Kimi zaman esir alınmışlar kimi zaman da zorunlu sürgünler yaşamışlar, ağır baskılardan geçmişlerdir. Macarların Osmanlı’da misafir edildikleri palavra, kesinlikle zorunlu sürgün yaşamışlar ve buralarda ölüp gitmişler.

Anlattığınız dönemde İstanbul’da ya da Macaristan’da yaşayan insanlarla günümüz İstanbul ve Macaristan insanlarının hayatları hakkında neler söylemek istersiniz? 1700’lerdeki hayatlar ve 2000’lerdeki hayatların kısa bir karşılaştırmasını yapmış olsak romanda kahramanların dilinden bahsetmediğiniz söylemek isteyeceğiniz şeyler var mı? 300 sene önce mi hayat daha zordu şimdi mi daha zor örneğin?

Hayatın zorluğunu hangi açıdan değerlendireceğiz, eğer teknolojik açıdan bakarsak tabii şimdi hayat daha kolay, kışın üşümüyoruz, çok daha kolay seyahat ediyoruz, at sırtında değiliz. Telefonlarımız, televizyonlarımız, bilgisayarlarımız var, tabii daha kolay yaşıyoruz eskiye göre. Özgürlükler ve insan hakları açısından bakarsak ki bu çok önemli, Avrupa buraya göre çok çok daha ileride, demek ki hayat insanı insan yapan değerler açısından baktığımızda burada hala çok zor. Biz çoğunluk olarak hala koşullanmalarımızı aşamadık. Ekonomik açıdan bakılınca da zaten tüm dünya bir kriz yaşıyor, parası olmayan insan için her yer aynı. Fransa kralına gidecek mektubu Avusturya’nınkine götüren casus yüzünden Macaristan’ın yeni hükümdarı olmayı bekleyen İlona’nın oğlunun atıldığı Viyana zindanında vaktiyle kendi dedesinin duvarlara yazdığı yazıları okuyarak aldığı hayat dersi insanın içini sızlatıyor.

Birkaç nesil içinde esaretin vebadan bile beter olduğunu düşünen Macar soylularına dönüşmelerinin tecrübesiydi bu. Bu etkileyici zindan hikâyesi kurgu muydu yoksa gerçekten yaşanmış mıydı?

O komplo olayı tamamen doğru, Rakoczi de dedesinin atıldığı zindanda yazmış. Bugün Viyana’da o zindan ziyaretçilere açık, turistler geziyor içinde. Değişim böyle bir şey işte, o adamlar kalkıp bunları görse acaba ne derler, ben de bunu düşünüyorum şimdi. Liseyi bitirdiğimiz günden ölünceye kadar geçecek zaman içinde tarih derslerinden aklımızda kalan tek antlaşmadır Karlofça nedense. Avrupa’da bu denli büyük çapta toprak kaybettiğimiz ilk antlaşma olması nedeniyle çocuk kulaklarımızda yer eden bir milliyetçi hassasiyet olsa gerek…

Tarihi hep hatırlanır 26 Ocak 1699. Siz Karlofça günlerinin zeminini yazarken neler hissettiniz? Bir Macar milliyetçisinin bu konudaki gerçek duygularının ne yönde olduğunu düşünüyorsunuz hem o gün hem bugün için sorarsak?

Ben o Macar’ın neler düşündüğünü detaylı olarak yazdım romanda, şimdi burada anlatıp hikâyenin gizemini açmak istemiyorum, okuyanlara da bir şey bırakalım derim. Karlofça’nın bence sadece adı biliniyor, ama enteresandır pek çok kişiye sordum, Zenta Bozgunu’nu duyan bile olmamış, neden acaba? Geçenlerde Prof. İlber Ortaylı bir yazısında anlattı o bozgunu, umarım sayesinde bir merak uyanmıştır. Bize hep zaferler anlatılıyor, bozgunlar ise halı altına süpürülüyor, bilmediğimiz o kadar çok şey var ki. Ama bilmek için gerçek bir merak gerekir, merak edilip de öğrenilen şey asla unutulmaz. Mesele ansiklopedi gibi olmak değil, o bilgiyi sindirmek önemli. Müteferrika’nın Macar’dan çok Osmanlı olduğunu hissettiğimi söyleyebilirim okurken. İçinde yaşadığı toplumun sevinç ve üzüntülerini de Macar göçmenlerin hasretlerini de içtenlikle sahipleniyordu roman boyunca.

Kurgunun dışına çıkarsak gerçek hayatta da böyle hissetmiş olmalı diye içimiz rahat söyleyebilir miyiz sizce?

Müteferrika bence hem Macar hem Osmanlı’ydı, hem doğu hem batıydı, hem bir Hıristiyan hem bir Müslüman’dı… ve gerçek bir insandı, aydındı, bilgiye inanmış ve kendini zevkle o bilgiye, sanata adamıştı. Onun yazdığı, çevirdiği ve bastığı kitaplar bence bugün de rahatlıkla okunabilir.

Bugün popüler tarih yayıncılığı dediğimiz şeyi o yıllar önce yapmıştı. Bilginin geniş kitlelere yayılmasını istiyordu ama maalesef bu gerçekleşmedi. İkide bir İstanbul’u sallayan depremlerden sonra cuma namazı çıkışlarında halkı zevk düşkünlerine karşı fişekleyen meczuplar mı daha radikaldi, gerçekte benzer durumlardan kendine pay çıkartan Avrupa’daki meslektaşları sayabileceğimiz Cizvit papazları mı, toplum üzerindeki etkilerini kıyaslarsak?

Koşullanmışlık, tabu ve dogmalara sıkıca sarılmışlık üzerine hangi kıyafeti giyerse giysin aynıdır. O meczuplar da Cizvitler de gerçekte iktidar sahiplerinin oyuncağıydı, onlar vasıtasıyla provokasyonlar yaratılıyordu toplumda. Bugün de aynı değil mi? Önemli olan provokasyona açık ya da kapalı bir toplum muyuz, hangi toplumlar provokasyona açıktır? Bunları düşünelim, bugün Hollanda’da kolayına böyle toplumsal bir provokasyon olamaz, ama burada olabilir, hem de her an. Neden? Sanırım burada bireylerin hayatlarından memnun olmamaları, umutsuz olmaları, gelecekten korkmaları, yoksullukları söz konusu, kısacası kaybedecek şeyleri yok.

Hayyam’ın özelliklerine sahip birinin 2000’lerin İstanbul’unda rahat etme mutlu olma nedenleri ne olabilir sizce? Onella’nın sürgünde ölen son Macar olmaktan korkması beni çok etkiledi mesela sırf bu yüzden İstanbul’da yaşamak istememiş. Bu gün bile Osmanlı’nın başkenti etkisi yabancıların üzerinde devam eden güçlü bir etki mi?

İstanbul gibi bir şehre ait olmak bütün olumsuzluklarına rağmen yine de bir ayrıcalık, bir zenginlik. İnsan bu şehri gerçekten görüyorsa ki bu herkesin yapabileceği bir şey değil, buradan vazgeçemez. Görmek bakmak değildir, Hayyam da bu şehri özümsemiş bir kişi, o yüzden de ondan vazgeçemiyor. Onella ise bir Macar ve Budapeşteli, o da kendi şehrine bağlı. İstanbul’u ne kadar severse sevsin ona yine de bir yabancı olarak bakıyor. Oradaki son sürgün lafı Macar tarihine bir gönderme. Batının hala devam eden oryantalist bir bakışı var İstanbul’a, bunun onların hayatında öyle önemli bir etkisi olduğunu sanmıyorum, olsa olsa bir renk denilebilir. Hele de günümüzde, yoksa neden gelip başlarına fes takarak dolaşsınlar sokaklarda, öyle görmek istiyorlar burayı. Bütün batılı unsurlara rağmen İstanbul yabancı gözüyle çok farklı, Avrupa’nın şehirlerine hala benzemiyor genelinde.

Din değiştirmek insanın kimi zaman kendine bile itiraf etmek istemediği büyük bir travma değil mi?

Olmaz olur mu hiç, dindar olmasanız bile bu geçerli, hele de zorlanmışsanız buna. Ben zorla din değiştirenlerin gerçekte yeni dinlerine gönülden bağlanabileceğine asla inanmıyorum. Bu ancak birkaç kuşak sonra olabilir. İbrahim’in bu gerçekle ilk yüzleşmesinde, bir süredir ortadan kaybolup duran ikizini, bir gün hanımına çarşıdan lüfer almış dönerken Galata Mevlevihanesi’nden çıkarken görmesi “Müslüman mı oldun sen?” diye haykırışı kulaklarımızda çınladı sanki. Gerçekten başarılı bir anlatımdı. Bu aslında hala içinde direnmekte olan Macar delikanlının haykırışıydı sanırım, ancak defter el değiştirince anlayabildik. Dediğim gibi İbrahim’in içindeki Macar asla ölmedi bence, onu özel kılan da bu zaten, her iki dünyayı da yaşatabilmesi.

İnsan manayı aşkta bulur, aşk insanda ne bulmuştur?

Bunun cevabı sırlar âleminde diyor Mevlevi şeyhi romanda ve romanın sonu sürpriz bir aşkla, bir evlilik teklifiyle bitiyor. Gerçek hayatta bu mümkün mü? 25 yıl sonra karşılaşan âşıkları bir defter yeniden birleştirebilir mi? Sürekli kaderin sorgulandığı bir romanda Onella ve Hayyam’ın kaderi gerçekten güzel kesişti. Defter son vazifesinde onları bir araya getirerek kendini de aştı, yetmezmiş gibi ortadan da kayboldu.

Okuru hala roman bitmemiş gibi aklında sorular yumağıyla bırakmış olduğunuzu düşünüyor musunuz? Biraz karışık bir son değil mi?

Bu soruya cevap vermek istemiyorum çünkü okuyucunun merakını sürdürmek üzerine yazdım bu romanı, bırakalım kendileri bulsunlar cevapları. Ben romanı bitirdim, ama okuyan herkes kendince devam ettirecektir hikâyeyi sanırım.

Not: Bu söyleşinin bir bölümü 16-05-2010 tarihli Hürriyet Keyif ekinde yayınlanmıştır

2010-06-01
Sayım Çınar / www.medyatava.com

Macaristan, Kuman Türkleri – Özü Türk 2008

Kediler Sehir 2 (Macskafogó2 teljes rajzfilm) Turkce altyazi var

Gloomy Sunday – German speaking English subtitled Hungarian movie part1

Gloomy Sunday – German speaking English subtitled Hungarian movie part2

16,474FansLike
639FollowersFollow