2025. Ekim 26.
Türkinfo Blog Oldal 612

Macaristan’da aç kalan gazeteci kim?

Sabah Genel Yayın Yönetmeni Erdal Şafak Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakyayı kapsayan Başbakan’ın gezisinden notları bugün köşesinde yazdı. İlginç bir parantez açarak: Bir gazeteci vejeteryan olduğu için aç kaldı! Bilin bakalım kim? İşte o yazı…

Türkiye’nin diplomatik ilişkilerinde ciddi bir sorun yaşamadığı ülkelere yapılan geziler hem daha keyifli, hem de daha verimli oluyor.
Başbakan Erdoğan’la Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya’yı kapsayan turumuz da rahat gezilerin somut bir örneğini oluşturdu.
Çünkü üç ülkeyle de alıp veremediğimiz bir şey yok. Ve çünkü üç ülke de Türkiye’nin AB üyeliğine destek veriyor ya da en azından sempatiyle bakıyor.

***
Gezinin benim açımdan en güzel anısını sorarsanız; “Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın tüm heyet üyelerimize büyüleyici bir mimariye sahip olan parlamento binasında verdiği öğle yemeği”ni gösterebilirim.
Her ne kadar mönü “Normal insanlar”a göre hazırlandığı için, vejetaryen olarak aç kaldım ama “Öze dönüş” politikaları çerçevesinde “Turancı” köklerini hatırlayan, egemenlikçi politikaları nedeniyle AB’nin şimşeklerini üstüne çeken Orban’ı gözlemek ve özenle hazırlanmış “Hoş geldiniz” konuşmasını dinlemek zevk verdi.
(Not: Meraklıları için Orban’ın parlamentonun Avcı Salonu’nda verdiği yemeğin mönüsünü aktarayım. Antre olarak: Füme alabalık filetosu acırga kreması ve zencefilli elmayla. Ara yemek: Sülün suyu çorbası galuşka ile. Ana yemek: Dana eti tereyağlı hamurla. Tatlı: Rakoczi lor peynirli tatlısı kayısı sosla.)

2013-02-11

János Hóvári: Biz de Hunlar’ın torunlarıyız

Macaristan’ın Ankara Büyükelçisi Janos Hovari bir Türkolog. Eşi Reka ve küçük kızı Virag ile yaklaşık beş ay önce Türkiye’deki görevine başlayan Büyükelçi, çocukken Macarlar’ın ‘en eski vatanını’ bulacağına dair kendine söz verdiğini anlatıyor. Bu hayal doğrultusunda ‘doğu’ya yönlenen Hovari, Lise’deki Almanca öğretmeninin tavsiyesiyle Üniversite’de Türkoloji ve tarih okumuş. Büyükelçi Hovari, AKŞAM’ın sorularını yanıtladı.

– Türkiye’ye ilk ziyaretinizde en çok dikkatinizi çeken şey neydi?
TÜRKİYE’ye ilk kez Budapeşte Üniversitesi’nde öğrenciyken, 1976’da geldim. 20 yaşındaydım ve Türkiye’de yeni bir dünya keşfettim.

– Türkçe’yi çok iyi konuşuyorsunuz…
Ünİversİtede, Türkoloji eğitimi gördüm. Benim Türkçem Budapeşte Türkçesi. Hakiki lisanı öğrenmek için halk arasında yaşamak gerek.

– Türkoloji bölümünü seçmenizin nedeni ne?
Çocukken Macarların en eski vatanını bulacağıma kendime söz vermiştim. Lise’de Türkolog olan Almanca Hocam beni Türkçe’ye yönlendirdi. Üniversite’de de tarih ve Türkoloji okudum. Hocalarımdan biri Osmanlı tarihinde çok iyi bir uzmandı. Osmanlı tarihini seçtim. Uzmanlık dönemim 16’nci yüzyıl tarihidir.

– Bir Türkolog olarak ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisini nasıl buldunuz?
‘MuhteŞem Yüzyıl’ Macar Televizyonun’da da yayınlanıyor. Dizi tarihçi olmayan kişilerin 16’ncı yüzyıla bakışı… Macaristan’da Kanuni çok tanınıyor. Bizim tarihimizi şekillendirmiş ve Macaristan’da Zigetvar’da ölmüştür.

– Hunlar, Macarlar ile Türklerin ortak ataları olarak görülüyor…
Ural ve Altay dil ailelerinin kökü aynı. Macarlar ve Türkler arasındaki bağlantılar çok eski. Macarlar Türk dünyasının batıda ve kuzeyde olan boylarıyla uzun zaman beraber yaşadık. Onlardan kelimeler ve gelenekler aldık. Bunların bugüne kadar Macar kimliğine büyük etkisi vardır. Attila’nın merkezi Güney-Doğu Macaristan’daydı. Biz Macarlar ruhsal bakımından Hunların torunlarıyız. Erdel’deki Macar-Sekellerin milli marşı ‘Attila’nın oğlu kralzade Çaba bizi zafere ulaştır’ der. Bu Macar rivayetin izlerine Türkiye’de rastlıyoruz. 20’nci yüzyıldaki en önemli Türk askerlerinden General Rüştü Erdelhun ikinci nesil Erdel Macarıydı. Atatürk soyadı kanunundan sonra kendisine Hunları hatırlatması için Erdelhun ismini verdi.

– Macaristan’ın; Budapeşte’nin Osmanlı tarihinde yeri önemli. Ülkedeki Türk tarihi eserlerinin son durumu nedir?
Budİn kalesi Osmanlılar döneminde uzun zamana kadar ‘Kızıl Elma’ olmuştur. Hamam kültürünü Macaristan’a tanıtmışlardır. Gül Baba türbesi şehirdeki Müslüman devamlılığını da sembolize eder. Budin’in son Osmanlı komutanı Abdi Abdurrahman Paşa’nın hayatını kaybettiği noktada mezarı bulunmaktadır. Bu karşılıklı saygının simgesidir.
Türkİye’nin AB yolu çok uzun
– Macaristan-Türkiye ilişkilerinden beklentileriniz nelerdir?
MACARİSTAN ve Türkiye arasında ilişkiler mükemmel. Ama Dünya’da her şey hem iyi hem kötü yönde çok çabuk değişebiliyor. Ansızın ortaya çıkan meydan okumalar karşısında bizim ikili ilişkimizin birbirine sımsıkı kenetlenmiş olması gerekir. Büyükelçi olarak çok vazifem var, çünkü bizim için hem siyaset, hem iktisat, hem de kültür önem taşıyor. İki halk arasındaki ilişkilerin yapısının güçlendirilmesini istiyorum.

– Macaristan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini en çok destekleyen ülkelerin başında geliyor. Sizce yakın vadede Türkiye birliğe ‘tam üye’ olabilir mi?
TÜRKİYE AB’nin ‘tam üyesi’ olmalıdır. AB’ye katılıma hem siyasal hem de manevi olarak da önem atfediyoruz. Biz kapalı ve kendi kabuğuna çekilmiş bir AB istemiyoruz. Maalesef Türkiye’nin yolu çok uzun gözüküyor, ama her yıl ilerleme kaydediliyor. Bence bu yürüyüşün hızlandırılması ve çaba gösterilmesi gerekiyor.

– Türkiye’deki görevinize oldukça hızlı başladığınızı basından takip ettik. Van da dahil olmak üzere bir çok kente ziyaretlerde bulundunuz. En çok beğendiğiniz kent hangisi oldu?
TÜRKİYE’de çok güzel şehirler var. Macarların buradaki izlerini de takip ediyoruz. İstanbul’da eskiden bu yana Macarlar otururlardı. Çok yerde hatıralarımız var. Ankara’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce yüzlerce Macar yaşıyordu. Türkiye’de, Macaristan tarihi ile bağlantılı dört kent daha var. Üç şehirde Macar mülteciler kendilerine yeni vatan buldular: İmre Thököy ve maiyeti İzmit’te; Ferenc Rakoczi ve askerleri Tekirdağ’da; Lajos Kossuth ve yanındaki siyasetçiler Kütahya’da. Her üç şehirde de onların anısını yaşatan müzeler var. Dördüncü şehir Osmaniye. Burada Bela Bartok Müzesi açıldı. Meşhur Macar bestekar 1936’da bu bölgede Türk halk müziğini araştırdı.

2013-01-27
Mahmut Gürer – Akşam

Budapeşte yine beni çağırdı 1.

matyastemplomİlk seferimizden bugüne 12 yıl geçmiş… 12 Yıl daha yaşlanmışız,bu arada plan-program yapıp,paramızı denkleştirip gezi listemizi uzatmışız..Ama Budapeşte yine beni çağırıyor. Bu kez kırk yıllık dostlarımızla birlikteyiz ve mevsim yine ilkbahar yalnız bu defa Budapeşte Feryhegy havaalanı ıslak ve yağışlı….Aradan geçen yıllarda havaalanı biraz büyümüş,modernize edilmiş ,kapitalist ekonomiye adapte olmuş.Bizi BUDA kalesi (Budavar) bölgesindeki geçici konutumuza taşıyacak shuttle minibüs de modernleşmiş,adam başı 7€ ödüyoruz ve bizden başka da şehrin o bölgesine talip olmayınca koca araçta 4 kişi şehrin yolunu tutuyoruz.

Kalacağımız yer, üyesi olduğumuz İsviçre kökenli devre-mülk benzeri şirketin apart daireleri. BUDA kalesinin 16 y.y. a tarihlenen sokaklarında,temelleri yine aynı yüzyıla ait,restorasyonu ödül almış bir binadayız.

Tam önünden geçen 16 no lu otobüs PEŞTE ile bağlantımızı sağlayacak, 3 günlük bilet bize yeterli gibi gözüküyor, çünkü 4. gün ve sonrası kiralık arabamızla Macar kırsalında olacağız.. Mahallemiz, Osmanlının 1541 de şehri ilk ele geçirdiği bölge ve yerin altında savunmayı ve saklanmayı sağlayan tüneller olduğunu ,bunların biraz ilerdeki (500 mt.) sarayın altına kadar (Budavari Palota) devam ettiğini anlatıyor kitaplar. Evimizin solunda Devlet Arşiv binası,biraz ilerde Tarih Müzesi var. Bu müzede çok aramamıza rağmen 1956 Macar isyanına ait salonu son anda bulabiliyoruz,çalışanlar yabancı dil yoksunu olmamalarına rağmen biraz ilgisiz ve bilgisizler galiba… Yüzümüz Tuna ya tepeden bakarken sağ yönde istikamet Matyas Kilisesi…Hava da bir türlü açamadı,yağmur ve soğuk Mayıs ın ikinci yarısına hiç yakışmıyor. BUDA Osmanlılar tarafından alındığında Kanuni şükür namazını Matyas Kilisesinde kılar, şehirde 15 gün kalır ,elde edilen muazzam ganimet ve esirlerle birlikte daha sonra İstanbul a döner..Kilise hemen camiye çevrilir ama yaklaşık 150 yıllık hakimiyetten sonra 1686 da kent kaybedilince kilise yıkılır, defalarca yeniden yapılır ..Bugünkü yapı 18 y.y. sonuna ait bir Neo-Gotik kilise. Restorasyon devam ediyor,dış cephenin bir bölümü ve kule pırıl pırıl ama yapının ana portali hala kapalı ,iç mekanda ise ,3 büyük vitraylı pencere dışındakiler pek dikkat çekmiyor.

MATYAS KİLİSESİ
Kral Matyas a özel bir yakınlığım da var ,anne tarafından köklerim tanınmış bir akıncı ailesine dayanıyor,onlardan biri de Budin in fethinden sonra Kral Matyas ın kızlarından biri ile evleniyor,prenses ,Mehtap adını alıyor ,3 oğlu,Slovakya ve Avusturya içlerine akınlara devam ediyorlar ,bu soydan gelenler II. Viyana kuşatmasına da katılıyorlar…Kan çekiyor galiba,seviyorum bu toprakları !! Matyas Kilisesinin Tuna ya bakan apsis yönünü “Balıkçı Tabyası” çeviriyor.

Devamı ve fotoğraflar>>>

2013-01-04
http://kendingez.com

Pal Sokağı’nın izinde

pal_radÜzerinden bir asırdan fazla geçmiş, ‘Pal Sokağı Çocukları’ kaç kuşağı derinden etkilemiş… Çocukluk kitabının peşinden Macaristan’a kadar gidilir mi? Gidilir. Gerçek Pal Sokağı’ndan bildiriyoruz

Bilenler bilir, Budapeşte’nin fakir semtlerinden birinde, bir grup çocuğun yurt bildikleri oyun alanlarını, “arsa”larını korumak için zengin çocuklarına karşı verdikleri “örgütlü” mücadeleyi anlatır Pal Sokağı Çocukları. Yetişkin dünyasının incelikli bir minyatürü gibi, tek başınalığı, dayanışmayı, bencilliği, özveriyi, korkaklığı, gözüpekliği, ihaneti ve sadakati bir de. Öyle efsunlu bir tesiri vardır ki, romanı okuyan her çocuk, adını sessizce o sokağın sakinleri arasına yazdırır. Ben de onlardan biriydim. Boka, Çele, Çonakoş, Barabas, Gereb, Vays, Kolnay ve elbette Er Nemeçsek, yani Pal Sokağı’nın fakir ama gururlu çocukları, hepsi canciğer arkadaşımdı. Hani ille de sırrına ermem lazım gelen kutsal bir kitap misali hep başucumda duran incecik bir kitaba ustalıkla sığmışlardı.
Enfiyenin ne olduğunu, macunun tadını, birlikten doğan kuvvetin cakasını, hayatın aydınlığını, ölümün karanlığını ve vicdanın en hazin azabını onlarla öğrendim. Yıllarca rüyalarımda kocaman bir arsada yanlarında koştururken gördüm kendimi. Büyüdükten sonra bile, gittiğim her yerde o arsada koşarken tattığım hürriyet duygusunu aradım. Ben büyüdükten sonra onlara ne olduğunu, uğruna feci bedeller ödedikleri arsalarının akıbetini deli gibi merak ettim. Nihayetinde, Ferenc Molnar’ın kitabı yazmasının üzerinden 104 sene geçtikten sonra, Pal Sokağı’nı bulmak ve arsanın izini sürmek için, bizim çocukların memleketine, Macaristan’a doğru yola koyuldum.

‘El koydum’
Budapeşte’ye vardığımda bir elimde kitap, diğer elime kent haritası dedektifliğe soyunuyorum. Tuna Nehri’nin ayırdığı Buda ile Peşte’nin Peşte’sine doğru iz sürerek Józsefváros’e kadar geliyorum. Daha ziyade göçmenlerin ve Çingenelerin yaşadığı bölgenin kentsel dönüşüme kurban edilmeye hazırlandığını fark edince, bu sokağın çocuklarının kaderi nasıl bir tarihin tekerrürüdür diye düşünmeden edemiyorum. Birileri gelecek, evlerine arsalarına “el koydum” yapacak; üzerine apartmanlar, alışveriş merkezleri, plazalar, otoparklar dikecek. Hep böyle mi olacak?
Nihayet Maria sokağının bittiği köşede Pal Utca tabelasını görünce, bir acayip oluyorum. Artık yıllarca hayalini kurduğum yerde, Pal Sokağı’ndaydım. Bu isim sokağa kitabın meşhur olmasından sonra adet yerini bulsun diye verilmemiş. Buranın adı Molnar ayak basmadan evvel de böyleymiş. Yani yazarımız hayali kahramanlarını oyuncak maketler gibi, hakiki bir coğrafya üzerine yerleştirmiş.
Ama durun, sokakları bire bir anlatan, çocukları da anlatmış olamaz mı? Komşu çocuklarını, akraba çocuklarını, yahut kendi çocukluk yıllarını… Kafamda bu düşüncelerle etrafımda macun çiğneyen çocuklar görmeyi umar gibi sağa sola bakınarak yürüyorum. Sonra sokak tabelalarından birinin önünde, ölümle ilk kez tanıştığım yerde, adeta donup kalıyorum. Burası eskinin Rakoşi, bugünün Hogyes Endre Sokağı. Bütün büyük harflerin önünde diz çöktüğü o sarışın çelimsiz çocuk, yiğit Erno Nemeçsek burada yaşamış ve ölmüştü!
Nemeçsek’in sokağından çıkıp, romanın yüzüncü yılında bir doğum günü hediyesi gibi dikilmiş Pal Sokağı Çocukları heykellerini aramaya başlıyorum. Prater Caddesi’nde, içinden çocuk seslerinin taştığı bir okulun önünde buluyorum onları. Kaskatı kesilmiş tunçtan bedenleri tahmin ettiğimden çok daha sahici görünüyor. İsimleri yazmıyor ama kimin kim olduğunu hemen tanıyorum. En baştaki çelimsiz ufaklık Nemeçsek olmalı. Onun yanında çömelmiş olan Kolnay değilse Vays yahut Barabas. Diğerlerinden uzunca olan ve arkada dikilmiş iki Kızıl Gömlekli’yi süzense grubun lideri Boka.

Sessiz sitemsiz
Sessizce yanlarına oturuyorum. Uzun yıllar sonra nihayet aralarına karışmanın buruk mutluluğunu yaşıyorum.
Macaristan’da kitabın okullarda okutulduğunu biliyorum. Bu yüzden sokaktan geçen herkese karşı naif bir yakınlık duyuyorum. Orada öylece otururken, iki Macar genciyle tanışıyorum. 19 yaşındaki Gyulav Miklo ve 18 yaşındaki Sepros Sıdıko kitabı yıllar evvel okumuşlar. Tatlı bir çocukluk hatırası gibi anıyorlar. “Bütün karakterleri hatırlıyorum” diyor Sepros. Hakikaten de romandaki bütün çocukların ismini bir çırpıda sayıveriyor. Arkamdaki okula bakıyorum. İçeriden Pal Sokağı’nın yeni çocuklarının sesleri geliyor. Onlarla tanışmak için yanıp tutuşuyorum. Macun Çetesi’nden arkadaşlara veda edip, okula giriyorum.

Çocuktan al haberi
25 yıldır bu okulda görev yapan, 52 yaşındaki sınıf öğretmeni Iren Juhasz ile tanışıyorum. Kendisi şeker kıvamında bir insan. O da benim gibi kitabın hastası çıkınca, uzun uzun sohbet ediyoruz.
Çocuk elinden çıktığı belli olan, gövdesi kartondan yapılmış, tepesine hakiki dallar takılmış, dallara da yine kartondan yapraklar iliştirilmiş bir ağaç getirip bırakıyor önüme Iren Öğretmen. Gülümseyerek, “Tanıdın mı bunu?” diye soruyor. Yok, hayır tanımıyorum. “Boka, Nemeçsek ve Çonakoş’un tırmanıp Kızıl Gömlekliler’i gözetlediği akasya ağacı bu.” Meğer edebiyat dersinde kitabı okuturken elişi dersinde de romanda sözü edilen nesnelerin üç boyutlu maketlerini yaptırırmış çocuklara. Bu ağaç da içlerinden birinin sene sonu ödeviymiş. Sonra bir kroki getirip yayıyor masanın üzerine. Arsanın krokisi bu! Üç kafadar anında öğretmenlerinin getirdiği krokinin üzerine eğilip, tıpkı bir asır önceki akranları gibi saldırı ve savunma planlarını incelemeye koyulunca, bu sokağın çocuklarının her devirde aynı olduğunu düşünüp gülümsüyorum.
Kitaptaki karakterlerden en çok hangisini sevdiklerini soruyorum, Dodu çabucak “Nemeçsek!” diye cevap veriyor, öbür ikisi de arkadaşlarına katıldıklarını belirterek kafa sallıyor. Er Nemeçsek hepimizin kalbinde yara, tamam ama gene de bir parça şaşırıyorum. Erkek çocukların, grubun lideri Boka’ya daha çok hayranlık duyacağını sanırdım. Nihayetinde akıllı, mert, gözüpek, yani küçük bir çocuğun yerinde olmak isteyeceği bir karakter kendisi. Bunu Iren’e söylediğimde “Boka’cılar genelde kız öğrencilerin arasından çıkıyor” diyor. O zaman beni bir gülmedir alıyor. “Ben de çocukken Boka’ya âşıktım.” diye itiraf ediyorum. “Nemeçsek en iyi arkadaşımdı ama ne yalan söyleyeyim Boka’ya başka gözle bakardım.” “Bilmez miyim?” diye kahkahama ortak oluyor Iren Öğretmen, “Al benden de o kadar!” Farklı iki kuşaktan Boka sevdalısı iki eski çocuk, karşılıklı bir müddet gülüşüyoruz. Birbirimizi yadırgamıyoruz zira Macun Çetesi üyeleri beraber ağlayıp gülmeyi sever, biliyoruz.

Ben mi büyüdüm?
Yıllar sonra, kapının önündeki heykellerle beraber bir de sembolik “grund” yapmışlar Pal Sokağı Çocukları için. “Grund” Macar dilinde arsa demek. Okul dağılınca çocuklar beni oraya götürüyor. Burası kitapta tarif edilen biçimde inşa edilmiş, her şeyi tam ama ruhu eksik. Üst yanı hostel, arka yanı bar. Nemeçsek’in dörtgen bloklar şeklinde üst üste dizilmiş odun yığınları arasından geçişini hayal ediyorum. Odunluğun üzerindeki minik kaleleri, yukarı mahalleden Feri Ats’ın kalelerden birinin tepesinde dalgalanan kırmızı-yeşil minik bayrağı ele geçirişini… Yok, olmuyor. Ya ben büyümüşüm, ya arsa küçülmüş.

Peki ya arsa?
Hakiki arsa mı? Pal Sokağı ile Maria Sokağı’nın kesiştiği o köşede artık arsa filan yok. Yan yana sıralanmış ruhsuz apartmanlar var sadece. Ferenc Molnar yazmıştı: “O çocuklar için arsa, ova demek, kır demek, bozkır demektir. Çürük tahta perdelerle, göklere yükselen apartmanlarla sınırlanmış küçücük bir toprak parçası, o çocuklar için sonsuzluk ve özgürlük demektir. Pal Sokağı’ndaki o arsada bu gün dört katlı bir apartman yükselmektedir.”
O binaların önünden geçerken, bir zamanlar buralarda küçük çocukların koşturduğunu hayal edemiyorum. O evlerde oturan kiracılar, hangi çocukluk düşlerinin üzerine yerleştiklerini biliyorlar mı acaba diye düşünüyorum. Heyhat, tarih ve tekerrür! Muhtemelen onlar da yerlerinden edilecek yakında. Buralara oteller, otoparklar ve alışveriş merkezleri yapmak isteyen başka büyük adamlar da onların arsasına göz dikecek. Bir gün hepsinin sonu gelecek. Pal Sokağı Çocukları ise, hayallerinin üzerine yükselen o kocaman binaların altında, sonsuza kadar yaşlanmadan yaşamaya devam edecek.
O gün kar kış demeden öyle çok dolanıp durmuşum ki akşamına ateşim çıktı. Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde rüyamda Nemeçsek’i gördüm. Hasta yatağında incecik yatıyordu.
Bir ceza gibi küçük harflerle yazılmıştı adı yatağının başucuna. Adının küçük harfleri alev alev yanıyordu.
Bütün çocuklar etrafında toplanmış, endişeli gözlerle onu seyrediyordu. Kızıl Gömlekliler’in reisi Feri Ats bile dışarıda, kederli adımlarla sokağı turluyordu. Derken Nemeçsek sarışın kafasını kaldırıp, zorlukla duyulan bir sesle beni yanına çağırıyordu. Koşup, söyleyeceklerini duymak için eğiliyordum. Yüzüme gülümseyerek bakıp, “Yine gel” diyordu. “Ne zaman uğruna yaşayacak, ölecek bir şeyin kalmazsa, ne zaman çok korkarsan yalnızlıktan, bizim arsaya gel.”
Söz veriyordum ona, “Geleceğim” diyordum. Memnuniyetle gülümsüyordu gözlerini kaparken, incecik bir sesle fısıldıyordu: “Arsada buluşuruz o zaman.”

2012-12-20
NERMİN YILDIRIM – Radikal

Bu sefer Macaristan’daydık!

Sanırım önce biraz kendimden bahsetmeliyim ki size gittiğim projenin ne kadar yararlı ve eğlenceli olduğunu aktarabileyim. Kısaca bahsetmek gerekirse, amatör fotoğrafçılık yapmaktayım aynı zamanda uzun yıllardır gönüllülük hizmetleri için çeşitli kuruluş ve derneklerde çalışmış birisiyim.

Sanırım önce biraz kendimden bahsetmeliyim ki size gittiğim projenin ne kadar yararlı ve eğlenceli olduğunu aktarabileyim. Kısaca bahsetmek gerekirse, amatör fotoğrafçılık yapmaktayım aynı zamanda uzun yıllardır gönüllülük hizmetleri için çeşitli kuruluş ve derneklerde çalışmış birisiyim. YAŞÖM ile yaklaşık olarak 11 aydır çalışmaktayım. Bu kadar özet bilgiden sonra biraz da projeyi tanıtmak gerekirse:

Projenin ismi : “5minutes of Fame”, düzenleyen kuruluşsa; TE IS (Macarca bir kısaltma olup Türkçe Karşılığı: Sen De, gayet anlamlı bir kısaltma olmuş bence de).

11 ülkeden 20 katılımcının katıldığı projenin içeriğinde şunlar bulunmaktaydı; STK’lar nasıl PR yapmalı? Web 2.0 teknolojilerini nasıl kullanabilirler? PR çalışmalarında sosyal medyanın önemi? NGO’ların tanıtımı için, çeşitli kampanyalar için video’nun önemi ve video üretim teknikleri? Video üretimi konusunda çeşitli programların incelenmesi, video yapımına giriş.

Şimdi hikayeye başlayabilirim sanırım. Bu eğitim ile ilgili bilgiler ilk paylaşıldığında havalara fırlamıştım, amatör bir fotoğrafçı olarak video üretimi yeni yeni ilgilenmeye başladığım bir alandı. Bu konuda tecrübe edinmek gerçekten çok güzel olacaktı. İşin başka bir güzel tarafı ise Macaristan’da gerçekleşiyor olmasıydı. (Macaristan deyince birçoğunuzun aklına sadece Budapeşte geliyor biliyorum ama eğitim Monor’daydı). Tabi bir kaç tereddütüm de yok değildi. Öncelikle YAŞÖM’de yeni sayılırdım. Yeni derken çok fazla aktiviteye katılabilmişliğim yoktu. Hatta söz verip kaçırdığım bir tane vardı. Buradan anlayışı için Samime’ye teşekkür etmesem olmaz. Sonrası ise çalışan birisi olarak nasıl izin alacaktım. İlk korkumu YAŞÖM’deki arkadaşlarımın kendisi giderdi ve bana gitmem için gereken desteği verdiler. İkinci korkum için ise uzun uzadıya anlatmak yerine mucize oldu demek istiyorum kısaca. Neyse sonuç itibariyle başvurdum ve davet mektubumun gelmesini beklemeye başladım. Davetiye geldi, her zamanki aksilikler oldu ve vizeyi son anda aldım. Bunlar ara hikayeler her biri için birer sayfa gerekebilir o yüzden atlıyorum. İzninizle, maceranın başladığı güne gelmek istiyorum.

Uçağım Kurban Bayramının ilk günüydü, gün boyu bayramlarını kutlayıp memlekete gidemediğim için akrabalarımdan azar yedikten sonra THY’nin seferi ile Budapeşte’ye indim.Havaalanından beni alıp Monor’a götürdüler. Monor dedikleri bölge Budapeşte’nin 50 km kadar dışında küçük bir şehir. Eğitim süresince çok az inceleme fırsatı yaşadım açıkçası ama kısaca fakir bir şehir olduğunu belirtebilirim. Eğitim öncesi akşam yemeğinde oda arkadaşımla tanıştıktan sonra grubun tamamıyla tanıştım. Grup çok farklı ülkelerden çok iyi insanlarla doluydu. Eğer bu tip projelere gidiyorsanız size tek diyebileceğim, ne olursa olsun sadece edineceğiniz yeni arkadaşlar için dahi olsa gitmeye değer.

Projenin ilk gününde grubun hemen kaynaşmasıyla güne çok hızlı başladık, ilk aktivitelerde hemen lider olarak seçilmem ve gün sonunda sosyal komite lideri olmam sürpriz oldu doğrusu. Çok konuşmanın ve enerjik olmanın ödülleri diyelim buna kısaca. Tabi mühendislik disiplinini bazı alıştırmalara yerleştirince biraz fazla sivrildim diyebilirim. Eğitimin ilk iki gününde PR çalışmaları, önemli noktaları ve daha önceki tecrübelerimiz üzerinde durduk ve çeşitli aktivitelerle bunları destekledik. 3. Günü itibariyle kendi videolarımızı nasıl üreteceğimiz konusunda uzmanlar yardımıyla çalışmalara başladık. Eğitim süresince hiç video çekmeyenler bile bazı programlar üzerinde büyük ilerlemeler kaydetti ve ilk videolarımız beklediğimizden iyi oldu açıkçası. En azından videoları gönderdiğimiz uzmanların yorumları böyle oldu. 3 gün boyunca video ile ilgili aktivite ve projeler yaptıktan sonra son gün Web 2.0 üzerinde durduk ve bu konu üzerinde tecrübelerimizi paylaştık. Eğitim süresince eğlenmedik mi eğlendik hem de çok fazla, yaptığımız projeler sırasında, eğitim sırasında hiç sıkılmadık diyebilirim, bunun dışında otelimizin bir kaplıca oteli olması, international night, çeşitli oyunlarla hiç sıkılacak an bulamadık sanırım. En sıkıcı zamanlar sabah saatlerinde yapılan birkaç sunum oldu ki ona bile sıkıcı demek istemiyorum açıkçası sadece yorgunduk diyebilirim.

Eğitimin sonuçlarına gelince PR üzerine çok önemli tecrübeler ve arkadaşlıklar edindik, Web 2.0 üzerinde yüksek derecede bilgi sahibi olduk. Özellikle video üretimi üzerine çok değerli bilgi ve tecrübeler edindik. Artık sıfırdan nasıl bir video üretilir, elimizde yeterli malzemeler olmasa bile ne gibi harikalar yaratılabilir, hangi programlar kullanılır nasıl kullanılır gibi sorulara çok rahat cevap verebiliyorum.Bunun dışında orada kurduğum arkadaşlıkların değerini hiçbir şekilde anlatamam herhalde. Sanırım ilerleyen zamanlarda birçok proje ve Avrupa seyahati beni bekliyor.

Son olarak ise arta kalan zamanda Budapeşte’yi gezme fırsatım oldu. Size tek tavsiyem gitmediyseniz mutlaka gidin. AB gençlik projelerine katılmayan arkadaşlara ise şunu demek istiyorum: Neler kaçırdığınızı bilmiyorsunuz. Bana kalsa sayfalarca proje hakkında konuşur ve yazardım ama blog yazısı olduğu için mümkün olduğunca kısa tutmalıyım. Eğer sorularınız olursa her zaman anlatmaya hazırım.

Sizlere proje sırasında ürettiğimiz bir video ile veda etmek istiyorum:

Herkese sevgiler,

İsmail Fidan

2012-11-15
http://www.yasom.org

Kanuni Osmanlı’yı Evrensel İmparatorluk Yapacaktı

Osmanlı askerî tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden olan Gabor Agoston Georgetown Üniversitesi (ABD) Tarih bölümünde halen öğretim üyesidir. Türk okurlar Macar tarihçiyi Türkçeye çevrilmiş az sayıdaki makalelerinden ve Osmanlı askerî sanayi, ekonomisi ve askerî geleneğini ele alan kitabından tanıyor olacaklar.

TİMAŞ Yayınları yazarın farklı bilimsel derlemeler ve dergilerde İngilizce dilli yayınlanmış sekiz makalesini bir kitapta toplayarak Türk okurların ilgisine sunmaktadır. Her biri dünyada Osmanlı tarihçiliğine ilgi uyandırmış çalışmalar olan bu makalelerden sadece bir tanesi daha önce Türkçeye çevrilmişti.Yazar bu makalelerinde bilhassa Osmanlı-Avusturya-Rusya çekişmelerinden yola çıkarak başlangıcından 1800’lere kadar Osmanlı’nın bir büyük stratejik planı olup olmadığını ele almaktadır. Yazara göre her imparatorluk gibi Osmanlıların da geleceklerini şekillendirmeye yönelik bir rehber planları vardı. Gelgelelim devletler bu tür ‘büyük stratejilerini’ kaleme almadıkları için ‘büyük stratejinin’ ne olduğunu ortaya çıkarmak tarihçilerin görevidir.

Strateji Macaristan’a takılmış

Derleme, yazarın Türk okur için kaleme aldığı önsözü takiben Osmanlı askerî teşkilatının Tanzimat Devrine dek tarih içinde geçirdiği evrimi ele alan genel mahiyetli makaleyle açılmaktadır. İkinci makale doğrudan Osmanlı-Habsburg rekabeti bağlamında Osmanlı’nın ‘küresel vizyonunu’ (büyük strateji) ortaya koyar. Buna göre evrensel imparatorluk vizyonu Kanuni döneminde şekillenmeye başlar ve bu vizyonu ‘yüce gaye’ haline koyan rehber plan istihbarat-enformasyon, diplomasi-propaganda, ideoloji-askerî güç payandaları üzerine inşa edilir. Ancak, bu rehber planın uygulamada epey pragmatizm ve esneklik içerdiği görülür. Üçüncü makale bahis konusu küresel hakimiyet kavgasında başvurulan büyük stratejinin Macar serhaddinde ne gibi uygulama zorluklarıyla karşılaştığını tasvir eder. Osmanlı tarihi çalışmalarında kendine pek yer bulamayan fiziki coğrafya ve tarihin şekillenişi arasındaki ilişki burada layıkıyla anlatılır. Macaristan’ın iklimi, ormanları, bataklıkları, kaleleri, nehirleri Osmanlı savaş uğraşını ve yüce gayesini ne yönde etkilemişti? Yazar burada Osmanlıların coğrafya ve çevresel etkenler konusunda bilgili olduklarını, bu konuda ciddi istihbarat faaliyetlerinde bulunarak muhtemel olumsuzları bertaraf etmeye çalıştıklarını kaynaklarıyla ispatlamaktadır. Sanılanın aksine Osmanlılar da tıpkı çağdaşları gibi haritalar, planlar ve krokiler çıkartmak, casusluk faaliyetlerine girişmek suretiyle stratejik ve taktiksel hedeflerine ulaşmaya çabalamışlardı. Ayrıca belirtilmeli ki yazar Macaristan’da uzun süre hakim olan Osmanlı varlığına bağlı ormansızlaşma-balçıklaşma ve nüfus kaybı problemlerini masaya yatırmaktadır. Buna göre, Macar nüfusu Osmanlı hakimiyeti esnasında hiç de azalmamıştır ve ormansızlaşma-balçıklaşma sorunu da ‘Küçük Buzul Çağı’ denilen iklimsel değişiklikler ile açıklanmalıdır.

İstanbul: Teknoloji diyari

Dördüncü ve beşinci makaleler Osmanlı askerî teknolojisine ayrılmıştır. Bu makalelerden öğreniyoruz ki Osmanlılar top ve barut teknolojisi ve üretim miktarları açısından Avrupalı hasımlarından geri değildi. Gelgelelim 18. yüzyılla birlikte üretim organizasyonunda aksamalar ve kapasitesinde ise düşüşler yaşanmıştı. Bu sorun daha genel idari ve mali sorunların yanı sıra devlet-hamilik ilişkileri ve bilimsel altyapı meseleleriyle bir arada ele alınmalıdır. Yazar, İstanbul’un çok uzun süre göz ardı edilmiş bir rolünü dördüncü makalede bize hatırlatmaktadır: teknolojik diyalog merkezi. Batılı tarihçilerin Osmanlıların hiçbir şey icat etmeyip her şeyi din değiştirip Osmanlı hizmetine giren veya esir edilen uzmanlar aracılığıyla Batı’dan apardıkları tezine karşılık yazar İstanbul’un Akdeniz uzmanlar havuzu için bir numaralı cazibe merkezi olduğunu, bir taklit yuvası olmaktan çok teknolojik sentezleme merkezi görevi gördüğünü savunur. Dolayısıyla, meseleye tek yönlü bir teknoloji aktarımı olarak değil, Osmanlı-Avrupa kültürel etkileşimi olarak bakılmalıdır. İstanbul’da bir süre çalışmış yabancı uzmanlar sayesinde Avrupalılar da Osmanlılardan öğrenmiş ve bilgi aktarmışlardır.

Kültürlere saygılı Türk

Altıncı ve yedinci makaleler Osmanlı-Habsburg-Rusya rekabetinde ibrenin 18. yüzyılla beraber Osmanlı’nın aleyhine döndüğünü saptarlar. Bunun nedeni Habsburg ve Rusya’nın askerî, mali ve bürokratik sistemlerini Osmanlı’ya nazaran daha başarılı bir şekilde yenileyebilmiş olmalarıdır. Özellikle sekizinci makale Osmanlılar ve Rusların askerî dönüşümlerini karşılaştırmalı ele alan, türünün ilk ciddi çalışmasıdır; zira, bu konu ilk defa Osmanlıca, Rusça, Macarca ve diğer Batı dillerindeki eserler ve ana kaynaklara müracaat edilerek incelenmektedir. Son makale ise Macar tarihçiliğinde Türk imgesinin geçirdiği değişimler üzerine Türkiye’de pek de bilinmeyen bir meseleyi ele almaktadır. Macaristan’a yağma ve yıkım getiren olumsuz Türk imgesinden yerel kültürlere saygılı hoşgörülü Türk imgesine giden yolun güzel bir tasviridir. Bu sayede yıkılışından bunca sene sonra dahi Osmanlı İmparatorluğu’nun çağdaş toplumların algısında kendine nasıl yer bulabildiğini öğrenmiş oluyoruz. Kitap iki harita ve birçok tablo, grafik, resim ve şekille desteklenmektedir. Bu makaleler, daha önce Türkçe yayınlanmış olan biri hariç, Fatih Çalışır tarafından beceriyle Türkçeye kazandırılmıştır. Okur-odaklı bir düşüncenin sonucu olarak yazarın kullandığı kitaplardan Türkçeye çevrilmiş olanları belirtilmiş, Macarca kitap ve makale başlıklarının Türkçe tercümesi verilmiş, tüm makaleler için ortak bir kaynakça ve dizin oluşturulmuştur.

Gabor Agoston,

Osmanlı’da Strateji ve Askerî Güç

çev. Fatih Çalışır

Timaş Yayınları

2012-10-18
http://onedio.com

Macar Seyircilerden Pankartlı Mesaj

attilaunokaiTürkiye ile Macaristan arasında akşam oynanacak milli maçta Macar seyirciler, “Biz de Atilla’nın torunlarıyız ” pankartı açacak

Coşkun Ergül – Türkiye ile Macaristan arasında akşam oynanacak maçta Macar seyirciler “Biz de Atilla’nın torunlarıyız ” pankartı açacak.

Türkiye-Macaristan Parlamentolarası Dostluk Grubu Başkanı, AK Parti Kütahya Milletvekili Vural Kavuncu, akşam oynanacak olan Türkiye-Macaristan maçını AA muhabirine değerlendirdi.

Türkiye ile Macaristan’ın dost ülkeler olduğunu ve aralarında ciddi işbirliği bulunduğunu belirten Kavuncu, “Ancak spor, kardeşlik ve dostlukla birlikte rekabet ve beraberinde başarıyı da getirir. Başarı olmazsa olmaz” dedi.

Kavuncu, öncelikle güzel, zevkli ve keyifli maç olmasını arzu ettiklerini ifade ederek, şöyle konuştu:

‘Bizim Türkiye olarak bu galibiyete şiddetle ihtiyacımız var. Hem matematiksel olarak puan açısından hem de moral açısından ihtiyacımız var. O yüzden tek arzumuz elbette kazanmak.

Türk futbolu bu seneye iyi başlamadı. Uluslararası platformlarda sıkıntılıyız. Belki bireysel olarak yetenekli ve başarılı futbolcularımız var ama sonuçta futbol kolektif oyun, birlikte ve beraber senkronize uygun bir ortamı, frekansı yakalamak gerekiyor. Bizim bir çıkışa ihtiyacımız var. Ümit ederim bugün o çıkış gerçekleşmiş olur. Hem morale hem de puanlara kavuşmuş oluruz.”

-“Sıkıntılar fırsata dönüşebilir”-

Kavuncu, “Sakatlıklarımız var, en son Arda da kadrodan ayrıldı” sözleri üzerine ise “Kuşkusuz Arda takımın çok önemli bir futbolcusu ama futbol her şeye hazırlıklı olmalı. Mutlaka bunları telafi edici mekanizmaların harekete geçmesi lazım. Ben bunun, Arda’nın arkasında bekleyen futbolcuların kendilerini gösterme anlamında bir fırsat olacağını düşünüyorum. Bazen bu tip sıkıntılar fırsata dönüşebilir” dedi.

Macarların özellikle son dönemde Türk kökenli olduklarını ve Türkler’le Orta Asya’dan aynı köklere sahip olduğunu düşündüklerini söyleyen Kavuncu, “Geçtiğimiz 2 ay içeresinde burada Türk kurultayına katılmıştım, orada bunu görmüştüm. Kendilerini, Atilla’nın torunu olarak değerlendiriyorlar. Bu nedenle de maçta ‘Biz de Atilla’nın torunlarıyız’ pankartı açacaklar. Bu, Türkler’e olan yakınlıklarını gösteren bir pankarttır. Biz, bu pankartın sporla birlikte dünya arenasındaki her türlü işbirliğinde, AB ve diğer uluslararası platformlarda da bu birlikteliğin devam etmesini arzu ediyoruz” ifadelerini kullandı.

Kavuncu, maçı izlemek için komşu ülkelerden özellikle Avusturya’dan Türk seyircilerin geldiğini anımsatarak, “Biz de akşam maçta olacağız ve takımımızı destekleyeceğiz. Elbette dostluk, ama beraberinde rekabet ve futbol heyecanı” dedi.

Yayıncı: Kudret Topçu

2012-10-17
http://www.haberciniz.biz

Macaristan: Bir zamanlar altın takımdı

arancsapat1950’li yıllarda tüm dünyanın en çok hayranlık duyduğu takım olan Macaristan’dan geriye bugün sadece adı kalmış durumda. Yıldızlar karması olduğu günlerden vasatı aşamayan oyunculardan kurulu alelâde bir takım olduğu bugünlere gelen Macaristan’da, futbolun geleceğine de pek ümitle bakılamıyor.

Yazan: Onur Erdem / TamSaha

Futbolun, Kıta Avrupa’sında ilk filizlendiği ve serpildiği noktalardan biri olan Macaristan, hiç kuşkusuz bu özelliğinin de etkisiyle uzun yıllar boyunca futbol dünyasının en önde gelen ülkelerinin arasında yer almıştı. Ancak 1980’lerin ortalarından itibaren kendisini büyük bir buhranın içinde bulan Macar futbolunun yüzü, neredeyse 30 yıldır bir gün olsun doğru dürüst gülebilmiş değil. Vakti zamanında bünyesinden tüm dünyanın gıpta ettiği harikulade yıldızlar çıkaran ve o yıldızları müthiş bir ahenk içinde kullanarak adeta önüne geleni devirebilen Macar Millî Takımı, artık Avrupa’da San Marino ve benzeri takımlarla oynamadığı müddetçe zorlanan bir görüntü çiziyor.

Macarların futbolla tanışması, henüz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde olmuştu. 19. yüzyıl sonlarında özellikle Budapeşte’de kurulan Ujpest, Ferençvaroş ve MTK gibi spor kulüplerinin çok geçmeden bünyelerinde futbol şubeleri de açmalarıyla birlikte, Macaristan futbolla resmen tanışmış oluyordu. 1901 yılında Macar Futbol Federasyonu’nun kurulması ve ilk ulusal şampiyonanın düzenlenmesinin ardından 1902’de de Macaristan Millî Takımı ilk maçına, imparatorluğun diğer yarısını oluşturan Avusturya karşısında çıkmış, maç 5-0 Avusturya üstünlüğüyle tamamlanmıştı.

Macaristan, 1930’ların ikinci yarısından itibaren Avrupa’nın en önemli futbol güçlerinden biri haline gelecekti. 1934 Dünya Kupası’nda ilk turda Mısır’ı 4-2 geçip çeyrek finale kalan fakat bu turda ezeli rakibi Avusturya’ya 2-1 yenilen Macarlar, 1938 Dünya Kupası’ndaysa ilk büyük başarısını elde ediyor ve sırasıyla Doğu Hollanda Antilleri (bugünkü Endonezya), İsviçre ve İsveç’i eleyerek finale kalıyordu. Finalde İtalya’ya 4-2 yenilen Macarlar, böylelikle ilk dünya ikinciliklerini elde ediyorlardı.

“Altın Takım”ın doğuşu

Macaristan Millî Takımı’nın efsane mertebesine ulaştığı dönemse 1950’lerdi. Bu dönemdeki Macaristan takımı için II. Dünya Savaşı sonrasında çıkan ilk süper takım benzetmesi de yapılır. Macaristan’ın o meşhur kadrosunda Zoltan Czibor, Nandor Hidegkuti, Sandor Kocsis, Jozef Bozsik ve tabii ki Ferenç Puşkaş gibi “süper star”ların bulunması, takımın elde ettiği başarıların elbette öncelikle bireysel yeteneklerle açıklanabileceğini akla getirse de işin püf noktası, bu bireysel yeteneklerden azami şekilde faydalanabilen bir sistemin yaratılmasındaydı. Öyle ki Marton Bukovi ve Gusztav Sebes gibi teknik adamların çalışmaları neticesinde 1920’lerden beri dünyada en çok kabul gören sistem olan WM dizilişinde M harfini oluşturan kısmı tersine çevirip, (3-2-2-3 şeklindeki rakamsal ifade 3-2-3-2’ye dönmüştür) WW olarak anılmaya başlayan yeni bir sistemin denenmesi, Macar Millî Takımına, klasik WM oynayan rakipleri karşısında büyük bir avantaj sağlamıştır.

1949 yılında Millî Takım Teknik Direktörlüğüne başlayan Gusztav Sebes’in ilk maçında Çekoslovakya deplasmanında alınan 5-2’lik mağlubiyet biraz kafaları karıştırdıysa da kısa süre içerisinde sistemin meyveleri toplanmaya başlamıştır. Takım bu mağlubiyet sonrası oynadığı sekiz maçın altısını kazanırken rakip filelere tam 36 gol göndermiş, kalesindeyse 9 gol görmüştür. Bu sekiz maçlık şovun ardından 14 Mayıs 1950 tarihinde Avusturya’yla Viyana’da yapılan ve 5-3 kaybedilen maçın da Macaristan Millî Takımı’nın tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu söyleyelim. Zira Macarlar bu maçtan sonra yaklaşık 50 ay boyunca yenilgi yüzü görmeyecek ve bu süre içinde yapacakları 32 maçta 28 galibiyet, 4 de beraberlik elde edecekti.

Mevzubahis seri içerisinde ilk büyük başarı, 1952 Helsinki Olimpiyatı’nda geldi. Sırasıyla Romanya, İtalya, Türkiye, İsveç ve Yugoslavya’yı deviren Macarlar, altın madalyanın sahibi olurlarken oynadıkları beş maçta rakip filelere tam 20 gol göndermişti.

Wembley’de yazılan tarih

Macaristan Millî Takımı’nın o yıllarda oynadığı en unutulmaz oyunlardan biriyse, daha sonraları tüm zamanların en büyük futbol klasiklerinden biri olarak kabul edilecek bir özel maçta, ünlü Wembley Stadı’nda İngiltere’ye karşı sergilenecekti. 25 Kasım 1953’te oynanan maçta futbolun mucidi olmakla övünen İngilizlerin, kendileri için kapalı kutu konumundaki rakipleri karşısında yaşadıkları 6-3’lük hezimet, futbol dünyasındaki taktiksel gelişimin de nasıl bir “boynuzun kulağı geçmesi” örneği haline geldiğinin göstergesiydi. 30 yıldır kendisine herhangi bir alternatif üretilmeyen WM sistemi, üzerinde ufak değişiklikler yapılmış versiyonu karşısında adeta çuvallamıştı. Maç boyunca Macarların çektiği 35 şuta karşılık İngilizlerin sadece 5 şutta kalmalarıysa, tabelada yazan neticeden kesinlikle daha dehşet verici bir farkı gözler önüne seriyordu.

İngilizlerin ünlü futbol adamı Sir Bobby Robson ileriki yıllarda kendisine o maçla ilgili görüşleri sorulduğunda şunları söylemiştir: “O güne kadar hiç görmediğimiz bir oyun tarzı ve sistem vardı karşımızda. Rakibimizden kimseyi tanımıyorduk. Puşkaş’ı bile bilmiyorduk ve tüm bu muhteşem oyuncular bizim için sanki Mars’tan gelmiş uzaylılardı. Wembley’e geliyorlardı ki İngiltere Wembley’de Kıta Avrupa’sından herhangi bir takıma henüz maç kaybetmemişti. Bu maç da muhtemelen, Avrupa futbolunda kendini yeni yeni göstermeye başlayan ufak bir ülkenin 3-0, 4-0 hatta belki 5-0 mağlup edilmesiyle sonuçlanacaktı. Macarlar Puşkaş’a aynı zamanda bir ordu mensubu olmasından dolayı “Koşan Binbaşı” diyorlardı. Macar ordusunda yer alan bir adam nasıl olur da gelip bizim Wembley’de mağlup olmamızı sağlayan bir oyun ortaya koyabilirdi ki? Ancak öyle bir oynadılar ki, teknik dehaları ve uyguladıkları sistem üzerindeki uzmanlıkları 90 dakika sonrasında bizim WM sistemimizin çöpe gitmesine neden oldu. Maçın yarattığı etki çok büyüktü. Sadece benim değil bütün İngilizlerin üzerinde… Tek bir maç bütün zihniyetimizin değişmesini sağladı. Bu takımı Wembley’de dağıtacağımızı düşünmüştük çünkü bizler bu oyunun ustalarıydık, onlarsa en fazla çırak… Meğer tam tersiymiş!”

Maçın ardından İngilizler, “yenilen pehlivanın güreşe doymaması” deyimini haklı çıkarırcasına, bir rövanş karşılaşması oynanması talebinde bulunmuşlardı. Lâkin talebin kabul görmesi üzerine altı ay sonra Budapeşte’nin Nep Stadı’nda oynanan maç, İngilizler adına skor açısından öncekine göre çok daha feci olacak ve Macarlar 7-1’lik göz kamaştırıcı bir galibiyete imza atacaktı. Bu skor aynı zamanda İngiltere Millî Takımı’nın tarihinde aldığı en farklı mağlubiyetti ve günümüzde de bu özelliğini korumakta…

Rüyaların kâbusa dönüşmesi

Özellikle İngiltere karşısında aldıkları olağanüstü galibiyetlerin de futbol kamuoyunda yarattığı hayranlık neticesinde 1954’teki Dünya Kupası’na mutlak favori olarak giden Macarlar, İsviçre’deki turnuvaya da bu görüşleri destekler nitelikte çarpıcı skorlar elde ederek başlamışlardı. İlk maçında Güney Kore karşısında kupanın o ana kadarki gol rekorunu kırarak 9-0 galip gelen Altın Takım, bir sonraki maçındaysa Batı Almanya’yı 8-3’le bozguna uğratıyor ve İngilizlerden sonra Almanların da tarihlerinde gördükleri en ağır yenilginin müsebbibi oluyordu.

Çeyrek finalde futbol dünyasının bir başka devi Brezilya’yı, üstelik de sakat olan en önemli oyuncusu Puşkaş’ın yokluğuna karşın dört golle geçen Macarlar, final öncesindeki son virajı da, son dünya şampiyonu Uruguay’ı dört golle devirerek dönmüşlerdi. Finale gelene kadar oynanan dört maçta tam 25 gol atmaları, üstelik bu gol sağanağının Batı Almanya, Brezilya ve Uruguay gibi önemli takımlara karşı da herhangi bir dinme emaresi göstermemesi, hemen herkesin final maçının bir formaliteye dönüşeceğini düşünmesine yol açmıştı. Üstelik Macarların finalde karşılaşacakları takım da henüz üç hafta öncesinde filelerine sekiz gol bıraktıkları Almanlardı.

Bern’deki finalin ilk dakikaları, bu görüşü haklı çıkarır cinstendi. Hatta Wankdorf Stadı’nın tribünlerinde yer alan on binler, daha sekizinci dakika dolmak üzereyken tabelada 2-0’lık Macaristan üstünlüğünün yazdığı gördüklerinde yeni bir tarihi fark beklemeye başlamışlardı. Fakat sonrasında futbol tarihinin belki de en büyük mucizelerinden biri gerçekleşti ve Batı Almanya, kalesini gole kapadığı gibi üç kez de Macaristan kalecisi Grosics’i avlayarak 3-2’lik galibiyete, dolayısıyla da dünya şampiyonluğuna uzandı. Macaristan ise 1938’den sonra bir kez daha dünya ikinciliğiyle yetinmek zorunda kalmıştı. Üstelik bu kez, belki de tarihin görüp görebileceği en görkemli dünya ikincisi de olmuşlardı, ama tüm bunlar elbette ki kaçan balığın büyüklüğünü gizlemeye yetmeyen tesellilerdi.

Sonun başlangıcı

Yine de Macaristan, yaşadığı bu büyük hayal kırıklığının ardından toparlanmakta gecikmedi. 32 maçlık yenilmezlik serisinin bittiği 1954 Dünya Kupası finali sonrasında oynadıkları ilk 18 maçın sadece üçünde berabere kalırken 15 galibiyet aldılar, 74 gol atıp 22 gol yediler. Macaristan’ın bu ikinci önemli serisiyse özel bir maçta, beklenmedik bir rakip, Türkiye karşısında son bulacaktı. 19 Şubat 1956 tarihinde Dolmabahçe Stadı’nda oynanan maçta ikisi Lefter’den, biri de Metin Oktay’dan gelen gollere sadece Puşkaş’tan tek bir cevap gelince ay-yıldızlılar 3-1’lik galibiyete uzanmayı başarmıştı.

Macaristan, aldığı bu mağlubiyetle bir daha eskisi gibi uzun bir yenilmezlik serisi yakalayamayacaktı. O maça kadar oynadığı 51 maçta 43 galibiyet, 7 beraberlik ve tek bir mağlubiyet alan Macaristan, bu maçın ardından oynadığı dört maçınsa ikisini kaybederken ikisindeyse berabere kalacaktı.

Efsane takım dağılıyor

“Altın Takım”ın rüya gibi geçen altı yılın ardından dağılmaya başlamasıysa, 1956 yılının ikinci yarısına denk gelmektedir. Macar ordusunun himayesi altında bulunan ve millî takımın da iskeletini oluşturan Honved ekibi, 1956-57 sezonunun Şampiyon Kulüpler Kupası’nda İspanya’dan Athletic Bilbao ile eşleşmiştir. Tam da bu maçların oynanacağı dönemde Macaristan siyasi açıdan büyük çalkantılar yaşamaktadır. Önce Sovyetler Birliği karşıtı cephe, Imre Nagy önderliğinde iktidara gelmiş, bundan sadece 11 gün sonra da Sovyet tankları Budapeşte’yi işgal ederek Nagy hükümetini devirmiş ve Sovyet yanlısı sosyalist düzeni yeniden kurmuştur. Nagy yanlısı halk ayaklanmaları ve bunun neticesinde yaşanan ordu-halk çatışmaları da ülkede her gün büyük kargaşalar yaşanmasına yol açmıştır. Athletic Bilbao ile yapacağı maç için İspanya’da bulunan Honved takımının oyuncuları da bu kargaşayı bahane ederek Macaristan’a dönmeme kararı alır. Hatta bunun üzerine UEFA da Bilbao maçının rövanşının Brüksel’de oynanmasına karar verir. Bu maçın ardındansa takım İtalya, İspanya, Portekiz hatta Brezilya’yı kapsayan bir tura çıkar.

Uzun turun bitmesiyle birlikte de takımın önemli yıldızları Batı Avrupa kulüplerine doğru yelken açar. Bunların en önde gelenlerinden Puşkaş Real Madrid’e, Czibor ve Kocsis de Barcelona’ya transfer olmuştur. Futbolcuların İspanya’ya gidişleri normal bir transfer vasıtasıyla değil de iltica usulüyle gerçekleştiğinden, birtakım problemler de çabucak baş gösterir. Örneğin ilk önce Espanyol’a transfer olması beklenen Puşkaş, söz konusu problemler neticesinde FIFA’dan iki yıl men cezası alır, iki yıllık beklemenin sona ermesiyle birlikte de hızlı davranan Real Madrid yıldız oyuncuyu kadrosuna katan taraf olur.

1956 yılında “Altın Takım”ın yaratıcısı olan teknik direktör Gusztav Sebes’in görevi bırakması da dağılmanın bir diğer göstergesidir. Her ne kadar Sebes’ten görevi devralan isim onun dünyaya tanıttığı WW sisteminin asıl fikir babası olan Marton Bukovi olsa da, Bukovi de bir yıl geçmeden yerini Lajos Baroti adlı bir diğer meslektaşına bırakacak ve Macaristan Millî Takımı en büyükler arasındaki yerini yavaş yavaş kaybetmeye başlayacaktır.

Zirvenin eteklerine tutunma çabaları

Yine de Macaristan’ın yaşadığı düşüş çok ani ve sert olmamıştı. 1957-58 sezonunda Vasas’ın Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finaline kadar gelip, daha sonrasında kupayı da kazanacak olan Real Madrid’e takılması, Macaristan futbolunun yitirdiği yıldızlara rağmen kolay kolay yıkılmayacağının mesajını veriyordu. Lâkin aynı sezonun sonunda İsveç’te oynanan dünya kupasına ilk turda veda edilmesi de artık bardağın en az yarısının boş olduğuna delaletti.

Dört sene sonra bu kez Kupa Galipleri Kupası’nda Ujpest, Fuar Şehirleri Kupası’nda da MTK yarı final oynadı. Dünya Kupası macerası da daha pozitif bir noktadaydı ve Macarlar ilk tur gruplarını Arjantin ve İngiltere gibi iki ülkeyi bırakarak lider tamamlamışlar, çeyrek finaldeyse Çekoslovakya’ya tek golle boyun eğmişlerdi. Dünya Kupası’ndan iki sene sonraki Avrupa şampiyonasında da boy gösteren Macarlar, yarı finalde ev sahibi İspanya’ya 2-1 mağlup oldularsa da üçüncülük maçında Danimarka’yı 3-1 yenerek önemli bir unvanın sahibi oldular. Aynı yıl olimpik takımları da Tokyo Olimpiyatı’nda altın madalya kazanan Macarlar, bu başarıyı 1968 Mexico City Olimpiyatı’nda da tekrarlayacaklardı.

Macarlar, kulüpler düzeyindeki en büyük başarısınıysa 1965 yılında Ferençvaroş ile yaşadı. Budapeşte ekibi, Fuar Şehirleri Kupası’nda Roma, Athletic Bilbao ve Manchester United gibi takımları eleyerek finale geldikten sonra, finalde de Juventus’u devirerek mutlu sona ulaştı. Aynı yıl Gyor takımı da Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı final görmüştü.

1966 Dünya Kupası’na gelindiğinde son iki turnuvanın şampiyonu, Peleli Brezilya’yı 3-1 mağlup ederek saf dışı bırakan ve Portekiz’in ardından ilk tur grubundan çıkan ikinci takım olan Macarlar hâlâ dünyanın en iddialı takımlarından biri olduğunu göstermişlerdi. Ancak çeyrek finalde Sovyetler Birliği’ne 2-1 mağlup olmaktan kurtulamadılar. Macarların elde ettiği son önemli başarıysa, 1972 Avrupa Şampiyonası’na katılmaktı. Ne var ki dört takımın katıldığı turnuvanın yarı finalinde SSCB’ye, üçüncülük maçında da Belçika’ya yenilen Macaristan, dördüncülükle yetinmek zorunda kaldı.

Serbest düşüş

Macaristan bundan sonra herhangi bir Avrupa Şampiyonası’nda boy gösteremezken, Dünya Kupalarınaysa 1978, 1982 ve 1986 yıllarında katıldı. Fakat bu turnuvaların hepsinde ilk turda elendi. Tek teselli, 1982 Dünya Kupası’nda El Salvador karşısında elde edilen 10-1’lik galibiyetti. Öyle ki bu skor, bugün bile Dünya Kupalarının en farklı galibiyeti olarak kayıtlarda duruyor.

Macaristan futbolunun elde ettiği son uluslararası başarıya 1984-85 sezonunda Videoton ekibinin UEFA Kupası’nda final oynamasıydı. Üstelik Videoton bu yolda Dukla Prag, Paris Saint-Germain, Partizan ve Manchester United gibi takımları elemişti. Fakat Videoton’un şansı finalde Real Madrid karşısında yaver gitmemişti.

1980’lerin ikinci yarısından itibaren büyük bir krizin içinde olan Macaristan futbolu, bir zamanlar en iyileri arasında olduğu Avrupa futbolunda adeta aksi istikamete doğru son sürat gitmekte. Millî takım herhangi bir büyük turnuvaya katılamazken, kulüpler düzeyinde de elle tutulur herhangi bir başarı bulunmuyor. İşin kötüsü, Macar futbolseverlere, bu karanlık dönemden çıkılabileceğine dair umut aşılayacak öyle aman aman Macar futbolcuların da bulunmaması. Bir zamanlar dünyanın en iyi oyuncularını bünyesinde barındıran millî takımın günümüzdeki en önemli oyuncusu, Premier Lig’de vasatı zaman zaman aşan, West Bromwich’in 33’lük oyuncusu Zoltan Gera ve PSV’de oynadığı dönemde “geleceğin yıldızı” olarak görülen Balazs Dzsudzsak da Rusya’ya gittikten sonra beklentileri bir türlü karşılayamamışsa, Macarların kötümser olmaması gerçekten çok ama çok zor.

2012-10-02
http://www.tff.org

Macaristan Ankara Büyükelçisi: Prof. Dr. János Hóvári

AA muhabirine konuşan János Hóvári , daha önce İsrail ve Kuveyt’te Büyükelçi olarak görev yaptığını, hedeflerinin arasında Türkiye’de Büyükelçi olarak çalışmak olduğunu, bununda gerçekleştiği için mutlu olduğunu belirtti. János Hóvári , “Türk tarihinin dünyada yaşayan en önemli hocası olarak kabul edilen, hatta ‘Hocaların Hocası’ lakabıyla tanınan Prof. Dr. Halil İnancık’ın da öğrencisi olduğum için çok gurur duyuyorum. Türkiye’deki görevim sırasında iki ülke arasında mükemmel olan ilişkilerin daha da ilerlemesi için gayret göstereceğim” diye konuştu.

Macaristan Türk-Macar Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Suat Karakuş ise Prof. Dr. János Hóvári nin tam bir Türk dostu olduğunu, Hovari’nin bu göreve gelmesiyle iki ülke arasındaki başta ekonomik, kültürel, siyasi ve daha birçok konudaki ilişkilerin zirveye çıkacağını açıkladı.

Macaristan’ın Kiskorpad kasabasında 1955 yılında doğan ve daha ilköğretim eğitiminde Türkçe öğrenmeye başlayan Hovari, dünyanın en önemli Türkologlarının yetiştiği Budapeşte Elte Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nü başarıyla bitirdikten sonra Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kitaplar yazdı.

1979 yılında Türkolog diploması alan Hovari, 1979-1992 yılları arasında Macaristan Bilimler Akademisi’nde Öğretim Üyesi olarak çalıştı. 1992 yılından bu yana Macaristan Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapanJános Hóvári , 2000-2004 yılları arasında Macaristan’ın İsrail Büyükelçisi, 2008-2010 yılları arasında Kuveyt Büyükelçisi olarak, 2011 yılından itibaren ise Macaristan Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yaptı.

İyi derecede Türkçe, Almanca ve İngilizce konuşan Prof. Dr. János Hóvári , Türkiye’nin AB üyeliğine geçmesi için gösterdiği gayretli çalışmalar nedeniyle Macaristan’da yaşayan Türk vatandaşları tarafından büyük takdir görmüştü.

KAYNAK: AA – Muhabir: Mehmet Başaran

Nur Bostancıoğlu: Atatürk, Türkoloji ve Rasonyi

Prof. Dr. Laszlo Rasonyi tarafından kaleme alınan “Tarihte Türklük” adlı kitap, Atatürk’ün hatırasına ithaf edilmiş kapsamlı bir çalışmadır. Çünkü bu eserin ortaya konmasında Atatürk’ün büyük emeği vardır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde bir Hungaroloji Kürsüsü kurulması fikrini ortaya atan ve Rasonyi’yi bu kürsüde çalışmaya davet eden bizzat Atatürk’tür. Peki, Rasonyi kimdir ve Atatürk neden Rasonyi’yi Türkiye’ye çağırmıştır?

Rasonyi Türk kavimlerinin tarihi ve Türk-Macar ilişkileri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Macar asıllı bir Türkoloji uzmanıdır. Anadolu’yu Batılı istilacılardan kurtaran Atatürk, kurtuluştan sonra yeni bir cephe açmıştır. Amacı tarih alanında Batı’nın hegemonyasını yıkmaktır! Bunun için etrafına tarihçileri ve dilbilimcileri toplamış, yeni bir ordu kurmuştur. Rasonyi ise bu bilim ordusunun üyelerinden biridir ve 1933 yılında açılan Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Hungoroloji kürsüsü profesörlüğüne getirilmiştir. Burada Hunlar, Avarlar, Macarlar, Kumanlar ve Finler üzerine çalışmalar yapmıştır. İşte Rasonyi’nin “Tarihte Türklük” adlı eseri hem Türk tarihinin kapsamlı bir araştırması olması nedeniyle, hem de tarihten Türk’ün adını bilinçli bir şekilde silmeye çalışan çevrelere bilimsel bir yanıt olması nedeniyle önem kazanmaktadır.

Rasonyi’nin bakış açısı şöyledir: “Türk tarihi öyle engin ve öyle onurludur ki, Türklüğün bazı uluslar gibi kendisine atalar yaratmasına gereksinimi yoktur. Şunu söyleyebiliriz: Yazılı tarihlerden önce de, binlerce yıl önce de Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da ve Orta Avrupa’da öyle kültür öğelerine rastlanır ki, bunların hareket noktasını bozkır kültüründe, Türklerin ataları arasında aramak gerekir”.

İşte, 1930’ların Atatürk Türkiye’sinin Türklüğe bakış açısı da budur. Bu bakış açısı, bugün Anadolu’da ve de Türkistan’da yaşayan herhangi bir Türk’ün bilincinin çok çok ilerisindedir. Maalesef Türk, Batılının Türkler aleyhindeki yargılarını büyük oranda kabul etmiştir. Bugünün Türk’ü tarihinden gelen gücün farkında değildir. Rasonyi’nin kitabı bu anlamda üç kıtada Türklüğün izini sürerken, atalarımızın binlerce yıllık serüvenini bizlere hatırlatmaktadır.

Türk milleti zekidir, çalışkandır

Rasonyi, Türk tarihinin üstünlüğünü açıkça savunan bir bilim adamıdır. Bunu yaparken kendi öznel değerlendirmeleriyle yetinmemiş, yabancı kaynaklardaki değerlendirmeleri de kitabına alarak nesnel bir değerlendirme yapmaya özen göstermiştir: Örneğin, Çin kronikaları Göktürkler konusunda şunları yazmaktadır: “Savaşta ölmeyi onur sayarlar, hastalanarak ölmekten utanırlar”. Yine, Türklerin dayanaklığı ve savaş araçlarını kullanmaktaki becerileri batılı komşuları arasında ün salmıştır. Bizanslı Prokopios beşinci yüzyılda şunu söylemektedir. “Yerin sırtında insanlar yaşamaya başladığından beri ne Yunanlıların, ne de İranlıların kafasından Sabirlerin kullandığı silahlar çıkmadı”. Basralı Câhiz, dokuzuncu yüzyılda kaleme aldığı risalesinde Türklerden şöyle bahsetmektedir:

“Bütün yeteneklerini bir araya getirseler bir Türk ile boy ölçüşemezler. Ahlaksal nitelikleri ise maddi değerlerini de aşar. Enerjik, canlı, çalışkan ve zekidirler. Kanaati miskinlik, savaştan kaçınmayı yozlaşma sayarlar”.

On birinci yüzyılda Arap yazarı İbn Hassul Türkler konusunda şöyle bir risale yazmıştır:

“Bütün kavimler arasında yiğitlik ve cesaret bakımından Türklerden üstün, büyük amaçlara ulaşmak için onlardan daha yetenekli hiçbiri yoktur. Cenabı Hak onları aslan sıfatında yarattı. Göbeği kesildiği andan sonra Türk, askerin başbuğu, bölgenin emiri olmaktan ve kendini sıkıntılı duruma sokmaktan başka bir şey düşünmez”.

Devlet kurma yeteneği neden Turani kavimlere özgüdür?

Ebetteki tüm bu özelliklerin Türkler dışındaki yabancı kaynaklarda belirtilmesinin bilimsel bir temeli olmalıdır. Rasonyi’ye göre Batılı ulusların ortaya çıkışından önce Türkler, dünyanın en büyük sahnesini oluşturan Avrasya’nın her çağında ve her köşesinde büyük rol oynamıştır. Çin’in, Roma’nın, Bizans’ın ve hatta Rusya’nın devlet yapılarının oluşumunda Türklerin büyük etkileri vardır. Hatta O’na göre tarih Türklerle başlamaktadır ve belli başlı milletler devlet kurmayı Türklerden öğrenmiştir. Peki devlet kurma yeteneği neden Ural Altaylı kavimlere özgüdür?

İşte Rasonyi’ye göre, Ural- Altay kavimleri iki alanda diğer tüm kavimlerden üstündür. Bunlardan birincisi hayvan yetiştirme, ikincisi de göçebe kültürüdür. Bunlara bağlı olarak devlet kurma yeteneği gelişmiştir. Rasonyi bu tezini, etnologların Viyana Okulu’na bağlı tarihçi Menghin’in tespitleriyle şöyle doğrulamaktadır:

“Ural Altaylı kavimlerin iki başarısının arasında bir bağlantı vardır. Büyük sürülerin yönetimi, geniş alanlarda sürekli dolaşma, otlak ve mülk hukuku bakımından kaçınılması olanaksız çatışmalar, oymak örgütleri, hayvan yetiştirici göçebelikle ilgili her şey birbiri ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun sonucu olarak görüş ufku genişler, cesaret, oymağa bağlılık bilinci, örgütçülük yeteneği, hükmetme gururu gibi devlet kurmak için gereken özellikler gelişir”.

Göçebenin yaşamı hiç kuşkusuz insan becerisinin bir zaferidir

Göçebe kültürü, iddia edildiği gibi geriliği ve barbarlığı temsil etmemektedir; aksine medeniyetin taşınmasında ve aktarılmasında ilerici bir rolü olmuştur. Rasonyi, İngiliz tarihçisi Toynbee’nin görüşlerini kitabına alarak bu tezlerini güçlendirmiştir:

“Göçebelik birçok bakımdan çiftçilikten üstün bir özelliktir. Hayvanların evcilleştirilmesi, yabanıl bitkilerin evcilleştirilmesinden elbette ki üstündür. Çiftçi yetiştirdiği ham ürünü doğrudan doğruya tükettiği halde, göçebe yenmesine olanak olmayan bitkileri hayvanlara yedirerek onları süte ve ete dönüştürmektedir. Bunun için güç fiziksel koşullara uymak gerekmekte, bu etkenler çobanlık becerisinin yanında askerlik becerisini de geliştirmektedir”.

Kitapta, bu tezlere dayanak olarak atın ilk evcilleştirilmesi ve atlı çoban kültürünün yaşatılmasını kesin olarak Orta Asya’da yaşayan eski Türklere dayandırılmaktadır. Rasonyi, süvariliğin diğer kavimlere Türklerden geçtiğini, bugüne kadar yapılan kazılarda en eski at iskeletlerinin Kuban Irmağı çevresinde bulunmasıyla ispat etmektedir. Örneğin, atlı süvarileri Çinliler ilk defa M.Ö. 328 yıllarında Hunlardan görmüşlerdir.

Rus birliği Türk boyunduruğunun mirası mı?

Kitaptaki en önemli meselelerden biri de Türkistan coğrafyasındaki Türkler ve Ruslar arasındaki mücadeledir. Rasonyi’ye göre, Rus tarihinin temelini Avrasya orman ve bozkırını elde etmek için atlı göçebelerle yaptıkları mücadele oluşturmaktadır. Yani Rus tarihini şekillendiren Türklerdir. Ayrıca Rosanyi’ye göre Ruslar devlet kurmayı Türklerden öğrenmişlerdir ve bugünkü birliklerini de Türklere borçludurlar.

Öyle ki Türkler tüm bozkıra egemenken, Ruslar orman içlerinde yaşamaktadırlar ve bozkıra her adım atışları Türkler tarafından engellenmektedir. Rusların ormanlardan sızışları 972’de Peçenekler, 1238’de Kumanlar tarafından püskürtülmüştür. Bir sonraki aşamada ise orman da Türklerin denetimine girmiştir. Bu dönem Altın Ordu dönemidir ve artık Rus Prensleri Hanlara bağlıdır. Prenslik unvanlarının verilmesi ve alınması Altın Ordu Devleti’nin hanlarının yetkisi dâhilindedir.

Ancak Altın Ordu’nun hoşgörüsü Rusların dağılmasını ve parçalanmasını engellemiştir. Rus tarihçisi Polevoy’un “Rus gücü Altınorda zamanında gelişmiştir” sözü gerçeği yansıtmaktadır. Hilelere, entrikalara dayanan Rus prensliklerin kendi aralarındaki mücadeleleri Türklerin gücü karşısında artmaktayken, Türk hoşgörüsü onları dağılmaktan kurtarmıştır. Türkler Rusların her türlü kültürel ve ticari haklarına saygı göstermiş, adeta birbirine düşen Rus prensliklerinin yaşamasını sağlamıştır.

Altın Ordu Devleti zayıfladığında hükümdarlık bir dönem Altın Ordu’nun yönetimine bağlı olan Moskova Büyük Prensliği’ne geçmiş ve eski parçalanma tehlikesinden kurtulan Ruslar için Birleşik Rusya yaratılması için ilk yol açılmıştır. Ruslar bu zaman zarfında kişi hukuku, vergi sistemi, askeri örgütlenme gibi devlet kurmanın tüm gerekleri Türk örneğinden almışlardır. Bir Rus tarihi kitabı “Rus Birliği Tatar boyunduruğunun mirasıdır” derken abartmamaktadır. Gerçekten de Ruslar devlet kurmayı Türklerden öğrenmiştir.

Altın Ordu varisleri 2. Çarlığın egemenliği altında

Rasonyi’ye göre Ruslar Türklerin tarihsel düşmanıdır. Yıkılan Altın Ordu devletinin ardından ortaya çıkan Türk oluşumları teker teker Rusların egemenliği altına girmiştir. Sırasıyla Sibirya Tatar Hanlığının, Altaylıların, Tölişlerin, Teleütlerin, Abakanların ve Yakutların ülkelerini ellerinden almışlardır. 18.yy başında Türkistan’a girmişlerdir. 1865’de Taşkent’i ele geçirmişlerdir.

Bir zamanlar burunlarını sığındıkları ormandan dışarıya çıkaramayan Ruslar, Türklerin onlara gösterdiği anlayışın binde birini bile göstermemişlerdir. Varlığını Altınorda’nın hoşgörüsüne borçlu olan Ortodoks kilisesi 1742 yılında sadece Kazan’da 418 mescidi yıktırmıştır. Oysa Altın Ordu Devleti Ortodoks kilisesinin koruyucusuydu. Kilise mülküne saldırının cezası ölümdü, Hıristiyanlıkla alay edilmesinin cezası ağırdı. Papalar vergiden muaftı.

Rasonyi kitabında Rusların uyguladığı asimilasyon politikasını ayrıntılarıyla ele almıştır. Türklerin ticarethanelerinin nasıl kapatıldığını, Rus tüccarlarının Türkistan’a girerek Tatar ekonomisini nasıl yıktıklarını anlatmıştır.

Bunlardan en akılda kalanı ise ekonomik ve kültürel asimilasyonla Türkleri yok edemeyeceklerini anlayan Rusların, 1864’ten sonra Kazan İlahiyat Profesörü İlminski’nin öncülüğünde dil alanında ciddi bir Ruslaştırma projesini hayata geçirmeleridir. İlminski’ye göre; “kavmin dünya görüşü ana dile bağlı olduğundan Hıristiyanlaştırmak için İncil bu kavimlerin kendi lehçelerinde dağıtılmalıdır. Ancak bu yayın Rus harfleriyle yapılmalıdır. Rus alfabesi fonetik alfabeye yakın olduğundan en küçük ayrılıkları kesin bir biçimde göstermektedir. Böylece Türkçeyi küçük lehçelere ayırabilecek ve Türklüğü Rus potasında eritebileceklerdir”. İşte Rus siyaseti Tatar kökenli olan Lenin dönemi (Çarlığı ‘kavimler hapishanesi’ olarak değerlendirdi) dışında hep bu kurnaz ve sinsi planı benimsemiş ve Türklüğün zararına büyümüştür.

Macarlar Türk mü?

Kendisi de Macar asıllı olan Rasonyi’ye göre Macarlar ve Türkler akrabadır. Rasonyi Macarların Türklüğü tezini şöyle savunmaktadır:

“Tuna Bulgarlarını, tarihlerinin başlangıcında ve İslavlaşmadan önce ne hakla Türk kavimleri arasında sayıyorsak, Macarları da aynı hakla Türklerle akraba olarak görüyoruz. Hatta daha büyük hakla, çünkü Macarların asıl özünü Türklerle birlikte yabancı İslav değil, belki Türklerle en eski çağlardan beri akraba olan Fin-Ugorlar oluşturur. Daha yalın bir gerekçeyle Türkler Macarların babasını, Fin-Ugorlar anasını oluşturur”.

Rasonyi; dinsel, kültürel, dilsel alanlarda tüm argümanlarını bu kitabında tek tek ortaya koyarak Macarlarla Türklerin akrabalığını ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Bunlardan bizim aklımızda kalanlarının bazıları şunlardır: Örneğin, Macarların da diğer Türk halkları gibi eşyayı mezara ters koymaları gibi. Bu halkların inancına göre ahiret dünyanın tam tersidir ve bunun Şaman inancı ile ilişkisi kuşkusuzdur. Yine şaşırtıcı bir benzerlik müzik alanındadır. Macar halk müziği, Türk halk musikisi tabakasındandır. Bu müziğin eşine Güney Anadolu Yörüklerinde ve Volga çevresinde rastlanabilmekte oluşu bu ilişkiyi güçlendirmektedir. Bugünkü Türk musiki aletleri arasında olan kobuz, Macaristan’da “koboz”dur. Yine en eski Türk musiki aletlerinden olan çifte kaval Macaristan’da bir Avar mezarından çıkarılmıştır.

Ancak Rasonyi’ye göre Türklerin kimi zaman varlıklarını güçlendiren, kimi zaman da kendi varlıklarına zarar veren bir özelliği de vardır. Oda Türklerin kabul ettikleri dinin, dolayısıyla kültürün en etkin savunucusu ve yayıcısı olmalarıdır. Bu konuyu Budizm ile ilgili olarak Çin’de, Mani ve İslam tarihinde belirleme olasıdır. Türklük İslamiyet’in kılıcı olduğu gibi, Macarlar da kendi deyişiyle Hıristiyanlığın kalkanı olmuşlar ve Türk soyundan gelen Macarlar Hıristiyanlık uğruna nice evlatlarını vermişlerdir.

Üç kıtada birden Türklüğün izini süren Rasonyi’nin kitabı insanlığın başlangıcından bugüne kadar tarihsel bir sıralama ile Türklüğün gelişimini inceleyen kapsamlı bir kitaptır. Sadece Macarların değil, Romenlerin, Korelilerin ve diğer birçok kavmin Türklükle olan bağlantılarını bilimsel olarak ortaya koymaktadır.

Kitap bir Özbek kadınının fotoğrafıyla bitmektedir. Rasonyi, ta o yıllardan Kuzey Avrasya olarak adlandırdığı Türkistan coğrafyasının parçalanmışlığına dikkat çekmekte ve ödev olarak yeni nesillere milli duyguların kuvvetlendirilmesi, milli tarih araştırmalarına önem verilmesi, bununla ilgili akademilerin güçlendirilmesini önermektedir. Bu yönüyle sadece tarihsel bir inceleme olarak değil, geleceğe yön vermek amacıyla yazılmış değerli bir kitaptır.

2012-08-28
http://www.turksolu.org

16,474FansLike
639FollowersFollow