2024. Kasım 25.
Türkinfo Blog Oldal 598

Çamura bulanmış kan – Orhan Tüleylioğlu

rmMiklós Radnóti, insanların mutlu ve adaletli bir dünyaya kavuşacağı umudunu yitirmeyen, boyun eğmeyen şiirsel bir direnişin simgesi oldu Çağdaş Macar şiirinin en önemli temsilcilerinden Miklós Radnóti, 35 yıl gibi kısacık yaşamına onlarca kitap sığdırdı. Yapıtlarıyla dirençli insanlığın onurlu bir sözcüsü oldu. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin toplama kamplarına sürdüğü Radnóti’nin şiiri, barbarlığa tanıklığın bu acı ve zorlanışın şiiriydi.

Miklós Radnóti, 1909 yılında Budapeşte’de dünyaya gelir. Doğum sırasında annesi ile ikiz kardeşi ölür. 12 yaşında bu kez babasını yitiren şairin eğitimini varlıklı amcası üstlenir. 21 yaşında ilk şiir kitabı yayımlanır. Bir yıl sonra yayımlanan “Yeni Türden Çoban Türküsü” adlı ikinci kitabı “dine hakaret” suçlamasıyla toplatılır, hakkında dava açılır. Şiir yazmayı sürdürür, art arda kitapları yayımlanır. 1937 yılında Nyugat (Batı) dergisinin sürekli yazarlarından biri olur. 20. yüzyılın en çalkantılı döneminde, iki dünya savaşı arasında yaşamın sancılarını yapıtlarında yetkin bir biçimde dile getiren Radnóti’nin kitapları ödüllendirilir, ancak kimliğinden dolayı baskı görmekten kurtulamaz.

Üzülmüyorum bile,
alıştım bu korkunç dünyaya
öyle ki acısını kimi zaman
duymuyorum artık
tiksiniyorum yalnızca.

Duyarlılığıyla gelecekteki acılı günlerin habercisi olan ozan için Kemal Özer şunları söyler: “Miklós Radnóti’nin şiirlerini okuduğumda sanatın bütün olumsuzluklara, zorluklara, acılara karşılık, taşıdığı dönüştürücü gücü görüyorum. Sıradan bir olaya, bir ayrıntıya kazandırdığı derinliği, insanı çölleştirici koşullara şiirin güzelleştirici etkisiyle getirdiği direnişi görüyorum. Ve Miklós Radnóti’nin trajik sonunun gözlediğimde, çağdaş ozanın tanıklıkta ulaştığı bir dorukla yüz yüze geliyorum. Ayaklar altına alınmak istenen insanlık onurunu, yerle bir edilmek istenen direniş ahlakını, paltosunun cebinde bulunan şiirlerle nasıl savunduğunu görüyorum.”

Radnóti, 1944 yılında Almanların Macaristan’a girmelerinden sonra zorunlu hizmete çağrılır. Alman Todt örgütünün Yugoslavya’da, Bor yakınlarında kurulu Heidenau kampına sürülür, yol yapımında çalıştırılır. Eylül ayında geri çekilmeye başlayan Naziler, tutsakları Batıya doğru yürümeye zorlarlar. 9 Kasım’da bu yürüyüş sırasında bitkin düşen 21 arkadaşıyla birlikte Radnóti de Anda köyü yakınlarında öldürülür.

Toplu gömüt açıldığında Radnóti’nin paltosunun cebinden son aylarda yazdığı şiirlerinin elyazmasını içeren Bor Defteri bulunur. Bulunan şiirler “Köpüklenen Gök” adı altında yayımlanır.

Radnóti insanların mutlu ve adaletli bir dünyaya kavuşacağı umudunu yitirmeyen, boyun eğmeyen şiirsel bir direnişin simgesi oldu. İşte öldürülmeden dokuz gün önce yazdığı bir şiiri:

Yanına yuvarlandım, gövdesi öte yana devrildi
ve kasılıp kaldı, bir yay gibi, boşandı boşanacak.
Enseye bir kurşun. – Böyle olacak senin sonun da –
diye mırıldandım, – kal böyle kımıldamadan.
Sabrın vereceği çiçek şimdi ölüm. –
Bu daha kımıldıyor – dedikleri duyuldu.
Çamura bulanmış kan kulağımda kurudu

(Türkçesi: Kemal Özer – Edit Taşnadi)

2013-08-28

Nazım Hikmet’in Budapeşte’de Bıraktığı Anıları – Selçuk Ülger

nazimVe konuk şair, kentin her yerinden görünen Gelllert Tepesi’ndeki bu 106 metrelik dev anıtın önüne, ”Halkım adına..” diyerek dost Macar Halkına elindeki kır çiçeklerini saygıyla bırakır…

Budapeşte’de son günüm. Yurdumun büyük şairi Nazım Hikmet’in yıllar önce bu güzel kentte bıraktığı anılarına ve şiirlerine dokunmak için bu sabah erkenden yollara düştüm…

Şandor Petöfi, Attila József, Mikloş Radnoti, Andre Ady… gibi devrimci Macar şairlerin anıtlarıyla donatılmış parklardan, yine onların adlarıyla anılan bulvarlardan, köprülerden geçtim. Kentin en güzel köşelerine dikilmiş bu anıtların önlerinde, ellerinden tuttukları küçük çocuklarına şairlerini tanıtan ve onları saygıyla selamlayan anne babalar gördüm. Ve yine Tuna boyunca sıralanan parkların çimenliklerine oturmuş, bu devrimci şairlerinin şiirlerini onların anıtlarının ayakucunda okuyan bilinçli Macar gençleri…
İçimi coşkuyla dolduran bu güzellikleri imrentiyle izledim…
Gericiliğin kara girdabından bir türlü kurtulamayan güzel yurdum, Tuna kıyılarında da düştü aklıma…
Genç yaşında katledilmiş, memleketlerinden ayrı bırakılmış, yaşamları zindan edilmiş kederli şairlerimizden buruk bir yürekle defalarca özür diledim. En başta, ”Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım” diyen Nazım Hikmet’ten…
Bu yakıcı sözleri bile ne kadar iyimsermiş meğer. ‘Vasiyet’ şiirindeki o küçük dileğini bile yerine getiremedik. Yıllarca hasretini çektiği, şiirini yazdığı Anadolu’nun bir köyünde hala bir çınar altı bulamadık o koca yürekli şairimiz için…
Öldükten sonra bile dönemedi ülkesine…
Vefasızlığımız, duyarsızlığımız yalnız Nazım Hikmet’e mi?..

Trakya’nın bir fundalığında katledilen ve kırık gözlüğü, kanlı gömleğiyle hala gömütsüz yatan Sabahattin Ali…

Uzun hapisliklerin ve çektiği işkencelerin sızılarıyla Seyranbağları Huzurevi’nin yoksul odasından bu dünyaya küskün giden Enver Gökçe…
Yobazların ilkel naralarla ateşe verdiği bir otelin merdivenlerine çökmüş, umarsızca ölümü bekleyen Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar…
Ve daha niceleri…
Nazım Hikmet’in anılarını ve şiirlerini aradığım güneşli Budapeşte sokaklarından, Tuna’nın bulanık sularına hüzünlü şiirler okumaktan başka bir şey gelmedi elimden…
Ferihegy Havaalanı, Temmuz 1952

NAZIM HİKMET’İN BUDAPEŞTE’DEKİ İLK ZİYARET YERİ
11 Temmuz 1952’de Budapeşte Ferihegy Havalimanı’na Berlin’den bir uçak iner…
Uçakta, Moskova’da yaşayan efsane bir Türk şair vardır. Macar şair Benjámin László’nun bir şiirinde onu betimleyişle söylersek: ”Kocaman gülümseyişli bir Türk şair”.
Havalimanı’nda onu Sosyalist Macaristan’ın ünlü aydınları, şairleri ve yazarları büyük bir gazeteci topluluğunun önünde çoşkuyla karşılarlar. Çünkü, ülkelerinde ilk kez ağırlayacakları bu ünlü şair, barış ve özgürlük şiirleri dünyanın her köşesinde coşkuyla okunan Nazım Hikmet’tir…
Budapeşte’de yayımlanacak Seçme Şiirler kitabı için Macar Yazarlar Birliği tarafından ülkeye davet edilmiştir. Bu kitap onun Macarcadaki ikinci kitabıdır. Şiirleri Macaristan’a kendisinden yıllar önce gelmiş şair, birkaç gün için geldiği bu toprakları çok sevecek ve dokuz gün kalacaktır…
Şairi uçaktan iner inmez ellerinde çiçeklerle karşılayanlar arasında, onun şiirlerini çeviren genç Macar şairleri Somlyó György ve Kuczka Peter de vardır. İlk kez geldiği Macar toprağındaki bu sevgi seli Nazım Hikmet’i çok mutlu eder…

İlk Ziyaret yeri olan Özgürlük Anıtı Önünde, 1952
Macar basınına verdiği ilk demeçte, yurdundaki hapislik günlerinde, serbest bırakılması için Macar halkının ve aydınlarının verdiği büyük desteğe içtenlikle teşekkür eder…
Bu ilk Macaristan gezisinde, 13 yıl hapisliğin ardından özgürlüğünü zorla etmiş bir şair olarak, Budapeşte’de seçtiği ilk ziyeret yeri çok anlamlıdır: ‘Özgürlük Anıtı’.
Ve konuk şair, kentin her yerinden görünen Gelllert Tepesi’ndeki bu 106 metrelik dev anıtın önüne, ”Halkım adına..” diyerek dost Macar Halkına elindeki kır çiçeklerini saygıyla bırakır…
Şimdi Gellert Tepesinde, Nazım Hikmet’in Budapeşte’de elinde kır çiçekleriyle ilk ziyaret ettiği yerdeyim… Yaz güneşinin ışıttığı Budapeşte ve Tuna köprüleri güzel bir tablo gibi duruyor karşımda…
Nazım Hikmet’e, ”Dünyanın en güzel iki kenti Budapeşte ve İstanbul’dur.” dedirten, şimdi seyrettiğim bu güzellikler olmalı…
Özgürlük Anıtı’nın eşiğine, ”Bu güzel kentte güzel anılar ve hüzünlü şiirler bırakıp geçen, dilimin büyük şairi Nazım Hikmet’e sevgilerimle…” diyerek bir dal karanfil bıraktım…
Ve yemyeşil bir parkın incecik, taş merdivenlerinden çıktığım bu tepede beni ılık rüzgarıyla kucaklayan Budapeşte’yi, büyük şairimizin bu toprakları coşkuyla selamladığı ‘Macar Toprağı’ şiirinin ilk dizeleriyle selamladım…

”Merhaba Macar toprağı
sen bu yaz vakitleri
fırından yeni çıkmış ekmek gibisin
kabarık,
yaldızlı, esmer
ve ekmek gibi sırlarınla dolu
ekmek gibi mübareksin…”

SIRT ÇANTAMDAKİ KİTAP: “NAZIM’IN MACAR TOPRAĞI”
Pusta Ovasında uçuşan akasya çiçekleri altında dolaşırken kendime bir söz vermiştim:
”Halkının özgürlüğü için çarpışırken 26 yaşında at üstünde can veren yiğit şair Petofi’nin yaya yürüdüğü dikenli toprak yolları, halkına ve çok sevdiği karısı Julia’ya geceleri mum ışığında şiirler yazdığı eski hanı (Hortobágy Csárda) nasıl bulmuş ve onun eşsiz şiirlerini hanın bahçesinde okumuşsam, dilimin en büyük şairi Nazım Hikmet’in de Budapeşte’de bıraktığı şiirlerinin izlerini bulup, geçtiği yollardan onun şiirleriyle yürüyeceğim…”

DevamI ve resimler>>>

2013-04-09
http://www.gercekedebiyat.com

Miklós Radnóti: Savaş Günlüğü

radnoti

 

Ünlü Macar şairi Miklós Radnóti 5 Mayıs 1909’da doğdu ve 9 Kasım 1944’de sürgün edildiği NAZİ „çalışma kampında” yaşamını yitirdi.

 

 

SAVAŞ GÜNLÜĞÜ

PAZARTESİ AKŞAMI

Dehşetin pençesini duyuyorsun yüreğinde

ve bazen sadece uzaklardan gelen bir haber gibi dünya;

çocukluğun artık sadece anılarda, tırmandığın

yaşlı ağaçlarda.

 

Endişeli sabahlar ve korkunç geceler arasında

savaşın dehşetiyle geçti yarı ömrün,

ve işte şimdi de sana doğrultulan süngünün

hedefinde göğsün.

 

Rüyalarında bazen kırları görüyorsun,

şiirin oradan beslendi, ve onun özgür dokusu

seninle hep, ve sabah uyandığında

burnunda hala kokusu.

 

Diken üstündesin her daim, çalışırken bile eğreti.

Ve sanki bir balçık denizinde yaşar gibi

yavaş, becerikli elindeki kalemin, ve

ruhun dipsiz kederin de dibi.

 

Yeni bir savaşa döndü dünya, aç bulutlar

kemiriyor gökyüzünün çivit mavisini,

ve bastıran kurşunilikte  hissediyorsun hıçkıran

genç karının ürkek elini.

 

(Çeviri: Tarık Demirkan )

 

 

 

 

 

 

HÁBORÚS NAPLÓ

1. HÉTFŐ ESTE

Immár a félelem sokszor sziven érint
és néha messzi hír csak néked a világ;
egyre régibb emlékként őrzik gyermeki
korod a régi fák.

Gyanakvó reggelek s vészes esték között,
háborúk közt élted le életed felét
s most is ellened hajló szuronyok csúcsán
villog a rend feléd.

Még álmaidban néha fölötlik a táj,
verseid hona, hol szabadság illan át
a réteken és reggel, ha ébredsz, hozod
magaddal illatát.

Ritkán, ha dolgozol, félig és félve ülsz
asztalodnál. S mintha élnél lágy iszapban,
tollal ékes kezed súlyosan mozdul és
mindig komorabban.

A világ új háborúba fordul, éhes
felhő falja föl egén az enyhe kéket,
s ahogy borul, úgy féltve átkarol s zokog
fiatal feleséged.

Pál Sokağı Çocukları – Ferenc Molnar

pal_heykeliPal Sokağı Çocukları
Ferenc Molnar
Yapı Kredi Yayınları
Orjinal Adı: A Pál utcai fiûk
Çeviri: Tarık Demirkan

Herşey bir Edebiyat öğretmeninin, öğrencileriyle beraber bir okul gazetesi çıkarmak istemesiyle başlar. Edebiyat öğretmeni Kornel Rupp gazete için eski öğrencilerinden de yardım ister, bu eski öğrencilerinden biri de gazeteci ve hikaye yazarı olan Ferenc Molnâr’dır. Molnâr öğretmeninin ricasını kırmayarak bir şeyler yazmaya başlar, yazdığı büyük- küçük milyonlarca okuyucuda derin izler bırakan ve tam 5 kez beyazperdeye uyarlanan Pal Sokağı Çocukları’dır.

Ben okuma alışkanlığımı okul kütüphanesi sayesinde kazandım. Okulumuzun kendi imkanlarıyla oluşturduğu mütevazi kütüphanemizde ne varsa okumak istiyordum ama ne yazık ki kütüphanemizde Pal Sokağı Çocukları yokmuş. Bu yüzden ben Nemecsek’in hissettiklerini onun yaşlarında okuyamadım. Uzun süredir okunacaklar listemde olan kitapı çok beğenerek okudum.

Hangimiz, henüz kendimizi bile tanımazken ufacık boyumuzla bir arsa, küçük bir kum tepesi ya da bir futbol sahası için savaşmamıştır. Kitap beni o yıllara götürdü. O saf duygularımıza geri döndüm, hiç bir şeyin önemi yoktu o yıllarda, küçük bir kum tepesi kadar. Okul çıkışından akşam ezanına kadar olan sürede o kum tepesi bizim tek değerli varlığımızdı. Bizim kum torbalarımız yoktu fakat tüftüflerimiz ve tahta kılıçlarımız vardı, adı Nemecsek olan bir arkadaşımız da yoktu ama hepimizin içinde biraz Nemecsek, biraz Boka hatta biraz da Feri Âts vardı.

Kitapta Nemecsek ve arkadaşları ile Kızıl gömleklilerin bir arsa için olan savaşını konu alıyor. Savaşta bile olsalar, güçsüzü korumayı, cesurluğu alkışlamayı bilen, kuralları olan çocuklardı onlar. Nemecsek’in kendini adamışlığı ve cesareti, Boka’nın kurnazlığı, Pâsztor kardeşlerinin hırsı ve Feri Ârts’ın onurlu duruşu….

Her yaşta okunabilecek bir kitap, özellikle ilköğretim öğrencilerine okutturulmalı. Bir öğrenci için hediye edilebilecek en güzel kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum.

2012-02-24
http://beyazkitaplik.blogspot.com

Yüzünün Arkasında Mayıs

yuzunun-arkasinda-mayis-2ab1-211x300Artshop Yayıncılık, 1. Basım, Mayıs 2007 [11 Macar Kadın Ozandan 39 şiir / Türkçesi: Kemal Özer – Edit Tasnádi / Sayfa sayısı: 72 / Basım sayısı: 1000 / Baskı: Arı Matbaacılık]

S U N U Ş: KİTAP VE ÇEVİRİLER ÜSTÜNE BİRKAÇ SÖZ Mart ayı anlaşılan dünya çapında şiirin ve kadınların ayı: uluslararası kadınlar günü 8 Marttan sonra uluslararası şiir günü de 21 Martta kutlanıyor. Başkentimizde bu yıl (2004) üçüncü kez düzenlenen Dünya Şiir Günü’nde (birincisinde Tuna üzerinde mekik dokuyan “şiir gemisi”nin güvertesinde diğerleri arasında Macarca çevirisiyle birlikte Kemal Özer’in Kulağımdaki Ses şiiri de okunmuştur) dünyanın otuz kadar ülkesinden gelen kadın şairlerin şiirleri kendilerince, Macarca çevirileri ise tanınmış sanatçılarımızca sunuldu. Aynı münasebetle düzenlenen İlk Uluslararası Kadın Şairler Gecesini açan genç Kriszta Bódis “Kadın şair değilim, bugün erkek soket giydim” diye sözlerine başladı. Şiirlerin okunmasını izleyen sohbette her şeyden önce kadınlara özgü nitelikler, ayrıca eserlerin kadıncalığı ile ilgili soruları yanıtlayan Macar kadın şairleri költö – költönö (şair – kadın şair) ayrımını görüş birliğiyle ayrımcılık olarak nitelediler.

Edebiyatçılar, eleştirmenler, denemeciler arasında “kadın yazar”, “kadın şair” ayrımının anlamı olup olmadığı hakkındaki tartışma belki de kadınların kaleme sarılması ile birlikte başlamış. Macar edebiyatının ilk eleştirmenlerinden Pál Gyulai Írónöink (Kadın yazarlarımız) başlığıyla 1858′de yayımladığı eleştiride kadın yazarlara karşı pek sempati göstermemekle suçlandığı zaman, Macar şiirinin devi (”en Macar ozan” diye adlandırılan, şiirleri belki de bu yüzden çevril/e/mediğinden ülke dışında tanınmayan) János Arany şu sözlerle Gyulai’den yana tutum alıyor: “Kadınlar yazsınlar, seslerini duyursunlar ama eleştiri karşısında ayrıcalıklı bir durum istemesinler… aksi halde edebiyatın hayat kökü tehlikeye sokulur.” Arany şunu da ekliyor: “Kötü kadın yazar nezaket nedeniyle, kötü milliyetçi yazar vatan adına, aristokrat yazar mevkii için, demokrat biri eşitlik isteyerek, didaktik yazar ahlak değerleri neden gösterilerek, kiliseye bağlı olan cüppesine bakılarak, sırf aç olduğu için ilham perilerinin sofrasına gelenler ise mide haklarına saygı gösterilmesi uğrunda imtiyaz isterse edebiyatın hali ne olacak?!” Antolojimize aldığımız kadın şairlerimizin umarız, herhangi bir imtiyaza gereksinimleri yok, görüşümüze göre her bakımdan en ciddi ölçülerle ölçüldükleri takdirde bile poeta adına lâyıklar. Aynı zamanda kadınlar -biyolojik yapıları ve toplumdaki yerleri nedeniyle- dünya hakkında erkeklere kıyasla bazen farklı şeyleri, bazen de daha fazlasını da bilebilirler. Bu farklılıklardan, fazlalıklardan seçtiğimiz şiirler bir şeyler yansıtabilirse ne mutlu bize! Macar kadın şiirini tanıtıyoruz diye bir iddiada bulunamıyoruz elbette. Edebiyatımızda -Türk edebiyatında da olduğu gibi- ta başlangıçtan itibaren başta gelen her zaman lirik şiirdi. Edebiyat tarihimizde, daha 16. yüzyılın ortasından beri kadınlar şiirleriyle seslerini az çok yetenekle hep duyuruyorlardı. (İlk önemli Türk kadın şairi Nigâr Hanım’ın, yenilgiye uğranan 1848/49 özgürlük savaşımızın mültecilerinden olup uzun yıllar boyunca Harbiye’de hocalık yapan Macar Osman Paşa’nın kızı olduğunu da burada hatırlatmadan geçmeyeyim.) Ne var ki sizlere çağdaşlarımızın duygu ve düşüncelerini, dünyamızı algılayışlarını göstermek istediğimizden, önceki yüzyılların şairlerini tamamen seçkimizin dışında bıraktık. Macar dili, fonetik yapısıyla hem zengin uyaklarla, hem de çeşitli vezinlere göre şiir yazmaya fevkalâde uygundur. Ancak değerli ozan dostum Kemal Özer koyu bir serbest şiir taraftarı olduğu için, uyaklı, vezinli şiirleri de bir kenara bıraktım. Bu nedenlerle, küçük seçkimiz denizde damla misali Macar kadın şiirini yansıtıyor demeye bile dilim varmıyor. Bir tek isteğim, bir düzineye yakın ozanın bu bir avuç şiiri, ister kadın ister erkek olsun, okurun ruhuna değsin! Edit Tasnádi

İ Ç İ N D E K İ L E R: Sunuş: Edit Tasnádi / Kitap ve Çeviriler Üstüne Birkaç Söz Şiirler: Anna Hajnal / 1. Ovada Türkü, 2. Ayrı Zaman, 3. Sana Türkü Söylüyorum, 4. Milan Füst’e – Kalıntı, 5. Uyan, İçimdeki Düş Magda Szabó / 1. Soğuyan Gözlerle, Ölü Gibi, 2. Karaağaçta Balık Ágnes Nemes Nagy / 1.Fakat Bakmak, 2. Nesneler, 3. Arasında Zsuzsa Beney / 1. Kılıf, 2. Yokaste, 3. Sunu, 4. Ne Gün…, 5.Aşk Ágnes Gergely / 1. Yılbaşı Gecesi, 2. Lâmbayı Söndürmeden Önceki Dua, 3. Protestan Papaz Wadsworth’un Eşinin Emily Dickinson’a Mektubu Erika Dedinszky /1. Nasıl, 2. Rüzgâr Anna Pardi / 1. Yaz, 2. Çocukluk, 3. Özdeşlikler, 4. Evlilik, 5. Soyunan Yaşlı Kadın Irén Kiss / 1. Batık Tarquinia, 2. Sokak Köşesinde Kehanet, 3. Ruh Vurgunu Judit Pinczési / 1. İlk İnsan, 2. İkimizin Eseri, 3. Yükün Yere Bırakılması, 4. Bağ, 5. Kalmaya Hazırlanıyorum Zsuzsa Rakovszky / 1. Gerilim, 2. Bir Başka Eve, 3. Öğle Erzsébet Tóth / 1. Yüzünün Arkasında Mayıs, 2. Alnının Işığında, 3. Hiçbir Yere

A R K A K A P A K: “Antolojimize aldığımız kadın şairlerimizin umarız, herhangi bir imtiyaza gereksinimleri yok, görüşümüze göre her bakımdan en ciddi ölçülerle ölçüldükleri takdirde bile poeta adına lâyıklar. Aynı zamanda kadınlar -biyolojik yapıları ve toplumdaki yerleri nedeniyle- dünya hakkında erkeklere kıyasla bazen farklı şeyleri, bazen de daha fazlasını da bilebilirler. Bu farklılıklardan, fazlalıklardan seçtiğimiz şiirler bir şeyler yansıtabilirse ne mutlu bize! Macar kadın şiirini tanıtıyoruz diye bir iddiada bulunamıyoruz elbette. Ne var ki sizlere çağdaşlarımızın duygu ve düşüncelerini, dünyamızı algılayışlarını göstermek istediğimizden, önceki yüzyılların şairlerini tamamen seçkimizin dışında bıraktık. Bu nedenlerle, küçük seçkimiz denizde damla misali Macar kadın şiirini yansıtıyor demeye bile dilim varmıyor. Bir tek isteğim, bir düzineye yakın ozanın bu bir avuç şiiri, ister kadın ister erkek olsun, okurun ruhuna değsin!”

EDİT TASNADİ Ş İ İ R L E R D E N Ö R N E K L E R:

Anna Hajnal: MİLAN FÜST’E KALINTI Seni övmeyi bilemem usta ama kabul et yüce ellerine döktüğüm gözyaşlarını, ay omzunun üstünden doğacak hep bundan böyle inleyen bir kulenin ardından doğar gibi ve sen duruyor olacaksın yücesinde yalnız sana yaraşan gecenin

Magda Szabó: KARAAĞAÇTA BALIK Horatius, Carmen saecularae I, 2. Gördüm ben, geçmiş hayaldeki gibi karaağaçta balığı da, bir tek gümbürtü üzerine yarılıp açılmasını da Barna sokağının çepçevre, çürüdüler alık alık bakan vücutlar onun dibinde ve sallandı semirmiş yeşil sineklerden oluşan duvak. Ve küçük arabalarda nasıl katar katar gidiyordu gördüm kentler köylere ve köyler kente doğru, cılız kör atlarını nasıl sürdü savaş. Ama görmedim denizi, halkların o güzel konuşmalarını bilmem, bana yalnız toplar seslendi. Gençler, kardeşlerim, benim yerime sizler yatıyorsunuz, barış dolu ağızlarınız yok olup gitmenin acı memelerine açıldı: nerde o midye ve kayalar arasında halkların oturduğu ve balığın geçmiş hayaldeki gibi karaağaçtan sarkarak değil, onların o güzel konuşmalarını dinlemek için kuyruğunun bir anlık parlamasıyla suyun altından çıkıverdiği kıyı? Zsuzsa Beney

kemalozer.org

Attila József – Acım tarifsiz

jozsef_attila_kepekÇepeçevre kuşatılmışken
ölüm pusuya yatmışken
(kaçıp deliğe sığınmış fare gibi çaresiz)

Alevlendikçe ruhun
bir kadında çare arayacaksın,
onun eline, dizine kucağına sığınacaksın.

Sadece sımsıcak kucak değil seni çağıran,
ürperten tutku değil,
çaresizliğin de ona iter seni.

İşte bu yüzdendir ki,
ölümün soluk yüzü çıkıp gelene kadar
sarılır kadınına onu bulabilen talihli. Sevmelisin!

Çifte yük ve
çifte hazine çünkü bu,
ama âşıksan, ve aşkında bile yalnızsan

Kuytularda çişini yapan
vahşi bir hayvan kadar
acınası ve muhtaç olacaksın.

Sığınacak liman yok başka.
Bıçağını ananın gırtlağına daya,
o kadar cesursan eğer.

Bak işte, çığlığını
anlayan kadın da çıkar karşına.
Ama yine de iter seni, ıssızlığa.

İnsanlar arasında
böyle yaşayamam ben
Acıların doruğunda.

Elindeki çıngırağını
sallayan terk edilmiş bir çocuk gibi
yapayalnız bir başına.

Onunla ya da onsuz
ne yapmam gerek?
Bulmalıyım bunu utanılacak da olsa

Nasıl olsa dışlıyor bu dünya,
ışıkta kamaşan gözlerde
düşlerden duyulan dehşetli korkuyla..

Kültür mü?
Aşıkların sevişirken çıkardıkları elbiseler gibi
saçılıyor üzerimden hızla.

Peki ama o nerede?
Ölümün üzerime sıçrattıklarıyla
boğuşmamı nasıl seyrediyor?

Ana doğururken,
bebek de acı duyar, ama,
çifte acıyı alçak gönüllülük dindirir, unutma.

Bana gelince; para getiriyor
acı dolu türküm, avucunca elince.
Fakat gölgem olacak hep bu utanç.

Yardım edin bana!
Siz çocuklar, gözleriniz
önünüze aksın onu gördüğünüzde!

Siz masumlar!
Zalim çizmelerin altında çığlık çığlığa,
haykırın; acım tarifsiz!

Siz sadık köpekler!
Ezilin tekerleklerin altında
inleyin; acım tarifsiz!

Siz gebe kadınlar!
Düşürün bebeklerinizi kanlı gözyaşıyla
katıla katıla; acım tarifsiz!

Siz insanlar!
Düşün, kırılsın kolunuz beliniz
sızıldanın; acım tarifsiz!

Siz erkekler! k
an dökün kadın uğruna
ve bağırın; acım tarifsiz!

Atlar, boğalar!
Yük taşımak için erkekliği burulanlar
böğürün: acım tarifsiz!

Dilsiz balıklar!
Buzun altında oltaya takılanlar!
sessiz çığlığınızla; acım tarifsiz.

Siz canlılar!
acıyla kıvranan canlar!
Alevlerle kavrulsun eviniz!

Küller içinde
Cansız yatarken bedeniniz
mırıldanın son gayretle; acım tarifsiz!

Son nefesine kadar duyacaksın!
Uzatmadığın elin neye yarar artık Z
alim nazınla bir başına kalacaksın

Çepeçevre kuşatılmışken
hayat pusuya yatmışken
Sığınabileceğim son limanı da yaktın.

çeviri: Tarık Demirkan

– József Attila –

NAGYON FÁJ

Kivül-belől
leselkedő halál elől
(mint lukba megriadt egérke)
amíg hevülsz,
az asszonyhoz ugy menekülsz,
hogy óvjon karja, öle, térde.

Nemcsak a lágy,
meleg öl csal, nemcsak a vágy,
de odataszit a muszáj is –

ezért ölel
minden, ami asszonyra lel,
mig el nem fehérül a száj is.

Kettős teher
s kettős kincs, hogy szeretni kell.
Ki szeret s párra nem találhat,

oly hontalan,
mint amilyen gyámoltalan
a szükségét végző vadállat.

Nincsen egyéb
menedékünk; a kés hegyét
bár anyádnak szegezd, te bátor!

És lásd, akadt
nő, ki érti e szavakat,
de mégis ellökött magától.

Nincsen helyem
így, élők közt. Zúg a fejem,
gondom s fájdalmam kicifrázva;

mint a gyerek
kezében a csörgő csereg,
ha magára hagyottan rázza.

Mit kellene
tenni érte és ellene?
Nem szégyenlem, ha kitalálom,

hisz kitaszit
a világ így is olyat, akit
kábít a nap, rettent az álom.

A kultura
ugy hull le rólam, mint ruha
másról a boldog szerelemben –

de az hol áll,
hogy nézze, mint dobál halál
s még egyedül kelljen szenvednem?

A csecsemő
is szenvedi, ha szül a nő.
Páros kínt enyhíthet alázat.

De énnekem
pénzt hoz fájdalmas énekem
s hozzám szegődik a gyalázat.

Segítsetek!
Ti kisfiuk, a szemetek
pattanjon meg ott, ő ahol jár.

Ártatlanok,
csizmák alatt sikongjatok
és mondjátok neki: Nagyon fáj.

Ti hű ebek,
kerék alá kerüljetek
s ugassátok neki: Nagyon fáj.

Nők, terhetek
viselők, elvetéljetek
és sirjátok neki: Nagyon fáj.

Ép emberek,
bukjatok, összetörjetek
s motyogjátok neki: Nagyon fáj.

Ti férfiak,
egymást megtépve nő miatt,
ne hallgassátok el: Nagyon fáj.

Lovak, bikák,
kiket, hogy húzzatok igát,
herélnek, rijjátok: Nagyon fáj.

Néma halak,
horgot kapjatok jég alatt
és tátogjatok rá: Nagyon fáj.

Elevenek,
minden, mi kíntól megremeg,
égjen, hol laktok, kert, vadon táj –

s ágya körül,
üszkösen, ha elszenderül,
vakogjatok velem: Nagyon fáj.

Hallja, mig él.
Azt tagadta meg, amit ér.
Elvonta puszta kénye végett

kivül-belől
menekülő élő elől
a legutolsó menedéket.

1936. október-november

İki insanın kırıldığı anın fotoğrafını kim çekebilir?

maraiKUŞKUSUZ hepimizin zihnimizin arka taraflarına fırlatıp unutmaya çalıştığı anıları var. Son derece mahrem ya da rahatsız edici görüntüler, hisler ya da sesler. Bu anıların bazıları hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkıp bizi tarumar etme potansiyeline sahipken bazen de kendimizle yüzleşmemize vesile olabiliyor. Ve unuttuğumuzu sandığımız duyguları yeniden canlandırıyor. Sandor Marai’nin Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Buda’da Bir Boşanma adlı eseri benzer bir anımsamanın hikayesini anlatıyor. Annesiz bir çocukluk geçiren Kömives, geleneklere sıkı sıkıya bağlı babası tarafından iki kardeşi ile birlikte yetiştirilmiş, yatılı bir okulda büyümüştür. Aldığı eğitim, ailesinden aldığı miras “kusursuz” bir evlat, öğrenci ve başarılı bir yargıç olmasını sağlamıştır Kömives’in.

Okulu bitirip yargıç olduktan sonra kendi değerlerine uygun bir ailenin dünyalar güzeli kızı ile evlenir. Bütün köşeleri artık net çizgilerle belirlenmiştir. Hayatında sıra dışı hiç bir şey yoktur. Her anlamda saygın biridir. Yaşamı olanca rutininde devam ederken önüne gelen bir boşanma davası, kafasında uzun zamandır unuttuğunu düşündüğü kimi şeyleri canlandırır. Romanın akışında ara sıra karşımıza çıkan bir figürün bir süre sonra onun için aslında hiç de sıradan biri olmadığını anlarız. Yıllar sonra karşısına olmadık şekilde çıkan okuldan arkadaşı Greiner’i kendi değerler bütünü içerisinde yeniden ve yeniden yargılamaya başlayacaktır Kömives. Okuyucu da onun gözünden bu tutkulu arkadaşı sorgularken bulur kendini. Fakat elimizde kalacak olan koca bir boşluk duygusu olacaktır.

Okul Arkadaşı Greiner de tıpkı Kömives gibi mesleğinde başarılı bir adam ve aynı zamanda tutkulu bir aşıktır. Aşkına karşılık da bulur. Ancak bir süre sonra ruh dünyasında ortaya çıkan boşluk bazı şeyleri sorgulamasına sebep olur; “Anlamlar ve hisler evreninde bir yıldızın ışığı söndü ve bu trajedi ancak şimdi bana ulaştı. Yani benim de bulunduğum “diğer” boyuta ancak gelebildi. Bu “diğer” yani gerçek evreni şimdi, kendimi de koyduğum o alacakaranlık ve sonsuz evrene göre minicik hissediyorum. Evet bir şey olmuştu ama ne zaman. İki insanın arasında bir şeylerin kırılıverdiği o anın fotoğrafını kim çekebilir? O anı kim dondurabilir. Kim elle tutulur hale getirebilir. Ne zaman olmuştu bu?” Bu sorgulama ve akabinde meydana gelen olaylarla birlikte Greiner kendini Kömives’in yanında bulur.

Kömives ve Greiner’in hikayesini çocukluklarından başlayarak anlatan yazar, bir tarafta onların bedensel ve ruhsal gelişimlerini anlatıyor diğer yanda 1900’lu yıllarında başındaki Macaristan’ın gündelik yaşantısına ve sınıfsal ayrımlarına dair de bilgi sahibi olmamızı sağlıyor. İnsanın iç dünyasına yaptığı titiz gözlemler, ince sorgulamalar taşları yerinden oynatabilir. Bu anlamda rahatsız edici bile olabilir belki de. Sandor Marai’nin biyografisini okuyunca eserinde yer alan “kusursuz” karakterlerle bağlantısı olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. Hayatı boyunca ilkelerinden ödün vermeyen, siyasi görüşleri dolayısı ile sürgünde olan ve yaşamını 1989 yılında kendi elleri ile sonlandıran yazar, Macar edebiyatının en önemli isimlerinden biri olma özelliğini hâlâ koruyor.

Buda’da Bir Boşanma, Sandor Marai, Çeviren; Tarık Demirkan, Yapı Kredi Yayınları, Roman, 168 s.

Bahar Çelik – Evrensel

Buda’da Bir Boşanma – Sândor Mârai

budadabosanmaBudapeşte’de iki dünya savaşı arasında yaşanan iç içe geçmiş yaşamları anlatıyor… Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamamış, dağılmış bir ülke. İkinci Dünya Savaşı öncesi Budapeşte. Hukukçu bir aileden gelen geleceği parlak Yargıç Kömives elindeki boşanma dosyalarını incelerken içlerinden biri dikkatini çeker: Gençliğinden tanıdığı doktor Greiner ve karısının boşanma davasıdır bu. Yargıç, doktorun karısıyla da evlenmeden önce birkaç kez karşılaşmış, aralarında belli belirsiz bir çekim doğduysa da bir ilişkiye dönüşmemiştir. Kömives daha boşanma davası göremeden o akşam evine döndüğünde davetsiz bir misafirin kendisini beklemekte olduğunu öğrenir. Onu bekleyen bizzat Doktor Greiner’dir ve ona anlatacakları vardır, hem de sabaha kadar…

Yazar: Sândor Mârai

Yayınevi: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Çevirmen: Tarık Demirkan

Sayfa sayısı: 168 ISBN: 9789750819919

Basım tarihi: Nisan 2011

Kategori: Roman / Öykü

Istvan Örkeny – Bağışlamak yok

orkeny_strandOnu sedyeye koyup ambulansa taşıyan iki sağlık görevlisine yirmişer Forint verdim. Hastanede gündüz ve gece vardiyasında görevli hasta bakıcılara da. Gözkulak olmalarını rica ettim. Korkulacak bir şey olmadığını, hastanın bilincinin açık olduğunu, yine de her yarım saatte bir bakacaklarını söylediler. Ertesi gün pazardı. Ben de ziyarete gittim. Bilinci yerindeydi ancak zar zor konuşabiliyordu. Yan yatakta yatan hastadan öğrendiğime göre hastabakıcılar bir kere bile yanına uğramamışlardı. Ona göre bu doğaldı çünkü iki hastabakıcıya yüz yetmiş hasta düşüyordu. Üstelik doktorlar da ilgilenmemişti. Pazartesi dikkatle muayene edeceklermiş. “Bu hep böyledir.” dedi komşu yataktaki hasta. “Cumartesi öğleden önce getirilen hastalar için.” Koridora çıktım. Hastabakıcıyı aradım ama dün konuştuklarımın hiçbiri yoktu. Nihayet Pazar günkü hemşirelerden birini bulabildim ve ona yirmi forint daha verdim, zaman zaman babamla ilgilenmesini rica ederek. Doktorla da görüşmek isterdim. Ona verilmek üzere, içinde yüz Forint olan bir zarf hazırlamıştım ancak hemşire, doktorun transfüzyon için kadın koğuşuna çağrıldığını, kendisiyle mutlaka konuşacağını söyledi. Odaya geri döndüm. Komşu yatakta yatan hasta, nöbetçi doktorun nasıl olsa hastayı muayene etmeyeceğini, bu yüzden de parayı veremediğim için üzülmemem gerektiğini söyleyerek avuttu beni. Yarın uzman doktorlar geldiğinde onunla ilgilenirlerdi. – Bir isteğin var mı? diye sordum babama. – Teşekkür ederim, yok. dedi Konuşmayı sürdürdük: – Sana biraz elma getirdim – Teşekkür ederim ama acıkmadım. Bir saat daha yatağının kenarında oturdum. Onunla konuşmak istedim ancak artık konuşacak bir şey kalmamıştı. Ağrısı olup olmadığını sordum, yoktu. Bu konunun üzerinde daha fazla durmadım. Orada kaldığım süre boyunca sustuk. Uzak ve sıkılgan bir ilişkimiz vardı. Her zaman somut gerçeklerden konuşurduk ve daha düne kadar konuştuğumuz bu somut gerçeklerin bugün hiçbir anlamı yoktu artık. Duygulardan hiç söz etmezdik zaten. – Ben artık gideyim öyleyse, dedim. – Git oğlum dedi. – Yarın gelip doktorla konuşacağım dedim, teşekkür etti. – Uzman doktorlar yalnız sabahları geliyormuş baba, dedim – O kadar da acelesi yok dedi ve gözleriyle uğurladı beni. O sabah saat yedide telefon çaldı. Babam gecenin ilerleyen saatlerinde ölmüştü. 217 numaralı odaya koştum, yatağında artık bir başkası yatıyordu. Komşu yataktaki hasta hiç acı çekmediğini, derin bir soluk alışın ardından ebedi uykuya daldığını söyledi. Komşu belki de doğruyu söylemiyordu. Kendimi onu yerine koydum da, ben de olsam ölenin yakınının acısını hafifletmek için böyle davranırdım. Sonra komşunun doğru söylediğine, babamın acı çekmeden öldüğüne inandırmaya zorladım kendimi. Halledilmesi gereken birçok iş vardı. Hasta kayıt bölümünde yanıma bir hemşire geldi. Ne cumartesi günü ne de dün gördüklerimdendi. Babacığımın altın saatini, gözlüğünü, cüzdanını, çakmağını ve içinde elmaların olduğu kesekâğıdını elime tutuşturdu. Ona da yirmi Forint verip devam ettim. O an yanımda deri şapkalı bir adam belirdi. Babamın bedenini yıkamayı ve giydirmeyi teklif etti. Babamdan bir “beden” olarak söz ederken, onun artık yaşamadığını ancak yıkanıp giydirilmeden tam anlamıyla bir ölü olamayacağını anlatmak ister gibiydi. Zarfa koyduğum yüz Forint hâlâ yanımdaydı. Zarfı ona uzattım. Zarfın içine baktı, deri şapkasını çıkardı ve karşımda bir daha takmadı. Her şeyi güzelce halledeceğini, yalnızca elbise ve temiz çamaşır göndermem gerektiğini söyledi. Sonuçtan memnun kalacağımı da. Öğleden sonra çamaşır ve koyu renkli bir takım elbise getireceğimi, artık babamın yanına gitmek istediğimi söyledim. – Ölüyü görmek mi istiyorsunuz? dedi şaşkınlıkla. – Görmek istiyorum, dedim. – Sonra görseniz daha iyi olur, dedi Hemen görmek istediğimi söyledim. Yanına gidecektim. O ölürken yanında olamamıştım. Biraz sıkılarak beni hastanenin bahçesinde ayrı bir binada bulunan morga götürdü. Oldukça güçlü bir aydınlatma vardı bodrumda. Beton basamaklardan aşağı iniliyordu. Tam da basamakların bittiği yerde, beton bir sıranın üzerinde, sırtüstü yatıyordu babam. Ayakları çıplaktı. Kolları iki yana sarkmıştı. Savaş resimlerindeki kahraman ölüler gibiydi. Ancak üzerinde bir şey yoktu. Burun deliklerinden birinde ve kalçasında birer parça pamuk vardı. Belli ki son iğneleri oradan yapmışlardı. – Şimdilik görebileceğiniz bu, dedi deri şapkalı adam. Buz gibi bodrumda, şapka elinde, yanımda dikiliyordu. – Giydirdikten sonra görün bir de dedi. Tek kelime edemedim. – Uzun süredir hasta mıydı? – Uzun süredir, dedim. – Düşünüyorum da saçlarını biraz kessem, ne dersiniz? – Nasıl isterseniz. – Saçını yandan mı ayırırdı? – Evet yandan. Sustu ben de sustum. Tek kelime edemezdim artık. Yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Babam için para verecek kimse de kalmamıştı. kendimi babacığımın yanına diri diri gömdürsem, bu bile hiçbir işe yaramazdı.

István Örkény (2004) Bir Dakikalık Öyküler, Çeviren: Sevgi Can Aysevener. İstanbul: Sel Yayıncılık

Koppány Ağasının Vasiyeti (İstvan Fekete)

koppanyiagaKitaptan bir bölüm:

“O gün biri uç boylarında dolaşıyor olsa bu yiğitlerin görünüşte nedensiz bir şekilde sabahın köründe potinlerini tapırdatmalarına ve lir tıngırtılarına kuşkusuz pek bir şaşırırdı. Hele bir de Kumandan Csomay’ın dansta başı çektiğini görse ağzı açık kalırdı. Ama bu âlemde gecenin bir yarısı kim dolaşır ki? Olsa olsa rüzgâr ve (bataklığının gulyabani hayalleri gördüğü) Bézseny Korusuna doğru eve dönen bir-iki aylak kurt. Şafak kurtuluşun soluk verişi gibi yaklaşmaktaydı. … Beş Türk askeri Macarların önünde durdu, Macarlar da külahlarını sallayarak onlara yer gösterdiler. – Allah düello için güzel bir gün nasib etti, dediler Macarca. Çünkü o zamanlar artık uç boylarındaki Türklerin çoğu Macarcayı biliyordu. Şimdi Macarların huysuzlanan atlarına hayranlıkla bakıyorlardı. O sırada Türk rehineler Macar takımına karışıyor, şen naralar hoş bir kabulle karşılaştıklarına tanıklık ediyordu. Neden birbirlerine kızsınlardı ki? Şimdi düşman değil, yalnız rakip, yiğit ve hatta sınır boylarındaki bu zor hayatın güzelliği içinde asker arkadaşlarıydılar. Türkler arasında birçoğu burada doğup kendilerini Macaristan Türk’ü olarak görürken padişahın ve Bab– ı Ali’nin artık uzaklarda kalan görkemini de pek takdir edemiyorlardı. İstanbul’la bağların kopmasını artık sadece dinin cılızlaşan ışığının engellediği adamakıllı hissediliyordu. Yaygara artık durulmuştu. Dört yaver, düellonun yapılacağı alanı belirledi. Çarpışanların yanlarında duracak ve vuruşmanın adil olmasına gözcülük edeceklerdi. László’nun yaverleri Komutan Csomay ve Bogics olurken Oglu’nunkiler bir Kaposvár ağası ile sarığından bir metrelik bir tüy sarkan ihtiyar bir yeniçeriydi. Çağrı, sonu ölüme kadar gidecek vuruşma içindi; László ve Oglu yürürken yeleklerini çıkarıp belden yukarısı çıplak vaziyette tek kılıçla hakemlerin arkasında beklemeye başladılar. Onlar da oradan ayrılınca meydanda artık vuruşacak olanlar kalmıştı. Birbirlerinden hâlâ on adım uzaktaydılar. Gözlemciler bekliyorlardı. Oglu doğuya döndü, secdeye durdu ve alnını yere değdirdi. Sonra da ayağa kalkarak kılıcını öptü. László göğe bakarak : “Tanrım yardım et! Bu toprakları babamın kanı gönendirdi, ben de kâfir pagandan öç almaya ant içtim.” Komutan Csomay kılıcını çekti: İleri! Oglu hemen hareketlendi. Uzun yağız kolları geriliyor ve her hareketinde kaslarının disiplinli, korku salan kıpraşmaları görünüyordu. Güzel bir adamdı. İri siyah gözleri öfkesiz, daha ziyade acıyan bir edayla bakıyordu László’ya. Birbirlerini ilk kez şimdi görüyorlardı. László da öne çıktı. Diğerininkine göre beyaz olan teni parıldamaktaydı, belden yukarısının orantılı biçimi nerdeyse kadınsıydı ancak hareketlenip öne atıldığı zamanlar vücudunun bir kılıç gibi esnek olduğu fark ediliyordu. Kılıçlar birbirine çarpıyordu, neredeyse sessiz bir dokunuştu; soğuk, ölümüne sert!”

Kitabın konusu: Tarihi roman, Macaristan’ın Türklerin hakimiyetinde bulunduğu 1586’da geçer. Baş kahramanı, babasını Koppány Kalesinin hakimi Oglu Aga’nın düelloda öldürdüğü bir uç kalesi askeridir. Olayları başlatan da bir düellodur. László Babocsai babasının intikamını alabilmek için gücünü ve becerilerini Oglu ile ölçüştürür ve düello sonucunda Macar askeri galip gelir. Ölümcül yara alan Türk askeri, son anlarında bütün servetini László’ya bırakırken ondan Macar bir kadından doğan kızı Zsuzsa’nın bakımını üstlenmesini ister. Romantik öykününü ikinci bölümünde Habsburg imparatorunun Bolondvárlı paralı askeri, Lazslo Babocsai’ye miras kalan servetin de peşine düşen, insafsız Rudolf Kales’in para ve ganimet peşindeki acımasızlıkları yer alır. Bu iki temel konuyla örülen öyküde yazarın kendinde has üslubuyla da koşut olarak başta Balaton Gölünün bataklık âlemi olmak üzere doğa önemli bir yer tutar. Kitapta uzun doğa tasvirlerine çok fazla yer verilmemesine karşın doğa her yerde güçlü biçimde kendisini hissettirir. Kaçanlara sığınak sağlarken kötülük planlayanların içine saplandığı bir mezar olur. Maceralı ve romantik öyküden akıllarda Orta Avrupa’nın uç boylarının renkli görüntüsü kalırken Türk hakimiyetine ait dönemle ilgili gerçekler hem roman diliyle hem de gerçekliğin diliyle ortaya koyulur.

Kitabın yazarı İstván Fekete hakkında: İstván Fekete (1900-1970), yazdığı çok sayıda çocuk ve gençlik romanıyla Mór Jókai ile birlikte Macaristan’da bütün zamanların en çok okunan yazarı konumundadır. Kálmán Csató ile birlikte de orman ve avcılık edebiyatının en tanınmış temsilcisidir. Öyellikle hayvan hikayeleri ve hayvanları konuşturarak yazdığı roman ve öyküleriyle Macar edebiyatında kendine yer bulmuş ve sayısız ödülle unurlandırılmıştır. 2002’nin aralık ayına kadar Macar dilinde 8.700.000 adet kitabı satılmıştır. Kitapları Macaristan dışında da 12 ülkede 45 baskıda yayımlanmıştır. Koppány Ağasının Vasiyeti(Koppányi Aga Testamentuma) Tüskevár, Vuk, Devedikeni (Bogáncs) onun en fazla okunan kitapları arasındadır.
Bülent Şimşek

16,474FansLike
639FollowersFollow