İşte bira!

Şehirde yürürken birçok kez önünden geçmiş, bazen durup, üzerinde Otto Herman Müzesi yazan binayı hayranlıkla seyretmiştim; ama o cumartesi gününe kadar her nedense içine girmeye yeltenmemiştim. İsabet olmuş, çünkü yan tarafındaki bahçeden geçip, gövdeyle orantısız küçük kapıyı açtığımda, hoş bir sürprizle karşılaştım: Bira sergisi.

 

Fuayedeki, yağlıboya Miskolc tablolarına göz gezdirdim. Sonra iki orta yaşlı hanımın sevimli gayretleriyle paltomu ve çantamı vestiyere bırakıp, bilet alarak sergi mekanına geçtim. İki küçük oda gibi gözüktü başta gözüme meğer içi dolu turşucukmuş: Bira bardakları, rengarenk afişler, duvar tabakları, vitraylar, şişeleme makineleri, porselen musluklar, lingo lingo şişeler, bardak altlıkları, ayna üzerine boyanmış reklamlar, oyuncaklar, açacaklar, etiketler, metal levhalar, fıçılar, tabelalar, kara kalem çizimler, gravürler, seramik heykeller, eski kitaplar, faturalar, broşürler, peçeteler, menüler… Üstelik müzeyi terkederken elimde, Macarca ve İngilizce olarak basılmış, şahane bir kitap da vardı: Ez sör! (İşte Bira!)

İnsan bir şeyden haz almaya başlayınca, devamı kendiliğinden geliyor. Eve dönüşte, hanidir ihmal ettiğim Otto Herman hikayesine odaklandım. 1835-1914 yılları arasında yaşamış Macar zoolog, etnograf, arkeolog ve politikacı. Bir otodidakt (kendi kendini yetiştiren), ama ne otodidakt! Örümcekler üzerine yazdığı  kitapta 328 örümcek türünü tanımlamakla kalmamış bunların 36’sı ilk kez onun tarafından saptanıp, literatüre kazandırılmış. Balıklarla ilgili bir araştırması yayımlanmış. Kuşlarla ilgili kitabını aynı zamanda kendi kuş çizimleriyle desteklemiş ve bu coğrafyada “Kuşların Babası” lakabıyla anılır olmuş. Miskolc yakınlarında, mağara döneminde yaşam olduğuna dair izleri ilk ortaya çıkaran da o. Ne zaman böyle sekiz kollu canavarı andıran insanlarla karşılaşsam, bir süre durup kendi hayatımı sorgularım. Bu kez de öyle oldu ve sonra yavaş yavaş, kimi zaman çok zevk alarak içtiğim birayla ilgili bildiklerimi eşelemeye, bilmediklerimi araştırmaya başladım.

“İlk biranın, yaklaşık 10 bin yıl önce, bir parça ekmeğin ıslanıp mayalanmaya başlamasıyla tesadüfen ortaya çıktığı tahmin ediliyor” diye yazıyordu okuduğum bir metinde. Öyledir kuşkusuz. Rastlantıların hep rolü vardır hayatta. Ama biranın rastlantıyla oluştuğunu düşünmek ahmaklık olur. O rastlantıyı işleyen bir ya da birkaç kendi kendini yetiştirmiş, merak sahibi insanın titiz, sabırlı dikkati olmadan, ekmeğin ıslanması bir işe yaramazdı. İnsanlığın yerleşik hayata geçişinde bu keşfin, yani biranın, ekmekten de önemli bir rolü olduğunu ileri sürenlerin sayısı da küçümsenecek gibi değil. Neden olmasın, kafayı tütsülemek ekmek kadar önemli bir ihtiyaç sonuçta.

Bulgulara dayanan araştırmacılar, bundan on bin yıl kadar önce bira yapımının Mezopotamya’da başladığını öne sürüyorlar.  M.Ö. beş binli yıllarda Fırat ve Dicle ırmakları arasında kalan topraklarda arpa ve buğday yetiştirildiğini ve hem ekmek hem de bira yapıldığını kesin olarak biliyoruz. Sümer metinlerinde var bu. Irak’ta, Ninova’nın Gara Tepesi’ndeki kazılarda bulunan mühürde, bükülmüş bitki saplarıyla büyük bir kaptan bira içen iki adam görülüyor. Sümer mitolojisinin en önemli hikayesi Gılgamış Destanı’nda, Gılgamış’ın yakın dostu Enkidu’nun hikayesi de bira mitolojisinin ilk örneği bildiğimiz kadarıyla.

Kısaca özetlersek, Tanrılar pışpışladıkları Gılgamış’ın kontrolden çıktığını görünce ona arkadaş olarak hayvanlar tarafından büyütülmüş, vahşi Enkidu’yu yolluyorlar. Enkidu’yu, yani kırların “insanı”nı. Tapınak rahibesi/fahişesi Tehiptilla tarafından (bir kadın eliyle elbette) ehlileştiriliyor. Teatral sahne şöyle kurulmuş.

(Rahibe Enkidu’ya seslenir) :  Ekmek ye Enkidu. Bu yaşamın bir parçası. Ve toprağın geleneği olan biradan iç. Sen de bizden biri ol!

Enkidu ekmeği yemekle kalmıyor,  üzerine yedi testi birayı lüpletiyor yazara göre, kalbi neşeyle doluyor ve gözleri çakmak çakmak parlıyor.

Rahibe Enkidu’yu yıkıyor ve ona artık insan olduğunu bilirdiriyor. İnsanlık zor zanaat. Rahibenin peşi sıra şehre sürükleniyor kırların efendisi Enkidu ve orada dağılıyor.

Güzel hikaye. Enkidu, topu topu Gılgamış’ın gölgesi olsa bile.

Sandığımızın aksine, mitolojik hikayeler gündelik hayatımızdan hiç de uzakta değildir. Ben ne zaman Enkidu’yu anımsasam, aklıma derhal Kriko gelir.

Çıralı’da, Hippiler’in son dönemine yetişmiş, Münihli bir dostum vardı: Köylülerin ona taktığı adla Kriko. Genellikle sezon sonu, ortalıktan el ayak çekilmeye başladığında gelirdi köye. Sabah yedi civarı, bisikletle iki kilometre ötedeki bakkala ekmek almaya gittiğimde, kapının yanıbaşında sabah birasını içerken bulurdum onu. Şaşkın yüzüme gülümseyerek bakıp “Ekmek bu, ekmek!” derdi kırık Türkçesiyle.

Neden sonra, toksikolojinin kurucu babası, 50’sine gelmeden bir meyhane kavgasında hayata gözlerini yuman yarı-çatlak Paracelcius’un (1493-1591), hikayesini öğrendiğimde de aklıma gelmişti Kriko. Derler ki Paracelcius, biranın iyileştirici ve besleyici etkisinin, zamanın doktorlarının yazdığı reçetelerden çok daha önemli olduğunu söylermiş.

Enkidu’dan Paracelcius’a oradan Kriko’ya bir hat çizilebilir mi? Bira sözkonusuysa, 10 bin yıl o kadar da uzun değilmiş gibi geliyor insana. Öte yandan içtiğimiz birada gelinen kalite ve çeşitlilik göz önünde bulundurulduğunda, rahatlıkla “amma uzun yol gittik” de diyebiliriz.

Birayla ilgili bir başka mit de Mısır kökenlidir. Tanrı Ra’nın ortalığı kasıp kavursun diye yarattığı kızı Tanrıça Sekhmeti sonunda öyle gemi azıya alır ki, yaratıcısı da pişman olur. Ama nasıl durduracaktır kızını, sonunda çareyi Tanrıların bitmek bilmez hilelerinden birine başvurmakta bulur.

Ulaklarına Elaphantine adasından kırmızı aşı boyası almalarını ve  kadınların bütün gün bira yapımında çalıştıkları Heliopolis kasabasına götürmelerini emreder. Kırmızı aşı boyası 70 bin kavanoz biranın içine karıştırılır ve Sekhmeti’nin bir sonraki saldırısını planladığı toprakların üzerine dökülür. Tanrıça, kızıl birayla kaplı toprakları gördüğünde bunun öldürdüklerinin kanı olduğu yanılsamasına kapılarak, içmeye başlar. O kadar çok içer ki, biranın etkisiyle gücü tükenir, bütün gün ve gece uyur ve ertesi gün sendeleyerek babasının yanına döner. Ra kulağına fısıldar, “Barış içinde gel tatlım!” ve Sekhmeti o günden sonra aşk kadar tatlı ve güçlü Tanrıça Hathor’a dönüşür. O günden sonra her yıl adına düzenlenen törenlerde (Sarhoşluk Bayramı) rahibeler, Elephantine’den gelen aşı boyası karıştırılmış kırmızı Heliopolis birası içerler.

Her iki mitolojik hikayede de tanrıların bira içtikten sonra geçirdikleri köklü dönüşüm teması çıkar karşımıza. Enkidu insanlaşır, Sekhmeti ise kıyıcılıktan kurtulur ve adaletin temsilcisi haline gelir. Biranın bir sağaltıcı gücü olduğu inancı kesindir.

Yine okuduklarım içinde vardı, sanki Antik dünyada yerleşik olan kültürler şaraba, göçerliğe yatkın olanlar ise biraya meyletmişler gibi bir anıştırma. Mısır’da şarabın biranın yerini alışı Büyük İskender’in fethinden sonra yavaş yavaş gerçekleşmiş. Yunanlılar için bira, barbar halklara özgü bir içecek ve kontrolsüz sarhoşluğun simgesiymiş. Kadim Doğu-Batı ayrımı bira ve şarap üzerinden de şekillenmiş, taaa o zamanlarda. Yapaydır tabii bu sınırlar, Keltler Avrupa’nın ilk bira üreticileri olarak devreye girmişler ve birayı fıçılarda dinlendirmeyi akıl etmişler. Roma imparatoru Diocletianus (284-305) döneminde,  tam olarak 301 yılına ait esnafın neyi kaça satacağına dair listede Keltlerin buğday birası 4, Mısırlıların arpa birası 2 denarius olarak fiyatlanmış. Bira üzerinden okunabilecek bir sınıfsal ayrım çoktan başlamış sizin anlayacağınız. Eminim birileri Batı birasının kalitesi ve Doğu’nun ikinci sınıflığından da dem vurmuştur.

Böyle böyle geliyoruz can alıcı soruya. Edip Bey’in dizesidir bu:

Ya alkol olmasaydı?

Mitolojideki gibi çalışmaz iş daima. İçki bir dönüştürücüdür tamam da, filmin sonu hep mutlu bitmez. Bunun için kışın, ikindi sonrası, şehrin mahalle aralarındaki, bir tür gecekondu olarak nitelenebilecek, otobüs duraklarının hemen arkasına konuşlanmış büfelerinden içeriye göz atmak yeter. Bunların çoğu aynı zamanda loto bayiidir ve içerisi zarları hepyek gelmiş insanlarla doludur. İşle ev arasına sıkıştırdıkları o kısa aralıkta bira ve hızlandırıcıyla, rutini devam ettirmenin yollarını araştırırlar.

Böyle böyle anladım, sergide ve kitapta eksik olan onların anonimleştirilmiş hayatlarıydı.

 

Serhat Öztürk – Türkinfo