Doğum Yeri: Hajdusamson Doğum Yılı: 1862 Ignácz Kúnos, 22 Eylül 1862’de Debrecen [Macaristan] yakınlarındaki Hajdúsámson’da doğdu. Yükseköğrenimini Budapeşte’de tamamladı. Üniversite öğrenciliği yıllarında halk diline, halk kültürüne ilgi duydu, önce Hungaristik alanında daha sonra da A. Vambery, J. Budenz ve B. Munkacsi gibi zamanın isim yapmış bilginleriyle tanışınca Türkoloji ile ilgilenmeye başladı. Bunun üzerine Türk halk edebiyatını ve halk dilini iyice tanıyıp öğrenebilmek için bir süre Anadolu’da yaşamaya karar verdi. 1885 yılında Bulgaristanlı Türkler arasında kısa bir süre kaldıktan sonra Anadolu’ya geçti. Bu inceleme yolculuğu beş yıl sürdü.
Topladığı ve yayınlanmak üzere Macar İlimler Akademisi’ne gönderdiği malzemeler, hem ilim çevrelerinin ilgisini uyandırdı, hem de Kunos’un çalışmalarına maddi yardım sağladı. Türkiye’de bulunduğu yıllar süresinde Kúnós’un birçok incelemesi çıkmış ve folkloristik çalışmlarının temeli sayılan Osmanlı-Türk halk şiirleri de o zaman yayınlanmıştır. Macaristan’a döndükten sonra ise birbiri ardına çıkan eserleri Kűnos’un Türkiye’de geçirdiği yılları gerçek bir ilim adamı çalışkanlığıyla doldurduğunun en kesin delili olmuştur. Kunos, Anadolu halkının hayatını gayet canlı bir şekilde çizen yolculuk notlarından başka, Türk folklorunun bütün yönlerini tanıtan eserler yazmıştır. Bu yayınlar türkülerden masallara, Karagöz ve ortaoyunundan Nasrettin Hoca fıkralarına kadar Türk folklorunun birçok dalını kapsıyordu. Kúnos’un derlemeleri geniş kitlelere ulaşmıştır. Kısa zamanda yabancı ülkelerde de Türk folklorunun yayımcılarında biri olan Kűnos’un bu kadar tanınmasında, onun ilmi çalışmalarını yöneten J. Budenz’in rolü büyüktür. Ignacz Kunos, tanınmış Alman bilgini Türkolog-folklorist G. Jacob tarafından, Türk folklor araştırma ve incelemelerinin temeli olarak gösteriliyordu. Kúnos, 1925 ve 1926’da Türk hükümetlerinin isteğiyle İstanbul ve Ankara’da konferanslar verdi, bunun sonucunda bazı eserleri Türkçe’ye çevrilmiştir.
Kúnos, 1880 yıllarında çalışmalarına bakir topraklar üzerine başladı. Osmanlı dili ve kültürü araştırmaları, Anadolu ve Rumeli halk dili ve halk kültürü araştırmalarını tamamen gölgelemiş, geride bırakmıştı. Bu bakımdan Ignacz Kunos’un çalışmaları birer keşif olarak kabul edilmişti. 1945 yılında Budapeşte’de savaşlar devam ederken hayata gözlerini kapayan Ignácz Kűnos, hayatı boyunca takdir edilmiş bir ilim adamı idi. Macar İlim Akademisi, Paris Societe Asiatique, Macar Krallığı Doğ Ticaret Akademisi, Uluslararası Orta ve Doğu Asya Derneği gibi birçok topluluğun da üyesiydi. (Kaynak: Türk Halk Edebiyatı, Ignacz Kunos (yayına hazırlayan: Prof. Dr. Tuncer Gülensoy), Ankara, 2001) Ignác Kúnos “Türk Halk Edebiyatı” eserinde, Türkçeye karşı duyduğu sevgiyi şöyle anlatır: TÜRK DİLİ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş; ben daha çok genç bir şehir mekteplisi iken orta halli bir amcam varmış. Bu adam, makinistlik edermiş. Yaz aylarında, taşralarda gezer, çiftliklerde harman savurtur ve makinelere bakarmış.
Günlerden birgün, henüz on yedi yaşında olduğum sırada, Buğdan memleketinden yeni dönen bu amcam, bizi ziyarete geldi. Hoşbeşten sonra, kahve ve çubuk içerek gezdiği memleketlerin türlü türlü âdetlerini, söyledikleri dilleri birer birer anlatırken : “En ziyade beğendiğim insan cinsi Türk, en kolay öğrendiğim insan dili Türkçe’dir” dedi. Meğer o vakitler, Buğdan memleketi Türk hükmü altında imiş. “Bu, dediğiniz Türk lisanı nasıldır?” diye sordum. “Hem söylenişi güzel hem öğrenmesi kolay bir dildir” cevabını aldım. Güzelliğinin ve kolaylığının neden ibaret olduğu sualine cevap olarak: “Telâffuzu bizim Macar lisanı, ahengi bizim dilimizdeki ahenk gibi olup sözlerinin çoğu da lisanımızda var.” dedi. Sordum: “Meselâ, ne gibi?” “İşte onların kapısı, bizde kapu, onların elması, arpası, teknesi, baltası, bizde de alma, arpa, tekne, baltadır. Türk bekârı, civanı, Macarca betyar, jivan. Bıçak, Macarca’da bıçaktır, çizme, çızma, papuç, papuç, kalpak, kalpag; Türklerin devesi, delisi, haracı, katranı, bizde teve, deli, haraç, katran’dır. Onlarda kepenk, bizde köpöniyek; onlarda pide, bizde pite; onların sarması, dolması bizde de sarma, dolmadır. Koçana, levende, mahmura, ormana, keçiye, biz de koçan, levent, memur, orman, keçke deriz. Tabur, Macarca tabur. Tepsi, tepsi, tezek teözek’dir. Onlarda cep, bizde jip, ata, atıya, ana, anıya, tavuk, tiyok, aslan, aroslan, bağa, baka, boğa, boka, çadır, şador, çalı, çalıt; çarık, şarok, çok, şok, küçük, kiçi, kazan, kazan, koç, koç, dana, tino, kendir, kender, toklu, toklu, satıcı, satuç, sakal, sakal, öküz, öküz… ve bunlara benzer daha neler neler…”
Amcam iki yüzden ziyade kelime sayıp söylerken, zaten evvelden beri pek ziyade lisan meraklısı olduğumdan merakım gayet arttı. Amcam: “Oğlum, Lâtince, Rumca öğreneceğine Türkçe öğren; Türk milleti bize en yakın olduğu gibi Türk dili de bizim dilimize pek yakın bir dildir” dedi. Amcamın bu sözleri üzerine, derin derin düşünmeye başladım. Vakitler de, masallardaki gibi tez geçer. Şehrimizin lisesini ikmal edip tam kırk altı sene evvel doğduğum yer olan şehirden Peşte Üniversitesi’ne gittim. Türk lisanının o zamanki hocası Avrupa şarkiyyununun en meşhuru bizim üstat Vamberi idi. Peşte’ye gelişimin birinci haftasında meşhur muallimin talebesi oldum ve Türkçeyi öğrenmeğe başladım. Vamberi’nin derslerine üç sene devam edip Türkçe’den başka Uygurca, Tatarca, Çağatayca’ya da çalıştım. Günlerden bir gün, Peşte sokaklarını gezerek, lâle ve sümbül biçerek Tuna suyu içerek fesli bir tacire, Türkiye’den henüz gelmiş bir şekercinin dükkânın¬da çattım. Dükkân da minimini bir yerdi. Selâm ve kelâmdan ve zar zor Türkçe görüştükten sonra, hem şekerini yedik, hem konuşmaya başladık. O, benim pepeli Türkçemden ne kadar hazzediyorsa, ben de onun Türkçe konuşmasından o derece lezzet alıyordum. Oh! şimdiye kadar hiç görmediğim, hiç tanımadığım lokumlar, türlü türlü ezmeler ne âlâ imiş! Âdeta şekercinin tatlı mallarının tiryakisi oldum. Bu, benim tatlı meşguliyetimden başka Türk lisanına daha ziyade heves edip onu konuşmama da yardım etti.
Bir gün muallim efendiye: — Acaba Türk milletinin halk edebiyatı var mı? diye sordum. Muallim: — Bildiğime göre, pek yok! dedi. Ben: — Ya, Ahmet Vefik Paşa’nın «Atalarsözü» denilen mecmuası, ya Nasrettin Hoca’nın bütün dünyada meşhur ve bütün garp lisanlarına tercüme edilen fıkraları halk edebiyatı sayılmaz mı? diye sordum. — İşte Türklerin halk edebiyatı bu kadardır, başkasını bilmiyorum, cevabını verdi — Efendim, bildiğime göre dünyanın hiçbir milleti, vahşilik halinde bile olsa, putlara bile tapsa, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, halk edebiyatsız olamaz. Allah’ın kullarının halk edebiyatı zaten halkın düşünüşüdür, dudaklarının gülüşüdür, ruhunun eğlencesidir, dertlerinin feryadıdır. Tefekkürlere kalsa, tefekkürdür, gamı varsa, gamının yarasıdır. Bahtları varsa bahtlılığının gülü, sümbülüdür, Türk halkı düşünmez mi? Köylüsünün ah ve vahı göğe çıkmaz mı? Bahçesindeki gülünün rengi kokusu yok mu? Bülbüllerinin figanı yok mu? Hâsılı Türklerin halk edebiyatı yok gibi dersiniz, inanmam. Vallahi inanmam, billahi inanmam.