İlk Osmanlıca matbaayı kurup, ilk Osmanlıca kitabı basan ve bizim İbrahim Müteferrika olarak bildiğimiz kişi 1674 (ya da 1670) yılında, o zaman Macaristan toprağı olan Erdel’in Kolozsvár kentinde doğmuştu. Erdel o zaman matbaacılığın gelişmiş olduğu yerdi. Ünlü harf dökümcüsü Mihaill Kiss 1689’da Kolozsvár’da matbaa kurmuştu. İbrahim fakir bir ailenin çocuğuydu, ama zekiydi, böylece Üniteryenlerin kolejinde okuma imkanı bulmuştu. İstanbul’a kaç yaşında, hangi koşullar altında geldiği bilinmiyor. Bildiğimiz 1710 yılında, “Risale-i İslamiye” olarak adlandırılan bir kitapçık yayımladığı (el yazması olan kitabın orijinalinde bu isim yoktur) ve Katolikliği eleştirdiği. 1715’te padişahın bir mektubunu götürmek üzere Viyana’ya gönderiliyor. Böylece saray adına çalışmaya başladığını anlıyoruz. Zaten müteferrika ünvanı da padişah ya da vezirler için çalışan kişilere veriliyor. Bir yıl sonra 1716’da Avusturya’ya açılan savaşta Osmanlı ile birlikte savaşmaya gelen Macarların tercümanı olarak Belgrad’da ortaya çıkıyor. 1718’den itibaren payitahta sığınan Macar bağımsızlık hareketinin önderi II. Ferenc Rákóczi’nin mihmandarlığı görevini üstleniyor.
III. Ahmed’in veziri Damat İbrahim Paşa’nın güvenini kazandığı belli. 1719’dan itibaren bir matbaa kurmak arzusunda olduğu söyleniyor. Osmanlı’nın Fransa elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğlu Sait Efendi ile muhabbetleri var. 1726’da matbaanın gerekliliğini ve yararlarını anlattığı “Vesiletü’t-Tibaa” adlı risaleyi Damat İbrahim Paşa’ya veriyor. 1727’de Fatih’deki evininin bodrum katında matbaayı kuruyor. Ölene kadar hem saraya çalışmaya hem kitap basmaya devam ediyor. Yunanca, Latince, Macarca, Arapça ve Farsça bilen Müteferrika ölmeden önce 17 kitap yayımlamayı başarıyor. Matbaadaki teknik konularda yardımcılığını Yona Eskenazi adlı, daha önce Ortaköy’de kendi matbaası olan bir İspanyol Yahudisi yapıyor. 1747’te Aynalıkavak Kabristanı’nda toprağa veriliyor ve naaşı yaklaşık 200 yıl sonra 1942’de, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından Galata Mevlevihanesi’ne naklediliyor.
Osmanlı ülkesine gelmiş pek çok Macar var, ama bence en önemlileri İbrahim Müteferrika. Kimileri, döktüğü toplarla Doğu Roma’nın yıkılmasında önemli rol oynayan Urban ustayı anabilir tabii, ama onunla işimiz 1453’te bitmişti. İbrahim Müteferrika’yla olan hesabımızı ise hala kapatabilmiş değiliz.
İbrahim Müteferrika deyince benim aklıma hep Çetin Altan gelir. O vakitler izlediğimiz tartışma programlarında Altan o gür sesiyle “Matbaa bize üç yüz yıl gecikmeyle geldi, biliyorsunuzdur” diye kinayeli biçimde lafa başladığında, nasıl bu kadar geç kalınmış olabileceğine şaşar kalırdım. Hoş matbaa çok daha önce Seferad Yahudileri tarafından getirilmişti Osmanlı payitahtına. Sonrasında Ermeniler ve Rumlar da matbaa kurmuşlardı. Peki onlar Osmanlı tebaası değiller miydi? Bizim ülkede zülfü yare dokunan sorulardır bunlar. Zaman içinde daha aklı başında çevrelerde şöyle bir savunma geliştirilmişti: Müteferrika’nın ayırt edici özelliği kitapları ilk kez Osmanlıca basmasıydı. Bu ince ayrımları öğrenmemiz biraz zaman aldı doğrusu, ama sağa sola yalpalarken başka şeylerin farkına varmamızı da sağladı. Gördük ki, geç kalma sendromu sadece başlangıçtaki o 300 yılla sınırlı değilmiş. Örneğin 1781-1786 yıllarında İstanbul’da Venedik elçisinin yanında kalan ve “İbrahim Müteferrika Matbaası ve Türk Matbaacılığı” kitabını yazan İtalyan rahip Toderini’nin kitabını Türkçe yayımlamakta da bir hayli geç kalmışız. Toderini’nin kitabı 1789 yılında Fransa’da yayımlandıktan ancak 200 yıl sonra, 1990’da Şevket Rado tarafından dilimize kazandırılmış. Hem de alt başlığında “Türk matbaacılığının kuruluşunun 260. yılı dolayısıyla” ibaresine yer verilerek ve kitabın içine, matbaacılık adına elde avuçta ne varsa boca edilerek.
Osmanlı döneminde Müteferrika matbaası ile pek kimse ilgilenmemiş doğrusu. Onun hakkında çıkan ikinci yazı 1910’a tarihleniyor ve Macar asıllı Türkolog İmre Karácson tarafından kaleme alınmış. Karácson ’a göre Müteferrika, “Protestan papazı olmaya hazırlanırken yeniçerilere esir düşerek İstanbul’a getirilmiş ve buradaki esir pazarında satılmış. Zalim bir adamın elinde uzun süre sefil yaşadıktan sonra müslümanlığı kabul ederek İbrahim adını almış.”
Anlaşıldığı kadarıyla Karácson’un iddiaları yıllarca kimseyi rahatsız etmemiş. Müteferrika hakkında yazan yerli/yabancı yazarlar kopyala-yapıştır yöntemiyle aynı hikayeyi köpürtüp durmuşlar. 1962 yılında, yani Müteferrika’nın ilk Osmanlıca kitap Vankulu Lugatı’nı yayımlamasından tam 233 yıl sonra, bir Türk akademisyen ilk kez İbrahim Müteferrika üzerine etraflıca çalışılmış bir yazı yayımlamış.
1947 yılında komünist olduğu gerekçesiyle Türk Dil Tarih Kurumu’ndan Behice Boran ve Pertev Naili Boratav ile birlikte kovulan sosyolog Niyazi Berkes, 1962’de Belleten dergisinde “Türk Matbaası Kurucusunun Dini ve Fikri Kimliği” başlıklı bir makele kaleme almış. Yazıyı okuyunca görüyoruz ki, Berkes öncelikle İbrahim Müteferrika’nın şahsiyeti üzerinde duruyor, onu sadece ilk matbaacı olarak tanımlamanın yetersizliği gösteriyor ve o günün Osmanlı dünyasındaki en önemli fikir adamlarından biri olduğunu tespit ediyor ve bunu yaparken Müteferrika’nın 1731’de kaleme aldığı ve Osmanlı’nın yeni dünyaya uyum sağlamasının yollarını anlattığı kitabı “Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem”e dikkat çekiyor. Müteferrika bu kitapta Osmanlı’da gerilemenin sebeplerini anlatırken şunları sıralamış: Kanunları uygulamamak, adaletsizlik, devlet işlerinin ehliyetsiz ellere düşmesi, bilimadamlarının fikirlerine tahammülsüzlük, modern askeri teknolojide bilgisizlik, orduda disiplinsizlik, rüşvet ve devlet servetini kötüye kullanma, dış dünyadan habersizlik.
Berkes yazısının ikinci bölümünde, o güne kadar herkes tarafından doğru kabul edilen Karácson’un iddiaları üzerinde duruyor. Berkes’e göre Karácson’un tek kaynağı, İbrahim’i Tekirdağ’da tanımış olduğunu iddia eden ve Rákóczi’nin maiyetinde bulunan asilzade De Saussure Czézárnak’ın yazdıkları. Ancak Karácson, kendi metnini kurarken, De Saussure’un yazdıklarında yer almayan kimi eklemeler yapmış. Örneğin, İbrahim’in kaçırılıp esir olarak satılması bahsi bunlardan biri.
Berkes ayrıca, İncil’in tahrif edildiğini ve Teslis düşüncesinin yanlış olduğunu söyleyen Üniteryenlerin 17. yüzyılda Kolozsvár’da güçlü olduklarına dikkat çekerek, Müteferrika’nın, Katolikliği eleştirmek için yazdığı kitabın Üniteryen bakış açısını yansıttığını, dolayısıyla onun bir Üniteryen olduğunu saptıyor.
Buraya kadarı tamam, ama deyim yerindeyse Berkes bundan sonra eli yükseltiyor ve belgelere dayanmaksızın, sadece kendi kurduğu çerçevenin içinde kalarak, ayakları tam da yere basmayan bir takım sonuçlara varmaya başlıyor: Osmanlı’nın geniş hoşgörü iklimi, Hıristiyan olmaktansa Müslümanlığı tercih eden Üniteryenler, daha önce güvenilmez dediği kaynaklara başvurmalar, “gerisini kolayca tahmin edebiliriz” yollu akıl yürütmeler gibi…
İnsan yazıyı bitirdiğinde, Cumhuriyet dönemi Batılı aydın tipinin önde gelen temsilcilerinden Berkes’in, Müteferrika’nın samimi müslümanlığı için neden gereksiz zorlamalara başvurduğunu anlamakta güçlük çekiyor ve acaba Türkler yine imkansız bir görevle mi karşı karşıyalar diye düşünmeden edemiyor. Malum Gütenberg’in matbaasından 280 yıl sonra ilk Osmanlıca kitabı bir Macar’ın basması pek hoş bir durum değil. Eh, İbrahim Müteferrika’yı Türkleştirecek halimiz de yok. Acaba diyorum bu durumda onun Müslümanlığını sorgulanmaz kılmak bir çözüm olarak devreye girmiş olabilir mi?
Berkes’in Araf’ta bıraktığı tartışmayı, 1982 yılında Doç. Dr. Halil Necatigil yayımladığı bir kitapla “nihayete erdirmiş” görünüyor: “Matbaacı İbrahim Müteferrika ve Risale-i İslamiye”. Necatigil’e göre Müteferrika, daha Kolozsvár’dayken hidayete ermiş. Onun sözleriyle anlatırsak daha net anlaşılacak:
“Batıllığını görünce, eğitimciliğini üzerine almak üzere yetiştiği eski dinini terk etmiş; hakkı gördüğü halde ona uymayan üstadlarını himmetsizlik ve münasebetsizlikle ithamdan çekinmemiş, onlarla münakaşalar yapmış, ıslahlarını kabil görmeyince o muhiti terk etmiştir. (…) Bir iki Cizvit papazı, din değiştirdi diye onu küçük düşürmeye, hareketlerindeki asaleti gölgelemeye çalışmış olsa da bu husumet başarıya ulaşamayacaktır. İbrahim Müteferrika belki asil doğmamıştır ama asil yaşadığı ve asil öldüğü muhakkaktır.”
İnsan kim bu derin doçent diye merak ediyor elbette! Neyse ki google var. Meğer Halil Necatigil, Mahmud Es’ad Coşan’ın müstear adıymış. 1960 yılında Nakşibendi Tarikatı İskenderpaşa Cemaati lideri Mehmed Zaid Kotku’nun kızıyla evlenmiş, 1980’de kayınpederinin ölümü üzerine şeyhlik makamına gelmiş. Müslümanlığı dünyaya yaymak için çırpınırken, 62 yaşında Avustralya’nın Sidney kentinde trafik kazası sonucu hayata veda etmiş bir zat. Eh İbrahim Müteferrika’nın ne mene bir Müslüman olduğunu o bilmeyecek de ben mi bileceğim?
Benim asıl ilgimi çeken ebucehil karpuzu gibi ortadan ikiye bölünmüş, herkesin kendi cephesinde mutlulukla naralandığı bir memlekette, tam karşıt kutuplarda duran Niyazi Berkes ile Mahmud Es’ad Coşan’ı tarih içinde neyin, nasıl yan yana düşürdüğü.
İranlı düşünür Daryush Shayegan, 1990’ların başında Türkçe’de de yayımlanan ve tarihte geride kalmış toplumların halet-i ruhiyesini sorguladığı “Yaralı Bilinç” kitabında “yamalama” kavramını geliştirmişti. Şöyle anlatıyordu bu kavramı:
“Yamalama şeylerdeki pürüzleri kaplayan ince bir vernik katıdır, yüzeyi hafifçe kazındığında çatlaklar ve hatalar ortaya çıkar. Yamalama, zamanın aşındırdığı çatlak yüzeyleri, kötü havaların harap ettiği yapıları cafcaflı bir dekorla örter. (…) Yamalama iki karşıt yönde olabilir, ama sonuçlar hemen hemen aynıdır. Ya eski bir içerik üzerine yeni (modern) bir söylemi yamalar ya da yeni bir zemin üzerine eski (geleneksel) bir söylem oturtur. İlk durumda Batılılaşmayla karşı karşıyayızdır (modernliğin Batıyla ilişkili olmasından ötürü), ikinci durumdaysa İslamileşmeyle.”
Yama yaparak yaşayıp gidiyoruz anlayacağınız. Gerçekte ne olup bittiğiyle ise pek az kişi ilgileniyor. Matbaa 300 yıl gecikmeyle gelmişti de sonra hızla ilerledi mi? Tabii ki hayır yaklaşık 70 yıl sonra sadece ders kitabı basan, bir açılıp bir kapanan, hala İbrahim Müteferrika’nın döktürdüğü, artık iyice silikleşmiş hurufatları kullanan bir matbaacılık vardı Osmanlı’da.
Peki, Müteferrika’nın kurulmasına öncülük ettiği Yalova Kağıt Fabrikası’na ne demeli? Lehli ustalar getirtilerek, 1745’de Yalova’da kağıt üretimine başlanmıştı. Lehli ustalar iki yıl kalmışlar ve yakındaki Elmalık Köyünden 12 Rum’u kağıt ustası olarak yetiştirmişlerdi. Ancak Müteferrika’nın 1747’deki ölümünden sonra bu girişim de uzun soluklu olmadı. 1760 tarihli Arzuhal Defteri’nde şöyle yazıyor:
“Birkaç seneden beri Elmalık köyünde oturan Bostancı Ali Ağa’nın kağıthaneyi iptal edip, kağıthane bölgesini kendine çiftlik yaptığını, haftada bir kere otuz kırk atlı ile gelerek reayanın her birinden ceza olarak para aldığını…”
Bostancı Ali Ağa, tartışmasız müslümandı.
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com