Göçebelerin atlı savaş tecrübeleri tek bir kalıba sığdırılamayacak kadar zengindir.
Geçmişi anlama çabasında hem orijinal kaynaklara hem de modern tarihçilerin yazdıklarına eleştirel yaklaşmak bir tercih meselesi değil, bu çabanın olmazsa olmaz bir parçasıdır. Eleştirel okumalar olmadan tarihçilerin hipotezleri ve tezleri sınanamaz, yanlışlanamaz, herkes yazdığıyla kalır. Tarih araştırmaları da yerinde sayar ve bilimsel faaliyet alanının dışına itilir. Oysa malumun, o “malumu” ilk ortaya koyanların basit bir şekilde anılarak veya daha kötüsü hiç anılmayarak tekrarına değil yeni sorgulamalarla genişletilmesine, yeni katkılara ihtiyacımız var.
Bu genel çerçeveyi benimseyince eleştiri de kaçınılmaz oluyor. Konusuna ve söylenenlere göre; bazen daha az, bazen daha çok… Tabii ki eleştirilerin de tarih metodolojilerinin içinde kalınarak düzgünce yapılması gerekiyor. Bunların başında da kaynağı doğru aktarmanın geldiğini düşünmüşümdür hep. Kaynağı doğru aktarmamanın uç bir örneği ise, ülkemizde epeyce seviliyor olabilir ama Anglo- Saxon’ların deyimiyle “saman adam” (straw man) yöntemidir. Birine söylemediği bir şeyi söyletir sonra keyfinizce çürütürsünüz ki aman aman, şimdi hiç girmeyelim, konumuz da o değil zaten.
Bu mukaddimenin esbab-ı mucibesi ise şöyle; son yazımı okuyan Sayın Halil Akıncı şu yorumu yapmış:
“Lindner herhalde uzun mesafeler kat etmek durumunda olan Moğol ve Attila’nın savaşçılarının yanlarında bulundurdukları söylenen at sayısını tüm “göçebe” savaşçıları için aynı sayı olarak kabul ediyor ve bunu[n] kıyas yolu ile Orhan’ın savaşçıları için de bir axiom olduğunu öne sürüyor. Halbuki eski tarihçilerin emin olmadıkları konularda dedikleri gibi “en iyisini Allah bilir” deyip susması daha yerinde olabilirdi.”
Pek çok başkaları gibi Rudi Lindner’in de bazı görüşlerini bu sayfalarda eleştirdim. Daha da eleştireceğim. Akıncı’nın ilk cümlesine de katılıyorum.
“Sorun nedir?” derseniz, bilerek isteyerek bir kaynağı yanlış temsil etmek gibi bir faaliyetle tabii ki işim olmaz. Ama yer veya yen darlığı gibi herhangi bir sebepten dolayı kendimi eksik ifade ederek eleştirdiğim kişinin yanlış anlaşılmasına da sebebiyet vermek istemem. Lindner, Akıncı’nın hatırlattığı bu eski vakanüvis geleneğinin gereğini yerine getirmiş olan bir tarihçidir, “Tek doğruyu ben söyledim. Bundan başka bir açıklama olamaz” gibisinden bir tavrı yoktur. Osmanlı Tarihöncesi adıyla ve Sayın Ayda Arel’in çevirisiyle Türkçeye kazandırılan kitabının sonunda şöyle diyor:
“Ne ki, burada önerdiğim kurguların yapılabilecek kurguların en doğruları olduğunu, başka kurguların olamayacağını iddia etmiyorum. Vakanüvisler, doğrusunu Allah bilir derlerdi. Ben de metinlerini karşılaştırmak ve incelemekle geçirdiğim bunca yıldan sonra onların bu görüşüne içtenlikle katılıyorum. Eldeki kanıtlara ters düşmeyen varsayımlarda bulunduğuma ve başka kaynaklardan öğrenebildiklerimize halel getirmediğime inanıyorum. Umarım, başkaları da benimle aynı işe girişeceklerdir…”
Lindner’in pek azına katıldığım varsayımlarına ve yeniden inşa / yorumlama faaliyetlerine şimdi biraz daha yakından bakalım. Aslında, onun, Pelekanon Savaşı’ndan sonra Osmanlıların göçebe savaş usullerini terk ettikleri ve askerî düşüncelerini yerleşikleştirmeye başladıkları yolundaki düşüncelerini bir nüve olarak, 1981’de yayınladığı “Göçebelik, Atlar ve Hunlar” (Nomadism, Horses and Huns) adlı makalesinde görüyoruz.
Lindner “Hunların çoğunu atlarından indirmek” istediğini söylediği bu makalesinde, geniş Avrasya steplerini bırakarak Macaristan’a giren Hunların uzun süre göçebe olarak kalamadıkları, ordularında atın kritik bir rol oynamadığı ve Hun ordusunun büyük oranda yaya askerlere dayandığı görüşlerini işliyor. Ona göre Macaristan’ın 42.400 kilometrekarelik Alföld ovası en fazla 320.000 atı besleyebilirmiş. Ovanın hepsinin otlak olmadığı gerekçesiyle Lindner bu rakamı 150.000 at olarak tashih ediyor. Sonrası biraz daha ilginç, Marco Polo’nun Asya steplerinde adam başına 18 atlık katarlar gördüğünü aktarmasına rağmen Orta Avrupa’da bir miktar tenzilata gidiyor ve her Hun süvarisine 10 at tahsis ederek Macaristan ovasının destekleyebileceği atlı gücü ancak 15.000 olarak buluyor! Bu da Roma’nın daha geniş kaynaklarına karşı yetersiz kalıyormuş. Kısacası Lindner, bu makalesinde sadece Hunlar değil Karpatları geçen daha sonraki Avar ve Macarların da bir göçebe güç olarak kalamadıkları görüşünü savunuyor.
Lindner’in, tezlerini zayıflatan verilere ulaştığında da işin içinden sıyrılmasına yarayacak yorumlar yapmakta mahir olduğu kolayca görülüyor. Mesela, 451 yılında Attila ile Ostrogot müttefiklerinin, Batı Romalı General Aetius ve Vizigot kralı I. Teodoric ile yaptığı Catalaunia Düzlükleri veya Locus / Campus Mauriacus savaşı vardır, hani Attila’nın Galya’daki ilerlemesinin durdurulduğu ama Roma ordusunun da savaş meydanından çekilmek zorunda kaldığı meşhur savaş. Lindner, savaş gününün akşamı Attila’nın, arabalarla tahkim edilmiş ordugâhına çekildiği ve kaçamama durumunda ateşe verilmiş bir eyer yığını üzerinde kendisini yakmayı düşündüğü yolundaki anekdotu aktarıyor.
Ona göre bu savaşa eşlik eden bütün koşullar piyade veya kısıtlı süvari desteği olan piyade savaşlarını çağrıştırmaktadır. Göçebeler, atlarının işe yarayacağı açık alanlarda çarpışmayı tercih edermiş. Yenilgi durumunda atlarıyla kapalı alanlara tıkılmak hızla kaçabilmeye iyi bir alternatif olamazmış çünkü kaçarken aniden dönüp saldırma imkânları olurmuş. Bundan başka, savaşın Temmuz sıcağında dövüşüldüğüne dikkat çeken Lindner, göçebelerin, en iyi otlakların çoktan sararmış olacağı bir zamanda atlarını savaşa götürmediklerini söylüyor. Son olarak da Attila’nın, cenaze ateşi için eyerlerden hazırlattığı yığın, onun ordusunda çok sayıda süvari olduğunun değil, olmadığının kanıtıymış. Bütün bunlar, Attila’nın ordusunun yaya temelli bir savaşa herhangi bir stratejiyi dayatamayacak kadar az atlıya sahip olduğunu gösteriyormuş.
Sondan başlayalım çünkü bu aslında Lindner’in temel iddialarından birini zayıflatacak nitelikte bir veri. Eyerin olduğu yerde at da olmalı diye düşünüyor insan. Fakat Lindner, eyerlerin boş olmasına bakarak atların dolayısıyla da süvarinin sayısının eyerlerden daha az olduğu sonucuna ulaşıyor. Güzel de Hun ordusunda neden attan daha fazla sayıda eyer olsun ki? Yaya Hun askerleri “Olur da karşımıza at çıkar, bulunsun” diyerek boş eyerleri taşımadılar ya. Eğer bu hikâye doğruysa ve eyer yığını üzerinde yakılmanın Hunlar için dinî ve sembolik bir anlamı bulunmuyorsa, Attila’nın ordusunda en azından bir aralık bu eyerleri taşıyan atlar olduğunu düşünmek daha basit değil mi? Muhtemelen ne olmuş olabilir? a- Atlar hâlâ kamptadır, dinlenmeleri için eyerleri çıkarılmıştır. b- Eyer herhâlde göçebe savaşçılar için değersiz bir nesne değildi. Hunlar, Macaristan’dan savaş yerine gelinceye kadar ölen atlarının eyer ve koşumlarını almış olabilir. c- O gün savaşta ölen veya yaralanan, Hun ordusuna hatta karşılarındaki orduya ait atlardan boşalan eyerlerdir. Uzatmıyorum, bambaşka ihtimaller de olabilir, bu yukarıdakilerin bir kombinezonu da olabilir ama nasıl olur da Hun kampındaki boş eyer mevcudiyeti ordunun aslında yayaya dayandığının bir kanıtı olabilir?
Şimdi de Lindner’in ilk gözlemine bakalım. Göçebe veya değil süvarinin savaşta rahat hareket edebilmesi için açık alanlara ihtiyaç duyduğu açıktır. Lindner’in gözden kaçırdığı nokta, Hun atlılarının arabalarla korunmuş ordugâha savaşmak için değil, bütün gün savaştıktan sonra gece korunmak amacıyla çekildikleridir. “Laager” veya Macarca “tabor” (Türkçe taburun kaynağı) denen ve gayet iyi bilinen bu uygulamanın Vahşi Batı dâhil pek çok kültürde karşılığı var. İşin güzeli, Lindner’in kendisinin bir not düşerek bunun Orta Asya kabileleri tarafından bilindiğini belirtmesi ve Moğolca “kuriyen” olarak adlandırıldığını söylemesidir. Hâl böyleyken bu, Hunları neden attan indiriyor? Bahusus, Hunlar çadırlarını bile kurulu bir vaziyette arabaların üzerinde taşırken… Lindner’in, tahkim edilmiş ordugâhın taktik bir araç olarak göçebelerin çok iyi icra ettiği sahte ricatten daha üstün olmadığını söylemesi iyi bir açıklama değil. Biri saldırı ve karşıdakini tahrik etme, diğeri korunma amaçlı bu iki yöntemi niye karşılaştırıyoruz ki? “Göçebe” ordusu gece de mi sahte ricat taktikleri uygulayacaktı, onların da, eğer savaş bölgesinde kalıyorlardıysa korunma gibi bir kaygıları olmayacak mıydı?
Lindner’in en sorunlu bulduğum yeniden inşa faaliyeti ise göçebelerin atlarını beslemeleriyle ilgili olanı. Gerek bu makalede gerek başka yazdıklarında tutarlı olarak söylediği bir şey var: Göçebeler, atlarını ancak ve ancak doğal otlaklardan besleyebilirmiş. Sanırım burada rutin göçebe hayvan yetiştiriciliği ile göçebe orduların askerî sefere çıkma dinamiklerini birbirine karıştırıyor. Denis Sinor’a atfen göçebelerin ot durumunu gözeterek atlarını sefere çıkardıklarını söylüyor. Böylece, savaşın Temmuz sıcağında olmasını ve otların bu mevsimde sararmış olmasını Attila’nın ordusunda az sayıda süvari bulunmasının güçlü bir kanıtı olarak sunuyor.
Bu savaşın yeri tam olarak bilinmiyor, ama Kuzeydoğu Fransa’da, Châlons ve Troyes kentleri yakınlarında bir noktada olduğu tahmin ediliyor. Hunlar, Macaristan’dan sefere çıktıklarında herhalde bahar başlarıydı, birkaç ay süren sefer sırasında taze otlardan azami ölçüde faydalanmış oldukları düşünülebilir. Dolayısıyla, tabii ki ot durumunu düşünmüşlerdir. Seferin en son vardığı yer kadar ilk çıkış noktasını da dikkate alarak analiz yapmak gerekir. Kaldı ki atlar sararmış ot da yer. Ayrıca, daha az sayıda ata sahip olsalar da yerleşik güçlerin orduları da sefere çıkarken benzer kaygılar taşırdı.
Fakat biliyor musunuz, göçebe güçler, seferlerinde mevsim rutinlerinin dışına çıkabilme hususunda da yerleşiklere göre çok daha başarılıydı. Doğu Avrupa tarihi açısından çok iyi bilinen bir olgu vardır, Tatarlar, akınlara çıkmak için, karakışı beklerdi. Evet, taze otun bol olduğu bahar aylarını değil, karakışı! Sebebi de çok basit, sıcak mevsimlerde geçişe engel teşkil eden büyük nehirler donarak atlar için yol olurdu da ondan. Yine Denis Sinor 1999 tarihli bir makalesinde, çağdaş bir kaynağa dayanarak, Moğol ordusunun, Şubat 1242’de, Tuna’nın batısındaki Macar topraklarına nasıl geçtiğini aktarıyor. Tuna’nın doğu yakasını ele geçiren Moğollar, nehrin oluşturduğu büyük engel yüzünden beklemedeymiş. Macarlar da tehlikenin farkındaymış ve Moğolları engellemek için tutmaya başlayan buzları kırıyorlarmış. Fakat sonra çok şiddetli bir soğuk olmuş ve nehir tamamıyla donmuş. Moğollar yine de aceleci davranmamış. Bazı atları ve diğer hayvanları nehrin kenarına bırakmış ve üç gün boyunca onlarla hiç ilgilenmemişler. Macarlar da Moğolların çekildiğini düşünerek donmuş nehri geçmiş ve o hayvanları kendi yakalarına getirmişler. Moğollar da bunu görünce güven içinde ordularını Tuna’dan geçirmişler ve Batı yakasının istilası böylece başlamış.
Sorulacak aşikâr bir sorumuz var ama onu biraz erteleyip göçebe orduların zorlu koşullarda yaptıkları askerî harekâtlar için bir örnek daha vereyim. Bu kez 711 yılında, Köktürk dünyasındayız. Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk yazıtlarının hepsinde geçen, ama konumuz açısından en iyi Tonyukuk Yazıtı’nda anlatılan bir savaş var. Doğu Köktürklere karşı Çinliler, On Oklar ve Kırgızlar bir ittifak hâlinde imiş. Tonyukuk, müttefiklerin birleşmesine izin vermeden önce Kırgızlara saldırılmasını önerir. Yalnız, kuzeydeki Kırgızlara ulaşacak tek yol Kögmen (Tannu Ola) dağlarından geçiyormuş ve o da kapalı imiş. Sonunda bir kılavuz ve tek bir atlının geçebileceği bir geçit bularak Kögmen’i aşar ve Kırgızları yenerler.
Bilge Kağan ve Kültigin yazıtlarında “mızrak batımı karı söküp” Kögmen’in aşıldığı söyleniyor. Tonyukuk ise, Sayın Ahmet Bican Ercilasun’un okuyuşuyla veriyorum, şöyle diyor: “Sü yorıtdım. At alt tidim; Ak Termel keçe ogruklatdım. At üze bintüre karıg sökdüm. Yok(k)aru at yete, yadagın, ıgaç tutunu agturtum. Önreki er yogur(u) aça ıdıp ı bar baş aşdımız. Yubulu intimiz. On tünke yantakı tug ebirü bardımız.” Yine Ercilasun’un çevirisiyle bugünkü Türkçesi de şöyle:
“Ordu yürüttüm. At in dedim; Ak Termel (Irmağı’nı) geçerek dönemeçten aşırttım. At üzerine bindirerek karı söktüm. Atları yedeğe alarak yukarı doğru, yaya olarak ve ağaçlara tutunarak çıkarttım. Öndeki erler geçip {yol} açınca {diğerlerini de} gönderip ağaçlı dağ başını aştık. Yuvarlanarak indik. On gecede yandaki engeli dolanarak gittik.” (609)
Sorumuzu artık sorabiliriz sanırım. Lindner’in gönlü sararmış ot veya ekin yemelerine bile razı değil ama bu atlar kışın ne yiyorlardı? VIII. Yüzyıldaki Köktürkler veya XIII. Yüzyıldaki Moğollar ağır kış koşullarında nasıl oluyor da sahada atlı birlikler bulundurabiliyordu?
Hakan Erdem – Karar