“Ben galiba o çocukların en zayıf, dürüst ve çelimsiz olanını sevdim. Ufak, sarışın Nemeçek’i. Ona sürekli ‘rütbesiz asker’ gibi davranılması, arkadaşları tarafından haksız yere hain ilan edilmesi, korkaklıkla suçlanması, masum olduğu halde acı çekerken sessiz kalması değildi beni üzen. Fark edilmek, değerli olduğunu hissetmek, arkadaşları tarafından sevilebilmek için ölümü göze alacak kadar kendisini unutan bir çocuğun hissettiği çaresizlik biraz sarstı beni.”
Ben de yazar Molnar gibi çocukken çocuk olmaktan çok sıkılırdım. Bir an evvel büyüyüp, bana neyi, ne zaman, nasıl yapacağımı söyleyemeyecekleri bir yaşa gelmek isterdim. Özellikle sokaklarda oynarken eve dönüş vaktimin hatırlatılmasından nefret ederdim. O yıllarda ‘dokunulmazlığı’ elde edeceğim kutsal yaşın bana çok yakın durduğuna dair saf bir inancım vardı. Ne yazık ki öyle bir yaş eşiğine hiç ulaşılamayacağını fark etmem uzun sürmedi. Çocukluğun vahşi tecrübelerinden gençliğin kırılgan dünyasına doğru geçerken nasıl yaşamam gerektiğine dair söylenenler nedense daha da sıkıcı olmaya başlamıştı.
Geçen hafta o ‘sıkıcı’ hayattan biraz müsaade almak için durma hakkımı kullandım. Peki, ne oldu? Tahmin etmek zor değil. Daha birkaç gün evvel, vaktiyle bütün okullardan atıldığını yazan yayın müdürüm bana kızdı. Öyle canımın istediği zaman duramazmışım. Okur düzenli yazı beklermiş. Bu aralar birilerine hak teslim etme fikrinden pek hoşlanmıyorum ama mecburen söylediklerini küçük bir çocuk gibi dinleyip “haklısınız” demek zorunda kaldım. Maalesef teknik olarak haklı çünkü.
YAZIDAN KORKMAK…
Dolayısıyla şimdi oturup bu yazıyı yazıyorum işte… Birkaç kez tamir edildiği halde her fırsatta ağlayan bir kadın gibi akıtan çatıdan sızan yağmur damlalarının sesini dinlerken eski bir çocuk romanını anlatmak için kıvranıyorum. Bu yazıyı yazmak yerine öyle durup akan tavana bakmak istiyorum aslında. Yeri gelmişken itiraf etmekte fayda var. Ben yazıları öyle hemen masaya oturup yazanlardan değilim. İnsanlar nasıl öyle yazıyorlar ve hiç titremeden yaşıyorlar doğrusu pek anlamıyorum. O ‘her şeyi çok bilenlerin’ çıplak ruh halini hakikaten bazen merak ediyorum. Ben her seferinde korkuyorum. Geçenlerde sevdiğim bir yazara “hâlâ korkuyor musunuz yoksa artık daha mı rahatsınız” diye sormuştum. Bana yazarak şöyle cevap vermiş: (İzin almadığım için ismini yazmıyorum) “Bazı arkadaşlarım, ben günden güne ustalaşıyorum ve haliyle yazmak daha kolay oluyor dediklerinde, nasıl afallıyorum bilemezsiniz. Bana kalırsa, yazıdan korkmadığımız anda korkmamız gerekir. Neden korkmuyoruz, eyvah, dememiz gerekir. Velhasıl, yazıdan her daim korkulur ve korkulmalıdır. Ben kelimelerin arasında, Ege dağlarından az önce inmiş bir efe korkusuzluğuyla geziniyorsam (emin değilim gerçi): bu yazının içinde öyle durmak gerektiğindendir sanıyorum.”
HEYKELLERİ DİKİLEN ROMAN KAHRAMANLARI
Anlatmak istediğim şaheser, edebiyat meraklılarının muhtemelen gençlik yıllarında okumuş olduğu, hiç değilse filmini izledikleri bir roman. Pal Sokağı Çocukları. Ben okumamıştım. Bütün tanıdıklarıma “sizde ne kaldı” bu hikâyeden diye sordum. Ortak cevap “çok ağladık” oldu. Haliyle “neden? ” dedim ama muğlak yorumlara rağmen tatmin edici bir cevap alamadım.
Bazı kitaplar böyledir işte. Canınızı yakar ama tam olarak nerenize, nasıl dokunduklarını bilemezsiniz. Ama o romandaki bir kahramanı çok seversiniz, hayatınız boyunca size eşlik eder. Bazen gizlice onunla konuşursunuz ya da hiç beklemediğiniz bir anda onun gibi davrandığınızı fark edersiniz. Bazen de bu kitapta olduğu gibi o roman kahramanların heykelleri yapılır. 20. yy Macar edebiyatının en büyük üç eserinden biri olarak kabul edilen kitabın yazılış hikâyesini, çevirmeni Tarık Demirkan anlatmış: “Hayatta tesadüflerin hiç akla gelmeyecek kadar büyük önemi vardır. Bundan tam yüz yıl önce, Budapeşte’nin kenar mahallelerin birinde mütevazı bir okulun, mütevazı bir edebiyat öğretmeni, bir edebiyat dergisi çıkarma fikrini kafasına koymasa ve bunun için de eski öğrencilerini aramaya başlamasa, dünya çocuk edebiyatı, çok önemli bir eserden yoksun kalacaktı. Edebiyat öğretmeninin eski öğrencileri arasında, o yıl 29 yaşına giren Ferenc Molnar da vardı. Molnar, dergiye bir şeyler yazma teklifini kabul etti ve tefrika olarak bir çocuk romanı yazdı. Minik ama cesur Nemeçek, akıllı lider Boka, ihanetin simgesi Gereb, vatana göz diken düşmanı simgeleyen ‘kırmızı gömlekliler çetesi’ böyle ortaya çıktı.1907’de kitap öyle bir başarı kazandı ki, birkaç yıl içinde dünyanın en önemli dillerine çevrildi.”
KÜÇÜK, ÇELİMSİZ, SARIŞIN ÇOCUK…
Çocukken okumamış olanların da anladığı gibi roman yoksul bir semtte, top oynayacakları arsa için savaşan bir grup çocuğun hikâyesini anlatıyor. Ama bu kadar basit değil. Molnar’ın ‘yaralı’, zarif edebiyatı, hayata dair pek çok çelişkinin, duygu çatışmalarının ustaca anlatıldığı bir çocuk dünyasını kendi kurallarıyla kurcalarken, gençliğin bizi nasıl eğip büktüğünü, içimizdeki o tuhaf yabancıya nasıl yaklaştırdığını da biraz acımasızca gösteriyor. Üstelik bunu çocuk dilinin masumiyetini fazla hırpalamadan bence daha ziyade ‘büyükler’ için yapıyor.
İhanet, vicdan, kahramanlık, dürüstlük, gurur, fedakârlık, dostluk, güç, iktidar, yalnızlık, aidiyet ve sevgi üzerine söylenebilecekleri bu kadar sade, basit ve incelikli bir üslupla çocukların canını sıkmadan anlatmak, onların o buğulu hakikatine dokunabilmek, hayatlarında iz bırakabilmek hiç kolay olmasa gerek.
Ben galiba o çocukların en zayıf, dürüst ve çelimsiz olanını sevdim. Ufak, sarışın Nemeçek’i. Ona sürekli ‘rütbesiz asker’ gibi davranılması, arkadaşları tarafından haksız yere hain ilan edilmesi, korkaklıkla suçlanması, masum olduğu halde acı çekerken sessiz kalması değildi beni üzen. Fark edilmek, değerli olduğunu hissetmek, arkadaşları tarafından sevilebilmek için ölümü göze alacak kadar kendisini unutan bir çocuğun hissettiği çaresizlik biraz sarstı beni. Nemeçek’le birlikte boş sokaklarda koştururken kötülük tohumlarının ne zaman içimize atıldığını merak ettim. Ama artık ‘saf iyiliğin’ yitirilmesine üzülme yaşımı çoktan geçtiğim ve ‘bozulduğum’ için ağlamadım. Sadece öyle durdum, durup çatıdan akan yağmur sularının tıpırtılarını dinledim.
‘YAZARLIK FAHİŞELİK GİBİDİR’
Şimdi işte oturup bu yazıyı yazmaya çalışırken o küçük ayaklı, çelimsiz çocuğu düşünüyorum. Üç kez arsası için buz gibi suya girip hastalanan Nemeçek, ‘macun derneği üyeliğinden’ haksız yere atıldığında, ‘rütbesiz askerliğe’ isyan eden yüreği artık bu kadarına dayanamıyordu. Ateş yüzünden, “Adımı küçük harflerle yazdılar… Benim, dürüst, onurlu adımı küçük harflerle yazdılar” diye sayıklıyordu.
Anlatıcının dürüst çete lideri hakkındaki o çarpıcı cümlesi de içimi burkmuştu: “Boka akıllı bir çocuktu, ama insanların birbirinden farklı olduğunu, bu farklılıkların nedenlerini kavramak için acı çekmemiz gerektiğini henüz öğrenememişti.” Ben hâlâ o farklılıkların nedenlerini kavramak için neden bu kadar çok acı çekmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyorum.
Çocuk olmaktan fena halde sıkılan Molnar, ‘çocukluk arsası’ olan Budapeşte’den uzaklaşıp New York’a yerleşmişti. Plaza Otel’in bir odasında yazmaya devam ediyordu ama söylenenlere göre artık yazmaktan çok zevk almıyordu. Kendisine neden bir yazar olmak istediği sorulduğunda, durumu bir kadının fahişe olmasına benzetmiş: “Önceleri sadece zevk için yapıyordum. Sonra arkadaşlarımın hoşuna gitsin diye devam ettim. En sonundaysa sadece para için yazdım.”
İşte şimdi bir odada tek başıma korkarak onu yazmaya çalışırken, camlara kırbaç gibi çarpan yağmurun hırçın sesini dinliyorum. Biraz yazıyorum sonra öyle tavana bakıp bir otel odasında tek başına ölen Molnar’ın ne hissettiğini düşünüyorum. Artık bir daha hasta yatağındaki Nemeçek gibi Pal Sokağı’na dönemeyeceğini anlamıştı muhtemelen. Korkuyor muydu acaba? En çok neden korkuyordu, yazamamaktan mı, yaşamaktan mı, belki sadece unutulmaktan…
O kuşkusuz Nemeçek’ten daha şanslı olduğunu biliyordu. Çelimsiz, sarışın çocuk, arkadaşlarının kırmızı mürekkeple kendisi için hazırladığı onur belgesini görememişti ama Molnar her yazara nasip olmayan ‘onur belgesini’ yaşarken görmüştü. Dünyanın bütün çocukları onun unutulmaz romanıyla artık Pal Sokağın’daydı!