Cumhuriyet’in yeni başkenti Ankara ve yabancı büyükelçilikler (VII) | Ankara’da İran Büyükelçiliği

Şefik Onat

sefikonat@gmail.com

Ünlü edebiyatçımız Ahmet Hamdi Tanpınar, “İran Sefaretinin eski Sasani saraylarının hatıralarından bir şark üslubu aradığı”nı yazmış bir köşe yazısında. 6 Eylül 1931 tarihli New York Times gazetesinde Ankara’yı tanıtan bir yazıda İran Büyükelçiliği “Modernite için en yeni söz” başlığıyla yer almış. Dönemin Ankara’daki ABD Büyükelçisi de, merkezine yazdığı raporda, İran Büyükelçiliğinin “ihtişam itibarıyla Washington’daki binaları geride bıraktığını” belirtmiş

Geçen yazımın sonunda Ankara’daki İran Büyükelçisi Mohammad-Sadık Tabatabai’nin, kendilerine tahsis edilen arazi üzerinde yapılacak yeni Büyükelçilik binasını beklerken, arada sırada biraz rahatlamak için İstanbul’a kaçamak yaptığından bahsediyordum en son.

Tüm yabancı temsilciliklerin Ankara’ya taşınması için âdeta savaş veren TC Hükümeti, büyük olasılıkla Tatabai’nin bu geliş gidişlerden pek de hoşnut olmadığından, tutar Haziran 1927’de bir de konut hibe eder İran’a. Siirt Mebusu (Milletvekili) Mahmut (Soydan) Beye aittir bu bina. Bu yazı dizimin III. Bölümünde, Fuat (Bulca) Beyden satın alınarak Mayıs 1927’de Afganistan’a tahsis edilen, günümüzdeki adıyla Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üzerindeki “Uybadin Tipi” kuleli binadan söz etmiştim. Bir ay sonra İran’a hibe edilen bina da tam bunu karşısındaki, toplamda dört tane olan “Uybadin Tipi” binalardan biridir işte. Bu bina ilerideki yıllarda önce Tapu Kadastro Bölge Müdürlüğü, sonradan da Tapu Kadastro Meslek Lisesi olarak kullanılacaktır.

Yazılarımda “Uybadin Tipi” diye yazıp duruyorum da bu isim nereden kaynaklanıyor yazmadım galiba. Binalara ismini veren Mehmet Cemil (Uybadin) Bey, bir Osmanlı subayıdır.

Günümüzde Romanya sınırları içinde kalan eski Macar toprağı Erdel’den kaçarak 1718’de Türkiye’ye sığınan ve Tekirdağı’na (Rodosto) yerleştirilen Macarlardan birinin torunudur. Sülalesi Erdel’in Ujbadin (Yeni Badin) bölgesindendir. O nedenle Soyadı Kanunu çıkınca Uybadin soyadını almıştır. Mason ve Bektaşi olarak bilinir.

1906 yılında Mümtaz Yüzbaşı rütbesiyle Selânik Merkez Komutan Muavini olarak görev yaparken, Kurmay Yüzbaşı (Kolağası) Mustafa Kemal, görev yaptığı Şam’dan gizlice Mısır’a, oradan da Selânik’e geçtiğinde, çok sıkı kontrol nedeniyle bulunduğu gemiden inemeyince, yardımına Mehmet Cemil koşar ve onun kaçak olarak kente girmesini sağlar. İlerideki yıllarda Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşında görev üstlenir. Yarbay rütbesindeyken emekliye ayrılarak siyasete girer. TBMM’ne yedi dönem üst üste Tekirdağ Milletvekilidir. CHP Genel Sekreterliği de yapar. Biri Fethi Okyar Hükümetinde, diğeri İsmet İnönü Hükümetinde olmak üzere iki kez İçişleri Bakanı olarak atanır. 1925-1926 yıllarında tam Kızılay Meydanının köşesinde kendisi için muhteşem bir konak inşa ettirir. Okurlarım aynı plan kullanılarak şimdiki adıyla Demirtepe’de üç bina daha yapıldığını artık biliyorlar. Ancak bu ilginç binaların mimarı kimdir, bilinmiyor. Sevgili dostum Prof. Dr. Suha Özkan, bunların bir mimar değil, Macar bir kalfa tarafından inşa edildiğini söyledi ama elimde belgesi yok ne yazık ki!

Zaman içinde Uybadin Konağı konut olmaktan çıkar, “Ankara Sular İdaresi” olarak kullanılır. Derken… Benim gençliğimde alt terasındaki SET Kafeterya’ya kız arkadaşlarımızı az mı götürdük!  

“Gökdelen” diye bilinen, “TC Emekli Sandığı” mülkü olan binanın yüksek bloku “Emek İşhanı”ydı, alttaki geniş bölüm ise GİMA çarşısı. Artık onlar da değil; özelleştirildi, satıldı.

Her neyse, biz dönelim İran Büyükelçiliği hikâyemize ve 1927-1930 arası inşa edilen yeni Büyükelçilik binasının kimin eseri ve nasıl bir şey olduğuna…

Ankara’ya damgasını vurmuş müteahhit/mühendis/mimar: Jak Acıman[2]

Jak (ya da Jack ya da Jacques) Aggiman (ya da Acıman ya da Aciman ya da Adjiman), Osmanlı devletinin Manastır Vilayeti Orman Müfettişi Nessim’in oğlu olarak Mart 1892 tarihinde Manastır kentinde doğar. Aggiman sülalesi, içinden bankerler, parlamenterler çıkarmış Osmanlı döneminin önemli Musevi ailelerden biridir. Diğer Osmanlı bürokratları gibi oradan oraya farklı coğrafyalarda görev yapan Nessim’in oğlu Jak, 1911 yılında, 18 yaşına geldiğinde Galata’dan kalkan bir gemi ile önce New York’a, oradan da Montreal’e gider. Gemiye binerken kullandığı pasaportta öğrenci olarak görünmektedir. Bir takım inşaat işlerinde çalıştığı anlaşılıyor. Önemli olan 1914-1917 arasında McGill Üniversitesinde İnşaat Mühendisliği eğitimi görmüş ve sınıfın en başarılı 5. öğrencisi derecesiyle mezun olması. O dönemde yurt dışında eğitim gören 200 Osmanlı öğrencisinde sadece 10’u mühendislik (inşaat ve makine) alanında öğrenim görmektedir. Kanada vatandaşlığı da kazanan Jak, farklı işlerde çalışması ardından 1921-1924 yılları arasında merkezi New York’ta olan Standart Oil şirketinin Yakındoğu inşaatları için başmühendis olarak İstanbul’da görev yapar. Doğum yeri itibarıyla ilk yıllarında Osmanlı uyruğu, daha sonraki yıllarda ise Yugoslav, Sırp-Hırvat-Slovak, yerleştiği yerler nedeniyle Kanadalı ve Amerikalı, iş hayatının büyük kısmını geçirdiği ülkeye olan bağıyla ise Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Jak, İstanbul’a dönüşünün ardından yine tanınmış (İtalyan) Musevi ailelerden biri olan Del Medico ailesinden Edith ile evlenir. 1923 yılında kızları doğarken Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Jak hakkındaki çeşitli yazılar onun yeni rejimin ideolojik yönden tam destekçisi olduğunu ve bu nedenle bir süre sonra yeni başkentin inşaatına katkıda bulunmak üzere Ankara’ya gittiğini belirtiyor. Girişken bir müteahhit/mühendis/mimar olarak faaliyet göstereceği yeni Türk başkentine.

Acıman ilk danışmanlık şirketini İstanbul’da kurmuş olsa da, yoğun faaliyet gösterecek “Aggiman Engineering and Construction Company” adlı şirketini Ankara’da kuracaktır. İlk ikametgâhı ise Ankara’nın Yahudi Mahallesindedir. Artık Kanada’da mühendislik eğitimi görmüş olması mı, birkaç yabancı dile hakim olması mı, genlerinde bulunan Yahudi girişkenliği mi, belki de “Şeytan Tüyü”ne sahip olması mı bilinmez, ister müteahhit, ister mühendis, ister de mimar olarak Ankara’da inşa edilen yabancı temsilciliklerde rekor Acıman’a aittir:

İran, Belçika, Polonya, Yugoslavya, İngiltere, Fransa, Çekoslovakya, ABD.

Daha ne olsun! Bu ülkeler temsilciliklerin yapımını ayrı yazılarda ele alacağım. Ama Jak Acıman’ın gerçekleştirdiği diğer yapıları da dile getirelim bu vesileyle:

Ulus, Anafartalar Caddesindeki “Mermercizade Han”, Çankaya “Gazi Evi” (Bedri [Tümay] Beyle birlikte), Ankara Radyoevi ile Ankara, Sivas, Konya ve Samsun tahıl siloları.

Bunların dışında Acıman’ın pek çok başka yapının inşaatında devlete ve özel şirketlere danışmanlık yaptığı da biliniyor.

Jak Acıman’a zaman içinde İngiliz Kraliyet Mimarlık Enstitüsü (RIBA) “Fahri” üyeliği, yine İngiliz Kraliyet Güzel Sanatlar Topluluğu “Akademik” üyeliği (FRSA) ve Kanada Mühendislik Enstitüsü üyeliği de verilmesi onun uluslarası mesleki ilişkilerinin yaygınlığını göstermekte.

“(Ankara’daki) Amerikan Büyükelçisi savaş resmen başlamadan, 1939 yılı Ağustos ayı sonunda Türkiye’deki vatandaşlarına dönüş imkânlarının ortadan kalkabileceğini vurgulayarak, geri dönüş çağrısı yapmıştı. Her ne kadar Almanya’dan pek çok Musevi asıllı kişi Türkiye’ye sığınmış olsa da, dönemin Avrupa’sındaki anti semitik düşünceler nedeniyle bir tedirginlik yaşanmaktaydı. Tehlike giderek yaklaşmaktadır. Hitler’in orduları 1941 bahar aylarında Balkanları istilaya başlamıştır. Aggiman bu ortamda, kızının da üniversiteyi bitirdiği 1941 yılında, geleceğini yeniden inşa etmek üzere bu sefer tersine bir yolculukla Amerika’ya gitmeye karar verir. Ancak Avrupa’daki savaş koşulları onu yeni bir yol bulmaya zorlar… Bir Amerikan gazetesinde Türk-Amerikan iş adamı Aggiman’ın İstanbul’dan Hindistan’a uçtuğunu, oradan da gemiyle “evine” ulaştığı bilgisiyle karşılaşıyoruz… 1941-42 yılında New York’ta Wellington Oteli’ni adres olarak kullandığını görüyoruz… Aggiman, Amerika’ya gidişinden yaklaşık bir yıl sonra, 22 Temmuz 1942 tarihinde, 50 yaşındayken vefat eder. İlginçtir ani ölümünden bir hafta sonra, daha önceden başvurmuş olduğu New York’ta profesyonel mühendis olarak lisansı çıkar”[3]

Yukarıda fotoğrafı görülen İran Büyükelçiliğinin Acıman tarafından inşa edildiği biliniyor da, müellif mimarı da kendisi mi, tam olarak bilinmiyor. Sonuç olarak yazarlar, tarihçiler, bu çok oryantal görünüşlü binayı Acıman’a mâl ediyor. Hatta kendisine İran Hükümetinin bir de nişan verdiğini yazıyor. Buna karşılık dostum Prof. Suha Özkan, ODTÜ Mimarlık Fakültesinde okurken, hocaları Abdullah Kuran’ın kendilerini İran Büyükelçiliğini incelemeye götürdüğünü ve binanın mimarisinin kendisine ait olduğunu söylediğini ifade etti bana. Bu durumda Acıman o nişanı müteahhitlik hizmeti nedeniyle almış olsa gerek.

Ünlü edebiyatçımız Ahmet Hamdi Tanpınar, “İran Sefaretinin eski Sasani saraylarının hatıralarından bir şark üslubu aradığı”nı yazmış bir köşe yazısında. 6 Eylül 1931 tarihli New York Times gazetesinde Ankara’yı tanıtan bir yazıda İran Büyükelçiliği “Modernite için en yeni söz” başlığıyla yer almış. Dönemin Ankara’daki ABD Büyükelçisi de, merkezine yazdığı raporda, İran Büyükelçiliğinin “ihtişam itibarıyla Washington’daki binaları geride bıraktığını” belirtmiş.

Bina 1930’da tamamlanıp kullanılmaya başlandığında Ankara’da iki yıldır İran’ı temsil eden büyükelçi Furuği Muhammed Ali’dir ve Mustafa Kemal Atatürk ile İran Şahı Rıza Pehlevi arasında gelişecek olan çok yakın dostluğun asıl mimarıdır. Furuği Muhammed Ali modern İran tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olmuştur. 1906 yılında İran’da Meşrutiyet’in ilanından sonra 2. Meclis’e Tahran vekili olarak girmiş, bir süre Meclis Başkanlığı yapmış, Rıza Şah’ın ülkenin başına geçmesinden önce ve sonra farklı dönemlerde Ekonomi, Savunma, Adalet, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulunmuş, İran’ın yüksek yargı kurumu “Yüksek Temyiz Divanı”nın kurucu başkanlığını da yapmıştır.

Bu noktada belirtmem gereken önemli bir husus, her ne kadar Nisan 1926’da İran ile Türkiye arasında “Güvenlik ve Dostluk Antlaşması” imzalanmış olsa da, Rıza Şah’ın sürekli olarak Türkiye’ye karşı duyduğu kuşkudur. Nitekim kendisi iktidara gelinceye kadar İran nüfusunun yüzde 40’ını oluşturan Azerilerin ülkede çok etkin olması ve devletin tümm kademelerinde yer alması nedeniyle Pehlevi, Türkiye’nin günün birinde bunları kullanarak sınırlarını genişletmeye kalkışacağı ve Güney Azerbaycan’ı ele geçireceği kuşkuşuyla İran’daki Türk nüfusunu asimile etme yolunda tedbirlere girişmiş, Azeri üst düzey bürokratları görevden almış, Türkçe dersleri yasaklamış, Türkiye’ye karşı Kürtlere destek vermiş ve ülkedeki Ermeni nüfusu Türkiye sınırındaki bölgelere yerleştirmeye başlamıştır.

Bütün bu gelişmelere karşılık, Rıza Şah’ın neredeyse sağ kolu haline gelmiş olan danışmanı Furuği Muhammed Ali, onu Mustafa Kemal’in samimiyetine inandırmakta ve ülkede yaptığı yeniliklerin önemini vurgulayıp örnek olarak kullanılması gerektiğini anlatmakta büyük rol oynayacaktır. Nasıl olmasın ki, Rıza Şah’ın da ülkesinde seküler bir ulus-devlet inşasına giriştiğinde, Mustafa Kemal’in reformlarını (şimdiki teknoloji çağı ifadesiyle) “kopyala-yapıştır” yoluna gitmesi işini çok kolaylaştıracaktır.

Ocak 1932’de Türkiye ve İran arasında uzun zamandır bir kangren haline gelen ufak tefek sınır anlaşmazlıkları müzakere yoluyla çözüme ulaştırılır ve iki antlaşma imzalanır. Bunu Kasım 1932’de Ankara’da yeni bir “Dostluk ve Güvenlik Antlaşması” imzalanması izler. Ve nihayet, Furuği’nin Başbakanlığı dönemine denk gelen 1934 yılında, uzun uğraşmalarının bir meyvesi olarak, Mustafa Kemal’in daveti üzerine Rıza Şah’ın kalabalık bir heyetle 10 Haziran–7 Temmuz tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etmesi ikili ilişkilerde önemli bir dönüm noktasını oluşturacaktır. İşin ilginç yanı, Rıza Şah’ın hayatı boyunca sadece bir kez İran’ın dışına çıkmış olması ve bunu da Türkiye ziyaretiyle gerçekleştirmesidir. Şöyle demiş Rıza Şah:

“Türklerin Avrupa’dan ilham aldıkları kültürün sayesinde bu kadar gelişmiş olduklarını hiçbir zaman beklemiyordum. Şimdi görüyorum ki, biz çok geride kaldık ve var gücümüzle ülkenin kalkınmasına, özellikle kadınların özgürlüğü konusuna başlamalıyız… Biz büyük bir insan ile görüşmeye gitmiştik. Biz de milletimizi onun milletini ulaştırdığı seviyeye eriştirmeliyiz.”

Bu ifade Şah’ın Türkiye seyahatinden ve Mustafa Kemal’den ne derece etkilendiğini açıkça ortaya koyuyor. Nitekim Şah Hazretleri İran’a döner dönmez reform hareketlerine hız verecektir.

Bu ziyaret konusunu kapatmadan bir not daha düşmeliyim. İran Şahının ziyareti için uygulanacak program hazırlanırken Ankara çok ince hesaplar yapmış, laik devlet, Batılılaşma arayışları, eğitim reformu, ulusal dil ve tarih ile kültür ve sanat alanlarındaki çalışmalar etkin bir şekilde programa yerleştirilmiştir. Bunlardan biri de Atatürk’ün Rıza Şah onuruna Adnan (Saygun) Beye ısmarladığı opera bestesidir. Ana fikri İran ve Türk toplumlarının binlerce yıllık tarihleri boyunca sahip oldukları kardeşlik anlayışına ve iki ülke arasında kurulması arzu edilen dostane ilişkilerin nasıl olması gerektiğine odaklı operanın librettosunu Münir Hayri (Egeli) Bey kaleme alır. “Özsoy” adı verilen operanın performansından son derece etkilenen Rıza Şah sanatçıları dakikalarca alkışlamakla kalmayacak, göz yaşları içinde Atatürk’e sarılarak kutlayacaktır.

Bundan sonra ilişkiler hızla olumlu yolda ilerleyecek, Temmuz 1937’de, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında, Tahran’daki “Sadabad” adlı yazlık sarayda gerçekleştirilmesi nedeniyle “Sadabad Paktı” olarak anılacak Saldırmazlık Paktı imzalanacaktır. Aslında, Sovyetlere karşı bir birlik sağlanması peşindeki Batılı ülkelerin baskısıyla doğan antlaşma hiçbir işe yaramamıştır. Nitekim “… herhangi bir ülkede komşu ülkenin ulusal çıkarlarına ve hâkimiyetine karşı faaliyet gösteren herhangi bir grubun faaliyetine izin verilmeyeceği” antlaşmada vurgulansa da İran, II. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri tarafından işgal edilecek, kimse ses çıkaramayacak; ardından Rıza Şah tahttan indirilerek sürgüne gönderilecek, yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geçirilecek;onun döneminde Türkiye ve İran arasında sayısı 30’a ulaşan siyasal, ticaret, ekonomi ve kültürel antlaşma imzalanacak; 1955’te Bağdat Paktı, 1959’ta CENTO Teşkilatı, 1964’te RCD “Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği” Teşkilatı kurulacak ve hepsi bir süre hayatta kalacak; 1979’da Muhammed Rıza Pehlevi’nin tahttan indirilmesiyle ülke mollaların eline geçecek ve İran İslam Cumhuriyeti kurulacak; en sonunda da Türkiye, İran, Afganistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın katılımıyla 2000’li yıllarda “Ekonomik İşbirliği Teşkilatı Ticaret Antlaşması” da (Economic Cooperation Organization Trade Agreement-ECOTA) dahil olmak üzere Türkiye-İran ilişkileri her zaman inişli çıkışlı yollardan geçecektir.

Nereden nereye! Sahi, şimdilerde neredeyiz? Anlayan varsa beri gelsin!

[1] Bu yazı dizisinde (*) yıldız işareti taşıyan fotoğraflar Atila Cangır’ın “Cumhuriyetin Başkenti” başlıklı, Ankara Üniversitesi Kültür ve Sanat Yayınları kapsamında 2007 yılında Ankara’da yayımlanan 3 ciltlik eserinden alınmaktadır.

[2] Jak Acıman hakkındaki bilgilerin kaynağı 2016 VEKAM Araştırma Ödülünü kazanan şu makaleden alınmıştır:

Zelef, Mustafa Haluk; Ankara’da Elçiliklerin İnşa Sürecinde Az Bilinen Bir Aktör: Jacques Aggiman, Ankara Araştırmaları Dergisi 2017, Sayı(2), ss.161-169: https://jag.journalagent.com/jas/pdfs/JAS_5_2_161_196.pdf

[3] Zelef, Mustafa Haluk, a.g.e., ss.191-192.