Şehirde bir çingene nüfus olduğunu biliyordum elbette. Merkezde dolaşırken görüyordum onları, genellikle yanıbaşlarında bitiveren polislerle birlikte. Hafta sonu tramvayda kontrollerin sıklaşmasının sebebi de onlardı. Avas tepesinde çingenelerin oturduğu binaların değerinin düştüğünden söz etmişti, ilk kez ev aramaya çıktığımızda bir emlakçı. Kültürel bir uyuşmazlık vardı söylediğine göre. Gürültücü ve hırsızdılar.
İlkbaharda ya da sonbaharda, kentin parklarında, merkeze yakın bol ağaçlı sokaklarda da görüyordum onları kalabalık gruplar halinde; geçici işçi olarak yaprak temizliğinde çalışıyorlardı. Bazen merkezde gün ortasında, erkenden sarhoş olmuş birinin figanına da tanık oluyordum. Arabayla şehrin dışına çıkıp tali yollara saptığımızda da onların, yoksulluklarını hemen dışavuran köylerinden geçiyorduk.
Ama ne zaman hasbelkader tanıştığım Macar dostlarımızla bir araya gelsek ve Çingene bahsi açılsa ortalık buz kesiveriyordu. Ne bir sınıfsal fark, ne kültürel aidiyet, ne entelektüel birikim o buz kütlesini dağıtmaya yetmiyordu. Belki ancak bir buz kıracağı!..
Teselli olsun diye söylemiyorum, Walter Benjamin bile, Çingeneler üzerine yaptığı radyo konuşmasında “İmparator II. Joseph’in, Çingenelerin hayat şartlarını, daha insani yöntemlerle iyileştirmeyi denemesi”nden söz ediyordu.
Bir keresinde, yürüyüşe çıktığımda, Szinvapark tramvay durağındayken, ani bir esinle ilk gelen tramvaya atlamıştım. Epey boştu tramvay, cam kenarına kurulmuş ve hep yürüyerek geçtiğim güzergahı bu kez biraz başka bir açıdan seyretmenin keyfini çıkartmıştım. Hedefim son durak Felsö-Majláth’dı. Orada inip, eve doğru 13 kilometre geri yürümeyi hedefliyordum. Meğer yanlış tramvaya binmişim. Zaten iki hat var 1 ve 2 numara. İnsan nasıl yanlış tramvaya binebilir ki, diye düşünebilirsiniz. Çok kolay oluyor. Eğer tramvayın numarasına bakmak yerine hemen gelmesine ve boşluğuna tav olduysanız.
Tramvayda, bir yandan da elektronik tabeladan durakları takip ediyordum. Ujgyöri piac’a gelmeden önce koca tramvay sola saptı ve ana cadde kayboldu. Orada bir tramvay yolu olduğunu bilmiyordum. Bu durumda 1 ve 2 numara üzerine hiç düşünmemiş olduğum da utanç verici bir biçimde ortaya çıkıyordu elbette. Tramvay o kadar yavaşlamıştı ki mesafe duygumu tamamen yitirmiştim. Uzun, çok uzun bir süre boyunca sağımızda yemyeşil bir boşluk aktı, solumuz ise biteviye duvardı. Szinva deresinin üzerindeki köprücükten geçerken o kadar yavaşladık ki bir an için durduk gibi geldi. Belki de ben durur diye ummuştum, ama sonra bir o kadar daha gittik. Derken sağ gösterip sol vurarak hedefe vardı. Sonradan öğrendim burası Vasgyari Evangelikus Templom durağı imiş. Sanki kurtuluşum Evangelistlerin elindenmiş gibi, bir an evvel canımı dışarı attığımı hatırlıyorum. Meğer boşunaymış telaşım, sabretsem, tramvay iki durak sonra, yeniden merkeze gitmek için ana caddeye dönecekmiş.
Böyle durumlarda hep, her şeyin hayırlısı, diyen bir toplumdan gelmenin mükafatını gördüğümü itiraf edeceğim. Duvar dibini tutturup bir ayak evvel yanlışlıkla ana caddeden koptuğumuz yöne doğru yürümeye başladım. Gördüğüm duvar Nestle fabrikasınınmış ama kalanı gerçek bir vahaydı.
Hatta Szinva deresinin üzerindeki minicik köprüye geldiğimde, korkuluklara yaslanıp, o muazzam yeşilliğe ve şırıldayarak akan dereye uzun uzun baktığımı da hatırlıyorum. Ballagi Károly utca’nın devamında adımlarımı yavaşlatan ve beni o saçma telaştan kurtaran da o kısa soluklanma oldu. Yoksa ana caddeye yaklaşırken, birbirlerinden epey uzakta, kadın ve erkek, ellerinde şarap şişeleriyle duvar dibine çökmüş, karşılarındaki sınırlı yeşil alana bir vaat gibi bakan Çingeneleri göremezdim. Bana öyle geldi ki, sırtlarını duvara vererek çömeldikleri güneşin altında, kadim bir zamana bakıyorlardı. Tıpkı Amerika’da iyice sınıra sürülmüş, doğal yaşamlarından koparılmış ve neredeyse unutulmuş kızılderililerin torunlarının torunlarının torunları gibi.
Felsö-Majláth’dan yürüyerek dönerken de imgeleri bırakmadı peşimi. Belirli bir noktadan sonra adımlarım yavaşlamaya başladığında, ben de eski zamanlara doğru savruldum zihnimde. Bazen annemle, çekirdek ailemize epey sonra esmer teniyle katılan kız kardeşimi kızdırmak ve elbette eğlenmek için: “Seni Çingenelerden aldık.” der ve tava geldiğini görünce, eğlenceyi taçlandırmak için o meşum tekerlemeyi terennüm ederdik.
Çingene çıt, çıt
Arkası pıt, pıt.
Bir süre içimden, “ne eğlenceymiş ama…” diye söylenerek yürüdüğümü hatırlıyorum. Városház’da, Petit Cafe Miskolc’un önündeki ağaç altı masalardan birine oturmuş Borsodi’mi yudumlarken, tekerlemenin anlamını ilk kez kavradım. Başı bitli götü osuruklu (ya da boklu) Çingene, gibi bir şeydi sözü edilen. Biz, bütün bunları, ne ara öğrenmiştik?
Çingeneler hakkında okumaya başladım. Böylece siz okurlar için, adına tarih denilen olaylar silsilesinden meşrebimce bir buket derledim. Buyrun!
Çingenelerin kesin olmamakla birlikte, dilleri üzerine yapılan araştırmalar sonrası Hindistan kökenli oldukları savlanıyor. Ama bunun uydurma olduğunu düşünenler de var. Ermenistan topraklarında görülmüşler, Çanakkale üzerinden Yunanistan’a geçip oradan Balkanlar ve Macaristan üzerinden önce bütün Avrupa’ya sonra İngiltere ve Amerika’ya yayıldıkları düşünülüyor.
İddia o ki Avrupa’ya girişleri bir hile ile olmuş. Yunanistan’daki Venedik kolonisi Modon’da yaşarlarken burası aynı zamanda, o dönem Hristiyan hacıların göç duraklarından biriymiş. Burada edindikleri bilgileri kullanarak, Batı Avrupa topraklarına geldiklerinde Mısır’dan kovulmuş ve yedi yıl dolaşmaya mahkum edilmiş hacılar oldukları hikayesini uydurmuşlar.
Çingenelerin Macaristan’daki varlığının kağıt üzerinde kayıtlı tarihi 1260’da Bohemyalı II. Ottokar’ın Papa IV. Adrian’a gönderdiği bir mektuba dayanıyor. II. Ottokar mektubunda, IV. Bela’ya karşı kazandığı zaferi anlatırken, Bela’nın ordusu içinde yer alan halklar arasında Cingari’leri de sayıyor.
Demek ki en geç o tarihten beri Macaristan’daydılar.
1411’de kendisine Almanya tacının bağışlanmasıyla fiilen Kutsal Roma İmparatoru olan Macar Kralı Sigismund zamanında, kraldan Avrupa’da serbestçe dolaşmak için mektup almışlardı. Macaristan’ın ötesindeki Avrupa topraklarına sızmaları bu süreçten sonra başlamıştır denilebilir. Örneğin 1422 yılında Bologna’ya ulaşan bir grup Çingene oradaki yetkililere, Macaristan Kralına ait olup bu yedi yıl boyunca gittikleri her yerde istedikleri gibi hırsızlık yapabileceklerine, bunun için adalet karşısına çıkarılamayacaklarına dair garip bir kararnameyi göstermişlerdi. O dönem İsviçre’ye gelen Çingeneleri anlatan, Zürich’li tarih yazarlarından biri, bazılarının İgritz’li olduğuna dair iddialarını aktarmıştır ki bu dönemin kaynaklarına göre Macaristan’da, Miskolc yakınlarındaki küçük bir kasabadır (günlerimizde Miskolc çevresinde böyle bir yerleşim yerinin izine ulaşamadık).
Kalabalık halde bir kasabaya ya da şehir kenarına geldiklerinde orada kamp kuruyorlardı. Liderleri kendini Küçük Mısır Kontu ya da dükü olarak tanıtıyor ve hac yolcuları olduklarına söylüyordu. Burada ağırlanıyor, yedirilip içiriliyor ve sonra aldıkları hediyeler ve paralarla ve çaldıkları mallarla bir sonraki hedefe doğru ilerliyorlardı. Bu taktiğin 50-60 yıl kadar işlediği anlaşılıyor. Ama bir süre sonra aynı yerlere ikinci-üçüncü kez gelmeye başladıklarında, homurdanmalar da başlamıştı.
1500’ten itibaren düşmana casusluk suçlamasıyla itham edildiler. Almanya topraklarını terk etmeyenlere şiddet uygulayacağını bildiren bir kararname yayımladı. Ama pek fazla yaptırımı olmayan şeylerdi bunlar.
Avrupalıların çingeneler tarafından kandırıldıkları bir yere kadar doğrudur, ama bu kandırılmada bir gönül rızası olduğu da inkar edilemez. Avrupalıların kandırılmış olmaları, başlangıçtaki kısa süreci gözardı edersek, kandırılmayı arzu etmiş olmalarından kaynaklanır. Çingenelerin üst sınıflar arasında dostları vardı. Bunlar hem çingene kadınlarının cazibelerine kapılmışlardı hem de çingene erkeklerin ahırlarında olağanüstü atlar yetiştirmelerine bayılıyorlardı. Ayrıca Çingene müziği olmadan bir eğlence düşünülemezdi bile.
Aşağı tabaka ise falcıların ağzının içine bakıyordu ve berber, nalbant ve kalaycı olarak ihtiyaçları vardı onlara. Kaldı ki Çingeneler hakkında sürekli kararnameler yayımlayan otoriteler için de geçerliydi bu: Bir yandan metal üretiminde ve silah yapımında başarılı işçiler, dayanıklı askerler, ulaklar ve cellatlardı Çingeneler.
Anlaşıldığı kadarıyla işin rengi 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra değişmeye başlamış. Avrupa’da protestanlığın hızla yaygınlaşması, çok üreten, az tüketen ve sermaye biriktirip yatırım yapan ve kapitalizmi müjdeleyen yeni bir insan tipinin ortaya çıkmasıyla birlikte, toplumu düzenlemek ve işgücünü kontrol altında tutmak gibi bir devlet misyonu belirmiş. Denetimden uzak yaşayanların, göçerlerin, aylakların kurulmakta olan bu yeni toplum için bir tehdit olarak algılanmaya başlandığı zamanlar gelmiş.
Angus Fraser “Çingeneler” kitabında şöyle yazar: “16. yüzyıldan 18. yüzyılın son dönemlerine kadar Avrupa’nın tüm otoriteleri Çingeneler konusunda aynı tepkiyi vermişlerdir. Irkçılık temelli önyargılar sürdüğü gibi, kafirlik ve büyücülük olarak görülen bazı alışkanlıklarına karşı dini bir düşmanlık gelişmiştir. Otoriteler, kökleri ve efendileri olmayan, belirli bir yere yerleşmemiş ve işgücü olarak işe yaramaz gördükleri bu insanları kabullenememişlerdi. Onların gözünde Çingenelerin çalışmaması kurulu düzene aykırı, hatta anormaldi ve prangalara vurmayı gerektirse dahi, zorla düzeltilmeliydi.”
1636’da Birleşik Krallıkta yüksek memurlara erkekleri asmak, çocuksuz kadınları suda boğmak ve çocuklu kadınları kırbaçlayıp tek yanaklarını yakmak için” Danışma Meclisi tarafından izin verildi. Fransa’da yakalanan Çingeneler kraliyet donanmasına kürekçi olarak gönderiliyorlardı. 1700’lerin başında sınırlara, kırbaçlanan Çingene resimlerinin yer aldığı “Zigeuner Etraf” (Çingene Cezası) tabelaları asıldı ve Almanya’da kelle avcılığı devreye girdi: “Onları vurabilen ya da tutsak alabilen herkes, ödül olarak hem eşyalarına el koyabilecek hem de Çingene başına altı Reichstaler alacaktı.” 18. yüzyılın ortalarında İspanya’da VI. Ferdinand dönemine ait bir belgede “düzeltilemeyecek bir ırk oldukları gerekçesiyle, Çingenelerin neslinin tüketilmesinden” bahsediliyordu. Giderek vilayetler arasında Çingenelere zulm etme konusunda ortaklaşa çalışma antlaşmaları imzalandı.
Bu süreçte Macarlar (ve Habsburg Hanedanı) Çingeneleri anlamak ve dönüştürmek için en çok uğraşan ulus olmuştur denebilir. Çingenelerin yaşam tarzları üzerine, kapsamlı bir araştırma yapan ilk kişi Macar bir bilim insanıydı. Bu, 1775-76’da, Almanca yayımlanan bir Macar gazetesi olan Wiener Anzeigen’de çıkan ve kırk anonim makaleden oluşan bir incelemeden ibaretti. 1760’larda önce Maria Teresa, sonra oğlu II. Joseph bir entegrasyon politikası izlemişlerdi. Ana-oğul Çingeneleri asimile etmeye kararlıydı. Çingene sözcüğünün Ujmagyar (Yeni Macar) kelimesiyle değiştirilmesini bile emretmişlerdi. II. Joseph’in yeğeninin çocuğu Arşidük Josef Karl Ludwig (1833-1905) Romani dilini ve Çingenelerin yaşam şeklini araştırmış, anadili Macarca’da, Avrupa’daki lehçelerin birkaçını kapsayacak bir Romani dilbilgisi kitabı yazmakla kalmamış, dönemin ütopyacıları gibi, Budapeşte’nin aşağı yukarı 40 mil güneybatısında bulunan Alcsúth’daki malikanesinin arazisine bir tane büyük ve başka dört yere de küçük Çingene kolonisi kurmuş, onlara evler yaptırmış, topraklarında iş vermiş ve çocukları için okul açmıştı.
Ancak, hep söylendiği gibi Çingeneler bir türlü asimile olmuyor, ilk fırsatta yine eski göçmen hayatlarına kaçıyorlardı. Neden acaba? Nedeni basitti çünkü bir yandan herkesin nefret ettiği bir söylemin nesnesiydiler. Edebiyat eserlerinde kötülüğün simgesi olarak kullanılıyorlardı. Gazetelerde ve fısıltı gazetelerinde yamyamlıkla, ensestle ve dinsizlikle itham ediliyorlardı. Kimse çocuklarını Çingenelerle aynı okula göndermek istemiyordu ve üretim sürecinde daima en dipte yer alan en düşük ücrete çalışmak zorunda olan onlardı. Eskaza belli bölgelerde güç kazandıklarında ise pogrom’a uğrayıp, kovuluyorlardı. Çingenelerin bir türlü sosyal hayata uyum sağlamadıkları savı, bütün bunları örtmek için uydurulmuş büyük bir yalandı.
Gül Özateşler “Çingene” araştırmasında kurulan söylemi şöyle anlatıyordu: “Burada şeytanileştirme ve romantikleştirme söz konusudur, çünkü Çingeneler genellikle ya başıbozukluk, hırsızlık ve ahlaksızlık gibi nahoş özelliklerle damgalanır ya da sözde keyifli hayatları nedeniyle kendilerine gıpta edilir. Dahası Çingenelerin dışlanmasında bu iki durum birbirini güçlendiren niteliklerdir.”
19. yüzyılın sonundan itibaren ırkçılık temelinde teoriler şekillenmeye başlamış, suçlu insan tipolojisiyle ilgili kitaplar yayımlanmış, sosyal Darwinizm ortama hakim olmaya başlamıştı.
Prusya İçişleri Bakanlığı tarafından 1906’da yayımlanan Bekampfung des Zigeunerunwesens (Çingene illetiyle mücadele) kararnamesi, Avusturya-Macaristan, Belçika, Danimarka, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Rusya ve İsviçre’yle yapılan karşılıklı anlaşmalarla perçinlenmişti.
Bavyera 1920’lerden itibaren Avrupa’da Çingeneler’e karşı atılan adımların merkez üssüydü. Şunu doğru anlamak gerekir, Nasyonal Sosyalizm ne Yahudilere ne de Çingenelere karşı asla yalnız yürümemişti.
II. Dünya Savaşı döneminde sayısal olarak en büyük kayıplar Yugoslavya, Romanya, Polonya, S. Birliği ve Macaristan’da yaşanmıştı. Nazilerin istila edilmiş bölgelerde uyguladığı politika Çingeneleri kamplarda toplamak ve oradan, köle işçiler olarak kullanılmak üzere Almanya ve Polonya’ya naklettirmekti.
Sırbistan Ağustos 1942’de Yahudi ve Çingene sorunun “çözüme kavuştuğu” ilk ülke ilan edilmişti. Müthiş bir kıyım. Hırvatistan’da da öyleydi.
Macaristan’da ülke bağımsız kaldığı sürece, Yahudilerle Çingenelere aktif bir şekilde zulmetmek yasaklanmıştı. Burada, büyük harekat 1944’te başlamıştı. Alman istilasının sürdüğü birkaç ay içinde 30.000 Çingene götürülmüş, bunların sadece onda biri geri dönebilmişti. Bu dönemde bütün Avrupa’da yarım milyon Çingene’nin öldürüldüğü tahmin edilmekte.
Çingenelerin kendi içlerinde feodal bir düzen sürdürdükleri doğrudur. Kapalı ve lidere bağlı bir topluluktur bu. Büyüye, kirlenmeye, hurafelere inanırlar. Polonya’nın Çingene şairi bilici kadın Papuzsa‘nın yaşam hikayesinin anlatıldığı filmdeki gibi sınırı ihlal eden, afaroz edilir ve bu dışlanma geri dönüşsüz bir yalnızlaşmadır. Genel ahlak ilkelerine ve yasalara uymayan farklı bir ahlak anlayışları vardır. Gururlu olmakla dilenmek arasında ilişki kurmayan bir ahlak. Çok şikayet edilen hırsızlıkları da bunun bir parçasıdır. “Papuzsa”da anne çocuğunu yetiştirirken şöyle diyordu: “Suyu çalabilir misin? İşte aynı şey tavuk için de geçirlidir. O Tanrı’ya aittir ve kim isterse alabilir.”
Kabul etmesi kolay değil, biliyorum. Ama aynı şeyi siyasetçiler yaptığında pek fazla kişinin sesinin çıkmadığını da hatırlamak gerekiyor. Çingeneler’den korkmak ve onlardan nefret etmek daha kolay tabii. Gettonun duvarına yaslanmış sabahın körü kendini şaraba vurmuş bu biçare adamdan mı korkuyoruz? Yoksa bu korku bizi daha büyük, asıl korkulması gereken şeyden uzak tuttuğu için mi, hangi meşrepten olursak olalım, hepimize cazip geliyor Çingene düşmanlığı? Korkumuzla yüzleşemediğimiz için korkumuzun gölgesiyle mi dövüşüyoruz?
II. Dünya Savaşı’nda önce Belçika’daki direniş hareketine katılmış, sonra SS’in işkence tezgahından geçmiş ve nihayet İngilizler tarafından kurtarılana kadar Auschwitz-Monowitz toplama ve imha kampında kalmış Jean Améry’nin bir kitabını okumuştum. Alt başlığı “Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri” olan “Suç ve Kefaretin Ötesinde” adlı bu olağanüstü manifestonun bir yerinde, Améry, toplama ve imha kamplarında Naziler’in kurduğu bir hiyerarşiden söz ediyordu. Aynen aktarıyorum:
“Bizzat kampın içinde olduğu kadar, çalışma alanındaki sözde özgür işçiler arasında da, Nazilerin bize dayattığı katı bir etnik hiyerarşi hüküm sürüyordu. Reich kökenli bir Alman, doğudaki ülkelerde yaşayan Alman kökenlilerden daha üstün görülüyordu. Flaman bir Belçikalı bir Valondan daha değerliydi. İşgal altındaki Polonya’dan gelen bir Ukraynalı, Polonyalı vatandaşından daha yüksek bir konuma sahipti. Doğu Avrupalı bir kürek mahkumu, aynı durumdaki bir İtalyandan daha aşağı görülüyordu. Merdivenin en dibindeki basamakta toplama kampı tutukluları vardı ve onlar arasında da Yahudiler en alt kademeyi oluşturuyorlardı.”
Neredeyse yüzyıllardır, üzerleriden alıştırması yapılan soykırımın olağan kurbanları Çingenelerin adına, orada bile rastlanmıyordu.
Serhat Öztürk – Türkinfo
serhatozturkyazilari.com
Ellerinize sağlık Serhat Bey!👍👏👏
Çok teşekkürler!🙏