Budapeşte hatırası

Fotoğraf ile hafıza arasında güçlü bir bağ var. Biri geliştikçe diğeri zayıflıyor. Bunun en güzel ifadesini köylü bir kadının ricasında okumuştum. Bir orman köyünde çekim yapan fotoğrafçıyı gören kadın, ondan kocasının bir fotoğrafını çekmesini istemişti ki öldüğünde onu hatırlayabilsin. Olay 1960’larda geçiyordu, fotoğrafın yaygınlaşmasının üzerinden bir asır geçtikten sonra. Bu örnekten yola çıkarak bu zaman zarfında fotoğrafın ve onun gerçekliğinin güçlendiği ölçüde, hafızanın ve onun hakikatinin zayıfladığını söylemek abartı olmaz.

Kocasının portresini istiyordu kadın, ocağın üzerine koymak ya da salondaki duvara asmak için.  Evet ama, fotoğrafın devreye girdiği 1839’den itibaren neredeyse 30-40 yıl boyunca herkesin istediği o portreydi zaten. Soyluların portrelerini yapan -ücreti karşılığında elbette- resmin yanında peydahlanan ve rol çalan bu yeni teknoloji, bir anlamda portreyi demokratikleştirmiş değil miydi?

Fotoğrafçı, modernizmin çoktan boy atmaya başladığı o eşikte çok özel bir güçle donatılmıştı. Her ne kadar sanat çevrelerinde küçümseniyor olsa da, geniş kesimlerin gözünde kimyayla ya da ruhla oynayan bir tür ahir zaman şamanı olarak kutsanıyordu. Ama hepsi bu değildi elbette.

Fotoğrafın toplumsal yaşam üzerinde etkisini hissettirmesi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşmaya başladı. Bu aynı zamanda dünya tarihiyle ilgili yeni bir hafıza oluşturulmaya başlandığı dönemdi. Sanayileşmenin ve ulus-devletin itici güç olduğu bu yeni dünyanın lokomotifi Avrupa kıtasıydı ve o bir yandan modernizm ve ilerlemeyi baştacı ederken, bir yandan da eski dünyanın envanterini çıkartıyor ve bunu kendince sınıflandırıyordu. Gezginler, bürokratlar, bilim adamları, katipler, arşivciler vs. bu yeni dünyanın, yeni tarihin kurucuları olarak tezahür ettiler. 1870’lerden itibaren, fotoğrafçılar da bu oluşumda benzersiz yerlerini aldılar. Benzersizdiler, çünkü fotoğrafın gerçeğin ikamesi olarak sunulması çok daha kolaydı: “Kusursuz kanıt”.

“Budapeşte’nin fotoğrafçısı” namıyla bilinen, 1844 doğumlu György Klösz’ün (Johann Justus Georg Kloess); 1867 yılında, 23 yaşında bir delikanlı olarak Darmstadt’ın bağrından kopup, Viyana üzerinden Peşte’ye vardığı eşik buydu. Klösz kimya eğitimi almıştı, fotoğrafçılığa niyet etmesi Viyana’ya gidişiyle oldu. Bir başka Darmstadt’lı Alman Dr. Heid, ortağıyla birlikte Avusturya’nın başkentinde fotoğraf stüdyosu işletiyordu ve Peşte’de de bir şube açmak niyeti vardı. Kimya okumuş hemşehrisi bu rol için biçilmiş kaftandı. Klösz’ün Viyana’ya varmasından kısa süre sonra bu üçlü Peşte’ye giderek bir stüdyo açtılar. O zamanlar daha Budapeşte yoktu ortada, hepi topu nehrin iki yanındaki üç ayrı kasabaydı söz konusu olan: Peşte, Buda, Obuda…

Ama ortalığın boş olduğu da söylenemez, çünkü bu üç küçük şehirde toplam 40 adet fotoğraf stüdyosu bulunuyordu. Viyanalılar 41. stüdyoyu kurarak çalışmaya başladılar. İlk portrelerde Dr. Heid ve F. Roninger imzası vardı. Klösz’ün esamesi okunmuyordu henüz.

Bir süre sonra Heid ve Ronninger Viyana’ya döndüler. Belli ki Peşte’de bir istikbal görememişlerdi. Genç Klösz kaldı. çünkü rivayete göre o sırada stüdyoya gelip portresini çektiren bir kadına, Karolina Zoller’e tutulmuştu.

Sevimli hikaye. Ama gerçeğin ne kadarını kapsıyor? Belki de Klösz, aynı zamanda Peşte’nin istikbalini görüp, Karolina ile birlikte ona da aşık olmuştu. Çünkü sonraki kariyerini izlediğimizde onun aynı zamanda son derece ileri görüşlü bir tüccar olduğu açıkça görülüyor. Ya da Viyana’da üçüncü adam olmaktansa, Peste’de birinci adam olmak cazip gelmişti.

Peşte’nin merkezinde açtığı ilk stüdyosu kısa zamanda popüler oldu ve birkaç yıl içinde çektiği portrelerin seri numaraları on binin üzerine çıktı.

1873’de üç küçük kent Budapeşte adı altında birleştirildi Bu aynı zamanda yeni bir şehrin imarının ve eskisinin yıkımının başlangıcıydı. Şehrin modernist tarihinde kristalize bir an. Klösz bu anın fatihiydi.

Kariyerinin zirvesi olarak nitelenen 1896 yılına kadar şehrin tozunu attırdı. Öyle sanatsal kaygıları yoktu, anlaşıldığı kadarıyla. Doğrudan teknik gelişmeye ve para kazanmaya kilitlenmişti. Başlangıçtan itibaren menzilinde endüstriyel fotoğrafçılık vardı. Üç yıl kadar stüdyoda portreler çektikten sonra açık havaya çıktı. 1880’e gelindiğinde şehrin 260 büyük boy fotoğrafını arşivine eklemişti bile. Dünya sergilerine katılıp ödüller aldı. Kentin ileri gelenlerinin portrelerini istifledi. Tramvay yapımını, bir aristokratın koleksiyonunu, ülkedeki doğal afetleri görüntüledi.  Özgürlük ve Erzsebet köprülerinin yapımını ve bunların yapımı sırasında yıkılan Taban mahallesini kayıt altına aldı. Birçok başka fotoğrafçı da vardı orada, ama belediye arşivi onun çektiklerini istifliyor, kent tarihi mana ve önemini onun objektifinde buluyordu. Dönemin önemli ismi tarihçi ve arşivci Laszlo Toldy’nin şehirdeki gözüydü adeta.

1890’dan sonra giderek artan yazılı basın onun fotoğraflarıyla doluydu. Daha 1873’ten itibaren çektiği fotoğrafları çoğaltarak Budapeşte albümleri oluşturmuş ve bunlardan epey para kazanmıştı. Şehir kartpostalları bastı sonra. Litograf baskı ve harita basımı işlerine girdi. 1880 yılında albümin baskıda ıslak plakalar yerine kuru plakalar kullanılmaya başlandığında (kuru plakalar daha net görüntü veriyordu ve pozlama süresi az olduğu için açık havada insanlı fotoğraf çekmeyi mümkün kılıyordu) Budapeşte’nin ilk kuru plaka dağıtıcısı oldu. Şaşırmamak gerekir, çünkü kuru plakaları o sırada eski tanışı Dr. Heid’ın şirketi üretiyordu. Stüdyosu, matbaası ve sayısız çalışanı vardı ve şehrin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi artık. 25 senede bir Amerikan rüyası gerçekleştirmişti!

Salt fotoğraf üzerinden olmamıştı bu elbette. Aynı zamanda gereken yerde gereken sıçrama hamlelerini yapma konusunda da ustaydı. I. Hatvani caddesindeki stüdyoda başlayan yolculuğu, on yılı bulmadan aynı caddede Budapeşte’nin ilk asansörüne sahip 5 katlı bir binaya evrilmişti. 1882’de ailesiyle birlikte şehrin merkeze yakın üst-orta sınıfının oturduğu Svab tepesinde bir villa inşa ettirdi. Burada bir yazlık stüdyosu da vardı. Aradan bir on yıl daha geçtiğinde kentin en elit kesiminin oturduğu Buda Kalesi tepesinde, içinde çeşme suyu ve aydınlatmanın da olduğu muazzam bir villa yaptırdı. Bundan sadece iki yıl sonra 25. evlilik yıldönümlerinde kent tarihinin en masalsı açılış törenlerinden biriyle City Park Bulvarı’nda inşa ettirdiği 800 metre karelik tabana oturan yeni stüdyo binasıyla adını kentin belleğine iyice kazıdı.

Sonrası bildik biyografi. 1903’te oğlunu şirkete ortak etti. 1906’da yönetimi ona bırakarak emekliye ayrıldı. 1913’te öldü.

György Klösz’ün 2002 yılında, Budapeşte’de 4000 bin dolayında fotoğraf arasından seçilen 188 çalışmasıyla basılan “Klösz György Fotoğrafları 1844-1913”ü yayıma hazırlayan yazar Laszlo Lugo Lugosi; 1887-1898 döneminin kentin yükselişi açısından altın yıllar olduğunu anlatır. Bu dönemde şehir nüfusu üçe katlanmış ve Avrupa’nın altıncı büyük başkenti olmuştur Budapeşte. Gerisini Lugosi’den aktaralım:  “Macaristan’da yatırım hacmi ve kredi kuruluşlarının sermaye varlıkları on yılda üç katına çıktı. Kömür, cevher ve demir üretimi ikiye katlandı. Sanayide hissedar şirket sayısı 41’den 163’e, ana sermayesi ise 1887 ile 1900 arasında 83’ten, 377 milyon krona yükseldi. Başkentte kısmen Millennium kutlamalarına bağlı bir inşaat patlaması yaşandı. 1890-1913 yılları arasında Budapeşte’nin inşaasına 1.6 milyar kron yatırıldı ve 20 yıl içinde 80 bin yeni apartman inşa edildi.”

Gerçekten de baş döndürücü rakamlar bunlar ve bugün Budapeşte’de başka her yerden çok gördüğümüz muazzam apartmanların varlığını kusursuz bir biçimde açıklıyorlar. Yazarın bütün bu detaylar arasında tek atladığı, bu altın çağın yaşanmasında Yahudi sermayesinin oynadığı roldü.

Tarihçi Eckhart’dan bir alıntıyla giderebiliriz bu kusurcuğu: “Ticaret ve fabrika sanayiinin kalkınmasını temin etmek için 1840’ta kendilerine serbest iskan hakkı verilen Yahudiler Galiçya’dan kalkarak kitle halinde memleketin doğu kısımlarına gelmişlerdi. Başlangıçta kendilerini Alman saymakta iken 1840 senelerinde şehir ahalisiyle birlikte bunların da Macarlaşmaları başladı. Batı örneğine uygun olarak programlarına Yahudilerin azad edilmesini de katmış olan liberal siyaset adamları arzu ettikleri bu halin gerçekleşmesini memnuniyetle görüyorlardı.”

Almanca konuşan ve giderek Macarlaştıkları söylenen bu Yahudilerle, Almanca konuşan ve giderek Macarlaştığı düşünülen Klösz’ün önlenemez yükselişi arasında bir bağ kurulmamış olması, -her ne kadar Lugosi daha sonra Budapeşte Yahudileri üzerine bir kitap kaleme almış olsa da- epey düşündürücü!

Macaristan’ın bir ulus devlet olarak temellerinin atılmaya başladığı yıllarla fotoğrafın keşfi neredeyse eşzamanlıdır Tabii bağımsızlık parasız olmuyor, sermayeye ihtiyaç vardı. Macarlar da belli ki Mevlana’nın şiarını benimsemişlerdi o sıralar: “Gel, gel ne olursan ol, yine gel.” Son yıllarda liberal dünyada epey taraftar bulan bu laf kuş mudur, deve mi? Orası epey su kaldırır. Sanırım meali ulus devletin arzusuna yakındı. Çünkü, nedamet getir de gel, gibi de okunabilir rahatlıkla.

Fotoğrafın keşfinden bu yana geçen 150 yılı aşkın zaman zarfında, köprülerin altından çok sular aktı. Bir fotoğraf kara deliğinde yaşıyoruz artık. Yarısı yırtılmış fotoğraflara rastlıyorum sık sık sahaflarda, bit pazarlarında. Önceleri Kundera’nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı”ndaki hikayesini anımsatıyorlardı bana. Hani, Stalin giderek erki tek elde toplayıp, yanında yöresindeki herkesi öldürtünce, eski fotoğraflarda görünen yöneticileri o fotoğraflardan silerler ya bi çırpıda; çünkü resmi söyleme ters düşmektedir. Ama benim gördüğüm yırtık fotoğraflar öfkeyle, hınçla ya da düpedüz memnuniyetsizlikle ilgiliydi belli ki. Yitirilmiş bir geçmişin gerçeğiyle hesaplaşmak yerine fotoğrafıyla hesaplaşıyordu insanlar. Bu durumda fotoğrafın gerçekliğin yerine geçtiği ve bunun hayatımızı gün be gün sanallaştırdığı söylenebilir. Fotoğrafları yırtarak, ya da istenmeyen kişiyi “hoyrat bir makasla / ah eski bir fotoğraftan oyarak”, gerçekliği değiştirdiği vehmine kapılan bir sürü insandan söz ediyoruz nihayetinde. Bu akıl sağlığı açısından niteliksel bir sıçramanın belirtisi değilse nedir? Deliler değil ama delirenler çoğalıyor, besbelli.

Fotoğrafın gerçekliği yansıttığı iddasının defteri dürüldü geçen zaman zarfında, ama gördüğüm kadarıyla kimsenin umurunda değil bu. Fotoğraftan sinemaya, televizyona, bilgisayara ve hayatımızı izleyen kameralara vardık sonuçta. Daha geniş bir perspektiften bakıldığında bunların hepsi aynı örüntünün parçaları. Ve şimdi hepsinin toplamı gibi olan akıllı telefonlarımız var artık. Gerçek çok sıkıcı, çok durağan.

Akıllı telefonlardan sonra oturduğum kalabalık masaları hatırlamaya çalışıyorum, bunu söylerken. Orada çekilip yayınlanan grup fotoğrafların bir kısmında benim görüntüm de var ve fotoğraftaki genel memnuniyet sırıtışının, gece boyu yaşananlarla bir ilgisi olmadığını biliyorum. Çünkü o saate kadar herkes cep telefonuyla oynuyor, internetten bir şey bakıyor, orada olmayan biriyle sohbet ediyor ya da kendi sevdiği şarkıları bulmaya çalışıyor. 80’lerde, 90’larda fotoğraf çekmekten dünyaya bakmayı unuttukları için alay konusu olan Japonlara’a döndük hepimiz.

Üstelik bütün bu fotoğraflar depolanıyor. Bazen dünyanın çevresinde katrilyonlarca ve katrilyonlarca fotoğraftan oluşan bir büyük kütle dolaştığını düşünüyorum. Görmesek de orada olduğunu bildiğimiz bir şey. Böyle anlatınca neredeyse dini bir çağrışım yapıyor. Keşke ozon deliğini onunla kapatmak mümkün olsaydı, bir çırpıda ve sonuza dek yapabilirdik bunu.

Bana öyle geliyor ki fotoğraf, unutuşa, unutuluşa ve can sıkıntısına karşı bir ilaç olarak varlığını sürdürüyor günümüzde.

Bir hastalığın ilacı.

Yazık ki, sadece plasebo etkisi var.

 

Serhat Öztürk

www.serhatozturkyazilari.com