Buda’dan Peşte’ye (2) – Nedim Gürsel

Budapeşte’yi tanıtan Batılı yazarlar Osmanlı yönetimindeki bu topraklarda yalnızca kan dökülmediğini, örneğin şiir ve musikinin baş tacı edildiğini bilmiyorlar. İmparatorluğun ikbal günlerinde, yani Macaristan’ın sınırları Adriyatik kıyılarından Transilvanya’ya, Bohemya’dan Karadağ’a dek yayılırken parlamentosu da bu geniş coğrafyaya egemen bir devlete yaraşır boyutlardaymış. Derken, bir gece içinde, hacmi ve görkemi olmasa da, milletvekili sayısı azalıvermiş.

Macaristan nüfusunun beşte üçünü kaybetmiş çünkü, bugünkü sınırlarının içine çekilirken soydaşlarının bir kısmını Transilvanya, Sırbistan ve Hırvatistan topraklarında bırakmış. I. Dünya Savaşı yenilgisinin ertesinde bu ülkeyi Romanya, Sırbistan ve Çekoslavakya arasında paylaştıran Trianon anlaşmasının günümüze dek uzanan siyasi sonuçları olduğunu düşünüyorum. Peşte’nin kenar mahallerinden birindeki otelimden çıkıp sıvaları yer yer dökülmüş, merkezde olmadıkları için çoğunun cepheleri yenilenmemiş, komünizm yıllarını anımsatan ezici, taş yapılar boyunca yürüdükten sonra altı numaralı tramvaya bindim.

Paris bulvarlarını anımsatan caddenin orta yerinden Tuna’ya doğru hızla ilerledik. Gül Baba’nın türbesi Lokantalarla şık kahveler, vitrinleri dolduran binbir çeşit Macar salamlarıyla Fransa Kralı XIV. Louis’ye “Şarapların kralı” dedirten, irili ufaklı şişeleri içinde canım Tokay şarapları geçiyordu camdan. Yalnızca şarapların kralı değil aynı zamanda bir kral şarabı da olan bu beyaz şarap, nehir kıyısında yediğim gulaş çorbasından ibaret öğle yemeğime eşlik etti.

Sonra meşe ve kayın ağaçlarıyla kaplı Margit Adası’nı karaya bağlayan köprüden Buda’ya geçtim. Oradan da, Török Utza’yı (Türkler Sokağı) ardımda bırakıp yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın girişimi ve katkılarıyla onarılan Gül Baba’nın türbesindeydim az sonra. Efsaneye göre Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine 1541 yılında kalkıp buralara dek gelen Gül Baba, Merzifon kökenli bir Bektaşi şeyhiymiş. Külahında gül taşıdığı için bu lakapla anılıyor.

Ölümünden sonra, padişahın da hazır bulunduğu cenaze namazını kıldıran Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin izniyle bu tepeye gömülmüş. Misali mahlasıyla şiirler de yazan Gül Baba’nın türbesi, birkaç kaplıca ve hamamı saymazsak, bu coğrafyada Türklerden kalan tek yapı. Yok sayılan miras Mohaç Savaşı’ndan sonra 150 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Buda’dan söz eden Fransızca rehberlerin neredeyse tümü bu dönemin Macar tarihinin en karanlık dönemi olduğunu, kültür ve sanat alanında dişe dokunur hiçbir şey yapılmadığını yazıyor. Anımsıyorum, bir zamanlar sosyalist olan Balkan ülkelerinde de benzer bir söylemle karşılaşmıştım. Geri kalmışlıklarının nedeni olarak Osmanlı’yı görüyor, Türklerin buralarda bıraktığı kültür mirasını yok sayıyorlardı.

Oysa Macar ulusal edebiyatının kurucusu, bu dilde yazan ilk şair Balint Balasi üzerine Edit Tasnadi ve Dursun Ayan’ın birlikte hazırladıkları bir kitap geçti elime. 16’ncı yüzyılda yaşayan Balasi yalnızca İtalyan rönesansının değil, Osmanlı şiirinin de etkisinde kalmış. Türkçe bildiği, Türk halk şiiri tarzında şiirler de yazdığı anlaşılıyor. Hatta tasavvuf düşüncesine bir hayli aşina. Ne var ki, genç yaşında Türklere karşı savaşırken ölmüş. Budapeşte’yi tanıtan Batılı yazarlar Osmanlı yönetimindeki bu topraklarda yalnızca kan dökülmediğini, Gül Baba’nın külahında taşıdığı barış güllerininin gönüllerde de açtığını, şiir ve musikinin baş tacı edildiğini, örneğin Budin Paşası Yahyapaşazade Arslan Paşa’nın Şifalı mahlasıyla şiirler yazdığını, yakın çevresindeki Yahya Bey’in o devrin en önemli mesnevi yazarlarından biri olduğunu bilmiyorlar. Biz de onlara bir türlü bu gerçeği anlatamıyoruz. 21’inci yüzyılın başında 450’nci doğum yıldönümü kutlanan Belasi, Türkçe “Gerekmez Dünya Sensiz” ezgisine göre yazdığı şiirinde “şahane hazinem, güzel kokulu kırmızı gülüm” diye sesleniyor sevgilisine. Dileyen, rengini kandan değil aşktan alan o gülü Gül Baba’nın türbesinde bugün de görebilir.

NEDİM GÜRSEL – Milliyet