İki yanı kestane ve çınar ağaçlarıyla dolu uzun bir caddenin ortasında durduk. Eylül başlangıcıydı. Mütereddit zaman. Emlakçı bahçe kapısını çalarken biz de evi ve sokağı seyrediyorduk. Kapı yerine hemen yanındaki cam açıldı. Bakımlı, yaşlı bir kadın anahtarı uzattı emlakçıya. Önce bahçeye, sonra eve girdik.
Ev sahibesi hemen girişteki odada, camın kenarındaki somyada oturmuş, kendi tarihinin önemli bir parçasını satın almaya gelmiş, dilini konuşamayan yabancılara bakıyordu. Selamlaştık. Kısa bir iki soru-cevaptan sonra, evi kocasıyla birlikte 1960’ların başında yaptıklarını anlattı. Sonra sustu. O kısacık anda, baş döndürücü bir zamana bakmış olmalı ki, eliyle diğer odaları gezmemizi işaret ederek, camdan sokağa çevirdi bakışlarını.
Bu sabahtan beri gördüğümüz dördüncü mülktü ve mucizevi biçimde, hanidir Ayvalık’ta arayıp da bulamadığımız ev, karşımızda duruyordu. Yeniden odanın kapısına döndük. Kadın da bize dönmüştü bir kez daha yüzünü. Artık ayaklarının tutmadığını, bir an önce evi satıp, Debrecen’deki kızının ve torunlarının yanına taşınmak istediğini anlattı. Düşüneceğimizi söyleyip vedalaştık.
Karar vermemiz zor olmadı. Fiyat uygundu, zaten ne zamandır bir ayağımız Avrupa’da olsun istiyorduk. Emlakçıyı arayıp kendi teklifimizi sunduk ve sonraki dört günümüzü geçirmeyi planladığımız Budapeşte’ye gittik. Bir Avrupa seyahatinin ortasındaydık ve Miskolc’u, oraya yerleşmiş arkadaşımız yüzünden, son anda programa almıştık.
Akşam telefon geldi. Ertesi gün Miskolc’a döndüm. Bir avukatın bürosunda anlaşma imzaladık. Ekim ayı ortasında Macar hükümetinin izni çıktı ve gelip evi aldık. Bir ay kadar kaldık, mimar arkadaşımızla kış boyu yapılacak tadilatları ve boya işlerini planladık. Sonra Türkiye’ye dönüp, İstanbul’daki konsolosluktan Macaristan’da oturma izni için başvuruda bulunduk.
Her şeyin tamamlanması ve bizim kente üçüncü kez gelişimiz Nisan 2018’i bulmuştu. Yeni bir şehri keşfetmek için en uygun mevsim.
Ama öncesinde bahçenin keşfi vardı. Otların temizlenmesi sırasında bahçenin her köşesinde, yılların emeğiyle oluşturulmuş küçük küçük mucizelere tanık oluyorduk. Sonbaharda geldiğimizde mavi ladini, çam ağaçlarını, cevizi, eriği ve üzüm bağlarını görmüştük elbette. Şimdi baharda frenk üzümü, frambuaz, çilek sürprizleri bekliyordu bizi. Sadece onlar mı? Çeşitli köşelerde açan şakayıklar, ismini bilmediğimiz ama yıllar yılı kah oradan kah buradan toplanarak bir araya getirilmiş, her biri günden güne açılıp saçılan farklı renk ve dokudaki yabani otların ve çiçeklerin yarattığı peyzaj. Her sabah bir ev almaktan öte, şahane bir bahçe ve parayla satın alınamayacak bir zamanın da bize bahşedildiği duygusuyla uyanıyorduk.
Zaman zaman, bahçede çalıştıktan sonra, dinlemek için bir köşeye çöktüğümde yaşlı kadını düşünüyordum. Belki de diyordum kendi kendime, bir gün onu davet etmeli ve evinin emin ellerde olduğunu göstermeliyiz. Sonra bahçeyi biçerken ya da ağaçları budarken bunun ne kadar saçma bir kuruntu ve ne burnu büyüklük olduğunu söylüyordum kendi kendime. Vedalaşmak, gerçekten vedalaşmak kolay bir şey değildir ve insan bunu bir kere yaptığında, bir daha dönüp arkaya bakmak istemez.
Aidiyet, bir yer kadar, bir zamana da aittir biz faniler için. Belli bir yerle bütünleşmiş zamana, diyelim ya da. Bu da benim kendi kişisel dünyamda bir dönemin İstanbul’una tekabül ediyordu. O İstanbul’dan geriye çok fazla bir şey kalmadı, en azından benim o şehrin içinde durmamı gerektirecek kadar çok şey kalmadı, diyeyim. Yoksa baştan beri ırka, kana, ülkeye, dine, bayrağa aidiyet hissetmedim. O yüzden şöyle düşünüyordum. Gidip hoşuma giden, benim arzularıma cevap veren herhangi bir yerde yaşayabilirim. Tabii yol arkadaşımın da bunu kabul etmesi koşuluyla.
Böyle oldu Miskolc’de bir ev edinmemiz. Ani olduğunu düşündü, tanıdığımız insanlar, şaşkınlık nidasıyla taçlandırarak bu düşüncelerini. Oysa ani olan tek şey kazalardır. Olan öteki şeyler bir yerlerde demlenir, birikir, taşar. Sorun bunu ötekilere nasıl ve nereye kadar anlatabileceğiniz noktasında çetrefillenir. Bizim için de bir istisna yoktu: Neden Miskolc?
Bazı soruları yanıtlamak hiç kolay değil. Evi sevdiğimizi, sakin bir yer aradığımızı, ikimizin de emekli olduğunu, kendi uğraşlarımızla iştigal ettiğimizi, falan söyledik; buna bir ayağımızın Avrupa Birliği’nde olması arzumuzu, zaman zaman Türkiye’nin boğucu sesinden kaçmak ihtiyacını da ekleyebilirdik. Ama mülteci değildik, ne kadar ikna edici olabilirdik ki?
Sibel, komşu kadınla yaptığı konuşmadan yenik olarak dönmüştü örneğin. Onun ısrarla iyi de neden Miskolc, sorusuna tatmin edici bir cevap verememişti. Verememişti, çünkü bizim de daha net, şöyle dört başı mamur bir cevabımız yoktu. Şans-tesadüf tanrısının rolünden söz edilebilirdi yukarıda saydıklarıma ek olarak ama bunlar da tatmin edici olmaktan uzaktı. Neyse ki şahane bir bahar vardı ve sorularla didişip durmaktan çok eyleme zamanıydı. Bizim önümüzde de dünyanın en eğlenceli işlerinden biri duruyordu; hiç tanımadığımız bir yeri keşfetmek.
Kente ve yakın uzak çevresine akınlar düzenledik. Öncelikle bir bitpazarı arayıp bulduk tabii: Kentin doğusunda, tren yolunun kenarındaki bir arazide her pazar kurulan Zsarnai Piac (Tiran pazarı). Bitpazarları bir şehri tanımaya başlamanın en iyi yollarından biridir. Burası bir yoksullar pazarı idi. İnsanlar ucuz elbise, yiyecek, ev eşyası, meyve fidesi, bardak-çanak ve çoğu tedavülden kalkmış eski nesneleri almak için akın ediyorlardı çoğunluk, bir yandan da küçük küçük tezgahlarda evlerinden getirdiklerini satmaya çalışıyorlardı. Daha küçük bir bölümde ise antika parçalara rastlamak mümkündü: Tablo, kitap, kartpostal, heykel, biblo vs. İnsanlarla tanışmaya başladık böylece. İstanbul’da Zeytinburnu’nda yaşamış, bir zamanlar gazetecilik yaparken, şimdi pazarcılığa savurulmuş 40 yaşlarındaki adamla böyle tanıştık örneğin. Türkçe konuştuğumuzu duyunca, selamın aleyküm, diyerek laf attı.
Herend ve Zsolnay porselenleriyle tanışmamız ise, her ayın ilk pazar günü, kentin en önemli ve merkezi caddesi Szechenyi Istvan’da kurulan antika pazarı sayesinde oldu. Orada tanıştığım bir plakçı, bozuk param çıkmadığında nereden geldiğimi sordu ve Türk olduğumu öğrenince plakları hediye etmekte ısrar etti.
Miskolclü arkadaşlarımızla Avas tepesine tırmanıp Borangolas Şarap Festivali’ne katıldık. Egri Bikaver (Boğa Kanı) şarabıyla tanışmamız böyle oldu. Tokaj’la daha önce Budapeşte’de, Sunahan’ın evindeki bir yemekte müşerref olmuştuk.
Bazen bisikletle ama çoğunluk yaya, kentin çeşitli yerlerinde dolaşıp durduk ısrarla. Fotoğraflar çektik, sokak sokak çözmeye başladık zamanla kurulmuş dokuyu: Neresi işçi mahallesidir, Yahudiler nerede yaşarlarmış, şehrin nereleri terkedilmiş ve yeni yerleşimler nerede yoğunlaşıyor gibi. Elado (satılık) ve kiado (kiralık) tabelalarıyla dolu terkedilmiş sokaklardan, bulvarlardan geçtik. Terkedilmiş ağır sanayi fabrikalarının iskeletlerine baktık uzaktan, tıpkı çingene gettosuna baktığımız gibi. Ana caddedeki bir otelin adına bakarken (Pannonia) bölgenin Kelt geçmişine doğru savrulduk. Tepelere çıktığımızda ise Sovyet döneminin şehirde yaptığı telafisi imkansız yıkıcı etkiye tanıklık etmek kaçınılmazdı.
Merkezdeki Stamp barında şerbetçi otunda boğulan draft IPA birasını tattık hayatımızda ilk kez. Lillafüred Ormanı’nda kısa yürüyüşler yaptık, Tapolca Kaplıcaları’nın olduğu yerdeki parkta, kış ortasında dumanı tüten sulara bakıp içlerinde dolaşan ördeklere yem attık.
Tapolca’ya gidip, Avas tepesinin zengin villalarıyla karşılaşana kadar, kentin çeperine kurulmuş bunca büyük marketin (Auchan, Praktiker, Decatlon, Möbelix vs.) sırrına vakıf olamamıştık, şimdi aynı zamanda kentte bir zenginlik olduğunu da fark ediyorduk. Almanya’da olduğunca, ustaca gözden saklanmış bir zenginlik.
Tokaj gezisi dönüşü, Encs’e uğradık ve Anyukam Mondta’da (Annem Söyledi) yemek yeme şerefine nail olduk, ama bu başka bir yazının konusu. Bahçede parti verdik, arkadaşlarımızın düzenlediği partilere katılıp dans ettik, Hada’dan kiloyla elbise almayı öğrendik. Oyun sahamızı genişletip Kassa’ya (Kösice), Budapeşte’ye, Bratislava’ya, Viyana’ya gittik.
Bu arada bütün kenti kesif bir ıhlamur kokusu kaplamıştı ve başlangıçtaki soru, dipte bir yerde çalışmayı sürdürüyordu. Sonra bir gün çıplak haliyle belirdi gözümün önünde. Verdiğimiz cevaplar Miskolclular’ı tatmin etmiyordu, çünkü kendi şehirlerinin, büyük şehirden çıkıp gelmiş yabancıların yaşaması için yeterince cazip olamayacağı konusunda kesin bir kanaate sahiplerdi. İnsanlar yaşamak için niye Miskolc’u tercih ederler ki, sorusuna verecek kendi cevapları yoktu ya da gündelik hayhuy içinde o anlamı unutmuşlardı.
Bir başka sorun dil meselesiydi, kolayca tahmin edilebileceği gibi. İnsanlarla nasıl anlaşacaktık? Bizden önce gelmiş arkadaşlarımızın kurduğu küçük bir gruba dahil olmuştuk. Oradakilerin yarısı İngilizce biliyordu. Diğerleriyle sarılarak ve sırt sıvazlayarak ve kadeh kaldırarak anlaşıyorduk: Egeszsegedre!
Aslında mesele, gündelik hayatı sürdürebilmekte. Genellikle de büyük sorun odur zaten. İngilizce ve Almanca yardımıyla resmi dairelerdeki birçok işimizi de görebildik sonuçta, fazladan biraz beklemeyi göze alarak. Google translate’in hakkını da teslim etmek gerek. Zaman içinde Macarca daha çok şey öğreniyoruz öte yandan. Yani çözülmeyecek bir mesele değil. Ama insanız, kendimizi anlatmayı istiyoruz, dil sorunu, esas orada hayatiyet kazanıyor.
Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele. Çünkü geldiğim yerde, kendi ana dilimi konuştuğum bir sürü insana derdimi anlatamadığımı biliyorum. Üstelik bir kısmı çok yakın olduğum, çok uzun süredir tanıdığım insanlar. Yani dili bilmek, bir şeyi anlatıyor ya da karşındaki tarafından anlaşılıyor olduğun anlamına gelmiyor. Hatta biraz abartarak şunu da söyleyebilirim, genellikle kendimize ait düşünceler sözcüklere döküldüğünde, onların ucuzladıklarını fark ederiz ürküntüyle. Bu bizim ifade yeteneksizliğimizden olabildiği kadar, sözcüklerin orta malı olmasından da kaynaklanır.
Tarihsel iktidar bağlantısını bir an olsun unutursak: Şiir, has şiir niye kıymetlidir? Sözün gündelikleşmiş düzenini bozup onu yeni baştan kurduğu için. Daha önce hiç olmadığı biçimiyle kurduğu için. Elimize kendimizi ifade edebilecek taze bir demet sözcük verdiği için. Yoksa dil pörsümüş bir şeydir büyük ölçüde. Julio Cortazar, “dünyanın kıçını yalayıp duran diller denizinden” söz ediyordu.
Yüksek sesle düşünmek benimkisi. Yoksa, tam da böyledir diyebileceğim bir şey değil. Önemli mi bu? Yani tam da böyle olup olmadığını söyleyebilmek. Ondan da şüpheliyim. Böyle oyalıyorum kendimi, zihnin devinimleriyle günün ilerleyişini izliyorum, gökteki gri bulutlara bakılırsa hava daha da erken kararacak bugün. Kışa varmışız bu arada.
Kerahat vaktini öne alabileceğimiz anlamına mı geliyor bu?
Serhat Öztürk