Bir Macaristan filmi

110Fehér Isten (Türkçe’de Beyaz Tanrı), köpeklerin isyanından yola çıkarak Macaristan’da artan ırkçılığı ve beraberinde gelen şiddeti anlatıyor. Dolayısıyla film coğrafyamız Macaristan oluyor. Lakin, genel bakışla ele alacak olursak bu sorunun sadece Macaristan’a özgü olmadığını, başka coğrafyalarda da yer bulabileceğini/bulduğunu biliyoruz.

Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun, köpeği bir metafor olarak kullandığını söyleyebiliriz kaygılarını anlattığı filminde. Filmin hikayesine biraz değinmek gerekirse, 13 yaşındaki Lili, annesinin Sidney’e gitmek zorunda kalması üzerine Budapeşte’ye babasının yanına taşınıyor, birkaç aylığına. Babayı kuralcı sert bir karakter olarak görüyoruz film başında. Lili’nin, köpeği Hagen ile birlikte geldiğini görünce köpeğe yönelik tepkisini gösteriyor hemen. Lakin Lili, arkadaşı saydığı Hagen’den ayrılmak istemeyince mecburen eve almak zorunda kalıyor. Evlerine girecekleri sırada apartmandaki üst komşusu köpeğin burada yaşayamayacağını, cezası olduğunu söylüyor babaya. (Bu arada Macaristan devleti, melez köpekler için artı vergiler getirmiştir. Komşu bunu bahane ediyor.)

Yönetimin otoriterleştiği devletlerin, beraberinde fişlemeyi hatta ispiyonculuğu da getirdiğini bu filmde de görüyoruz. Üst komşu şikayet ediyor ve köpeğin aileden kopmasının yolu açılıyor bu ispiyonculuğun ardından. Baba bir süre dayansa da daha fazla uğraşmayıp köpeği sokağa bırakıyor. Bu noktadan sonraysa köpeğin gözünden görüyoruz hikayeyi genellikle. İlk başta maruz kaldığı bu açık dünyada bocalıyor haliyle. Bir şekilde kendisi gibi olanları izleyerek (sokak köpekleri) yolunu bulmaya çalışıyor. Tabi, köpek avcılarıyla başı sürekli dertte, kaçmak zorunda kalıyor diğerleri gibi. Bu da kendi aralarında dayanışmayı artırıyor. Ve o kaçışlar sırasında yardımsever(!) birinin kucağına düşüyor. ‘Yardımsever’ insanın kas yapıcı, diş bileyici, kızdırıcı işlemlerinin ardından birkaç sahne sonra Hagen kendisini dövüş alanında buluyor. Dövüş sırasında bir köpeğin ölümüne sebep oluyor, kendisi gibi olan birinin ölümüne. O an Hagen’in dövüş alanında duraksayıp, öldürdüğü köpeğe baktığını görüyoruz. Acımasızlığına şaşırmış bir vaziyeti var gibi. Ama onları bu hale getiren insanlığa duyduğu tepki yerini öfkeye/intikama bırakıyor aslında.

Filmden sıyrılıp gerçeğe dönelim. Filme somut örnek teşkil edecek bir olay yaşandı geçtiğimiz günlerde. Sahne, Mundruczó’nun kaygısını desteklercesine Macaristan’dı bu olayda da. Burası, göçmenlere önlem mahiyetinde Sırbistan sınırına kilometrelerce duvar ören ve kontrol için sınıra asker yığmayı planlayan Orbán’ın ülkesi aynı zamanda. Binlerce yol aşıp, onlarca ülkeyi geçerek Macaristan’a ulaşmış göçmenlere yönelik artan tepkinin canlı yayında şiddet bulmuş halini izledik. Kadın bir kameraman sınırdan geçmeye çalışan göçmen kıza fütursuzca tekme sallayabildi. Ardından kucağında çocuğu olan başka bir göçmene ise çelme atıp yığılmasını soğukkanlılıkla kameraya kaydetmeye devam edebildi. Tabiri yerinde olacaksa varını yoğunu harcayarak buraya gelmiş göçmenlere tepkinin ve bu tepkinin doğurduğu acımasızlığın ‘normalleşmesini’ izledik canlı yayında. Filmdeki gibi…

Filme dönersek, köpeklerin isyanına çok değinmeden şöyle özetleyelim o kısmı da; Hagen, insanlığın gaddarlığına maruz kalmış köpeklerle kaçmayı başarıyor ve intikama çıkıyor Budapeşte sokaklarında. İnsanlara saldırıyor hepsi, örgütlenmiş biçimde. Bir Budapeştelinin dediği gibi ‘Başıboş köpekler değil bunlar, bir ordu gibi hareket ediyorlar.’ Bu cümle bence önemli noktalardan biri filmde. Dışlanan, şiddete uğrayan, yok sayılan kesimin şiddete bulaşmasının hatta bunu bilinçli bir halde yapmasına açılan kapının anlatımı diyebiliriz bu açıdan filme.

Filmin başında yer verilen Bohemyalı şair Rilke’in sözüyle sonlandıralım yazıyı; Bizi ürküten her şey sevgimize muhtaçtır.

(Not: Yazı, film eleştirisi değildir.)

Orijinal haber: >>>